DİNİ TERİMLER [M]
MÂ-İCÂRÎ:
Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün
olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü
götüren su, akar su sayılır.
Mâ-i cârî temizdir. Kendisiyle her türlü temizlik yapılır. (M. Zihni Efendi)
MÂ-İMEŞKÛK:
Şüpheli su; ehlî merkebin ve ondan doğan katırın artığı olan su.
Mâ-i meşkûkun temizliğinde şüphe yoktur. Ancak, hadesin (abdestsizliğin ve cünüplüğün)
giderilmesi husûsunda fıkıh âlimleri tarafından şüpheli su kabûl edilmiştir. (M. Zihni Efendi)
MÂ-İ MUKAYYED:
Çiçek, üzüm, kavun-karpuz suyu gibi cinsi ve sıfatı birlikte söylenen sular.
Mâ-i mukayyed ile namaz abdesti ve gusl abdesti alınmaz. (İbn-i Âbidîn)
MÂ-İ MUTLAK:
Yaratıldıkları hâl üzere olan yâni ismi yanında başka kelime söylenmeyen, yalnız su
denilen sular.
Yağmur, dere, nehir, kaynak, kuyu, deniz ve kar suları, mâ-i mutlaktır. Mâ-i mutlak,
namaz abdesti ve gusül (boy) abdesti almak için kullanılır. Mâ-i mutlak hem temizdir, hem
temizleyicidir. (İbn-i Âbidîn)
MÂ-İ MÜSTA'MEL:
Kullanılmış su. Abdest ve guslde (boy abdestinde) yâhut kurbet olarak kullanılan su.
Temiz fakat temizleyici değildir.
Mâ-i müsta'mel ile necâset (pislik) temizlenir. Fakat abdest alınmaz ve gusl edilmez.
İçmek ve hamur yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
Mâ-i Müsta'mel, üç mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Hanbelî'de) yalnız tâhirdir (temizdir). Fakat
mutahhir (temizleyici) değildir. Mâlikî mezhebinde hem tâhir hem de mutahhirdir.
(Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
MAÂZ-ALLAH:
"Allahü teâlâya sığınırım" mânâsına, tehlikeli, zararlı ve istenmeyen durumlardan
korunmak için söylenen bir söz.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Yûsuf (aleyhisselâm); "Maâz-Allah, biz malımızı kimin yanında bulmuşsak ancak onu
alırız. Yoksa haksızlık etmiş oluruz" dedi. (Yûsuf sûresi: 79)
MA'BED:
İbâdet edilen yer.
Yeryüzünde yapılan ilk ma'bed, Mekke şehrindeki Kâbe'dir. Buraya Mescid-i Harâm da
denir. (Azrâkî)
Müslümanların mâbedine mescid ve câmi, Yahûdîlerin ma'bedlerine sinagog ve havra,
hıristiyanların ma'bedine kilise ve bi'a veya savme'a, denir. (M. Sıddîk bin Saîd)
Masonların 1900 senesindeki toplantılarına âit zabıtların yüz ikinci sahifesinde;
"Dindarlara ve ma'bedlere galebe çalmak kâfi değildir. Asıl maksadımız, dinleri yok
etmektir" yazılıdır. (M. Sıddîk bin Saîd)
MA'BÛD:
Kendisine ibâdet olunan, tapınılan.
Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık
hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki ma'bûd ancak Allahü teâlâdır. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
MÂCİD (El-Mâcidü): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Şânı,
şerefi yüksek olan.
El-Mâcid ism-i şerîfini okuyanın kalbi nurlanır. (Yûsuf Nebhânî)
MÂCİN:
Sapık îtikâdını başkasına bulaştırmak çabasında olan.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Ümmetimin ihtilâfı (amelde, yapılacak işler konusunda
mezheblere ayrılması) rahmettir. Hakkı doğruyu bulmak için çalışırlarken, ihtilâfa
düşerler. Bu çalışmaları ise, rahmete sebeb olur." Bu hadîs-i şerîfi iki kimse inkâr etmiştir.
Biri mâcin, ikincisi mülhiddir. Mülhid, âyet-i kerîmelere dünyâ çıkarlarına göre mânâ vererek
îmânı giden kimsedir. (Kastalânî)
MADDE:
Ağırlığı olan ve boşlukta yer kaplıyan varlık.
Hava, su, taş, cam ayrı birer maddedir. Işık ve ses, madde değildir. Çünkü yer kaplamaz
ve ağırlıkları yoktur. Her madde; katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hâlde bulunur. Sıvı ve gaz
hâlindeki maddelerin, kendilerine mahsûs belli şekilleri yoktur. Bunlar, bulundukları kabın
şeklini alırlar. Maddenin şekil almış hâline cisim denir. Maddeler, hep cisim hâlinde bulunur.
Meselâ, anahtar , iğne, masa ve çivi, başka başka cisimdir. Şekilleri başkadır, fakat hepsi
demir maddesinden yapılmıştır. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Âlem, madde ve özelliklerden meydana gelmiştir. Bütün âlem hâdistir, yâni yok iken
sonradan yaratılmıştır. (Berhurdâr)
Madde, Allahü teâlânın kuvvet ve kudreti ile varlıkta kalmaktadır. Kendi kendine duran
madde yoktur. Bütün cisimleri, her şeyi varlıkta durduran, Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
MADDÎ TEMİZLİK:
Bedenin, elbisenin ve oturulan yerin temizliği.
Bir müslüman, maddî temizliğe çok dikkat eder. Câmilere evlere ayakkabı ile girmez.
Halılar, döşemeler, tozsuz temiz olur. Evinde hamamı vardır. Kendisi, çamaşırları, yemekleri
hep temiz olur. Onun için mikrop ve hastalık bulunmaz. (Kemahlı Feyzullah)
Maddî temizliğe çok dikkat eden müslüman, mânevî temizliğe de dikkat eder. Dînimizin
emir ve yasaklarına uyarak mânen temizlenmiş olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MADDİYYÛN:
Maddenin hep var olduğuna, sonradan yaratılmadığına ve yok olmayacağına inananlar,
maddeciler.
Kendilerini akıllı ve hiç yanılmaz sanan dinsizlerin birincisi maddiyyûn olup, bunlar,
Allahü teâlânın varlığına inanmıyor; âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir,
bunun yaratanı yoktur diyorlar. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak
sürecektir, diyorlar. Bütün bunlar ve yolunda gidenlerin hepsi de müslüman değildirler.
(İmâm-ı Gazâlî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş mübârek
arkadaşlarının yolunda giden İslâm âlimleri), kitablarında maddiyyûnun sözlerini ve
müslüman olmayanların, İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları delîller ve tartışmalar ile
reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini
söndürmüşler, bozuk düşüncelerini çürütmüşlerdir... (Abdülhakîm Arvâsî)
MA'DÛM:
Yok olan, mevcût olmayan
Ma'dûmun bey'i yâni satışı bâtıldır, hiçbir bakımdan dîne uygun değildir. (Mecelle)
MAĞFİRET:
Örtme; Allahü teâlânın, kullarının günâhlarını bağışlaması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey günâhı çok olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz. Allah,
günahların hepsini affeder. O, sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhâmet sâhibidir. (Zümer
sûresi: 53)
Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız!
Cennet'in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar
için hazırlandı... (Âl-i İmrân sûresi: 133)
Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey âdemoğlu (insanoğlu)! Sen benden ümidli bulundukça,
senden meydana gelen günâhları mağfiret ederim. Ey âdemoğlu! Senin günâhların
gökyüzünü dolduracak dereceyi de bulsa, benden mağfiret dilersen seni bağışlarım. Ey
âdemoğlu! Bütün yer dolusu günahlarla gelip de, bana hiçbir şerîk (ortak) koşmayarak
huzûruma çıkarsan, ben seni bütün yer dolusu mağfiretle karşılarım. (Hadîs-i
şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Müslüman kardeşini sevindirmek, Allahü teâlânın af ve mağfiretine sebeb olur.
(Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ür-Râbih)
Allahü teâlânın af ve mağfireti o kadar büyüktür ki (çoktur ki), ben suçuma büyük
demekten utanırım. (Sa'dî Şîrâzî)
MAĞRÛR:
Gururlu. (Bkz. Gurûr)
Akıllı kimse başkalarının ayıbına bakmaz. Kişinin aybını yüzüne vurmaz. Malı
çoğaldıkça, mağrûr olup ahlâkını bozmaz. (İdrîs aleyhisselâm)
Ey oğlum! Sende olmayan fazîletler ile insanlar seni medh ederlerse, sakın mağrûr olma.
Kendinden aşağısını hor görme. Ahmaklara, câhillere karşı sükût eyle. (Lokman Hakîm)
Mala mülke mağrûr olma, deme var mı ben gibi!
Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MAHBÛB:
Muhabbet edilen. Sevilen, sevgili.
Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mahbûb-i Rabbülâlemîndir. Allahü
teâlânın sevgilisidir. (İmâm-ı Kastalânî)
Sevgiliden gelen her şey mahbûbdur. (İmâm-ı Rabbânî)
Mahbûb-i Hudâ:
Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.
Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Mahbûb-i Hüdâ'dır. Gelmiş ve gelecek
bütün varlıkların her bakımdan en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî)
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu,
Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu.
(Yûsuf Nâbi)
MAHBÛBİYYET:
Sevgili olmak.
Peygamber efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (çok
sevilen olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır ki, bu, Allahü teâlânın çok
sevdiklerine mahsûstur. Bunun ele geçmesi için muhabbet, sevmek lâzımdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz seâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek
bütün varlıkların en üstününe (hazret-i Muhammed aleyhisselâma) uymakla olur. O'na
uymakla mahbûbiyyet makâmına erişilir. O'nun yolunda bulunmakla, Allahü teâlânın zâtının
tecellîsine kavuşulur. (Abdülhak-ı Dehlevî)
MAHCÛR:
Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını
tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse. (Bkz. Hicr)
Mahcûr iki kısımdır:
1- Çocuk, deli ve maraz-ı mevt (ölüm hâlinde) bulunanlar.
2- Hâkimin hükmüyle mahcûr olanlar, medyûnlar (borçlular), ma'tûhlar (bunaklar),
rakîkler (köleler), eblehler (ahmaklar) ve mâcinler yâni kötü din adamlarıdır. (Fetâvâ-i
Hindiyye)
Çocuk kendi malını kullanmaktan mahcûr olduğu gibi, başkasına hizmet etmesi de, ancak
velîsinin izni ile câiz olur. (Abdülganî Nablüsî)
MÂHİYYET:
Öz, asıl ve esas.
İnsanın mâhiyyeti, arkadaşından anlaşılır. (Abdullah bin Ömer)
MAHKEME:
Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.
Mahkemeye bir işin düşünce, hâkim karşısında dâvâcı veya dâvâlı ile kavga etmeye
kalkışma! Ne sorulursa o kadar cevâb ver! Şâyed şâhid olarak gidersen, hiç kimsenin te'siri
altında kalmadan ve kimseden korkmadan Allah rızâsı için doğru konuş! Olur olmaz bir iş
için hemen mahkemeye koşma! (İmâm-ı Gazâlî)
Mahkeme-i Kübrâ:
En büyük mahkeme, âhirette bütün insanların amel defterlerinin tartıldığı ve dünyâda
yaptıklarının hesâbını verecekleri yer.
Allahü teâlânın bilmediği hiçbir şey yoktur. Açık ve gizli O'nun yanında birdir. O; "Ol!"
dedi, yokluktan varlık meydana geldi. O, henüz olmamış olanları, açığa vurulmamış sırları
bilir. Yeri ve gökleri kudretiyle (gücüyle, kuvvetiyle) tutan, kıyâmet günü Mahşerde
kurulacak mahkeme-i kübrânın hâkimi (hükmedeni) O'dur. (Sa'dî Şîrâzî)
MAHLÛK:
Yaratılmış; yoktan vâr edilmiş.
Rabbimiz cism değildir, zamânı, mekânı yok.
Maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân.
Mahlûka muhtaç değildir, ortağı benzeri yok,
Her şeyi O'dur yaratan hem de varlıkta tutan.
(M. Sıddîk Gümüş)
Vilâyete (evliyâlık makâmına) kavuşmak, tasavvuf yolunda çalışmakla olur. Bunun için
mâsivâ sevgisini, ona bağlılığı kalbden çıkarmak lâzımdır. Mâsivâ; Allah'tan başka şeyler
demektir. (İmâm-ı Rabbânî)
MAHLÛKÂT:
Yaratılanlar, Allahü teâlânın yarattığı şeyler.
Mahlûkâta muhabbet etme, zîrâ onlara muhabbet, Hakk'a ulaşmaya mânidir. (İmâm-ı
Gazâlî)
MAHMASA HÂLİ:
Açlıktan ölmek üzere olma hâli.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
...Kim mahmasa hâlinde, çâresiz kalırsa, günâha meyl (yönelme) maksâdı olmaksızın
haram etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, affedicidir. (Mâide sûresi: 3)
Leş ve domuz eti yemek, şarab içmek haramdır. Çok içince sarhoş yapan sıvıların, azını
içmek de haramdır. Mahmasa hâlinde olan kimseden başkalarının bunları yemeleri içmeleri
haramdır. (Hâdimî)
MAHMÛD:
1. Övülmüş, övülen.
Kalbin mahmûd hâlleri; sabır (Allah'tan gelenlere tahammül etmek), şükür (her nîmeti
Allahü teâlâdan bilmek), havf (Allah'ın azâbından korkmak), recâ (Allah'ın rahmetini ümîd
etmek), rızâ (Allah'tan gelenlere boyun eğmek, hoşnûd olmak, kadere karşı gelmemek), zühd
(dünyâya düşkün olmamak), takvâ (haramlardan kaçınmak), kanâat (elinde olana râzı olup,
daha çok istememek), cömertlik ile bütün nîmetleri Allah'tan bilip O'na bağlanmak, iyilik,
hüsn-i zân (iyi zan, iyi düşünce), güzel ahlâk, iyi geçim, doğruluk ve ihlâs (her şeyi Allah
rızâsı için yapmak) hâlleridir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri.
Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah
Senin isminle biter lâ ilâhe illallah
Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh,
Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân
(Hazret-i Muhammed'in Hayâtı)
3. Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda getirdiği filin adı.
Resûlullah efendimizin doğmasına iki ay kadar zaman kala, Fil vak'ası meydana geldi. Bir
çok insanlar akın akın gelip, Kâbe'yi ziyâret ediyorlardı. Buna mâni (engel) olmak isteyen
Yemen vâlisi Ebrehe, Kâbe'yi yıkmağa karar verdi. Bu maksadla büyük bir ordu hazırlayıp
Kâbe'ye yürüdü. Ebrehe'nin ordusunda, "Mahmûd" denilen bir de fil vardı. Ebrehe, Kâbe'ye
yönelince, bu fil yere çöküp yürümez oldu. Hâlbuki Yemen'e çevrilince koşarak gidiyordu.
Allahü teâlâ, Ebrehe'nin ordusu üzerine Ebâbîl, yâni Dağ kırlangıcı denilen kuşlardan bir sürü
gönderdi. Bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya
mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Ebrehe'nin ordusu üzerine bırakılan bu taşlar,
hepsini helâk etti. Bu vak'a, Kur'ân-ı kerîmin Fil sûresinde anlatılmaktadır. (Bkz. Fil Sûresi)
(İbn-i Esîr)
MAHREM:
1. Dînen evlenilmesi ebedî haram (yasak) olan, soy, süt veya evlenme sebebiyle nikâhı
haram olan kimse.
Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Bir kadın veya erkeğe on sekiz kimse ebedî mahremdir. Ebedî mahrem olan kimseler ile
evlenmek ebedî olarak haramdır. Bunların yedisi neseb (soy) ile olan akrabâlar, yedisi süt ile
olan akrabâlar, dördü ise evlilik ile olan akrabâlardır. (Saîdüddîn Fergânî, Tâc-üş-Şerîa)
Hür kadının zevci (kocası) veya ebedî mahrem akrabâsından biri yanında bulunmadan,
yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ (akıllı ve gusül, boy abdesti alacak yaşa gelmiş)
ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) haramdır.
(Muhammed Hâdimî)
Ebedî mahrem olan, yâni nikah ile alması ebedî haram olan on sekiz kadından başka,
müslüman olsun kâfir olsun, hiçbir kadının, hiçbir yerde ellerinden ve yüzlerinden başka
yerlerine, şehvetsiz de bakmak haramdır. (Süleymân bin Cezâ)
2. Gizli, herkese söylenmeyen.
Mahrem olan şeylerinizi herkese söylemeyin. Sonunda pişman olur, âh edersiniz. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
MAHŞER:
Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların)
yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.
Allahü teâlâ Hacer-ül-esved-i kıyâmette mahşer meydânına getirecek, onun göreceği
iki gözü konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm yapanlara (el sürüp, öpenlere)
hakkıyla şâhitlik yapacaktır. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Bârî)
Kıyâmet günü bütün canlılar mahşer yerinde toplanacak, her insanın amel defterleri
uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret
sâhibi Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem haber vermiştir. O'nun söyledikleri muhakkak doğrudur. Elbette hepsi
olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Mahşer günü boynu bükük kalmamak istersen, cenâb-ı Hakka şükürden yüz çevirme.
(Sâ'dî-i Şîrâzî)
Mahşerde îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacaktır. Kötü
huylu, bozuk amellilere ise, ağır cezâlar verilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MAHYA:
Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen
ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.
Çifte minâreli câmilere mahya konulması, sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde on iki
sene kadar sadrâzamlık yapmış olan Dâmâd İbrâhim Paşa'nın 1719 (H.1132) senesinde ortaya
çıkardığı dînî bir husûsiyeti olmayan ışıklı bir yazı yazma usûlüdür. Mahyâ konulması
bid'attir. (İbn-i Âbidîn)
MAHZÛRÂT:
Dinde yasak edilmiş şeyler, haramlar.
Zarûretler, mahzûrâtı mübâh kılar yâni yapılması men ve yasak edilmiş bâzı şeyler vardır
ki, bunları yapmak, zarûret hâlinde mübâh hükmünde olur; bundan dolayı, yapan
cezâlandırılmaz. Meselâ; açlıktan helâk olmak (ölmek) korkusundan dolayı, başkasının
yiyeceğini rızâsı (izni) olmaksızın yemek böyledir. (Ali Haydar)
MÂİDE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin beşinci sûresi.
Mâide sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yüz yirmi âyet-i kerîmedir. 112 ve 114. âyet-i
kerîmelerde Îsâ aleyhisselâm zamânında gökten indirilmesi istenen bir sofradan bahsedildiği
için sûre bu ismi almıştır. Sûrede; Îsâ aleyhisselâmın hac, abdest, gusül, teyemmüm; içki ve
kumar yasağı, ictimâî (sosyal) ve ahlâkî münâsebetler, helâl ve haram yiyecekler
anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Mâide sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır. Bunları doğru bildirmezsen,
peygamberlik vazîfeni yapmamış olursun! Allahü teâlâ seni, düşmanlık etmek
isteyenlerden korur. (Âyet: 67)
Kim Mâide sûresini okursa, dünyâda nefes alan yahûdî ve nasrânî adedinin on katı
sevâb verilir, o kadar günâhı yok edilir ve on derece yükseltilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî
Tefsîri)
MA'ÎŞET:
Yaşama, geçinme, yaşayış. Geçinmek, yaşamak için lüzumlu şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve sizin için orada (zirâat, ticâret ve çalışmak gibi) pekçok
ma'îşet vâsıtaları hazırladık. Size verilen nîmetlere az şükrediyorsunuz. (A'râf sûresi: 10)
Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun için bir ma'îşet darlığı vardır ve biz onu
kıyâmet günü âmâ (kör) olarak haşrederiz (diriltiriz). (Tâhâ sûresi: 124)
Kadın da, erkek de, ma'îşet te'mini için haram işlememelidir ve hiçbir namazı
kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık, helâlden isteyene helâl
yoldan gelir. Haram işleyerek isteyene de haram yoldan gelir. (Muhammed Rebhâmî)
Ma'îşet te'mini altı yoldandır:
1) Zirâat, 2) Ticâret, 3) San'at, 4) Hizmet, 5) Mîras, 6) Hibe. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
MA'İYYET:
Berâberlik. Her an Allahü teâlâ ile berâber olma. Huzur, cem'iyyet, vilâyet-i Hâssa-i
Muhammedî de denir.
Ma'iyyet yolu, cezbe (Allahü teâlânın çekmesi) yollarından biridir. Ma'iyyet yolundan
Allahü teâlâya kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile
berâberdir" hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. (Muhammed Bâkî-billah)
Nakşibendiyye yolunda ma'iyyeti ilk koyan Behâeddîn Buhârî hazretleri; onu herkese
yayan ise, Alâeddîn-i Attâr'dır. (Muhammed Ma'sûm-ı Fârûkî)
Yüksek hocamın, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile,
tasavvufçuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma'iyyet, ihâta (kuşatmak), sereyân (her
zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mâ'rifetlerden, ince bilgilerden ele
geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı. (İmâm-ı Rabbânî)
MAKÂM:
1. Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.
Bir kimse şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ ehli (dînimizde şüpheli olan
şeylerden sakınan) olamaz: Başkalarını çekiştirmemeli. Mü'minlere sû-i zan (kötü zan)
etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı.
Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsânları
(iyilikleri), nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yerlere harcayıp, haramlara vermemeli. Nefsi,
keyfi için, mevki makâm istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı
vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve arkadaşlarının
bildirdiği doğru yolda giden İslâm) âlimlerinin bildirdiği îmânı ve işleri iyi öğrenip, kendini
bunlara uydurmalı. (Ahmed Fârûkî)
Emeli, arzû ve istekleri kısa yapmak lâzımdır. Makâm, mevkî kapmak için yarış etmek
gibi hırs yoktur. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
Makam ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin.
(Ferîdüddîn Şeker Genç)
Mal için makam için hep uğraştım,
Sonsuz nîmetlerden oldum, âh yazık!
Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan,
Günâh ağır, ağlarım hep, âh yazık!
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden
her biri.
Makâmı kazanmakta kulun gayreti lâzımdır. Bu bakımdan makâm ile hâl arasında fark
vardır. Çünkü hâl, kulun gayreti olmadan kalbde meydana gelir. (Ali bin Hüseyin)
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kazandığı makâmın hükümlerini, îcâblarını yerine
getirmeden, tamamlamadan, başka makâma geçmekte acelecilik yapmaması, sabırsızlık
göstermemesi lâzımdır. Zîrâ, kanâati olmayan hırslı kimsenin tevekkülü, sıhhatli olmaz.
Tevekkülü tam olmayanın teslimiyetinde sıhhat bulunmaz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Makâm-ı İbrâhim:
Kâbe'de İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken
üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.
Haccın farzlarından üçüncüsü, Kâbe-i muazzamayı tavaf etmektir. Tavaf, Mescid-i harâm
içinde, Kâbe-i muazzama etrâfında dönmek demektir. Dördü farz, üçü vâcib olmak üzere yedi
kerre dönülür. Zemzem kuyusunun ve makâm-ı İbrâhim'in dışından dolaşarak da tavâf etmek
câizdir. (İbn-i Âbidîn)
Yeryüzünde Cennet'e âit varlıklardan yalnız Hacer-ül-esved (Cennet'ten getirilen,
Kâbe'nin duvarına konan kıymetli siyah taş) ile Makâm-ı İbrâhim bulunmaktadır. Eğer
bunlara müşriklerin (Allah'a ortak, eş koşanların) elleri dokunmamış olsaydı, onlara dokunan
derd sâhiblerine mutlaka cenâb-ı Allah şifâ verirdi. (İbn-i Abbâs)
Makâm-ı İlliyyîn:
Cennet.
Bir ma'sûm (günâhsız, suçsuz) çocuk hasta olup, ölüm döşeğine girdiğinde, makâm-ı
İlliyyîn, onun makâmı olur. Oradan üç yüz altmış melek gelip, saf saf olup o çocuğun
karşısında dururlar ve; "Yâ ma'sûm çocuk! Müjdeler olsun sana, bugün öyle bir gündür ki,
geçmiş olan, anaların ve dedelerinin ve cümle komşularının günâhlarının affı için Hak
teâlâdan dile (iste)" derler. (İmâm-ı Gazâlî)
Makâm-ı Mahmûd:
Mahşer (kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan mahlûkâtın
hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma
verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i Kübrâ da denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Sana mahsus fazla bir namaz (ibâdet) olmak üzere, gece uykudan kalk
da, onunla (Kur'ân-ı kerîm ile), teheccüd (gece namazı) kıl. Umulur ki, Rabbin seni, bir
makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir. (İsrâ sûresi: 79)
Bu (makâm-ı Mahmûd) o makamdır ki, onda ümmetime şefâat edeceğim. (Hadîs-i
şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Allahü teâlâ insanları diriltecek. Bana da yeşil bir hulle (elbise) giydirecek. Ondan
sonra Allahü teâlâ, neler söylemekliğimi dilerse söyleyeceğim; işte makâm-ı Mahmûd bu
makamdır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
MAKÂMÂT-I AŞERE:
Fenâ (Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak) makâmının başlangıcında olan ve fenâ
makâmına kavuşmak için lâzım olan on şey.
Makâmât-ı aşere şunlardır: Tövbe; haram işledikten sonra pişman olup, Allahü teâlâdan
korkmak ve bir daha yapmamaya azmedip, karar vermektir. Zühd; şüpheli olmak korkusu ile
mübâhların çoğunu terk etmektir. Tevekkül; meşrû sebeblere yapışarak, bütün işleri Hakk'a
ısmarlamaktır. Kanâat; nafakada yâni yeme-içme, giyinme, barınacak yerde zarûret
miktârından çok istememektir. Uzlet; dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitablardan sakınmak,
uzak durmak. Zikr; kendini gafletten kurtarmak yâni Allahü teâlâyı anmak, hatırlamaktır.
Teveccüh; bütün arzû ve isteklerinden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmektir. Sabır; haramdan
sakınıp nefsin kötü arzularını yapmamaktır. Murâkabe; kendini hesâba çekmek ve rızâ ise,
Allahü teâlâdan gelen her şeyden hoşnud olmak, boyun eğmektir. (Ahmed Fârûkî)
MAKÂMÂT-I SÜLÛK:
Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.
İslâm-ı hakîkî (hakîkî İslâm); makâmât-ı sülûkun geçilmesinden ve nefsin itmînânından
(şüphe ve tereddüdlerden kurtulmasından) sonra hâsıl olur (meydana gelir). (Muhammed
Ma'sûm)
MAKSAD (Maksûd):
Niyet, kasd.
Allahü teâlâ yersiz güleni, bir ideâli, maksâdı olmadan yola çıkanı sevmez.
(Kâ'bü'l-Ahbâr)
Bid'atler (Peygamber efendimiz ve dört halîfe devrinde olmayıp, dinde sonradan çıkarılan
şeyler) yayılıp, sünnetler terkedildiği zulmetli, karanlık zamanda, İslâm ilimlerinin
öğrenilmesi ve yayılması en mühim işlerdendir. Muhammed aleyhisselâmın sünnetini (İslâm
dînini) yaymak ise en büyük maksaddandır. (MuhammedMa'sûm Fârûkî)
İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir. (Ubeydullah-ı
Ahrâr)
Maksadı hayr olanın, âkibeti (sonu) hayr olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir
arada olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)
Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü bundan
başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur. (İbn-i Hibbân)
MAKTÛL:
Kâtil tarafından öldürülen.
İki müslüman, kılıçları ile karşılaştıkları zaman, kâtil de, maktûl de,
Cehennem'dedir. Zîrâ maktûl de karşısındaki adamı öldürmeyi murâd etmişti. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
Maktûlün velîlerinden biri affederse veya velî ile kâtil belli bir mal, para ile uyuşursa,
kısas yapılmaz, uyuşulan mal alınır. (İbn-i Âbidîn)
MA'KÛL İLİMLER:
His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve hesâb
edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.
Ma'kûl ilimler, matematik, mantık, fizik ve kimyâ gibi tecrübî ilimlerdir. İslâmiyet bunları
men etmez, emreder. Ma'kûl ilimler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk
edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar zamanla, artar, değişir, ilerler.
Bunun içindir ki: "Tekmîl-i sınâ'ât telâhuk-ı efkâr iledir, yâni san'atın, fennin, tekniğin
ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin, birbirine eklenmesi ile olur" denmektedir. İslâmiyet, her
ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emr eden bir dindir. Müslümanlar fenni sever ve fen adamının
tecrübelerine inanır. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÂL:
İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni
madde, cisim.
Allahü teâlâ bir kuluna mal ve ilim verir, bu kul da; haramlardan kaçınır, akrabâsını
sevindirir, malından hakkı olanları bilip verirse, Cennet'in yüksek derecesine kavuşur.
(Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Mal ve şöhret hırsının insana zarârı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zarârından
daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)
Âhir zamanda dînin korunması, mal ile olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tasvîr-i Ahlâk)
Kur'ân-ı kerîmde zemmedilen yâni kötü denilen dünyâ; haramlar ve mekrûhlardır. Mal,
kötülenmemiştir. Çünkü cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir. Malın, Allah yolunda
harcananı güzeldir. Hazret-i İbrâhim'in çok malı vardı. Yalnız yarım milyonu sığır olmak
üzere davarları, ova ve vâdileri dolduruyordu. (Ahmed Fârûkî)
Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Mal, mevkî peşinde koşanlardan hiçbiri murâdına (isteğine) kavuşamamıştır. Malı, hayr
için isteyen ve hayırlı işlerde kullanan, râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal, bir deryâya benzer,
çok kimse bu denizde boğulmuştur. (Muhammed Hâdimî)
İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilme, tanıma) iledir. Mal ve mevkî
ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)
Mal, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, bundan büyük felâket
olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Hanım, çocuklar, mal ve mülk; Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini dilediği
(istediği) zaman alır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma!O, malına ve parasına hasretle
ölür. İbâdeti ve tâati çok olan kimselere gıpta et yâni onlar gibi ibâdet etmeyi iste. Yaşayanlar
da sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarına özenmeye değmez. (İmâm-ı Şâfiî)
Malı helâlden kazanırsan suâli; haramdan kazanırsan cezâsı vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mâl-ı Habîs:
Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine emânet olan mallar,
izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine
gidenin (tüccârın, seyyâhın), kafirlerden, rızâsı olmadan aldığı mallar.
Mâl-ı habîsi kullanmak, haramdır. Sâhiplerine geri verilmeleri, sâhipleri bilinmiyorsa,
fakirlere sadaka verilmeleri lâzım olur. Başkasının mülkünü, ondan izinsiz kullanmak
haramdır. (Abdülganî Nablüsî)
Mâl-ı Mütekavvim:
Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün
olan mal.
Müslümanlar için; şarab, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan,
mâl-ı mütekavvim değildirler. Alış-verişin sahîh (doğru) olması için malın da mütekavvim
olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
MÂLÂYA'NÎ:
Dünyâ ve âhirete faydası olmayan iş, boş söz, lüzumsuz şey.
Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun mâlâya'nî ile vakit
geçirmesidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâya'nîden kaçması ve lüzûmlu şeyleri
yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ben bu mertebeye; doğru söz söylemek, emânete riâyet etmek ve mâlâya'nîyi terk etmekle
ulaştım. (Lokman Hakîm)
Câbir bin Sümre buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem az konuşurdu.
Lüzumlu olduğu zaman veya bir şey sorulunca söylerdi." Bundan anlaşılıyor ki, her
müslümanın mâlâya'nî, faydasız şey söylememesi, susması lâzımdır. (Muhammed Rebhâmî)
Bir kimse, ibâdetlerini ihlâs ile (sırf Allah için) yaparsa, Allahü teâlâ da, ona mâlâya'nîden
kurtulmak nîmetini ihsân eder. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Îtikâdı (inancı) düzeltmeden önce ahkâm-ı şer'iyyeyi (helâli, haramı, farzı, vâcibi)
öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzeltilmedikçe de, ibâdetlerin faydası
yoktur. Bu üçü birlikte yapılmadıkça, kalbin tasfiyesi (temizlenmesi) ve nefsin tezkiyesi
(süslenmesi) hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve tamamlayıcıları ile birlikte
yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve
tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkça, geriye kalan her şey lüzumsuz ve
faydasızdır. Böyle lüzumsuz şeylere mâlâya'nî denir. Bir farzı yapmayıp, bunun yerine, nâfile
ibâdet yapmak, mâlâya'nî ile vakit geçirmek olur. (İmâm-ı Rabbânî)
MÂLİK:
1. Sâhib olan, mülk edinen.
İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min ikisi de
kâfir idi. Mü'min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan
ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri,
yâni Mehdî de, mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)
Her müslüman, mâlik olduğu zekât malının miktârını, her zaman düşünmeli, nisâb miktârı
olduğu günü, bir yere yazmalıdır. (Senâullah Dehlevî)
Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum,
Lütfunun şükrünü nasıl yapabilirim.
(İmâm-ı Rabbânî)
2. Cehennem meleklerinin en büyüğü, âmiri, bekçisi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı kalacaklardır. Kendilerinden o
azâb hafifletilmez. Onlar bunun için (kurtulmaktan) ümidi kesmişlerdir. Biz onlara zulüm
etmedik, fakat kendileri zâlim idiler. (Mâlike şöyle) çağrışıyorlar: Ey Mâlik! (İste de)
Rabbin bizi öldürsün, (azâbdan kurtulalım.) Mâlik de; "Siz (azâb içinde) kalacaksınız" der.
(Zuhrûf sûresi: 74-77)
Cehennem'e atılan kâfirler, orada ayakları boyunlarına bağlı, günâhtan yüzleri kararmış bir
hâlde; feryâd ve figân ederler ve; "Ey Mâlik cezâmızı bulduk. Bu ateşten bukağılar (ayak
bağları) bize ağır geldi ve derilerimiz eriyip aktı. Ne olur bizi buradan çıkarın. Biz bir daha
isyân etmeyiz" derler. Mâlik de; "Kurtuluş ümidleri geçti. Siz buradan daha çıkamazsınız.
Sesinizi kesin ve konuşmayın. Çünkü siz, buradan çıkarılsanız da yine eski hâlinize, küfür ve
isyânınıza döneceksiniz" der. (İmâm-ı Gazâlî)
Mâlik-ül-Mülk:
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda
bulunan her şeyin sâhibi olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Habîbim) de ki: "Ey Mâlik-ül-mülk olan Allah'ım! Sen mülkü kime dilersen ona
verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi
dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla
kâdirsin. (Âl-i İmrân sûresi: 26)
Kim Mâlik-ül Mülk ism-i şerîfine devâm ederse, Allahü teâlâ ona çok mal ve mülk ihsân
eder. Onu kimseye muhtaç etmez. (Yûsuf Nebhânî)
MÂLİKÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine tâbi olan, bağlı
olan kimse. (Bkz. İmâm-ı Mâlik)
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği îtikâd üzere bulunanların)
amelde ( yapılması ve kaçınılması gerekli işlerdeki) mezhebi dörttür. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî,
Hanbelî. Bu dört mezhebden herhangi birine uymak câizdir. Dört mezheb de haktır.
(Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî
mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır.
Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise, ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M. Tâhir
Sünbül Mekkî)
Sivâd-ı a'zam yâni müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan
ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü'minler! Cehennem'den kurtulmuş olan tek
fırkaya tâbi olunuz. Bu da Ehl-i sünnet vel-cemâat denilen fırkadır. Allahü teâlânın yardımı,
koruması ve muvaffak kılması bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu
fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye (Cehennem'den kurtulacak olan fırka, topluluk)
bugün dört mezhebde toplanmıştır. Bu dört hak mezheb, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî veHanbelî
mezhebleridir. Bu zamanda bu dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse, bid'at (bozuk
îtikâd) sâhibi olup Cehennem'e gidecektir. (Tahtâvî)
Mâlikî Mezhebi:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir.
(Bkz. İmâm-ı Mâlik)
MÂLİYYET (Mâliyet):
Alış fiyatı ile birlikte taşıma ile işçilik ücretleri, vergi gibi masrafların hepsi.
Semenin (bedelin) cinsi söylenmedi ise, söz kesilirken orada kullanılan semen anlaşılır.
Burada, piyasadaki paraların mâliyeti ve revâcı, yâni geçer kıymeti eşit ise alış veriş sahîh,
geçerli olur. (İbn-i Nüceym)
MA'LÛM:
Bilinen şey.
Allahü teâlânın bâzı kimselerin îmâna gelmeyeceğini bildiğini Kur'ân-ı kerîmde
bildirmektedir. Allahü teâlâ onların kendi arzûları ile küfür (îmânsızlık) üzere kalmaya niyet
edip, îmân etmek istemeyeceklerini ezelî (başlangıcı olmayan) ilmi ile biliyordu. İlim,
mâlûma tâbidir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın onları kâfir bildiği ve böyle
haber verdiği için değildir. Böyle olsaydı, mâlûm ilme tâbi olurdu. O hâlde kâfirler kendi
istek ve ihtiyârlarıyla (tercihleriyle) kâfir olmuşlardır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Belli olan şeyi isbât etmeye lüzûm yoktur. İnsana en mâlûm olan şey, kendi varlığıdır.
İnsan bir an kendini unutmaz. Uykuda iken, serhoş iken de rûh kendini unutmaz. İnsanın
kendi kendini tanıması için, bir şey isbât etmeye lüzûm yoktur. (Ali bin Emrullah)
MA'NÂ (Mânâ):
Lafızdan (sözden) anlaşılan, kastedilen şey.
Mânâ asl olup, kelime ve lafız (söz) kalıbları içerisinde ifâde olunurlar. Kelimeler ve
lafızlar, bu mânâların ortaya çıkmasında vâsıtadırlar. Mânânın çok çeşitleri vardır. Meselâ,
lugat (sözlük) mânâ bir dilde konuşulan, herkes tarafından bilinen, anlaşılan meşhûr, yaygın
olan mânâdır. Istılâhî (terim) mânâ, bir lafzın sözlük mânâsından çıkarılarak belli bir ilim
dalında kullanıldığı husûsî mânâdır. Meselâ, Arabçada "salât" kelimesinin lugat (sözlük)
mânâsı duâ olduğu hâlde, fıkıh ilmindeki mânâsı namaz demektir. Kelimeler, değişik
ilimlerde başka başka mânâ ifâde ederler. Bunun içindir ki, yalnız konuşma Arabçasını bilen,
fıkıh, tefsîr ve hadîs kitablarını okuyup anlayamaz. Ayrıca, o ilmin ıstılahlarını da bilmesi ve
pekçok ilmi senelerce okuyup öğrenmesi lâzımdır. (M. Sıddîk bin Saîd)
Müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Mânâsını
bilmeden okumak da sevâbdır. Mânâsını anlıyarak okumak elbette daha çok sevâb ve daha
iyidir. (İmâm-ı Gazâlî)
Kur'ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse din âlimlerinden
kelâm, fıkıh ve ahlâk kitablarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i
şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitablar, doğru mânâ
veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esir eder
ve dinden ayrılmalarına sebeb olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Mânây-ı İltizâmî:
Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.
İnsan sözünün mânâsı ve mâhiyeti, hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Düşünen
canlının lâzımı olan, pekçok mânâlar vardır. Meselâ, ilim öğrenme ve yazı yazma kâbiliyeti
insanın mâhiyetini meydana getiren bir mânâ değildir, fakat bu mâhiyetin lâzımı, ondan
ayrılmayan bir mânâdır. Bu mâhiyeti taşıyan kimsede, ilim öğrenme ve yazı yazmaya
kâbiliyeti olma husûsiyetinin bulunması da lâzım gelir. Dolayısıyle, ilim öğrenme ve yazı
yazma insan lafzının mânây-ı iltizâmîsi olmaktadır.
Mânây-ı Murâdî:
Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.
Müctehîd olmak (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîften hüküm çıkarabilmek) için, Arabî
yüksek ilimleri tamâmen öğrenip Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilmek, her âyet-i kerîmenin mânây-ı
murâdîsini, âyet-i kerîmelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında
geldiklerini, fıkıh ilminin usûl ve kâidelerini, yüz binlerce hadîs-i şerîfi ezberden bilmek gibi
daha pekçok şartlara sâhib olduktan başka, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık ve
kapalı mânâlarını kavramak, bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmâna, sâf, temiz
bir kalbe sâhib olmak lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir âyetin mânâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne irâde ettiğini anlamak
demektir. Bir âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse mânây-ı murâdîyi öğrenemez.
Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bu sebebden Kur'ân-ı kerîmin
mânâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî ve Hasan Hüsnü
Erdem)
Mânây-ı Mutâbıkî:
Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi.
Hayvân-ı nâtık (düşünen canlı) sözünün mânâsı, insan lafzının mânây-ı mutâbıkîsidir.
Çünkü hayvân-ı nâtık, insan lafzının tam karşılığıdır.
Mânây-ı Zâhirî:
Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.
Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur'ân-ı kerîmin âyetleri iki türlüdür. Biri
muhkemât olup, mânâsı açık, meydanda olan âyetlerdir. İkincisi, müteşâbihat denilen, mânâsı
kapalı olan âyetlerdir. Bunlara mânây-ı zâhirîsini vermeyip, meşhûr olmayan mânâ verilir.
Bunların mânây-ı zâhirîsini vermek, akla ve şerîate (dîne) uygun olmazsa, meşhûr olmayan
mânâyı vermek yâni te'vîl etmek îcâbeder. Mânây-ı zâhirîsini vermek günâh olur. Meselâ
tefsîr âlimleri, Allahü teâlâ hakkında "yed" kelimesine mânây-ı zâhirîsi olan "el" mânâsını
vermeyip, meşhûr olmayan kudret ve gücü yetmek mânâsını vermişlerdir. (Abdülhakîm
Arvâsî)
Mânây-ı Zımnî:
Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.
İnsan lafzının tam mânâsı, karşılığı hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Bu
mânâyı meydana getiren nâtık (düşünen) ve hayvân (canlı) mânâlarından her biri, insan
lafzının mânây-ı zımnîsidir. (Molla Fenârî, Teftezânî)
Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlayabilmek için, ilm-i lugat, ilm-i metn-i lugat, ilm-i bedî',
ilm-i beyân, ilm-i me'ânî, ilm-i belâgat, ilm-i usûl-i tefsîr gibi çeşitli ilimleri iyi öğrenmek,
sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin mânây-ı zâhirîsini,
mânây-ı zımnîsini, mânây-ı murâdîsini, mânây-ı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin ne
zaman, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu (indiğini), âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i
şerîfle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak böyle bir İslâm âlimi, Kur'ân-ı kerîmi
tefsîr edebilir, âyet-i kerîmelerdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın buyurmak istediği mânâyı
anlıyabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)
MANASTIR:
Hıristiyanlıkta ibâdet edilen ve din adamlarından bir râhib veya râhibenin idâre edip,
barındığı binâ.
Eskiden manastırlar, kendi mülkleri olan bir arâzî üzerinde kurulur ve bu arâziyi işleterek
elde ettikleri mahsûllerle kapalı bir ekonomi içinde yaşarlardı. Manastırda başrâhibden başka
çeşitli görevliler bulunurdu. Manastırlar bâzan cezâlı din adamları için nezârethâne,
hapishâne olarak kullanılırdı. Orta çağda manastırların zenginliği ve kudreti artarak önemli
derebeylik merkezleri hâline geldi. Başlangıçta bölge piskoposunun rûhânî yetkisine bağlı
olan manastırlar, daha sonra papalığa bağlandılar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; müslümanların, hıristiyanlara ve
yahûdîlere yapmakla mükellef oldukları muâmele şeklini bildirdiği mektûbunda buyurdu ki:
"Onların dînî reislerini, (başkanlarını) makamlarından indirmeyin. Onları ibâdet ettikleri
yerden çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının
hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslüman mescidleri için
kullanılmasın..." (Hadîs-i şerîf-Mecmua-i Münşeât-üs-Salâtin)
MA'NEVÎ:
Mânâya, rûha ve gönüle âit olan, inançla ilgili. Maddî olmayan.
Târih boyunca, îmânlılar ile îmânsızlar çarpışmakta, kuvvetli, çalışkan olan taraf, gâlib ve
hâkim olmakta, inançlarını, düşüncelerini yaymaktadır. Bu çarpışma, harb vâsıtaları ile
olduğu gibi, neşr (yayın) yolu ile de yapılmaktadır. Îmânsızlar, müslüman şekline girerek, din
adamı görünerek, İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşıyorlar. Bu mânevî yıkıntıyı
durdurabilmek için, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde
yetişmiş kıymetli arkadaşlarının gösterdiği yolda yürüyenlerin), doğru bilgilerini yaymaktan
başka kurtuluş yolu yoktur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Ma'nevî Bağ:
1. Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi. Buna mânevî râbıta
da denir.
Her şeyden, her mahlûktan (yaratılandan) Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü her
mahlûkun kendisi ve sıfatları, O'nun kudretinin (kuvvetinin, gücünün) eseridir. Bu eserin
sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve o mânevî bağı görür, anlar. İnsan, her şeyin
bir yapıcısı olduğunu, hiçbir şeyin kendiliğinden meydana gelmediğini düşünerek, âleme ve
içindekilere baktığı zaman, bunların da bir yaratıcısı vardır şeklinde mânevî bir bağ kurarak,
her şeyin yaratıcısının Allahü teâlâ olduğunu kolayca anlar. (Muhammed Ma'sûm)
2. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî değerler.
Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünkü Türkler, müslüman oldukları
için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Îmân sâhibidirler. Türkleri yıkmak
için, evvelâ itâat, söz dinleme duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını)
parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlıklarını) zayıflatmak îcâb eder. (Patrik Gregoryus)
Ma'nevî Fâide:
Rûha, kalbe ve gönüle âit fâide.
Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevî faydalar sağlar. Bütün bir sene çeşitli
yemekleri eritmek için, yorulan insan mîdesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek
sağlığını korumuş olur. Bu, orucun maddî faydasıdır. Mânevî faydası da şudur: Oruç tutan
insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırâbı, bizzat hissederek, fakir insanlara yardım etmek
ihtiyâcını duyar. Bu da insanların, birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. (Hayri Aytepe)
Ma'nevî Hastalık:
Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde;
îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb
hastalığı.
Allahü teâlânın var ve bir olduğu, Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve
hattâ O'nun getirdiği her emrin ve haberlerin doğru olduğu, güneş gibi meydandadır.
Düşünmeğe, isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat bunu görmek için müdrike yâni anlayış
hâssası bozuk olmamak ve mânevî hastalığı bulunmamak lâzımdır. Müdrike (anlayıcı)
kuvveti hasta ve bozuk olunca, düşünmek, incelemek lâzım olur. Fakat kalb hastalıktan
kurtulur, gözden mânevî perdeler kalkarsa, bunları açık olarak görür. Meselâ, safrası bozuk
olan kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım
olur. Fakat, hastalıktan kurtulunca, isbât etmeye lüzûm kalmaz. (Ahmed Fârûkî)
Ma'nevî Huzûr:
Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana
gelen rahatlık.
Kalbler, Allahü teâlâyı zikr ederek, mânevî huzûra kavuşur. (İmâm-ı Gazâlî)
Ma'nevî Kuvvet:
Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına, seçilmişlerine
mahsûs anlayıcı kuvvet.
Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerin üçüncüsü mânevî kuvvettir. Mânevî kuvvetle anlaşılan
şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. İnsan akıl kuvveti ile anlaşılan şeyleri
hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi, mânevî kuvvetle
anlaşılanları, meselâ mârifetullah'ı (Allahü teâlâyı tanımayı, bilmeyi) seçilmiş âlimler, başka
insanlara senelerce söylese, onlar anlayamaz. (Abdülhakîm Arvâsî)
Ma'nevî Mîrâs:
Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme),
rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).
Âlem-i halktan (gözle görülen âlemden) olup, görünen nîmetlere şükr etmek, mânevî
mîrâsa kavuşmakla olur. Mânevî mîrâsa kavuşmak ise, o yüce Peygamber efendimize tam
uymakla olabilir. Bunun için O'na tâbi olmağa çalışmalıdır. Emirlerine yapışıp, yasaklarından
kaçınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ma'nevî Temizlik:
İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve düşüncelerden fenâ
huylardan arındırmak.
Müslümanlık, maddî ve mânevî temizliktir; vücûd temizliği ve kalb temizliği emreder.
Müslümanlık, dünyâ ve âhiret seâdetini (mutluluğunu) sağlayan tek yoldur. İnsanın kendisine
gelen her hayr (iyilik) ve şer (kötülük) Allahü teâlâdandır. Müslümanlığın emirlerini yapan
bir insan, dünyâda her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur. (Hayri
Aytepe)
MÂNİ' (El-Mâni'):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları
gideren, men' eden.
El-Mâni' ism-i şerîfini söyleyen kimse, kendisine gelecek belâdan korunmuş olur. (Yûsuf
Nebhânî)
MANTIK:
1. Konuşma, düşünce, söz.
Bir adamın mantığı düzgün olursa, diğer amelleri de düzgün olur. Fakat bir kimsenin
mantığı bozuk olursa, diğer amelleri de bozuk olur. (Yahyâ bin Ebî Kesir)
Müslüman mantıklı hareket eder. Çünkü o kendi fikrine göre değil, büyük İslâm
âlimlerinin bildirdiklerine göre hareketlerini ayarlar. (M. Sıddîk Gümüş)
2. Doğru muhâkeme ve doğru düşünmeyi öğreten ilim.
Mantık üzerine yazılan kıymetli kitaplardan biri Îsâgûcî olup, yüzyıllar boyu medreselerde
okutuldu ve üzerine birçok şerhler, açıklamalar yazıldı. (Taşköprüzâde)
MARAZ:
Hastalık.
Taâmın (yemeğin) evvelinde, Besmele-i şerîfeyi söylemeyen kimse için üç zarar vardır:
Şeytan, kendisiyle birlikte taâm yer. Yediği taâm, bedenine maraz olur. Taâmda bereket
olmaz. (Kudûrî)
Maraz-ı Kalbî:
Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir, hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb
hastalıkları. Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onların kalblerinde maraz vardır. Cenâb-ı Hak (Kur'ân-ı kerîm âyetlerini indirmekle
onların şüphe, kin ve nifak) marazlarını artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için
şiddetli bir azâb vardır. (Bekara sûresi: 10)
Maraz-ı kalbîye tutulmuş olanların hiçbir ibâdet ve tâati faydalı olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Maraz-ı Mevt:
Ölüm hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az bir yıl
içinde ölüme götüren hastalık.
Ömer bin Abdülazîz, maraz-ı mevtinde; "Allah'ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik
verdin. Ben kusûr ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin (sakındırdın). Ben ise isyân
ettim" diye üç defâ söyledi ve sonra da; "Lâ ilâhe illallah, ibâdete lâyık olan ancak Allahü
teâlâdır" dedi ve başını göklere çevirip; "Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne
de cindir" buyurdu ve bir müddet sonra rûhunu teslîm etti. (İbn-ül-Cevzî)
MA'RİFET (Mârifet):
Bilme, tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla bilme,
tanıma. Ma'rifetullah.
Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak, O'ndan başka her şeyden
ümidini kesmektir. (Ahmed bin Hadreveyh)
Ma'rifet sâhibi dünyâya değer vermez; nefse âit düşünceleri kesilir, yok olur. Ma'rifetin
alâmetlerinden biri, ma'rifet sâhibinde Allahü teâlâ tarafından bir heybetin meydana
gelmesidir. Ma'rifeti artanın heybeti de artar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mârifet, her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmede, âciz kaldığını,
genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesiyle ele geçer. (Ebû Hasan bin Saî)
Ma'rifet ve Allahü teâlâya yakın olma hâli, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi
olmakla ele geçer. (Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî)
İnsanın izzeti, îmân ve ma'rifet iledir. Mal ve mevki ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)
MA'RİFETULLAH:
Allahü teâlâyı tanıma, bilme. (Bkz. Ma'rifet)
İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak ma'rifetullaha sâhip olanlar bilirler. Onlar
bu ilimlerden haber verdikleri zaman, ma'rifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları
inkâr etmez. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)
Ma'rifetullah, keşfle, kalb gözünün açık olmasıyle, ilhâm ve kalbe gelen mânevî bilgilerle
hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâm) bilgileri ise,
üstâddan öğrenmekle elde edilir. İlhâm ile elde edilemez. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl
olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitâblar göndermesine lüzum olmazdı. (Hâdimî)
Bu dünyâda en kıymetli şey ma'rifetullaha kavuşmaktır. (Muhammed Ma'sûm)
Kalbinde hardal tânesi kadar dünyâ sevgisi bulunan kimse ma'rifetullaha kavuşamaz.
(İmâm-ı Rabbânî)
MA'RÛF (Mârûf):
Dînin ve aklın beğendiği şey.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
İçinizden, insanları hayra çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten alıkoyacak bir
topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emr eder. (Âl-i İmrân sûresi: 114)
Ma'rûfu ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin
ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Zâlim kimselere, söz ile ma'rûfu emretmek, cihâdın en kıymetlisidir. (Muhammed
Hâdimî)
MÂSİVÂ:
Allahü teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar.
Allahü teâlâyı tanıyan, mâsivâdan yüz çevirir. (Ca'fer-i Sâdık)
Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen her şey mâsivâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak
değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan çevirmektir. Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen her
şeyi gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgisinden başka hiçbir
şey kalmaz. (Kâdı Muhammed Semerkandî)
Bize ve size her şeyden önce lâzım olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerin
hepsinden kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete erebilmesi için, Hak teâlâdan başka hiçbir şeyin
kalbden geçmemesi lâzımdır. Kalbden hiçbir şeyin geçmemesi için de mâsivâyı unutmak
lâzımdır. Bunları unutmağa fenâ denir. (Bkz. Fenâ) (İmâm-ı Rabbânî)
MA'SİYYET (Mâsiyet):
İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın
emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği
şeyler, günahlar.
Ma'siyet, insanı küfre sürükler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş
ma'siyettir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddîklar (iyiler), ma'siyetten sakınır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Ma'siyet yapınca, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tövbesi gizli, açık işlenen
günâhın tövbesi de açık olur. Tövbeyi geciktirmemelidir. (Ma'sûm-i Fârûkî)
Ma'siyete tövbe etmemek, bu günâhı yapmaktan daha kötüdür. (Ca'fer bin Sinân)
Her izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve ibâdet etmekten; her kötülük ve sıkıntı da,
ma'siyetten hâsıl olur. Herkese dert ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat ve huzûr da, itâat
yolundan gelmektedir. (Ahmed bin Yahyâ Münîrî)
İnsanın günâhından korkması, tâat; korkmaması ise, ma'siyettir. En büyük günâh, bir
ma'siyetin ma'siyet olduğunu bilmemektir. Bundan daha kötüsü, ma'siyet olan bir şeyi, tâat,
Allahü teâlânın beğendiği şey olarak bilmektir. Onun için dînî bilgileri lâzım olduğu kadar
mutlaka öğrenmelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
MASLAHAT:
Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı
mefsedet yâni bozukluktur.
İslâm hukûku, maslahatları nazar-ı îtibâra almış, hükümleri bunların üzerine koymuştur.
Bir maslahatın dînen makbûl olabilmesi için şu şartların bulunması lâzımdır: 1- Bir şeyin
maslahat olduğu kat'î (kesin) olarak bilinmelidir. 2- Umûmî (genel) olmalı, husûsî ve şahsî
menfaatler maslahat olamaz. 3- Maslahatta mefsedet (bozukluk) olan bir şey bulunmamalı
veya mefsedet bulunsa bile maslahat tarafı ağırlıkta olması lâzımdır. 4- Nasslara (âyet-i
kerîme ve hadîs-i şerîflere) ve icma'a aykırı olmamalı. Nasslarda, umûmî veya husûsî sûrette
de olsa, maslahat olduğu anlaşılan şeyle hüküm edilebileceğine dâir bir delâlet, işâret
olmalıdır. (Şâtıbî)
Şarabın haram kılınmasındaki maslahat; aklın, malın, insanın şerefinin korunmasıdır.
Aynı maslahat diğer müskirâtın (sarhoş edici şeylerin) haram kılınmasında da mevcuttur.
(Serahsî)
MA'SÛM:
Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten korunmuş kimse. (Bkz. İsmet)
Peygamberler hakkında bilip inanmamız gereken sıfatlardan birisi de İsmet'tir. Yâni
Peygamberler büyük ve küçük günâhlardan ma'sûmdurlar. Hiç günâh işlemezler. İnsanlardan
ma'sûm olan yalnız peygamberlerdir. (Kutbüddîn-i İznikî)
İnsanlar içinde ruhları en yüksek ve en olgun olanlar peygamberlerdir. Bunlar hatâ
etmekten, şaşırmaktan, gafletten, hıyânet etmekten, taassup ve inattan, nefse uymaktan, garaz,
kin bağlamaktan, ma'sûmdurlar. Peygamberler Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği şeyleri
söylerler ve açıklarlar. (Muhammed Bahît-ül-Mutî)
MÂŞÂALLAH:
Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân ettiği
şeydir" mânâsına mübârek bir söz.
Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği bir şeyi görünce, mâşâallah demeli, ondan
sonra söylemelidir. Önce mâşâallah denirse nazar değmez. Nazar değmesi haktır. Yâni göz
değmesi doğrudur. Bâzı kimseler bir şeye bakıp, beğendiği zaman gözlerinden çıkan şuâ
zararlı olup, canlı ve cansız her şeyin bozulmasına sebeb oluyor. Bunun misâlleri çoktur. Fen,
belki bir gün bu şuâları ve tesirleri anlıyabilecektir. (Mevlânâ Muhammed Osman)
MÂTEM:
Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.
Mâtem tutan kimse, ölmeden tövbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azâb görecektir.
(Hadîs-i şerîf-Müslim)
İnsanı küfre sürükleyen iki şey vardır. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü
için mâtem tutmaktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İslâmiyet'te mâtem tutmak yoktur. Peygamber efendimiz mâtem tutmayı yasak etti. Eğer
mâtem tutmak olsaydı, Resûlullah efendimizin Tâif'de mübârek ayaklarının kana boyandığı
ve Uhud'da mübârek dişinin kırılıp, mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem
tutulurdu. Sonra hazret-i Ömer, hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyn şehîd edildikleri için mâtem
tutardık. Bunların hepsini çok seviyoruz. Şehîd edildikleri için çok üzülüyoruz. Fakat mâtem
yapmıyoruz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
MATERYALİZM:
Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum
hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde
olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.
Materyalizm, beşerî değer ölçülerini yoketmek için ne mümkünse yapmaktadır. İnsanın
değerini, sahib olduğu madde ile tâyin etmektedir. İslâm'ın; "Yüksek bir izzete, şerefe sâhib
olarak" yaratıldığını haber verdiği insanı, yıkmak peşindedir. Mânevî ve ulvî (yüksek)
değerlerin hor görüldüğü ve gözden düşürüldüğü cemiyetler, madde karşısında daha hırslı
duruma gelmekte, birer dünyâperest kesilen insan yığınları, mânevî ve mukaddes değerlerin
yerine maddeyi, parayı, lüksü, isrâfı, maddî zevk ve eğlenceleri koymaktadırlar. Yâni
materyalizm, insanın idealist karakterini çökertmeye çalıştıkça, ondaki rûhî boşluğu
büyültmektedir. Böylece madde karşısında derin bir mânevî açlık duygusuna itilen kişi ve
kitleler, mâbedlerin yerine batakhânelere ilgi duymaktadır. (S. Ahmed Arvâsî)
İslâm âlimleri, binlerce yazdıkları kitaplarda tabiiyyecilerin, materyalizmi savunanların
sözlerini ve müslüman olmıyanların İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları deliller ve
tartışmalar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının fitne ve fesâd ateşlerini
söndürmüşlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MATLÛB:
Kavuşmak istenilen, aranılan şey, maksat. (Bkz. Maksad)
Tâlib (isteyen, arayan), matlûba tam bağlanınca, rehber aradan büsbütün kalkar. Böylece
tâlibi matlûba aracı olmadan kavuşturur. (İmâm-ı Rabbânî)
"Lâ ilâhe illallah" kelimesinin iki makâmı vardır. Birinci bakımdan bâtıl tanrıların ibâdete
hakları yok edilmekte ve hak olan ma'bûdun ibâdete hakkı var olduğu bildirilmektedir. İkinci
bakımdan ise, maksûd olmayan ve matlûb olmayan maksadlara (gâyelere) olan bağlantıları
yok edilmekte ve hakîkî matlûba olan bağlılığın varlığı bildirilmektedir. (Muhammed
Bâkibillah)
Matlûb-ı Hakîkî:
Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ.
Hakîkî Matlûb.
Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle
uğraşmamalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
MÂTÜRÎDÎ:
1. Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla ilgili
bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.
İmâm-ı Mâtüridî'nin kendisinin ve babasının ismi Muhammed'dir. Ebû Mansûr künyesiyle
bilinir. Semerkand'ın Mâturîd kasabasında doğduğu için Mâtürîdî diye meşhûr oldu. Doğum
târihi kesin olarak bilinmemekte olup, 852 (H.238)'de doğduğu tahmin edilmektedir. 944
(H.333)te Semerkand'da vefât etti. (Kefevî Taşköprüzâde)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini toplayarak kısımlara kollara ayırdığı ve usûller,
metodlar koyduğu gibi, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın
(Peygamberimizin arkadaşlarının) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce
talebesine bildirdi. Bu talebelerinden İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin yetiştirdiklerinden Ebû
Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun
talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd kelâm ilminde (îmân bilgilerini anlatan ilimde) Ebû Mansûr
Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mensûr Mâtürîdî, İmâm-ı a'zam'dan gelen îmân bilgilerini kitaplara
yazdı. Yoldan sapmış olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi, her
tarafa yaydı (Ahmed Zühdü Paşa, Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)
Îtikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî; hocalarının îtikâddaki müşterek
olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamıştır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört
mezheb îmâmının tek bir îtikâdı (îmânı) vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemâat ismi ile meşhûr
olan îtikâddır. (Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)
Her müslümanın, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) Ehl-i sünnetin iki imâmından birine
yâni Mâtürîdî veya Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak insanı
bid'at (bozuk) îtikâddan (inanıştan) korur. (Muhammed Hâdimî)
2. Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.
MÂ'ÛN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz yedinci sûresi.
Mâ'ûn sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yedi âyet-i kerîmedir. Son âyet-i
kerîmesinde Mâ'ûn kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, İslâm dînini tekzîb eden
(yalanlayan) ve Allahü teâlânın emirlerine karşı gelerek cimrilikte bulunan kimselerin,
uygunsuz hareketlerinden bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)
Allahü teâlâ Mâ'ûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Dîni (müslümanlığı) yalan sayanı gördün mü? İşte yetimi şiddetle iten, yoksulu
doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (bu vasıflarla berâber) namaz kılan (münâfık) ların vay
hâline ki, onlar namazlarından gâfildirler. Onlar riyâkârların (inanmış görünenlerin) tâ
kendileridir. Onlar, zekâtı da men'ederler. (Âyet: 1-7)
Kim Mâ'ûn sûresini okursa, eğer zekâtını vermiş ise, Allahü teâlâ onu mağfiret eder.
(Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MAZLÛM:
Zulme, haksızlığa uğramış kimse.
Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, misâfirin ve ana babanın.
(Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Kafir bile olsa, mazlûmun duâsı red olmaz. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Mazlûmun bedduâsından korkunuz. Çünkü onunla Allahü teâlânın arasında bir perde
yoktur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlûmların bedduâsından çok sakın ve hiç
kimseye zulmetme! (Muâz bin Cebel)
Aldatmasın seni, diktatörün sarayları, kumaşı,
Saray bahçesini, sular dâim, mazlûmların göz yaşı.
(İmâm-ı Rabbânî)
Alma mazlûmun âhını,
Çıkar âheste âheste.
(Atasözü)
MAZMAZA:
Abdest ve gusül alırken ağzı su ile yıkamak.
Hanefî mezhebinde mazmaza guslün farzlarından ve abdestin sünnetlerindendir. (Halebî)
Mazmaza ve istinşakta (suyu burna çekmek) mübâlağa etmek (dolu dolu yıkamak) guslün
(boy abdestinin) sünnetidir. (Kutbüddîn-i İznikî)
MEÂL:
Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere
verilen mânâ, açıklama.
Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve î'câzı (kimsenin benzerini söyleyemeyeceği bir vasfı,
özelliği) hâiz (sâhib) bir kitâb yalnız Türkçe'ye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Kur'ân-ı
kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki i'câz ve belâgatını muhâfaza ederek tercüme etmek
mümkün değildir. Mûteber tefsîr kitablarının ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil,
meâl demek uygundur. (Hasan Hüsnü Erdem)
ME'ÂNÎ İLMİ:
Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden
ilim. (Bkz. İlm-i Meânî)
MEÂRİC SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmişinci sûresi.
Meâric sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk dört âyet-i kerîmedir. Üçüncü âyet-i
kerîmede geçen el-Meâric kelimesinden dolayı Sûret-ül-Meâric denilmiştir. Meâric, ma'recin
çoğulu olup yükselme dereceleri demektir. Sûrede, kıyâmetin nasıl olacağı ve hâlleri ile
Cehennem azâbı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Meâric sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Melekler ve ruh oraya (arş-ı ilâhîye) bir günde varırlar. Bu günün uzunluğu (dünyâ
senesi ile) elli bin senelik yoldur. (Âyet: 4)
Kim Meâric sûresini okursa, Allahü teâlâ ona emânetlerini ve vâdlerini gözetenlerin
sevâbını verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MEÂRİF:
Kalb bilgileri. Çokluk şekli ma'rifet'tir. (Bkz. Ma'rifet)
MEBDE-İ TEAYYÜN:
İlâhî kemâllerin, yüksekliklerin ilm-i ilâhîde başlangıcı ve ilk kaynağı.
Allahü teâlâdan gelen feyzler, nîmetler hep mebde-i teayyünden gelir. (İmâm-ı Rabbânî)
Mebde-i teayyün âşık ile ma'şûk arasında berzahtır (yâni köprüdür) (M. Ma'sûm)
MEBDE' VE MEÂD:
Başlangıç ve sonuç, dünyâ ve âhiret; mahlûkların (yaratılmışların) nereden ve nasıl
vücûda geldiği, onları kimin yarattığı, yaratılış hikmetleri, sonunda ne olacakları ve ölümden
sonraki hâlleri.
Kelâm; Allahü teâlânın zât ve sıfatlarından, nübüvvet (Peygamberliğe âit mes'elelerden)
ve mebde' ve meâd bakımından yaratılmışların hâllerinden bahseden ilimdir. Tecrübî ilimler
de mahlûkların hâllerinden bahseder fakat mebde' ve meâd bakımından değil. Sâdece, onların
hissedilebilen, tecrübe ve müşâhede olunabilen (deney ve gözleme) tabiî durumlarını ele alır.
Meselâ ana karnındaki çocuğun nasıl teşekkül edip, meydâna geldiğini ve doğuncaya kadar
geçirdiği safhaları inceler. Fakat onu kimin yarattığı__________ndan, yaratılış hikmetinden, dünyâya
gelip îmânla ölürse Cennet'e, îmânla ölmezse Cehennem'e gireceğinden bahsetmez. Mebde'
ve meâd hâlleri olan bu hususlardan kelâm ilmi bahseder. Kelâm ilmi gibi, felsefe de,
mahlûklardan mebde' ve meâd îtibâriyle bahseder. Ancak, kelâm ilmi, bunda nakli yâni
Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi esas aldığı hâlde, felsefe aklı esas alır. Söylediklerinin dîne
uygun olup olmadığına bakmaz. Bu yüzden, dîne aykırı pekçok fikir ortaya atar. (Abdüllatîf
Harpûtî)
MEBÎ':
Satılan veya satın alınan mal.
Mebî', akd yâni sözleşme yapılınca, müşterinin mülkü olur ise de, teslim alınmadan önce
kullanılması câiz değildir. Bunun için teslim almadan önce tam mülkü değildir. Teslim
almadan zekât hesâbına katılmaz. (İbn-i Nüceym)
Mebî' tâyin (belli) edilince teayyün eder yâni belirtilen malın kendisinin verilmesi, teslim
edilmesi lâzım olur. Benzerini vermek olmaz. (Mevkûfâtî)
MECÂZ: Bir münâsebet, ilgi sebebiyle konulduğu asıl mânâdan başka bir mânâda
kullanılan lafız (söz) veya mânâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "İstersen köye sor." (Yûsuf sûresi: 82) Âyet-i
kerîmede mecâz vardır. Çünkü, bir yer olan "köy" zikredilmesine rağmen, içerisinde yaşayan
insanlar kasdedilmiştir. (Şeyhzâde)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret ettikleri
zaman O'nu gören Medîneliler; "Üzerimize bedr (dolunay) doğdu" dediler. Burada bedr
kelimesinde mecâz vardır. Çünkü, bedr gökteki yıldızlardan birisi olduğu hâlde, onunla
Peygamber efendimiz kastedilmiştir. (Sekkâkî, Teftâzânî)
Kelâmda asl olan mânây-ı hakîkattır. Mânây-ı hakîki (ilk konulduğu mânâ) kastedilmesi
mümkün olmadığı zaman mecâzî mânâ ele alınır. Evlâd (çocuklar) lafzı, sözü asıl mânâsı
îtibâriyle ahfâd (torunlar) lafzını içerisine almaz. Fakat bir kimse malını evlâdına vakfetse,
ancak evlâdı bulunmasa, bu takdirde, evlâdından ahfâdı kastedilir. (Ali Haydar Efendi)
MECELLE:
Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon
tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit
hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar
veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.
Günlük işlerde dînin emirlerine uygun davranabilmek için her müslümanın Mecelle
kitabının başındaki yüz maddeyi iyi bilmesi ve anlaması lâzımdır. Kitabda bir başlangıç ile on
altı kısım vardır. Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851) maddedir. (M. Sıddîk Gümüş)
Tanınmış hukukçulardan Ali Haydar Bey, Âtıf Bey ve Hâcı Reşîd Paşa (rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecmâin) Mecelle'yi ayrı ayrı şerh etmişlerdir. Her biri çeşitli cildler hâlinde
basılmıştır. Bunları okuyan garb bilginleri, İslâm hukûkuna ve ondaki bilgilerin inceliğine ve
çokluğuna hayran kalmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
Mecelle'nin içerisindeki maddelerden bâzıları şöyledir: 1) Kendi malı sanarak, başkasının
malını telef eden öder. 2) Birinin ayağı kayıp, başkasının malını telef etse öder. 3) Başkasının
elbisesini çekip de yırtan tamam kıymetini öder. Elbiseyi tutup, sâhibi çekmekle yırtılsa,
yarısını öder. 4) Mazlum olanın, başkasına zulm etmeğe hakkı yoktur. 5) Birinin malının telef
olmasına sebeb olan öder. Ahırın kapısını açıp, hayvan kaçarak zâyi olsa öder.
MECÎD (El-Mecîd):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin
güzelliği ile tanınan, övülen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ, nîmetler vermesi sebebiyle övülendir, Mecîd'dir. (Hûd sûresi: 73)
Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâm ve âlinin (akrabâsının) şerefini ve şânını yükselttiğin
gibi Muhammed aleyhisselâmın, dünyâda nâmını âli (yüce) ve meşhûr, güzel dînini dâim,
ümmetini çok, âhirette sevablarını sonsuz, kendisini, herkese şefâatçi, Cennet'te yüksek ve
nûrlu bir yer olan Vesîle makâmına kavuşturmakla O'nun şânını ve şerefini, derecesini
yükselt. O'nun âlinin (akrabâlarının) ve eshâbının (mübârek arkadaşlarının) derecelerini
yükselt. (Yâ Rabbî!) Sen Hamîd'sin. Yâni her insanda ve her kalbde övülensin, bütün
hamdler yani övgüler sanadır. Sen Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)
Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâmın ve âlinin feyz ve bereketini artırdığın gibi,
Muhammed aleyhisselâmın mübârek isminin anılmasını, O'na tâbi olanları (uyanları),
ümmetini (inananları) çoğalt, yolunu dâim eyle. Âlinin ve eshâbının feyz ve bereketini,
iyiliklerini artır. (Yâ Rabbî) Sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)
Baras hastası, Eyyâm-ı Biydde kamerî ayın on üç, on dört ve on beşinde oruç tutup iftar
vaktinde de, el-Mecîd ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ ondan sebebli veya sebebsiz olarak
bu hastalığı giderir. (Yûsuf Nebhânî)
MECNÛN:
Deli. (Bkz. Cünûn ve Deli)
İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâpûr'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve
talebe kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm
hazretleri, bütün dedelerinin isimlerini sayarak, şu kudsî hadîsi okudu: "Lâ ilâhe illallâh
kal'amdır. Bunu okuyan, kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de, azâbımdan kurtulur."
İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i kudsî, râvîlerinin
(bildirenlerin) isimleri ile berâber, mecnûna okunursa aklı başına gelir. Hastaya okunursa şifâ
bulur." (İbn-i Esîr)
Mecnûn olanlar ibâdet için ehil değildirler. (Molla Hüsrev)
ME'CÛC:
Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak
olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı,
gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. (Bkz. Ye'cûc ve Me'cûc)
MECÛSİ:
Ateşe tapan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
O îmân edenler, o yahûdîler, o yıldızlara tapanlar, o hıristiyanlar, o mecûsîler, o
Allah'a ortak koşanlar (var ya), muhakkak ki Allah, kıyâmet günü aralarında hükmünü
verecek, hak ve bâtılı ayıracaktır. Çünkü Allah her şeye şâhid bulunuyor. (Hac sûresi: 17)
Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra
anaları, babaları, hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)
Mecûsîler, Kisrâ denilen Acem şahlarından Küştüseb zamânında yaşayıp yaşamadığı tam
bilinmeyen Zerdüşt adlı birinin uydurduğu bâtıl bir dîne bağlıdırlar. Mecûsîler ölülerini
gömmezler. Kulelerde saklarlar ve akbabalara yedirirler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MECZÛB:
1. Allahü teâlânın sevgisi ile kendinden geçmiş olan.
Evliyâdan bir kısmı öldükten sonra Huzûr-i ilâhîde her şeyi unuturlar. Dünyâdan ve
dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Bir şeye vâsıta, sebeb olmazlar.
Dünyâdaki, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. (Ahmed Saîd-i Dehlevî)
2. Cezbeye tutulmuş, çekilmiş tasavvuf yolcusu.
Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenlerin, arada vâsıta olmadan maksada kavuşmaları çok
güçtür. Bunlara bütün tasavvuf derecelerini geçmiş olan bir Ehl-i sünnet âliminin yardımı
lâzımdır. Onun sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları şifâdır. Böyle devletli
bir rehber ele geçmezse, meczûb olan sâlik (tasavvuf yolcusu) de böyle bir nîmettir. Bu da
tâlibleri (tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenleri) yetiştirebilir. (İmâm-ı Rabbânî)
MED:
Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden (elif, vav, yâ) biriyle kendilerinden
önceki harfleri çekmek.
Kur'ân-ı kerîm okurken yapılan hatâ dört şekilde olabilir. Birinci şekil, i'râbda hatâdır.
Yâni harekelerde ve sükûnda(cezm, şedde de) olabilir. Meselâ şeddeyi hafif okur veya
medleri kısa okur veya bunların aksini yapar. İkincisi, harflerde, üçüncüsü kelimelerde ve
cümlelerde olur. Dördüncü olarak vakf ve vasılda yâni durulacak veya geçilecek yerde olur.
İlk üç şekilde mânâ değişip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa, namaz bozulur.
Dördüncüde mânâ değişse de namaz bozulmaz. (Alâüddîn Haskefî)
MEDENÎ:
1. Topluluk hâlinde yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimse.
İnsan medenî olarak yaratılmıştır. Hayvanlar medenî yaratılmadı. Şehirde birlikte
yaşamağa mecbûr değildirler. İnsan, nâzik zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez.
Gıdâ elbise ve binânın hazırlanması lâzımdır. Yâni san'atlara ihtiyâcı vardır. Bunun için de
araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek (incelemek), tecrübe yapmak (denemek) ve çalışmak
lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa yaratılış îcâbı lâzımdır. (Kınalızâde Ali Efendi)
2. Medîne'de nâzil olan âyet-i kerîmeler ve sûreler.
Kur'ân-ı kerîmdeki sûrelerin seksen yedisi Mekkî (Mekke'de nâzil oldu, indi), yirmi yedisi
Medenî'dir. (Übeyd bin Ka'b)
Kur'ân-ı kerîmdeki hudûd (cezâlar) ve mîrâs paylarını (ferâizi) bildiren sûrelerle, kafirlerle
cihâda izin veren ve cihâd (muhârebe) hükümlerini bildiren ve münâfıklardan bahseden
sûreler Medenî'dir. (Zerkeşî)
MEDENİYYET:
Memleketleri îmâr edip, insanları râhat ve huzûra kavuşturmak.
Medeniyyet; tâmir-i bilâd ve terfih-i ibâddır, yâni beldeleri îmâr etmek, binâlar, fabrikalar
yaparak, memleketleri kalkındırmak ve fenni ve her çeşit gelirleri milletlerin hürriyetleri,
râhat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmak demektir. Bütün insanları rûh, düşünce ve
beden bakımlarından râhat yaşatmaktır. Medeniyet, yalnız ilim ve fen demek değildir. İlim ve
fen, medeniyyet için, ancak bir âlet bir vasıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen
vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden medenî demek büyük gaflettir. Pek yanlıştır.
Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihazlarının çok olması, gözleri
kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti ve medenî olduklarını göstermez. Bunları
medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmaya benzer. Mücâhid olmak için en yeni
harp vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır, fakat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir.
Medenî insan ve medeniyyet sâhibi toplum olmak için İslâmiyet; îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve
cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar; Allahü teâlânın
bildirdikleri, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın
naklettikleri ve İslâm âlimlerinin açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin, çözüm ve
çâresi bunların içinde vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
MEDH:
Övme, iyi taraflarını anlatma; bir kimse hakkında iyi şeyler söyleme.
Medh olunmağı sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez
olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Şâyet biriniz diğerini mutlaka medh edecek olursa; "Öyle sanırım ki, o şöyle iyidir,
böyle iyidir..." desin ve bu sözü de medh ettiği adamda, bu sıfatların bulunduğunu
zannederek söylesin. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Kalb hastalıklarından biri de medh ve senâ olunmağı sevmektir. Medh olunmağı
sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Medh olunmak, böyle
kimseye tatlı gelir. Bunun hakîkî üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da geçici olduğunu
düşünmelidir. (Muhammed Hâdimî)
Oğlum! Kaş göz işâretleri ile, hiç kimseyi küçük düşürecek hareketlerde bulunma!
Başkasının yanında kendini veyâ âileni medhetme! (Lokman Hakîm)
Sizde olmayan meziyetlerle sizi medheden kimsenin, bir gün, sizde olmayan kötülüklerle
kötüleyeceğini de unutmayınız. (İmâm-ı Ahmed bin Hanbel)
MEDÎNE-İ MÜNEVVERE:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremeden hicret ettikten
sonra, yerleştiği, ilk İslâm devletini kurduğu ve kabr-i şerîfinin bulunduğu şehir. Hicretten
önceki adı Yesrib olup, hicretten sonra Medînet-ür-Resûl (Peygamber şehri) veya Medîne-i
münevvere (nurlu şehir) adıyla anılmıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar (münâfıklar); "Eğer Medîne'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli
olanımız oradan en hakir ve zaîf olanı muhakkak çıkaracaktır" diyorlardı. Hâlbuki şeref,
kuvvet ve gâlibiyet Allah'ındır, Peygamberinindir, mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu
bilmezler. (Münâfikûn sûresi: 8)
Sizden biriniz Medîne-i münevverede vefât etmeğe gücü yetiyorsa, orada vefât etsin.
Çünkü ben Medîne-i münevverede vefât edenlere şefâat ederim. (Hadîs-i
şerîf-Mir'ât-ül-Haremeyn)
Medîne-i münevvereye Mesîh Deccâl'in (değil kendisi) kokusu bile giremeyecektir. O
fitne günlerinde Medîne'nin yedi kapısı olacak ve her kapıda muhâfız iki melek
bulunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)
Medîne-i münevvere, Mekke-i mükerremenin batısında ve Kızıldeniz'in doğusunda yer
alan kuzeye doğru meyilli çölün ve güneye doğru uzanan az dalgalı bir ovanın bittiği yerde
kurulmuştur. Çok verimli ve tarıma elverişli topraklarında her çeşit sebze, çeşitli meyveler ile
muz ve hurmanın en iyileri yetişir. Arabistan yarımadasının diğer bölgelerine göre serin bir
iklime sâhibdir. (Eyyûb Sabri Paşa)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremede insanları on üç sene
müddetle İslâm dînine dâvet ettikten sonra Allahü teâlânın emri ile Medîne-i münevvereye
622 senesi Rebî-ul-evvel'in sekizinci Pazartesi günü hicret etti. Burada İslâmiyet'i her tarafa
yaydı. On sene sonra yâni 632 senesi Haziran'ında, Rebî-ul-evvelin on ikinci Pazartesi günü
Medîne-i münevverede vefât etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamber efendimizin yaptırdığı Mescid-i Nebî içerisinde yer alan "Kabrim ile
minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurarak medh ettiği Ravza-i
mütahhera (Cennet bahçesi), Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi, Uhûd şehidliği, başta
hazret-i Osman olmak üzere pekçok Sahâbe-i kirâmın (Peygamberimizin arkadaşları)
kabirlerinin bulunduğu Cennet-ül-Bakî' kabristanı gibi mübârek yerler Medîne-i
münevverededir. (Eyyûb Sabri Paşa)
MEDLÛL:
Delîlin (alâmet ve işâretin) delâlet ettiği, gösterdiği şey.
Delîl bulunmayınca, medlûlün de bulunmayacağı söylenemez. Çünkü, Allahü teâlânın
varlığına delîl olan âlem (Allahü teâlâdan başka her şey) yaratılmadan önce, medlûl olan
yaratanın yok olduğu söylenmiş olur ki, bu bâtıldır, hükümsüzdür. Çünkü, Allahü teâlâ, âlem
yaratılmadan önce de vardı. O'nun başlangıcı ve sonu yoktur. Ezelîdir, ebedîdir. O halde delîl
olmadan da medlûl olabilir. Duman olmadığı hâlde ateşin bulunması gibi. (Fahreddîn Râzî)
MEDRESE:
İslâm medeniyetinde üniversite seviyesindeki eğitim ve öğretim müesseseleri.
İnsanlığın bugün sâhib olduğu ilim ve teknik seviyedeki en büyük pay, İslâm
memleketlerinde kurulan medreselerde yetişen müslüman âlimlerindir. (İslâm Târihi
Ansiklopedisi)
Din ilimlerinden başka, hey'et (astronomi), hesab (matematik), hendese (geometri),
hikmet, tıb gibi ilim dallarına da mühim yer veren medreseler; din ve dünyâ ilimlerini,
birlikte yürütürdü. İnsanı dünyânın esiri yapmadan, dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak
maksadıyla, devletin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde
yetiştirmeyi sağlardı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
İmâm-ı Rabbânî, zamânının fen bilgilerinde en mütehassıs idi. Bir mektûbunda; "Oğlum
Muhammed, bu günlerde Şerh-i mevâkıf kitâbını tamamladı. Yunan felsefecilerinin hatâlarını
anladı" buyuruyor. Bu kitab, İslâm medreselerinin yüksek kısmında son zamanlara kadar
okutulan bir fen kitabıdır. (M. Sıddîk Gümüş)
MEDYÛN:
Borçlu, borçlanmış kimse.
Dâyine (alacaklıya), medyûnun medyûnu hasm olmaz. Yâni bir kimse ölendeki alacağını,
ölene borçlu olandan isteyemez. (Mecelle)
Medyûna zekât verilir. (İbn-i Âbidîn)
MEFHAR-İ MEVCÛDÂT:
Mahlûkâtın (yaratılmışların) övündüğü Muhammed aleyhisselâm.
Mefhar-i mevcûdât efendimizin, güzel huylarından, edeblerinden bâzıları şunlardır:
İnsanların en rahat davrananı, en kahramanı, en adâletlisi, en çok affedeni, en cömerdi idi.
Kendisinden bir şey istendiğinde, "yok" dediği görülmemiştir.
İnsanların en doğru konuşanı idi.
Kendi evinde iken, tek başına kalkar, yiyeceğini alır yerdi. İstediği bir şeyi yemek için
evdekileri zorlamazdı.
Suyu oturarak, üç yudumda ve süzerek içerdi. Ağzını doldura doldura yutmazdı. Bunun
için şöyle buyururdu: "Ciğer hastalığı ağzını doldurup yutmaktan gelir."
(El-Hadâik-ul-Verdiyye, Abdülmecîd Hânî)
Mefhar-i mevcûdât efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: "Peygamberlere
minberler kurulacak üzerine oturacaklar. Benim minberim olacak, ben üzerine
oturmayacağım. Rabbimin huzûrunda ayakta dikileceğim. Bunun üzerine Allahü teâlâ
şöyle buyuracak; "Ümmetine ne yapmamı istiyorsun?" "Yâ Rabbî! Hesâblarını hemen
görüver" diyeceğim. Hemen çağrılıp hesapları görülecek; kimi O'nun rahmetiyle, kimi de
benim şefâatimleCennet'e girecek. Şefâat etmeye öylesine devâm edeceğim ki, elime
isimleri Cehennemliktir diye yazılı bir liste verilecek ve Cehennem hâzini (bekçisi) şöyle
diyecek: "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Ümmetin hakkında Rabbimin
gazabı için, hiçbir şey bırakmadın." (Şifâ-i Şerîf, Menâhil)
Mefhar-i mevcûdât Muhammed-i Mustafâ'ya salevât. (Süleymân Çelebi)
MEFHÛM-I MUHÂLİF:
Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt olan mânâ.
Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde,
Hanefîlere göre böyle değildir.
Mefhûm-ı muhâlifi kabûl edenlerin delîllerinden birisi şudur: Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem: "Sâimede (yılın ekserisini çayırlarda otlayarak beslenen deve,
koyun gibi hayvanlara) zekât vardır" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîfe göre Sâime olmayanlarda
zekât yoktur. Böyle olduğunu Hanefîler dâhil, bütün âlimler kabûl etmiştir. Ancak, İmâm-ı
Mâlik (r.aleyh), sâime olmayan hayvanlar için de zekât lâzım geldiğini söylemiştir. (Serahsî)
MEFHÛM-I MUVÂFIK:
Lafızda (sözde) zikredilmeyen mânânın bizzat zikredilen mânâya hükümde uygunluğu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ana-babaya öf bile deme. (İsrâ sûresi: 23)
Âyet-i kerîmede zikredilen ana-babaya öf demek yasaklandığı gibi mefhûm-ı muvâfık ile
onları dövmek ve sövmek de yasaklanmıştır. (Molla Hüsrev)
MEGÂZÎ:
Harp tarihi, gazâlara (savaşlara) dâir bilgiler, menkıbeler, hikâyeler.
Megâzî kitabları, dînin temeline âit kitablardan değildir. İslâm dîninin sağlamlığı megâzî
kitaplarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu kitaplarda mübâlağa (abartma) bulunur. Bunlar,
târih kitabı gibidir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Megâzî sâhasında ilk yazılan kitap Vâkıdî'nin Megâzî'sidir. (Kâtib Çelebi)
MEHÂRİC-İ HURÛF:
Kur'ân-ı kerîm harflerinin herbirinin ağızdan ses olarak çıktığı yer.
Kur'ân-ı kerîmi tecvîd üzere okumasını bilmek farz olup, tecvîdi bilmeyen mehâric-i
hurûfu gözetemez. Harflerin ağzındaki yerlerini gözetemeyen bir kimsenin okuduğu Kur'ân-ı
kerîm ve kıldığı namaz sahîh (doğru) olmaz. (Ebüssü'ûd Efendi)
MEHDÎ:
Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve
adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.
Yeryüzünü küfür kaplamadıkça ve her yerde küfür ve kâfirlik yayılmadıkça hazret-i
Mehdî gelmez. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)
Mehdî ile müjdelenmiş olun. Mehdî, Kureyş kabîlesinden ve benim Ehl-i beytimden
biridir. O, insanların ihtilâf içinde oldukları ve ictimâî sarsıntılar içinde bulundukları bir
zamanda çıkar. Mehdî, daha önce zulüm ve cevr ve eziyet ile dolu olan dünyâyı adâlet ve
insaf ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmât-il Mehdî)
Mehdî'nin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; "Bu Mehdî'dir.
Sözünü dinleyiniz" diyecektir. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)
Beklenilen Mehdî, hazret-i Fâtıma'nın soyundan olacaktır. Mekke'de ortaya çıkacaktır. O
zaman müslümanlar halîfesiz olacaktır. O istemediği halde, zor ile halîfe yapılacaktır. Ortaya
çıkacağı zaman, yaşı ve ömrü kesin olarak bildirilmiş değildir. (Ahmed Zeyni Dahlan)
Allahü teâlâ, İslâmiyet'i nasıl Resûlullah efendimizle sallallahü aleyhi ve sellem
başlatmışsa, hazret-i Mehdî ile sona erdirecektir. Sayıları Bedr gazasında bulunan Eshâb-ı
kirâm kadar olan bir grup insan hazret-i Mehdî'ye bî'at edecek (emrine girecek) ve her zâlim
onun karşısında mağlûb olacaktır. Zamânı son derece imrenilecek bir şekilde adâletle
dolacaktır. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
MEHR (Mehir):
Erkeğin evlenirken kadına vereceği ve kadının hakkı olan altın, gümüş veya her hangi bir
mal yâhut menfaat.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin. Şâyet ondan bir kısmını gönül
hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu âfiyetle, râhatça yiyin. (Nisâ sûresi: 4)
Mehr vermemek niyyeti ile nikâh yapan kimse, kıyâmet günü hırsızlar arasında haşr
olunacaktır (bulunacaktır). (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)
En bereketli kadın, mehri az olandır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Mehrin en azı on dirhem yâni yedi miskal ağırlığındaki gümüş değerinde olan bir miskal
(beş gram yâni üçte iki lira) altından az olmamalıdır. Mehrin en çoğu ise tahdîd edilmemiştir
(sınır konmamıştır). (B. Mergınânî)
Zevcesinin (hanımının) mehrini vermemek ve insanların dinlerini öğrenmelerine mâni
olmak kul haklarının en büyüğüdür. (Hâdimî)
İslâmiyet'te mehr parası evlenmek için değildir. Evliliğin düzenli, mes'ûd olarak devâm
etmesi, kadının hak ve hürriyetlerinin korunması, din câhili huysuz erkeğin elinde oyuncak
olmaması içindir. Mehr parasını vermek ve çocukların nafaka paralarını her ay ödemek
korkusundan erkek zevcesini boşayamaz.
Mehr-i Misl:
Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan sonra, kadının,
baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak bunlara verilen mehir kadar verilmesi
kararlaştırılan altın, gümüş, mal veya herhangi bir menfeat.
Mehr-i Muaccel:
Miktarı tesbit edilen (belirlenen) ve nikâh sırasında erkeğin evleneceği kadına peşin
olarak ödemesi gereken altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfaat.
Mehr-i muaccelin verilmesi, nikâh yapılınca vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)
Zevci (kocası) ölen kadın mehr-i muaccelin bir kısmını almadığını söylerse, bunu
mîrâstan alır. (İbn-i Âbidîn)
Mehr-i muaccel, çehiz masrafı olarak düğünden önce verilir. (Feyzullah Efendi)
Nikâh yapılırken, muaccel ve müeccel mehrlerin miktarları tesbit edilir. Bir kağıda yazılıp
dâmâd ve mevcûd (bulunan) iki şâhid imzâlayıp zevceye (hanıma) teslim edilir. (Abdullah
Mûsulî)
Mehr-i Müeccel:
Miktarı nikah yapılırken tesbit edilip, ödenmesi daha sonraya bırakılan yâni erkeğin
evleneceği kadına sonra ödeyeceği altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir
menfeat.
Mehr-i müeccel, nikâh yapılırken belli edilirse de, verilmesi üç şeyden biri meydana
gelince, yâni vaty (hanıma yakın olma hâli) halvet (başbaşa bir odada yalnız kalmaları) ve
ikisinden birinin vefâtı ile ödemesi vâcib olur. Zevce (hanım) ölünce, zevc (koca) mehr-i
müecceli vârislerine (yakınlarına) verir. Zevc (koca) ölünce, mîrâsından (geriye kalan
malından) zevcesine (hanımına) verilir. (Abdurrahmân Cezîrî)
Zevc (koca) zevcesine (hanımına) olan mehr-i müeccel borcunu ayırmalı, öldükten sonra
zevcesine verilmesi için vasiyet etmelidir. Vasiyet etmedi ise ölünce mîrâs taksim edilmeden
(paylaşılmadan) önce mehrin hepsinin mîrâstan zevcesine hemen ödenmesi lâzımdır.
Zevcesini boşayınca, mehrini ödemeyen kimse, dünyâda hapis, âhirette azâb olunur.
(Muhammed Hâdimî)
Mehr-i muaccel veya mehr-i müeccel nikahta bildirilmedi ise, kadına mehr-i misl
verilmesi vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)
MEJDEK:
Mîlâdî dördüncü asırda İran'da komünizmi ilk kuran şahıs.
Komünistliği mîlâdî dördüncü asırda ilk çıkaran Mejdek adında bir İranlıdır. Mecûsî idi.
Peygamber olduğunu söylerdi. Ona göre; ateşe tapılacaktır. Her şey herkesin malıdır.
Zevceleri (kadınları) değiştirmek helâldir. Herkesin malları ve yaşayışları eşittir. Şahsî
tasarruf yoktur. Bütün insanlar eşit ve her şeyde ortaktırlar. Biribirinin zevcesini (hanımını)
isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler mallarını fakirlere vermelidir. (Ahmed Âsım Efendi)
Mejdek'in kurduğu bozuk yol, tembellerin, serserilerin ve kadına düşkün olan aşağı
kimselerin işine geldiğinden çabuk yayıldı. Acem (İran) Şahı Kubâd Şâh da zevkine düşkün
biri idi. Bu da Mejdek'in fikirlerini kabûl etti. Kubâd Şâh'ın oğlu Nû'şirevân idâreyi ele alınca
Mejdek'i seksen bin adamı ile birlikte kılıçtan geçirterek komünizm belâsını ortadan kaldırdı.
(Hüseyin bin Halef)
MEKÎL:
Kile ve ölçek ile yâni hacim ile ölçülen mal.
Buğday, arpa, hurma ve tuz dâimâ mekîldir. Tartı ile kullanılmaları mekîl olmalarını
değiştirmez. Müsâvî (eşit) olmaları lâzım olduğu zaman hacimlerinin müsâvî olması lâzım
olur. (İbn-i Âbidîn)
MEKKE-İ MÜKERREME:
Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın bulunduğu, Peygamber efendimizin
sallallahü aleyhi ve sellem doğduğu mübârek şehir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ) sizi Mekke'nin batnında (hudûdu içinde), onlara (kâfirlere) karşı
muzaffer kıldıktan sonra onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekti. Allahü
tealâ ne yaparsanız hakkıyla görendir. (Feth sûresi: 24)
Şüphesiz âlemler için bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev
(mâbed) Mekke'deki (Kâbe)dir. (Âl-i İmrân sûresi: 96)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicret esnâsında Mekke-i mükerremeden
ayrılırken Kusvâ adlı devesini harem-i şerîfe doğru döndürüp mahzûn bir halde "(Ey Mekke!)
Vallahi sen Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlı, Rabbim katında en sevgili
olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel, daha sevgili
yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsaydı çıkmaz, senden başka bir yerde yurt
yuva kurmazdım" dedi. (Hadîs-i şerîf-Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî)
Mekke-i mükerreme Arabistan Yarımadasının batısında, Kızıldeniz'in doğusunda 21°-30°
kuzey enlem, 20°-40° doğu boylamları arasında yer alır. Karataşlı sıradağlar arasında uzun ve
kavisli bir vâdide yer almıştır. Şehrin uzunluğu üç, genişliği bir kilometredir. Etrafı taşlık
olup, zirâate (tarıma) elverişli arâzisi yoktur. Şehrin ortasında Mescid-ül-Haram denilen
büyük câmi ve Kâbe-i muazzama vardır. Mekke-i mükerremenin târihi, İbrâhim ve oğlu
İsmâil (aleyhisselâm) zamânına kadar uzanır. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Yeryüzünün en kıymetli yeri kabr-i seâdet (Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi), bundan
sonra Kabe-i muazzama ve bunun etrâfındaki Mescid-i Haram denilen câmidir. Bundan sonra
Medîne'deki Mescid-i Nebevî (Peygamberimizin mescidi) içindeki Ravda-i mukaddese
denilen meydandır. Daha sonra Mekke-i mükerreme şehridir. Görülüyor ki; Ravda-i
mütahhera (temiz Cennet bahçesi) Mekke'den daha üstündür demek doğrudur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Yeryüzünde bir tâne Kâbe vardır. O da Mekke-i mükerreme şehrindedir. Mü'minler hac
etmek için Mekke-i mükerreme şehrine gider ve orada Allahü teâlânın emr ettiği şeyleri
yaparak hacı olurlar. (Eyyûb Sabri Paşa)
MEKKÎ:
Peygamber efendimizin Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye hicretinden (göç
etmesinden) önce nâzil olan (inen) âyet-i kerîmeler. Âyet-i kerîmelerin Mekkî olmalarında
âlimlerin arasında meşhûr olan görüş budur. Bu hususta başka görüşler de vardır.
Mekkî ve Medenî (Medîne-i münevvereye nisbet edilen, yâni hicretten sonra nâzil olan)
âyet-i kerîmelerin kendilerine mahsus husûsiyetleri vardır. Mekkî âyet-i kerîmeler,
umûmiyetle; Allahü teâlâya, meleklerine, kitablarına, peygamberlere (aleyhimüsselâm) âhiret
gününe (öldükten sonraki hayâta) îmân gibi İslâmiyet'in esâsı, temeli olan hususlar, ferdin ve
milletin terbiyesi, şirkin (Allahü teâlâya eş, ortak koşmanın) putlara tapmanın bozukluğu,
yanlışlığı, delillerle açıklanması v.s. gibi hususlardan bahseder. Mekkî âyet-i kerîmeler
kısadırlar. Medenî âyet-i kerîmelerde ise, îmânla ilgili konuların yanında daha çok
İslâmiyet'in yaşanması, ibâdetler, insanların birbirleri ile muâmeleleri, âile ve cemiyet
içindeki durum ve vazîfeleri gibi hususlar bildirilir. (Zerkeşî)
Mekkî sûreler:
İçerisindeki âyet-i kerîmelerin çoğunun Mekkî (hicretten önce inmiş) yâhut, baş kısmı
Mekkî âyet-i kerîmeler olan sûreler.
Mushafların (Kur'ân-ı kerîmlerin) bir çoğunda, sûrelere başlık olarak yapılan dikdörtgen
içinde şu bilgiler görülür: Bu sûre Mekkî'dir. Şu âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar Medenîdir
veya bu sûre Medenîdir. Şu âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar, Mekkîdir. (Zerkeşî)
MEKR:
1. Bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle
zarar vermeye çalışmak.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim) onları______________n (kâfirlerin) seni tekzîbine (yalanlamalarına) ve senden yüz
çevirmelerine mahzûn olma, üzülme. Onların sana yaptıkları mekrden dolayı, gönlün
daralmasın. (Çünkü, Allah seni, onların mekrinden muhâfaza eder, korur, onlara karşı sana
yardım eder.) (Neml sûresi: 70)
2. İstidrâc yâni Allahü teâlânın bir kimseye bir müddete kadar devamlı olarak hakkında
hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu
yolun kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı, gururlandığı, gaflette bulunduğu,
taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada, Allahü teâlânın onu âniden azâbı ile
yakalayıvermesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın mekrinden emîn mi oldular. Hüsrâna uğrayanlardan (küfr yâni
îmânsızlık ve günâhlar ile, ibret almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda
olanlardan) başkası Allahü teâlânın mekrinden emîn olmaz. (A'râf sûresi: 99)
İnsanın, işine göre, ömür ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir.
Böylece birine, ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îmân ile gönderir. Başkasına kötü
amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem her zaman;
"Allahümme yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbî alâ dînik" duâsını okurdu (ki, Ey Büyük
Allah'ım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit
kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân bunu
işitince: "Yâ Resûlallah! (sallallahü aleyhi ve sellem) Sen de, dönmekten korkuyor musun?"
dediklerinde: "Allahü teâlânın mekrinden beni kim te'mîn eder? (bana kim garanti, güven
verebilir?)" buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde: "İnsanların kalbi Rahmân'ın kudretindedir.
Kalbleri, dilediği gibi çevirir" buyrulmuştur. Yâni, Celâl ve Cemâl sıfatları ile kötüye ve
iyiye çevirir. (İbn-i Kemâl Paşa)
Şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s. verilen ve
bunların kendisi için Allahü teâlânın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin aklında bozukluk
vardır. (Hazret-i Ali)
Allahü teâlâdan yüz çeviren birçok kimsenin dünyâ nimetleri içinde yaşadığı görülüp,
mahrûm kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını
vermektedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felâket
tohumlarıdır. Allahü teâlânın mekridir. Nitekim, Mü'minûn sûresi, elli beş ve elli altıncı
âyetinde meâlen; "Kafirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine
iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime (sallallahü aleyhi ve sellem)
inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar.
Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu
anlamıyorlar" buyruldu. Kalblerini Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep
harâblıktır, felâkettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. (Senâullah Dehlevî)
3. Allahü teâlânın, mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini,
kurdukları tuzakları bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması. Buna mekr-i ilâhî de
denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Hani bir zaman kâfirler seni habsetmeleri yâhut
öldürmeleri, yâhut seni Mekke'den çıkarmaları için mekr yapıyorlardı. Onlar mekr
yaptılarsa da Allahü teâlâ onların mekrlerini kendi üzerlerine çevirdi (mekr-i ilâhîsi ile
muâmele etti. Onları Bedr'e getirdi. Müslümanları gözlerine az gösterdi. Onlar da
müslümanlara hücûm ettiler. Fakat mağlûb oldular, yenildiler, hezîmete uğrayıp,
öldürüldüler). (Enfâl sûresi: 30)
Allahü teâlânın mekri insanların mekrinden başkadır. Çünkü onların mekrinde başkasına
kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir. Allahü teâlânın mekri, mekr
yapanların mekrini bozmak, mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle umûma hayır ve
iyilik olduğu gibi, onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenâlığını bildirmek ve bâzılarının
tövbelerine sebeb olmak bakımından da mekr yapanların bizzat kendileri için de hayr ve
hikmettir. Allahü teâlâ mekr yapanların mekrine, onların beklemedikleri, ummadıkları bir
şekilde mukâbele ettiği, karşılık verdiği, bozduğu, gaflet hâlinde iken onları ansızın
yakaladığı için, Allahü teâlânın bu fiiline mekr denmiştir. Yoksa Allahü teâlâya doğrudan
mekr isnâd edilemez, mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz)
bakımından bir benzerlik vardır. Esasta insanlarınkinden başkadır. (Râzî, Senâullah Dehlevî)
Mekr-i İlâhî:
Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini,
kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.
MEKRÛH:
Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin
sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde,
şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamber efendimizin
arkadaşlarının) bildirmesi ile anlaşılmış olan yasaklar.
Mekrûh olduğu bildirilen yasak işleri özürsüz yapmak günahtır. (Seyyid Abdülhakîm)
Küçük ve büyük abdesti sıkıştırırken ve yel zorlarken namaza durmak mekruhtur. Namaz
arasında zorlarsa, namazı bozmalıdır. Bozmaz ise günâha girer. Cemâati kaçırsa bile, bozması
iyi olur. Kerâhetle kılmaktan ise, cemâat sünnetini kaçırmak evlâdır. Namaz vaktini veya
cenâze namazını kaçırmamak için mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
MEKTÛBÂT:
Din büyüklerinin yakınlarına ve sevdiklerine gönderdiği, nasihat mektublarından meydana
gelen kitap.
Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretleri Mektûbât kitâbında buyuruyor ki: "Bu kısa ömrde,
en mühim işleri yapınız. Geceleri ibâdet yapmağı ve seher vakitlerinde ağlamağı büyük nîmet
biliniz. Karanlık geceleri, Allahü teâlâyı hatırlamak ile aydınlatınız. Ticârette doğru ve
güvenilir olunuz. Fâizden, dîne uygun olmayan alış verişlerden sakınınız."
Gel kardeşim dinle benden hoş sözü
Söylüyorum sana, esrârı özü.
Ahmed-i Serhendî bunu şerh eyledi
Gör de Mektûbât'ı bak neyledi.
İlm-i nâfi cümle Mektûbâttadır
Her ne varsa mahzende hepsi andadır.
O kitabdır seâdet hazînesi,
Onda tevhîd madde mânâ bilgisi.
(M. Sıddîk Gümüş)
Mektûbât-ı Rabbânî:
Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî hazretlerinin îmân, îtikâd ve tasavvuf
bilgilerini öğreten mektublarından meydana gelen pek kıymetli kitab.
Allahü teâlânın kitabından ve Resûlullah'ın hadîslerinden sonra İslâm kitablarının en
üstünü, en fâidelisi, Mektûbât(-ı Rabbânî)dır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MELÂHİME:
Geçmiş ve gelecek devirlere âit haberler, târihî bilgiler ve bunları anlatan kitablar. Harb
târihi.
Melâhime kitabları dînin temeline âit kitablardan değildir. Böyle kitablarda mübâlağa
bulunur. İslâm dîninin sağlamlığı melâhime kitablarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu
kitablar târih gibidir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MELÂİKE:
Allahü teâlânın nûrdan yarattığı latîf, mâsum ve günah işlemeyen kulları. Melekler. (Bkz.
Melek)
MELÂMÎ:
Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan, bu yolda farzları yapıp, haramlardan
sakınan, şöhretten kaçındıkları için nâfile ve sünnetleri gizli yapan kimse. Nefislerini
kınadıkları için melâmî adı ile anılmışlardır.
Melâmîler sıdk (doğruluk) ve ihlâsı (yaptıklarını yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma
hâlini) kazanmağa çalışır. İbâdetlerini, yaptığı iyilikleri gizler, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri
çok yaparlar. Bu ibâdetlerin görünmesinden korkarlar. (Molla Câmî)
Melâmîlerin doğru yolda olanlarına kalender denir. Melâmîlerin yalancı taklidcileri,
zındıklardan, dinsizlerden bir kısımdır ki, her türlü günâhı işlerler. Kalblerimiz temizdir, her
işi Allah rızâsı için yapıyoruz derler. Riyâdan, gösterişten kurtulup, hâlis Allah adamı olmak
için günâh işliyoruz, derler. Allahü teâlânın ibâdete ihtiyâcı yoktur. Kulların günâh işlemesi
O'na zarar vermez. Asıl günâh mahlûkları incitmek, can yakmaktır. İbâdet de insanlara iyilik,
ihsân etmektir derler. Bunlar zındık, dinsizlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Çeşitli kıymetli isimler altında saklanan dinsizler, az değildir. Meselâ melâmî ismi
böyledir. Hiç ibâdet yapmayan, her çeşit günâhı, kötülüğü işleyen, İslâmiyet'e uymayan
sapıklar, kendilerine melâmî dediler. Hâlbuki melâmîler, beş vakit namaz gibi farzları câmide
kılarlar, haramlardan kaçınıp, nâfile ve sünnetleri evlerinde gizli kılar ve şöhretten sakınırlar.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MELE-İ A'LÂ:
En yüksek topluluk, meleklerden veya onların büyüklerinden meydana gelen cemâat,
topluluk. Melekler âlemi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz size yakın olan göğü yıldızların ziyâsı ile süsledik. Onu itâattan çıkan her
şeytandan koruduk. Ki onlar mele-i a'lâ-yı dinleyemezler. (Sâffat sûresi: 6-9)
Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği kimseler, sâlihler, dünyâda iken iyi işler yapmış
olanlar, vefât ettikten sonra ruhları mele-i a'lâ arasına katılır. Mele-i a'lânın işi, Rablerine
yönelmiş olarak devamlı O'nu anmaktır. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)
Mele-i a'lâ, Allah ile kulları arasında elçilik vazîfelerini görürler, insanların kalblerine
hayır, iyi şeyleri ilhâm ederler, onlar da herhangi bir sebeble hayır düşüncelerinin uyanmasına
vesîle olurlar. Allahü teâlânın dilediği yerlerde toplanırlar. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)
MELEK:
Allahü teâlânın nûrdan yarattığı gözle görülmeyen mâsum (kötülüklerden korunmuş)
varlıklar. Çokluk şekli, melâike'dir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Melekler Allah'ın sözünün önüne geçmezler. Hep O'nun emri ile hareket ederler.
(Enbiyâ sûresi: 27)
O'nun (Allahü teâlânın) katındaki melekler, kendisine ibâdet etmekten ne kibirlenirler
ne de yorulurlar. Gece gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar. (Enbiyâ
sûresi: 19,20)
Bir kimse bir mü'minin ihtiyâcını karşılamak için yürüse, Allahü teâlâ yetmiş bin
meleği ona sâyebân eder. Eğer sabah vakti ise akşama kadar, akşam vakti ise sabaha
kadar ona rahmet ile duâ ederler. Allahü teâlâ her bir ayağını kaldırdıkta onun bir
günâhını affeder ve bir derece yükseltir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Melekler, nûrdan, cinler, dumanı olmayan hâlis bir ateşten yaratıldı. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Melekten gelen ilhâm İslâmiyete uygun olur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyetten
ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmezler.
Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmezler, doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlânın azameti,
celâli ve büyüklüğünden korkudadırlar. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri
yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Melekler nûrânî cisimlerdir. Muhtelif şekillere girebilirler. Melek ile cin yaratılış
bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdir, kıymetlidir. Cin hakirdir,
kıymetsizdir. Melekte nûr (ışık) kısmı, cinde ise alev maddesi fazladır. Elbette nûr, zulmetten
efdâldir, daha kıymetlidir. Meleklerin, cinnîlere yakınlığı, insanın hayvana yakınlığı gibidir.
(Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Sayısı en çok mahlûk, meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse
bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükûda
veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda,
cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her
reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazîfeleri vardır. Her yerde Allahü teâlânın
emirlerini yaparlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Melek-ül-Mevt:
Ölüm meleği, Azrâil aleyhisselâm. (Bkz. Azrâil Aleyhisselâm)
Allahü teâlâ Kur'ân-kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm onlara) de ki: Sizin canınızı almaya vekil kılınan Melek-ül-mevt canınızı
alacak; sonra döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz. (Secde sûresi: 11)
Melek-ül-mevt, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste! O meleği
kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da, bu saattir. Zîrâ,
Melek-ül-mevt, âni gelir. (İbrâhim bin Edhem)
Yavrucuğum! Tövbeni tehir etme! Zîrâ melek-ül-mevt âni gelir. (Lokman Hakîm)
Melek-ül-Mukarreb:
Huzûru ilâhide bulunan melekler.
... Kıyâmet, Cumâ günü kopar. Melek-ül-mukarreb, yer ve gökler, o günün dehşetinden
korkarak feryâd ederler. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
MELEKE:
Yerleşmiş huy, alışkanlık, tabiat.
Din bilgisini öğreniniz. Geliş-gidişlerinizde, oturup kalkmalarınızda, kısaca her vakit
kalbinizi Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamakla meşgul ediniz. Böylece dâimâ Allahü teâlâyı
hatırlama melekesi hâsıl olur. (Ebü'l-Hayr Fârûkî)
Dünyâda ve âhirette seâdete kavuşmak, rahat etmek isteyen kimse bütün uzuvlarının
günâh işlemesine mâni olmalıdır. Günâh işlememek kalbinde meleke hâlini almalıdır. Bunu
başarabilen kimseye müttekî veya sâlih denir. (Hâdimî)
MELEKÛT ÂLEMİ:
Gözle görülmeyen âlem, ruh ve mânâ âlemi. Buna yalnız Melekût da denir. (Bkz. Âlem)
Eğer şeytanlar, âdem-oğlunun (insanoğlunun) kalblerinde dolaşmasaydı; onlar melekût
âlemine bakarlardı. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)
Mîdesini dolduran kimse, melekût âlemine yükselemez. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kadir gecesi, melekût âleminin esrârından (sırlarından) bâzı sırların keşf olduğu gecedir.
Allahü teâlânın; "Muhakkak O'nu (Kur'ân-ı kerîmi) kadr gecesinde indirdik" buyurmaktan
murâdı da budur. (İmâm-ı Gazâlî)
İlmin kaynağı ve hidâyetin (doğru yolun) ışığı olunuz. Evinizde oturun, gece ibâdetle
evinizi nûrlandırın. Gönüllerinizden mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) çıkarın, fazla
süslenmeyin, iki eski elbise yeter. Böyle yapmakla, mülk (madde)âleminden saklanır
(gizlenir), melekût âleminde bilinmiş (tanınmış) olursunuz. (Abdullah ibni Mes'ûd)
MELİK (El-Melik):
1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında, sıfatlarında, hiçbir
şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin
sâhibi, yaratıcısı.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O Allahü teâlâ hak ma'bûd'dur. O'nun ortağı yoktur. O melik'tir, mülkü hiç yok
olmaz... (Haşr sûresi: 23)
Her gün öğle vakti kim el-Melik ism-i şerîfini yüz kere söylerse, kalbi temizlenir ve
üzüntüsü gider. (Yûsuf Nebhânî)
2. Pâdişâh, hükümdar.
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Habeşistan meliki Necâşi'ye
gönderdiği dâvet mektubunun bir kısmı şöyledir:
"Bismillâhirrahmânirrahim!
Allahü teâlânın resûlü Muhammed (aleyhisselâm)den Habeş meliki Necâşî
Eshame'ye!..
Ey melik! Ben seni, eşi ortağı olmayan Allahü teâlâya îmâna, O'na ibâdet etmeye, ve
bana tâbi olmaya, Allahü teâlânın bana gönderdiklerine inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü
ben; Allahü teâlânın bunları tebliğ etmeye me'mûr resûlüyüm. Şimdi ben sana lâzım olan
tebligâtı yapmış, dünyâ ve âhiret seâdetini sağlayacak nasihatı etmiş bulunuyorum.
Nasihatımı kabûl ediniz. Hidâyete eren, doğru yola kavuşanlara selâm olsun. (Kastalânî,
İbn-i Hişâm)
Melik-i Adûd:
Hükûmeti, idâreyi kuvvet zoru ile ele geçiren kimse, sultan. Buna halîfe-i câire de denir.
Biz bu işe peygamberlikle ve Allah'ın rahmeti ile başladık. Bundan sonra hilâfet ve
rahmet olur. Ondan sonra, melik-i adûd olur. Ondan sonra da, ümmetimde zulm, işkence
ve fesâd olur. İpekli giymek, içki içmek ve zinâ helâl yapılır ve yardımcıları çok olur.
Kıyâmete kadar böyle gider. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Hazret-i Muâviye'nin melik (sultan, devlet başkanı) olacağına hadîs-i şerîfle de işâret
vardır. Bunun için hazret-i Muâviye, hazret-i Hasen hilâfeti (halîfeliği) kendisine teslim
ettikten ve Eshâb-ı kirâm oy verdikten sonra, halîfe-i âdil olmuştur. Bu büyük sahâbiye
melik-i adûd demek ve bu kelimeye zâlim gibi ağır mânâlar vermek büyük iftirâdır. Hele
melik-i adûdu azgın kral diye tercüme etmek ise, büyük bir hatâ ve yanlıştır. (Şâh Veliyyullah
Dehlevî)
MEL'ÛN:
Lânetlenmiş, tard olunmuş, kovulmuş. (Bkz. La'net)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: Ey mel'ûn! Âdem'e niçin secde
etmedin? (buyurunca) İblis dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten onu ise
topraktan yarattın. (A'râf sûresi: 12)
Dünyâ (Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhirete zarar veren şeyler) mel'ûndur. Dünyâda,
Allahü teâlâ için olanlardan başka her şey mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Dünyâlık (haram ve mekrûh) olan şeyler mel'ûndur. Allah için olan şeyler, Allahü
teâlânın râzı olduğu şeyler, mel'ûn değildir. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Ahlâkını, hareketlerini, sözlerini ve şeklini kadınlara benzeten kimseye muhannes denir.
Böyle yapanlar mel'ûndur. Bunlar için hadîs-i şerîfte; "Kendilerini kadınlara benzeten
erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara Allahü teâlâ la'net etsin." buyruldu. (Abdülhak-ı
Dehlevî)
MEMLÛK:
Hür olmayan insan. İslâm hukûkunda harbde esir alınıp, İslâm memleketine getirilen
kimse, köle. (Bkz. Köle)
MEMNÛ':
Yasak. Dînen yasak edilmiş.
Almak memnû' olan şeyi vermek dahi memnû' olur. Meselâ rüşvet almak, alan hakkında
memnû' olduğu gibi, vermek dahi veren hakkında memnû'dur. (Mecelle: 34)
İşlenmesi memnû' olan şeyin istenmesi dahi memnû' olur. Yâni bir şeyin işlenmesi yasak
ise, o şeyin yapılmasını başkasından istemek ve yapılmasına vâsıta ve âlet olmak dahi
memnû'dur. Meselâ, bir kimsenin başkasına eziyet ve mal veya canına zarar vermesi ve rüşvet
alması ve yalan yere şâhitlik yapması memnû' işlerden olduğu gibi, bunları başkasına
yaptırması veya teşvik etmesi ve zorlaması da memnû'dur. (Mecelle: 35)
Zarûretler, memnû' olan şeyleri mubâh kılar. Mâni zâil, yok oldukta memnû' avdet eder
(geri gelir). Meselâ bir kimsenin avret mahalline (yerine) bakmak memnû' ise de, yara ve
başka hastalık hâlinde zarûret hâli sebebiyle hekim (doktor) ve cerrâh ebe gibi kimselerin
bakması mubâh olur. (Mecelle: 21)
MEN VE SELVÂ:
Mûsâ aleyhisselâmın duâsı ile Allahü teâlânın İsrâiloğullarına gökten yağdırdığı kudret
helvası (men) ve bıldırcın eti (selvâ).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz Tîh sahrâsında sizin üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selvâ gönderdik ve
dedik ki:Size rızık olarak verdiğimiz bu helâl, güzel şeylerden yiyin (fakat sonrası için
biriktirmeyin dedik. Biriktirdikleri ise kurtlandı, yiyemediler. Böyle yaparak itâatsizlikte
bulunmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilâkis kendi nefislerine
zulmettiler. (Bekara sûresi: 57)
İsrâiloğulları Tîh sahrâsına düştüklerinde yiyecek istediler. Mûsâ aleyhisselâmın duâsı
bereketiyle Allahü teâlâ onlara men indirdi. Men'in ne olduğu husûsunda değişik rivâyetler
vardır. Demişlerdir ki: "Allahü teâlâ bu men'den her gece yapraklar üzerine her kişi için
yetecek miktârda yağdırdı. Bunu yiyen İsrâiloğulları; "Ey Mûsâ! Tatlı yemekten usandık.
Allahü teâlâya duâ et de bize yiyecek et versin" dediler. Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü
teâlâ onlara selvâ indirdi. Her kişi men ve selvâdan bir gece ve bir gün yiyeceği kadar alırdı.
İsrâiloğulları bu nîmetin de kıymetini bilmediler. Men ve selvâdan bıktık; bakla, soğan, gibi
şeyler isteriz dediler. Nîmete şükretmediler. Men ve selvâyı da depo edip biriktirmeye
başladılar. Fakat bunlar kurtlanıp bozuldu, yiyemediler. (Sa'lebî, Kisâî, Nişancızâde)
MENÂKIB:
Menkıbeler. Velîlerin, Allahü teâlânın sevgili kullarının güzel iş, hareket, söz ve
kerâmetlerini konu edinen hikâye ve hâtıralar, bu hususta yazılmış kitapları. Menkabenin
çokluk şeklidir. (Bkz. Menkıbe)
Menâkıb, Allahü teâlânın ordularından bir ordudur. Allahü teâlâ onunla tasavvuf
yolcularının (müridlerin) kalblerini kuvvetlendirir. Bu sözümüzün delîli; "Biz sana
peygamberlerin kıssalarını anlatıyoruz, bununla kalbini tesbit ve takviye ediyoruz"
meâlindeki Hûd sûresi 20. âyet-i kerîmesidir. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Evliyânın menâkıbını dinlemek, onlara olan muhabbeti, sevgiyi artırır; Eshâb-ı kirâmın
(Peygamber efendimizin arkadaşlarının) menkıbeleri îmânı kuvvetlendirir. (Seyyid
Sıbgatullah)
MENÂSİK:
Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli ibâdetler, vazifeler.
Nüsük kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Nüsük)
Haccın menâsikini benim yaptığım gibi yapın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Tavâf (Kâbe etrâfında yedi kere dönmek) ve sa'y (Safâ ve Merve arasında gelip gitmek)
hac ve ömrenin menâsikindendir. (M.Zihni Efendi, A.Haskefî)
Menâsik-i Hac:
Haccın nüsükleri.
Âdem aleyhisselâm menâsik-i haccı yaptığında, melekler gelerek kendisini tebrik etti ve
haccın mebrûr (kabûl) olsun; biz burayı senden iki bin sene evvel ziyâret ettik dediler.
(İmâm-ı Gazâlî)
MENDÛB:
Yapılması hâlinde sevâb, yapılmazsa günâh olmayan şeyler. Edeb ve müstehab da denir.
Namaz vakti girmeden önce abdest almak mendûbdur. (İbrâhim Halebî)
Abdest alıp namaz kıldıktan sonra bu abdest bozulmadan tekrar abdest almak mendûbdur.
(Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Mendûbları yapmak sevâb olur, yapmamak, suç değildir. Sevâbından mahrûm kalınır.
(Alâüddîn Haskefî)
MENFEAT:
Fayda, çıkar.
Bir malı, bir evi kirâya vermek; menfeatini belli bir karşılıkla satmak demektir. (Abdullah
Mûsulî)
Her menfeat getiren borç ribâ (fâiz)'dir. (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse ibâdetlerini dünyâ menfeati düşünmeden yaparsa, ihlâsla amel edenlerden olur.
(Hâdimî)
Bir kimse dünyâ menfeati için sana yaklaşırsa, ondan uzak dur. Menfeatini düşünen
kimseyi kendin için tehlikeli kabûl et. (Ebüssü'ûd el-Bâzinî)
MENHÎ:
Nehyedilen, yasaklanan şey.
Abdest alırken bâzı menhîler vardır. Bunları yapmak haram veya mekrûhtur. Sağ el ile
sümkürmek, kıbleye ve mushafa karşı ayak uzatmak mekrûhtur. Mushaf yüksekte ise, mekrûh
olmaz. Tahâretlenmek için birinin yanında avret (ayıb) mahallini açmak haramdır. (Halebî)
Dîn-i İslâm'ın temeli, îmânı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Ayrıca
dînimizce bildirilen bâzı menhîler vardır ki, bütün müslümanların bunları iyi öğrenmesi
lâzımdır. (Yûsuf Sinânüddîn)
MENÎ:
Yerinden şehvetli (lezzetli) veya şehvetsiz olarak kopup, ayrılıp, erkekten koyu beyaz,
kadından akıcı sarı olarak gelen sıvı.
Erkek olsun kadın olsun menî şehvetle çıkınca veya ihtilâm ile yâni rüyâda şehvetlenip
uyandığı zaman menî veya mezy akmış olduğunu gören kimse, cünüp olur yâni gusül (boy)
abdesti alması lâzım gelir. (İbn-i Âbidîn)
Dayak yemek, ağır bir şey kaldırmak veya bir yerden düşmek gibi sebeplerle (şehvetsiz)
menî çıkınca, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde gusül abdesti almak lâzım olmaz. Şâfiî
mezhebinde ise, lâzım olur. Şâfiî mezhebini taklid eden Hanefî'nin, buna da dikkat etmesi
lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde menî, mezy ve idrârdan sonra çıkan vedî ismindeki beyaz, bulanık,
koyu sıvı, kaba necâsettir. (İbn-i Âbidîn)
MENKIBE (Menkabe):
Bir zâtın güzel iş, söz ve hallerini, hayâtını konu edinen hikâye ve hâtıralar. Çoğulu
menâkıbdır. (Bkz. Menâkıb)
Ebû Bekr'in radıyallahü anh bir menkıbesinde şöyle anlatılır: Hazret-i Ebû Bekr bir
defâsında şüpheli bir şey yemişti. Bunu anlayınca, hemen zorla istifrâ edip (kusup), mîdesini
boşalttı ve sonra şöyle duâ etti: "Allah'ım! Bilmeden yaptım. Çıkarabildiğim kadarını
çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan hesâba, sorguya çekme" diye yalvardı.
(A. Şa'rânî)
Osman radıyallahü anh hakkında bir menkıbe de şöyledir: Bir gün hazret-i Osman,
kölesinin kulağını biraz şiddetli çekmişti. Sonra bu yaptığına pişmân oldu. Kölesine; "Ben
senin kulağını nasıl çekmişsem, sen de benim kulağımı öyle çek" buyurdu. Kölenin
edebinden yapmak istemediğini görünce ısrâr etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı. (Yûsuf
Nebhânî)
Hazret-i Ebû Bekr'in menkıbeleri, tevâzuu ve cömertliği dillerde destan olmuştur. 142
hadîs-i şerîf bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi toplayarak İslâmiyete en büyük hizmeti yapmıştır.
Ensâb ilminde çok ileri olup eşi yok idi. (M. Sıddîk Gümüş)
MENKÛL:
1.Nakledilebilen, taşınabilen.
Menkûl malların kabz edilmeden önce satılması câiz değildir. (Mecelle)
Vakıf veya mîrî yer üzerindeki ağaçlar ve binâlar menkûl kabûl edilir. (Mecelle)
2.Başkasından bildirilen, ulaşan haber, söz. (Bkz. Nakil)
MENNÂN (El-Mennân):
"Çok ihsân eden" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).
MENSÛH:
Hükmü yürürlükten kaldırılmış. Sonraki hükümle değiştirilmiş dînî hüküm. (Bkz. Nesh)
Dört mezheb imâmının ve bunların yetiştirdiği büyük âlimlerin bir hadîs-i şerîfi
görmemelerine imkân ve ihtimâl yoktur. Onlardan hiçbirinin bir hadîs-i şerîfe uymaması bu
hadîsin mensûh veya tevili, îzâhı olduğuna icmâ hâsıl olur. (Senâullah Dehlevî)
Mezheb imâmının bildirdiği bir meseleye muhâlif bir hadîs-i şerîf görülürse, bunu mezheb
imâmı veya talebesi olan müctehidler görmüş olup, mesûh olduğu veya delîli noksan olup,
sıhhati (doğruluğu) sâbit olmadığı bilinmeli. Bu meselenin başka sahîh hadîsten alınmış
olduğu düşünülmelidir. (Dâvûd bin Süleyman)
Ehl-i sünnet âlimleri, Kur'ân-ı kerîmdeki muhkem (hüküm bildiren), müteşâbih (mânâsı
kapalı), nâsih (hükmü kaldıran) ve mensûh âyet-i kerîmeleri ayırmışlardır. Mukallid olanların
bu hususta müctehid imâmlara tâbi olmaları lâzımdır. (İbn-i Hümâm)
MERDÛD:
1. Reddedilen, kabûl edilmeyen.
Bir kimse, dinde olmıyan bir şey, bir yenilik meydana çıkarırsa, bu şey merdûddur.
(Hadîs-i şerîf-Hadîka)
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî
etmedikçe, tevellî olmaz; yâni düşmandan uzaklaşmadıkça, dosta dostluk olmaz. Düşmanlık,
düşmanlara yapılmalıdır. Dostlara düşmanlık merdûddur. (İmâm-ı Rabbânî)
"Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da yanında idi.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Yâ Ebâ Bekr! Ahmed'in (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin)
makbûlü (Kabûl ettikleri, beğendikleri) benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûlüdür.
Ahmed'in merdûdünü ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz." (Ahmed Fârûkî)
İnsanoğlu son nefeste rûhunu teslim edeceği zaman, susayarak ve yüreği yanıp tutuşarak
dört yanına bakar. İnsan bu hâldeyken, şeytan fırsat bulup, îmânını almak için, başının ucuna
gelir. O merdûd, elinde bir kadeh tutar. İçinde buzlu su, hastanın başının ucunda o kadehi
çalkalar ve; "(Hâşâ) Âlemlerin yaratıcısı yoktur dersen, bu suyu sana veririm" der. (İmâm-ı
Gazâlî)
2. Allahü teâlânın huzûrundan kovulmuş, reddedilmiş mânâsına, şeytan.
MERFÛ' HADÎS:
Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının);
"Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdikleri hadîs-i şerîf. Buna, hadîs-i
mevsûl de denir. (Bkz. Hadîs)
MERHABA:
1."Hoş geldiniz" mânâsına iltifât tâbiri.
Fakîrler, bir adamı Resûlullah efendimize gönderdiler. Adam; "Ben, fakirlerin sana
gönderdikleri bir elçiyim (görevliyim)" deyince; Peygamber efendimiz; "Sana ve seni
gönderenlere merhabâ, onlar benim sevdiğim kimselerdir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İhyâu
Ulûmiddîn)
Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) mîrâc (Peygamberimizin göklere
çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece) ile ilgili hadîs-i şerîfte, Resûl aleyhisselâm,
mîrâc yolculuğunda yedi semâ (gök) katında da; "Merhabâ" diyerek karşılanmıştır.
(Abdülhak-ı Dehlevî)
Kelime-i şehâdet getirmenin (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve resûlüh demenin) yüz otuz kadar faydası vardır. Bunlardan ölürken olan
faydasından birisi de; Merhabâ ey mü'min! Sen cennetliksin" denmesidir. (M. Ali Nâsıf)
Merhabâ ey uşşâka sâkî merhabâ
Merhabâ ey âli sultân merhabâ
Merhabâ ey derde dermân merhabâ
Merhabâ ey şefî'-i rûz-i cezâ
Merhabâ sen rahmetenli'l-âlemîn.
(Süleymân Çelebi)
2."Râhat oturun" mânâsına bir iltifat tâbiri.
MERHALE:
Menzil, konak. İki konak arası. Bir kimsenin bir günde yürüdüğü yol.
Merhale otuz dört kilometre ve beş yüz altmış beş metredir. Bir kimsenin bir günde
yürüdüğü yoldur. Akşama kadar hep yürümesi şart değildir. Kısa günde sabah namazından,
öğleye kadar yürümesi kâfidir. (İbn-i Âbidîn)
MERHAMET:
Şefkat, acıma, bağışlama.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
... Allahü teâlâ kullarına çok merhamet edicidir. (Bekara sûresi: 207)
... Allahü teâlâ sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhamet sâhibidir. (Zümer sûresi: 53)
Birbirlerine merhamet edenlere Allahü teâlâ merhamet eder. O, merhamet edicidir.
Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, gökte olanlar da size merhamet etsin. (Hadîs-i
şerîf-Mişkât)
Allahü teâlâ merhameti yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu kendi katında alıkoydu.
Yeryüzüne birtek parça indirdi. Bu bir parça yüzünden mahlûkât (yaratıklar) birbirine
merhamet ederler. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Şeytan; "Allahü teâlâ rahîmdir, affeder" diyerek insanı günâh işlemeğe sürükler. Hâlbuki
kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr
eder, kazanır. Kötü konuşan, günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişman olur. (Lokman
Hakîm)
Gençlikte Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyarlıkta
affına, merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî)
MERTEBE:
Derece, makam.
Mukarreb olan büyükler nefislerine köle olmaktan kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ için hâlis
kul olmuşlardır. Bu mertebe mukarreblerin en üstün derecesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği Abdiyyet makâmıdır. Vilâyet
derecelerinde, Abdiyyet makâmının üstünde hiçbir derece yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Mertebe-i Vehm:
Var olmadığı halde, var görünen.
Bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan tutup, ipi elimiz etrâfında çevirirsek, dönen
taş, karşıdan dâire şeklinde görünür. Dönen taş, nokta-i cevâledir (dönen noktadır). Görünen
dâire de vehmîdir, hayâlîdir. Aslında dâire yoktur. Yalnız bir görünüştür. İşte Allahü teâlâ
bütün mahlûkları mertebe-i vehmde yaratmıştır. Fakat görünüşlerini devâm ettirmektedir.
Âlem mevhumdur sözünün mânâsı budur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâriçte mevcûd olan yalnız Allahü teâlâdır. Mehlûkların hepsi mertebe-i vehmde olup,
O'nun kudretinin görünüşleridir. (İmâm-ı Rabbânî)
Hak teâlâ eşyâyı his ve mertebe-i vehmde yaratmıştır. Onları varlıkta durdurmaktadır.
Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve nîmetleri bunlara bağlı kılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)
MERVE:
Kâbe-i muazzamanın yakınında bulunan ve hacda, aralarında sa'y denilen ibâdetin
yapıldığı iki tepeden biri. (Bkz. Safâ ve Merve)
Son yapılan asfalt caddelere göre, Mina ile Mekke arası dört buçuk, Mina ile Müzdelife
arası 3.3 ve Müzdelife ile Arafat arası 5.4 kilometre, Safâ ile Merve arası üç yüz otuz metre,
Safâ tepesindeki kemer ile Kâbe arası yetmiş metre oldu. (M. Sıddîk Gümüş)
MERYEM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on dokuzuncu sûresi.
Meryem sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Doksan sekiz âyet-i kerîmedir.
Hazret-i Meryem ve onun Îsâ aleyhisselâmı dünyâya getirmesi anlatıldığından, sûre bu ismi
almıştır. Sûrede; Îsâ aleyhisselâmın, hazret-i Meryem'den babasız olarak dünyâya gelmesi
kıssası, Mûsâ, İsmâil, İdrîs peygamberlerin aleyhimüsselâm medhi ve bunlardan sonra gelen
bâzı kavimlerin kötülükleri, inkârcıların kıyâmet günü uğrayacakları azâb bildirilmektedir.
(İbn-i Abbâs, Senâullah Dehlevî, Muhammed bin Hamza)
Allahü teâlâ Meryem sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Mü'minler) orada (Cennet'te) boş söz işitmezler, ancak (meleklerden veya birbirlerinden)
selâm işitirler. Orada, sabah-akşam rızıkları da (ayaklarına) gelecektir. (Âyet: 62)
MESÂNÎD:
Meşhûr ve çok kıymetli hadîs kitablarından; İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in "Müsned'i",
Ebû Ya'lâ'nın "Müsned'i", Abdullah Dârimî'nin "Müsned'i" ve Ahmed Bezzâr'ın
"Müsned'i"nin hepsine birden verilen isim. (Bkz. Müsned)
MESBÛK:
Cemâatle namaz kılınırken imâma birinci rek'atte yetişemeyen yâni ilk rek'atin rükûundan
sonra imâma uyan kimse.
İmâm iki tarafa selâm verdikten sonra, mesbûk ayağa kalkarak yetişemediği rek'atleri kazâ
eder (kılar) ve kırâatleri (okumayı) birinci, sonra ikinci, sonra üçüncü rek'at kılıyormuş gibi
okur. Oturmağı ise, dördüncü, üçüncü ve ikinci rek'at sırası ile yâni sondan başlamış olarak
yapar. (Halebî)
MESCİD:
Müslümanların ibâdet yaptıkları yer.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
De ki: "Rabbim adâleti emr buyurdu. Her mescidde yüzünüzü kıble tarafına çevirin ve
dinde samîmi olarak O'na ibâdet edin. İlkin sizi nasıl O yarattı ise, yine O'na döneceksiniz.
(A'râf sûresi: 29)
Ey âdemoğulları! Her mescid huzûrunda namaz kılacağınız zaman zînetinizi (avretinizi
örten elbisenizi) giyiniz. Yiyin-için, ama isrâf etmeyin. Çünkü Allahü teâlâ isrâf edenleri
sevmez. (A'râf sûresi: 31)
Mescidleri yol yapmayınız! Mescidlere zikr ve salât (namaz) için giriniz. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Her kim Allahü teâlânın rızâsını umarak küçük veya büyük bir mescid yaparsa, Allahü
teâlâ da ona Cennet'te köşk yapar. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Arz kıtalarının efdali (kıymetlisi) mescidlerdir. Câmi ehlinin de en efdali, ilk girip son
çıkandır. İlk cemâate gelen, ilk müslüman olan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mescidler yeryüzünde Allahü teâlânın evleridir. Mescidde namaz kılanlar, Allahü teâlânın
misâfirleridir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz
uçarlar, kaçarlar. (İmâm-ı Mâlik)
Mescidde oturan kimse, Allahü teâlânın huzûrunda demektir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)
Ne mutlu evlerini mescid yapanlar. Mescidler, takvâ sâhiplerinin (haramlardan ve
günâhlardan sakınanların) evleridir. (Ka'b-ül-Ahbâr)
Mescid-i Aksâ:
Kudüs'te Süleymân aleyhisselâm tarafından yaptırılan mescid. Beyt-i Mukaddes (Makdis).
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Her türlü noksanlıktan) münezzeh bulunan (Allah), kulunu (Muhammed sallallahü
aleyhi ve sellemi) geceleyin (Mekke'deki) Mescid-i Harâm'dan alıp, kendisine âyetlerimizi
gösterelim diye; etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Muhakkak O
Semî'dir (işitendir) ve Basîrdir (görendir). (İsrâ sûresi: 1)
Resûlullah efendimiz yatağında iken uyandırılıp, mübârek bedeni ile Mekke şehrinden
Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra Allahü teâlânın
dilediği yerlere götürüldü. Mîrâca böyle inanmak lâzımdır. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah efendimiz Mîrâc gecesi, Mescid-i Aksâ'da peygamberlere imam olup, yatsı
yâhut sabah namazını kıldırdı. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
1099 yılında haçlı ordusu Kudüs'e girdi.Şehirdeki halkın hepsini kılınçtan geçirdi.
Mescid-i Aksâ'ya sığınmış olan yetmiş binden ziyâde müslüman öldürdü. Bunlar içinde
âlimler, zâhidler, eli silah tutmaz ihtiyarlar çoktu. (Ahmed Cevdet Paşa)
Mescid-i Dırâr:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz zamânında münâfıkların (inanmadıkları
hâlde, müslüman görünenlerin) fitne, fesâd yuvası ve silah deposu olarak Kubâ'da
yaptırdıkları mescid.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Bir de şunlar var ki, küfür için, mü'minlerin arasına tefrika (ayrılık) sokmak için ve
bundan evvel Allah ve Resûlü ile harb edeni (râhip Ebû Amr'ın gelmesini) beklemek ve
gözetmek için Mescid-i Dırârı yaptılar. Bununla berâber, hüsn-i niyetten başka bir
murâdımız yoktu diye yemîn de ederler. Fakat Allah şâhid ki, bunlar şeksiz şüphesiz
yalancıdırlar. (Tevbe sûresi: 107)
Mescid-i Harâm:
Ka'be-i muazzamanın etrâfında üstü açık olan câmi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Namazda) yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Bu emir Rabbinden gelen bir
gerçektir. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir. (Bekara sûresi: 149)
Mescid-i Harâm'da namaz kılmanın fazîleti, benim bu mescidimde (Mescid-i Nebî) yüz
namaz kılmaktan daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kâbe ve etrâfındaki Mescid-i Harâm, müslümanların namazda kıblesidir. Buraya
dönmeleri farzdır. Yeryüzünde ilk mescid, Ka'be etrâfındaki Mescid-i Harâmdır. Her tavâftan
sonra Mescid-i Harâm içinde iki rek'at namaz kılmak sünnettir. (Eyyûb Sabri Azrakî, İbn-i
Âbidîn)
Hazret-i Ömer zamânından önce Mescid-i Harâmın duvarları yıkıktı. Ka'be'nin etrâfında
bir meydancık ve sonra evler vardı. Halîfe Ömer, Ka'be etrâfına bir metreye yakın yükseklikte
duvar çevirerek Mescid-i Harâm meydana geldi. Sonra da muhtelif zamanlarda yenilendi.
Bugünkü şekli on yedinci Osmanlı Pâdişâhı Dördüncü Sultan Murâd Han tarafından
yapılmıştır. (Eyyûb Sabri)
Mescid-i Harâm, Arabistan'daki Mekke-i mükerreme şehrinde olup, etrâfında üç sıra
kubbe vardır. Kubbeleri beş yüz adettir. Kubbelerinin altında 462 direk vardır. Mescid-i
Harâm dikdörtgen gibi olup, kuzey duvarı 164, güneyi 146, doğu duvarı 106, batısı 124 metre
uzunluğundadır. Mescid-i Harâmın 19 kapısı olup, doğu duvarında dört, batıda üç, kuzeyde
beş, güneyde yedidir. Yedi minâresi vardır. (M. Sıddîk Gümüş)
Mescid-i Hîf:
Yetmiş peygamberin namaz kıldığı bildirilen Minâ'daki mescid.
Mescid-i Hîf'te yetmiş peygamber namaz kıldı. Onlardan birisi Mûsâ aleyhisselâmdır,
sanki ben onu katvani iki aba giymiş gibi deve üzerinde ihramlı görür gibiyim. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Eğer Mekkeli olsaydım, her Cumartesi Minâ'ya gidip, Mescid-i Hîf'te namaz kılardım.
(Ebû Hüreyre)
Mescid-i Kıbleteyn:
Peygamber efendimiz Medîne-i münevverede öğle veya ikindi namazında iken kıblenin
Kudüs'ten Kâbe'ye döndürülmesi emrinin geldiği mescid.
Mescid-i Kubâ:
Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye hicret ederken Kubâ köyünde yaptıkları
mescid.
Câmilerin efdali (en üstünü)Kâbe-i muazzama, sonra bunun etrâfındaki Mescid-i Harâm,
sonra Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebî, sonra Kudüs'teki Mescid-i Aksâ ve sonra
Medîne-i münevvere şehri yanındaki Mescid-i Kubâ'dır. (Alâlüddîn Haskefî)
Mescid-i Nebî:
Peygamber efendimizin, hicretten sonra Eshâb-ı kirâm (mübârek arkadaşları) ile birlikte
Medîne-i münevverede inşâ ettiği mescid, câmi. Mescid-i Resûl, Mescid-i Saâdet ve Mescid-i
Şerîf de denilmektedir.
Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir. Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ.
(Hadîs-i şerîf-Minhat-ül-Vehbiye, Şevâhid-ül-Hak)
Sultan Abdülmecîd Han, Mescid-i Nebî'nin eski şeklini, İstanbul'da Hırka-i Şerîf
Câmiinde bulundurmak için emir buyurmuş, bunun için, 1267 senesinde, mühendis mektebi
hocalarından binbaşı ressam Hacı İzzet Efendi Medîne'ye gönderilmiştir. İzzet Efendi, her
yeri ölçerek elli üç defâ küçültülmüş bir modelini yapıp İstanbul'a gönderdi. Sultan
Abdülmecîd Han'ın yaptırdığı Hırka-i Şerîf Câmiine kondu. (Eyyûb Sabri Paşa)
Medîne'de yaşayanların, kuraklık olduğu zaman yağmur duâsı için Mescid-i Nebî'de
toplanmaları daha iyi olur. Çünkü orada Resûlullah efendimizden başka bir şey vâsıtasıyla
Allahü teâlâdan bir şey istenmez ve bir şeye kavuşulmaz. Resûlullah efendimizin de,
Mescid-i Nebî içinde yağmur duâsı yapmış olduğu Buhârî'de ve Müslim'de yazılıdır. Duâ
edilen yer, ne kadar şerefli ise, rahmet yağması o kadar çok olur. (Hasen Şernblâlî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler,
edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara bir şey dememeli, susmalıdır. Buradaki
edeblerden, saygılardan biri de susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i seâdetin yanında her sabah
ezân okur, namaz uykudan daha iyidir derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi,
Resûlullah'ın huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu dövdü. Bu da; "Yâ
Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam döğmek, söğmek, edebsizlik sayılmaz mı?" dedi.
Biraz sonra döğen kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü.
(Hâfız Ebü'l-Kâsım, Sâbit bin Ahmed Bağdâdî)
Mescid-i Seâdet:
Mescid-i Nebî.
Mescid-i Seâdeti tâmir ve tezyîn için Sultan Abdülmecîd Han kadar çok para harcayan ve
gayret eden hiçbir kimse olmamıştır. Harameyni tâmir için yedi yüz bin altın sarfetmiştir.
Tâmir 1277 (m. 1861)de tamam olmuştur. Her gün Resûlullah'a bir hizmette bulunmuştur. Bu
yolda keşf ve kerâmetleri de görülmüştür. (Eyyûb Sabri Paşa)
Ahmed bin Muhammed Sofî (rahimehullahü teâlâ) diyor ki, Hicaz çöllerinde varlığım
kalmadı. Medîne'ye Mescid-i Seâdete geldim. Hücre-i Seâdet yanında Resûlullah'a selâm
verdim. Bir yana oturup uyudum. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) görünüp; "Ahmed
geldin mi?Avucunu aç!" buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu
idi. (Merrâkûşî)
Mescid-i Şerîf:
Mescid-i Nebî.
Medîne şehrindeki Mescid-i şerîf'i hicretin birinci senesinde Resûlullah (sallallahü aleyhi
ve sellem), Eshâb-ı kirâm ile birlikte yaptılar. Hicretin ikinci senesi, Receb ayında, kıblenin
Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi emrolununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp karşı
tarafa, yâni Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Bâb-üt-tevessül denmektedir.
Medîne'de, Kudüs'e karşı on altı ay kadar namaz kılındı. Mekke'de iken, önce Kâbe'ye karşı
namaz kılınırdı. Hicretten az bir zaman önce, Kudüs'e karşı kılınması emrolundu. Mescid-i
Şerîf'in kıblesi değiştirilirken, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe'yi mübârek
gözleri ile görerek, kıblenin cihetini tâyin eyledi. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem)
namaz kıldığı yer, minber ile Hücre-i Seâdet arasında olup, minbere daha yakındır. Haccâc'ın
Medîne-i münevvereye gönderdiği mıshaf, büyük bir sandık içinde olduğundan, bu sandık, bu
yerin önündeki direğin sağ tarafına konulmuştu. Buraya ilk mihrâbı Ömer bin Abdülazîz
koymuştur. (Eyyûb Sabri Paşa)
Fıkıh âlimlerimiz (rahimehümullahü teâlâ) hac vazifesini yaptıktan sonra, Medîne-i
münevvereye gelerek Mescid-i Şerîf'te namaz kılarlardı. Sonra Ravda-i Mutahhera ile
minber-i münîri ve Arş-ı a'lâdan efdal olan Kabr-i şerîfi, sonra oturdukları, yürüdükleri,
dayandıkları yerleri, vahy geldiği zaman dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve tâmir
edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin (radıyallahü teâlâ
anhüm ecmâîn) geçtikleri yerleri ziyâret ederler, görmekle bereketlenirlerdi. Onlardan sonra
gelen âlimler, sâlihler de, hacdan sonra Medîne'ye gelirler, fıkıh âlimlerimiz gibi yaparlardı.
Bugüne kadar hacılar da, bunun için Medîne-i münevverede ziyâret yapmaktadırlar. (M.
Sıddîk Gümüş)
MES'ELEDE MÜCTEHİD:
Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak,
dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.
Tahâvî, Hassâf, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî,Şems-ül-eimme Serahsî, Fahr-ül-islâm
Pezdevî, Kâdıhân ve benzerleri mes'elede müctehid âlimlerdir. (İbn-i Kemâl Paşa)
MESH:
1.Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken,
ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol
mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa doğru çekme.
Resûlullah efendimiz abdest almak istediklerinde ben su döktüm. Abdest aldılar ve
mestleri üzerine meshettiler. (Mugîre bin Şu'be)
Mest üzerine mesh müddeti mukîm (yolcu olmayan) için yirmi dört saat, misâfir için üç
gün üç gece yâni yetmiş iki saattir. Bu müddet, mesti giydiği zaman değil, mest giydikten
sonra abdesti bozulduğu zaman başlar. (İbn-i Âbidîn)
Mest üzerine mesh etmeyi Eshâb-ı kirâmdan yetmişin üzerinde sahâbî bildirmiştir.
Bunlardan biri de hazret-i Ali'dir. (Abdullah-ı Süveydî)
Gusül (boy) abdesti alırken veya teyemmüm ederken mest üzerine mesh edilmez. (Halebî)
2.Bir uzva veya sargıya ıslak eli sürme.
İmâme, yâni sarık ve kalensüve, yâni takke ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske
üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Cebîre yâni kırık kemiğin iki yanına bağlanan tahtalar üzerine mesh câizdir. (Halebî)
MESÎH:
1. Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Meryem oğlu Mesîh bir peygamberden başka bir şey değildir. Ondan evvel de
peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sâdıka (doğru) bir kadındı... (Mâide sûresi: 75)
Meryem oğlu Mesîh, Allah'ın kendisidir diyenler, şüphesiz kâfir olmuşlardır. Hâlbuki
(Bizzât) Mesîh şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan
Allah'a kulluk edin. Zîrâ kim Allah'a ortak (eş) koşarsa, (hiç şüphesiz) Allah, ona Cennet'i
haram kılar. Onun varacağı yer ateş (Cehennem) dir. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.
(Mâide sûresi: 72)
Ve: "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesîh Îsâ'yı öldürdük" demeleri sebebiyle
(dir ki, kendilerini rahmetimizden) kovduk. Hâlbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar
da. Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (Îsâ) gibi gösterildi. Esâsen, Îsâ'nın katli
(öldürülmesi) husûsunda ihtilâfa düştüler. (Bu konuda) kesin bir şek (şüphe) içindedirler.
Onların buna (onun öldürülmesine) âit hiçbir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan
peşindedirler. Onu gerçekten öldürmemişlerdir. (Nisâ sûresi: 157)
Azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, diğer peygamberlerden mîsâklarını (sözleşmelerini)
aldığı gibi, benden de mîsâk aldı. Meryem oğlu Mesîh Îsâ, beni müjdeledi ve
Peygamberinizin annesi, rüyâsında, iki ayağının arasından bir nûr çıktığını ve o nûr ile
Şam'ın köşklerinin aydınlandığını gördü. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden çeşitli rivâyetler
(nakiller) gelmiş olup, bâzıları şunlardır:
a) Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için bu isim verilmiştir. b)
Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile hasta iyi olurdu. Bunun için mesîh
denilmiştir. c)Îsâ aleyhisselâmın yeryüzünde çok seyâhat etmesi sebebiyle bu isim verilmiştir.
d)Mesîh, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hazret-i Îsâ'nın şeref ve fazîletinin
üstünlüğünü bildirmek için bu mânâya işâretle Mesîh denilmiştir. (Fahreddîn-i Râzî)
2. Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı
fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.
Dikkat ediniz! Deccâl Mesîh'in sağ gözü şaşıdır. Onun gözü sanki salkımındaki
emsâlinden dışarı çıkmış, iri bir üzüm tânesi gibidir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Deccâle de Mesîh denir ki, onun hâşâ fazîletlerle (güzelliklerle, iyiliklerle) hiçbir ilgisi
yoktur. Ona Mesîh denmesinin sebebi, gözünün birinin silik olup, tek gözlü olduğu veya
kendisinden hayır silindiği, yâhut ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa zamanda dolaşacağı
içindir. (Ahmed Nâim Efendi)
MESKÛKÂT:
Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralar.
Meskûkâttan altın paralara (dînâr); gümüş paralara (dirhem) denir. (Eyyûb Sabri Paşa)
MESNEVÎ:
1.Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve
altı defter olan meşhûr eseri.
Mesnevî'deki hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: "İçinizde gizli olan
düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahv olurdu. Ne gönlünüzde duâ
edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulabilirdiniz."
Bir tasavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip pişmeden,
olgunlaşmadan Mesnevî okutmak, tasavvuf kitablarını yalnız kendi bilgisine göre açıklamaya
kalkışmak zararlı olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
İslâm dînine inanmayanlar, vaktiyle Allahü teâlânın Tevrât ve İncîl kitaplarını
değiştirdikleri gibi, zaman zaman din büyüklerinin kitablarına da el uzattılar. Kitaplara bâzı
şeyler karıştırdılarsa da az zamanda meydana çıkarıldı. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri bu
sebepten dolayı Mesnevî'sini nazm şeklinde yazarak, düşmanlarının değiştirmesine imkân
bırakmamıştır. (M. Sıddîk bin Saîd)
2. Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her
beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.
MEST:
Abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla birlikte ayakları örten
deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı.
Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i sevip üstün tutmak, hazret-i Osman ve Ali'yi sevmek
ve mest üzerine mesh etmek; Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda
olanların) alâmetlerindendir. (Muhammed Rebhâmî)
Mestin, bir saat yol yürüyünce, ayaktan çıkmayacak şekilde sağlam ve ayağa uygun olması
lâzımdır. Ağaçtan, camdan, mâdenden mest olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mestli kimsenin, abdesti bozulunca, bu abdestsizlik, abdest uzuvlarına yayılırken ayaklara
değil, mestlere yayılır. Mestlerin hadesten (mânevî kirlilikten) temizlenmesi de mesh etmekle
olur. (Halebî)
Hanefî mezhebinde ayağın üç parmağı sığacak kadar yırtığı bulunan bir mest üzerine
mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
MESTÛRE:
Örtünmüş, örtülü.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında, hür kadınlar mestûre idiler. Bir kadının,
hizmetçi olmayıp, hür hanım olduğu mestûre olmasından belli olurdu. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kadınlar, cihâda mestûre olarak zevci veya mahremi (nikah düşmeyen akrabâsı) ile gider.
(İbn-i Âbidîn)
Mestûre hanımlar sokak başlarında birbirleriyle mecburiyet olmadıkça konuşmamalı,
harama düşmemeye çok dikkat etmelidir. (Senâullah Dehlevî)
MEŞAKKAT:
Zorluk, güçlük, zahmet.
Babanın evlâdı üzerinde hakkı, baba kızdığı zaman ondan korktuğunu gösterip ona
boyun eğmek, açlık ve meşakkat esnâsında önce babasını düşünüp onu kurtarmaktır.
Çünkü iyiliğe karşı iyilikle karşılık veren, akrabâlık hakkını yerine getirmiş değildir. Belki
akrabâları sıla-i rahmi (ilgiyi) kestiği zaman onları arayıp soran kimse akrabâlık hakkını
îfâ etmiş (yerine getirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ve'd-Dîn)
Bir işte meşakkat görülünce ruhsat (izin) ve vüs'at (genişlik kolaylık) gösterilir. Meselâ
meşakkat sebebiyle borcunun tamâmını birden ödemek imkânı bulunmayan borçluya,
borcunu taksitle ödemesi için müsâade edilir. (Mecelle, Ali Haydar Efendi)
MEŞ'AR-ÜL-HARÂM:
Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i
kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri
olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur. Arafât'tan
(orada vakfeden sonra seller gibi) boşanıp (hep birlikte) aktığınız zaman Meş'ar-ül-harâmın
yanında Allah'ı zikr edin. O size nasıl hidâyet ettiyse siz de O'nu öyle anın..." (Bekara
sûresi: 198)
Haccın sünnetlerinden biri; Müzdelife'de vakfeye fecr (tan yeri) ağardıktan sonra
durmaktır. Gece Müzdelife'de yatıp, fecr açılırken sabah namazını hemen kılıp
Meş'ar-ül-harâm denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar vakfeye durulur. Güneş
doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir. (Alâüddîn Haskefî)
MEŞÂYIH:
Şeyhler, velîler, evliyâ. Şeyh kelimesinin çoğuludur.
Bir kimse, meşâyıhın ervâhı (ruhları) hep hâzırdır, bilirler dese, îmânı gider. Allahü
teâlânın izni ile hâzır olurlar dese küfr olmaz. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî ve İmâm-ı
Birgivî)
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel,
hesâbınızı görünüz" emirleri sebebi ile bâzı meşâyıh her gün ve her gece yaptıkları işlerden
kendilerini hesâba çekerdi. (Muhyiddîn-i Arabî)
Meşâyıh-ı Kirâm:
Büyük velîler, büyük zâtlar.
Meşâyıh-ı kirâmın büyüklerinden biri diyor ki: Diri iken tasarruf (himmet, yardım)
yaptıkları gibi, öldükten sonra da tasarruf, yardım yapan dört büyük velî gördüm. Bunlardan
ikisi, Ma'rûf-i Kerhî ile Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. (Ahmed Hamevî)
Meşâyıh-ı Müstakîm-ül-Ahvâl:
Hâlleri İslâmiyet'in emirlerine uygun olan zâtlar.
Evliyâya hâsıl olan hâller, keşfler, eğer Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem tâbi
olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve şerîatin (İslâmiyet'in) incelikleri onda hâsıl
olmağa başlar.Sahâbe-i kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları) hepsi ve Selef-i sâlihin
(ilk asrın müslümanları) ve Meşâyıh-ı müstakîm-ül-ahvâl böyle idi. (İmâm-ı Rabbânî)
MEŞHÛR HADÎS:
İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin
Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği
hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
Meşhûr hadîse inanmayanın îmânı kalmaz, müslümanlıktan çıkar. (İbn-i Âbidîn)
MEŞÎHAT-I İSLÂMİYYE:
Bâb-ı fetvâ (fetvâ kapısı). Şeyhülislâmın bulunduğu yer.
İlmiye teşkilâtının en yüksek makâmı meşîhat-ı İslâmiyye idi. Meşîhat dâiresinin en
büyük vazifelisi şeyhülislâm idi. (Ahmed Cevdet Paşa)
Ulemâdan Ahmed ibni Kemâl Paşa, Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında 1526'dan,
1534 senesine kadar meşîhat-ı İslâmiyye makâmında idi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun
için Müftî-yüs sakaleyn (insan ve cinlere fetvâ veren müftî) adı ile meşhûr oldu. (Mecdî
Efendi)
MEŞİYYET:
İrâde, dileme, isteme. (Bkz. İrâde)
MEŞREB:
Yaratılış, tabiat, huy.
İnsanların akılları değişik, anlama kâbiliyetleri farklı olduğundan, herkes yaratıcıyı
aradığında O'nu kendi tabîatına, meşrebine, ilim ve idrâkine (anlayışına) uygun bir tarzda
tasavvur etmiştir. Çünkü insan, aklının aczi ve noksanlığı sebebi ile anlamadığını, bilmediğini
bildikleri gibi sanmıştır. Hakîkati bulduk dedikleri çoğu zaman, mecûsîlik, putperestlik gibi
şerrin, bâtıl (asılsız) şeylerin tam içine dalmış, bu sebeple şirk (ortak koşma) ve dalâlete
düşmüşlerdir. İnsan kendi başına yaratıcıyı lâyıkiyle anlayamayacağından; merhâmetlilerin en
merhâmetlisi olan Allahü teâlâ her asırda, her kavme peygamberler göndermiştir. Böylece
işin hakîkatini, doğrusunu insanlara öğretmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)
Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin keşfleri çok doğru ve çok kuvvetli olup, uzak
memleketlerdeki talebesinin evliyâlığın hangi mertebesinde olduğunu, meşrebinin nasıl
olduğunu haber verirdi. (Bedreddîn Serhendî)
MEŞRÛ':
Şerîate (İslâmiyet'e) uygun şey.
Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak Allahü
teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe
yapışıp çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. (Muhammed Bâkî-Billah)
Ana-babanın meşrû emirlerine âsî olanlar mel'ûndur. (Süleymân bin Cezâ)
Bedendeki bütün âzâlar birer emânettir. Bu nîmetleri meşrû şekilde ve meşrû yerlerde
kullanırsan, emin kimselerden olur, cenâb-ı Hakk'a karşı tam şükretmiş olursun. Bu
emânetleri gayri meşrû yerlerde kullanan insan, Allahü teâlâya isyân ve hıyânet etmiş olur.
(Süleymân bin Cezâ)
Humûd huylu olan kimse, helâl olan zevkleri, meşrû olan arzulara terk eder. Ya kendi
helâk olur, yâhut nesli kesilir. (Ali bin Emrullah)
MEŞVERET:
Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma;
danışma. (Bkz. Müşâvere)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte namazı dosdoğru kılmaktadırlar. Ve
işlerinde meşveret eder, kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak yolunda) sarfederler. (Şûrâ
sûresi: 38)
Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tâyin edecek olsa idim, elbette İbn-i
Mes'ûd'u tâyin ederdim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
Meşveret etmek, insanı pişman olmaktan koruyan bir kal'a gibidir. (Muhammed Hâdimî)
Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günâhtır. (Sâdî-i
Şîrâzî)
Herhangi bir işini bahîl yâni hasîs kimselere danışma. Çünkü, seni sonra insanlar arasında
rezîl ve rüsvâ eyler. Sâlih kimseler ile meşveret et. (Süleymân bin Cezâ)
Meşveret etmek sünnettir. Zîrâ danışarak iş yapan zarar etmez. Peygamber efendimiz
eshâbı ile çok meşveret ederdi. Bir iş için akıl, takvâ (haramlardan sakınma), hikmet (ilim ve
fen) ve tecrübe sâhibi on kişiye danışırdı. (Muhammed bin Ebû Bekr)
METÂ':
Faydalanılan şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı ancak insanları aldatıcı metâ'dır. (Âl-i İmrân sûresi: 185)
Kadın erkek, hiçbir çekinme ve kaçınma olmaksızın berâber oturmak, konuşmak ve
görüşmek sûretiyle kadınlara hürmet ediyoruz ve haklarını yerine getiriyoruz diyenler;
hakîkatte kadınları tahkîr etmekte, aşağılamakta ve ticâret metâı olarak kullanmaktadırlar.
(Harputlu İshak Efendi)
METAFİZİK:
Fizik ve akıl ötesi. Beş duyu organıyla ve tecrübeyle anlaşılamayan şeyler. Fizik ötesini
araştıran ilim, ilâhiyyât.
Metafizik bilgilerden çürük bozuk olanları dîne uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din
bilgilerinin aklî ilimlere uyan ve aklî bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebebleri meydana
çıkar. Akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği mes'elelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım. Şimdi
aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir. Bu muzzam kudreti küçücük yere kim ve nasıl
koydu?Buna ancak metafizik cevap verecektir. Ben ve arkadaşım atom bilgini Hahn bu
cevâbı İslâm dîninin verdiği fikrindeyiz. (W. Heisenberg)
METÂNET:
Sağlamlık, dayanıklı olma.
Türklerde önce, itâat (söz dinlenme, emre uyma) duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını
(bağlarını) parçalamak, dînî metânetlerini zayıflatmak îcâb eder. Bunun da en kısa yolu,
an'anât-ı milliyye (millî geleneklerine) ve mâneviyyelerine (mânevî değerlerine) uymayan
hâricî (dış) fikirler (düşünceler) ve hareketlere alıştırmaktır. (Patrik Gregoryus)
Kadınların hayâsı, erkeklerden daha çok sabırlı ve metânetli olmalarını sağlar. Onların
birçok ağır işlere atılmalarını da önler. (M. Sabri Efendi)
METBÛ':
Kendisine tâbî olunan, uyulan.
Peygamber efendimize uymanın en yüksek derecesi; insan vücûdunun her zerresinin tâbi
olmasıdır. Tâbi, metbû'a o kadar benzer ki, tâbi olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gibi, aynı kaynaktan her şeyi alır. (İmâm-ı Rabbânî)
İlim amelden (işten) şu husûslarda efdâldir (üstündür). Zîrâ ilim metbûdur, amel ise ona
tâbîdir. İlim lâzımdır (gereklidir), amel ise, melzûmdur (ilme bağlı olarak meydana gelir).
İlim yalnız olduğu hâlde nef' (menfeat, fayda) verebilir; amel ise, ilimsiz fayda veremez.
(Kudbüddîn İznikî)
METÎN (El-Metîn):
1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli, kâmil (kusursuz,
noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mahlûkâtına (yarattıklarına) rızık verici yalnız Allahü teâlâdır. (O), kuvvet sâhibidir,
metîndir. (Zâriyât sûresi: 58)
2. Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan
sened kısmından sonra gelen hadîs-i şerîfin bizzat kendisi, lafızları, sözleri.
Hadîs-i şerîfin sâdece metin kısmı, hadîs âlimlerinin incelemesine pek nâdir hâllerde
mevzû (konu) olur. Hadîs-i şerîflerin sahîh, zayıf veya ikisi arasında bir derece ile
vasıflandırılması, senette yer alan râvîlerinin, gerekli şartları taşıyıp taşımamaları, râvi
sayısının çokluğu veya azlığı veya senedin muttasıl (kesintisiz) ve munkatı (kesintili) olması
v.s. gibi durumlardan dolayı olmaktadır. İşte hadîs-i şerîf seneddeki bu durumlara göre; sahîh,
hasen, zayıf, mütevâtir, meşhûr ve âhad vb. çeşitlerine ayrılır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
METRÛKÂT:
1. Özürsüz, tembellikle kılınmayan, terk edilen namazlar.
Farz namazları özür ile kaçırmak günah olmaz ise de, hemen kazâ edilmesi lâzımdır. Özür
ile kaçırılan namaza fâite denir. Özürsüz, bir namazın vaktini geçirmek büyük günâh olup,
kazâ etmekle ortadan kalkmaz; ayrıca tövbe de etmelidir. Fıkıh kitaplarında, müslümana
hüsnü zân (iyi zan) edilerek kazâya kalan namazların hepsine fâite denmiş, metrûkât
denmemiştir. Çünkü müslüman, tembellik ederek namazı terk etmez. (Alâüddîn Haskefî-İbn-i
Âbidîn)
2. Vefât eden kimsenin geriye bıraktığı şeyler. Mîrâslar, terikeler. (Bkz. Terîke ve Mîrâs)
ME'VÂ CENNETİ:
Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Îmân edip de sâlih amel işleyenler için, yapmış oldukları iyi amellere karşılık konak
olmak üzere Me'vâ Cennetleri vardır. (Secde sûresi: 18)
MEVÂCİD:
Kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluk halleri). (Bkz. Vecd)
Tasavvuf yolcularının, bu yolculukta gördükleri ahvâl (hâller), mevâcid, ulûm (ilimler) ve
mârifetler; imrenilecek, istenilecek şeyler değildir. Hepsi evhâm (vehimler) ve hayâlât
(hayaller) gibi geçici şeylerdir. Bunlar o yolcuları ilerletmek için vâsıtadan başka bir şey
değillerdir. (İmâm-ı Rabbânî)
İhlâs (herşeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma) makâmına ve (tasavvufun en yüksek
derecelerinden) rızâ mertebesine kavuşmak için ahvâl ve mevâcidden vaz geçmek, ilim ve
mârifetler edinmek lâzımdır. Bunlar gâyeye götüren yoldur. Maksadın başlangıcıdır.
(Muhammed Bâkî-billah)
Ahvâl (hâller) ve mevâcid; matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenlerin başlangıçlarıdır.
Maksad (gâye) değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
İslâmiyet'ten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl (hâller) ve mevâcid hâsıl olursa,
bunlara istidrâc (fâsıklarda ortaya çıkan hârikulâde haller) denir ki onu dünyâda ve âhirette
rezil olmaya sürükler. (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün ahvâl (kalbde meydana gelen güzel değişiklikler) ve mevâcidi bize verseler, fakat
Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını içimize yerleştirmeseler, kendimi mahvolmuş bilirim. Eğer
Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) îtikâdını verseler,
ahvâl ve mevâcid hiç vermeseler, hiç üzülmem. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
MEVÂT ARÂZİ:
Ölü arâzi (Bkz. Arâzi). Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri
olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son
bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen
yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, otlak ve boş yerler.
Kim bir mevât arâziyi ihyâ ederse (ekilebilir hâle getirirse) o, onun (mülkü) olur.
(Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)
MEVCÛDÂT:
Var olan şeyler, mahlûklar, yaratıklar.
Bütün mevcûdât; cansızlar, nebâtât (bitkiler) ve hayvânât olmak üzere üç cinse ayrılır.
Bütün bunları yaratan Allahü teâlâdır. Hayvan cinsinin en kıymetlisi, en şereflisi insandır.
Her cinsin nev'ileri (türleri, çeşitleri) arasında üstünlük sırası vardır. Meselâ nebâtâttan hurma
ağacı, hayvan gibi his ve hareket eder. Hurma ağaçlarından bir kısmı erkek, bir kısmı dişidir.
Erkek ağaç, dişi tarafına eğilmektedir. Erkek ağaçtan, bir madde dişiye gelmeyince, dişide
meyve hâsıl olmaz. Gerçi bütün nebâtâtlarda (bitkilerde) bu iki organ vardır. Fakat hurma
ağacında, hayvanlar gibi görünmektedir. Hattâ hurma ağacının başında beyaz bir şey vardır.
Hayvanların yüreği gibi iş görür. Bu şey yaralanırsa veya suda kalırsa, ağaç kurur. (Ali bin
Emrullah)
MEVDÛ HADÎS:
Bir hadîs imâmının (üç yüz binden daha çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ve senedleri ile birlikte
ezbere bilen âlimin) şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
Mevdû hadîs, uydurma hadîs demek değildir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
İbn-i Teymiyye aşırı giderek tasavvuf büyüklerine, Sadreddîn Konevî'ye Muhyiddîn ibni
Arabî'ye İbn-i Fârıd'a insafsızca saldırmıştır. İmâm-ı Gazâlî'nin kitablarında mevdû hadîs
doludur derdi. Onun bu tür iftirâlarına zamânındaki âlimler gerekli cevâbı vermişlerdir.
(Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'in temel kitablarında hiçbir mevdû hadîs ve düşmanların, câhillerin dîne
soktukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yoktur. (M. Sıddîk bin Saîd)
Ehl-i sünnet âlimleri hadîs-i şerîfleri incelerken kılı kırk yarmışlar, mevdû hadîslerin
hepsini elemişlerdir. Farzları helâl ve harâmları yalnız sahîh ve meşhûr hadîslerden
çıkarmışlardır. (Dâvûd-i Karsî)
MEVHİBE:
İhsân, bağış, Allahü teâlânın kuluna ihsânı.
İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. İlm-i
ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından
dilediğine verir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
MEVHÛM:
Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan. Hayâlî. (Bkz.
Vehm)
Dışarıda bir şeyi görmek tatlı geldiği gibi, onun aynadaki hayâlini görmek de tatlı
gelmekte, sevilmektedir. Hâlbuki, o şeyin kendisi dışarda vardır. Aynada görmek ise, hayâl ve
vehim olup, kendisi değildir. Fakat tesirleri ve işleri birbirlerine benzemektedir. Allahü teâlâ,
lutf ve ihsân ederek, mevhûm olan şeylerin tesirlerini, mevcûd (var olan) şeylerin tesirlerine,
işlerine benzettiği için, mevhûm olanlarda, mevcûda ihsân edilen (verilen) nîmetlerden pay
almak ümidi meydana geldi. (Ahmed Fârûkî)
MEVKÎ':
Yer, mahâl, makam.
Suyun bakliyâtı yetiştirmesi gibi, mal ve mevkî sevgisi de, kalbde nifâkı münâfıklığı yâni
için dışa uymamasını) yetiştirir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
İki aç kurdun saldırdıkları zaman, koyun sürüsüne verdikleri zarar, mal ve mevkî
sevgisinin, müslümanın dînine verdiği zarardan daha çok değildir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu
Ulûmiddîn)
İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilmesi) iledir. Mal ve mevkî ile
değildir. (Muhammed Ma'sûm)
Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzûsu, insanlarda üç şeyden meydana gelir: Birinci sebeb;
nefsin arzûlarına kavuşmaktır. Nefis, arzûlarının haram yollardan elde edilmesini ister.
İkincisi; kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müstehâb olan meselâ,
sadaka vermek için ve hayrât (hayır, iyilikler) yapmak için, yâhut mübâh olan işler yapmak
için, meselâ, iyi yimek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sâhibi olup, râhat ve
mes'ûd (huzurlu) yaşamak için veya zâlimleri mazlûmlardan kurtarmak için veya İslâm dînine
ve müslümanlara hizmet için mevkî sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken,
İslâmiyet'in yasak ettiği şeyleri yapmaz ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevkî
sâhibi olması câizdir. Üçüncü sebeb; nefsini eğlendirmektir. Nefis, maldan olduğu gibi,
mevki'den de lezzet almaktadır... (Muhammed Hâdimî)
MEVKIF:
Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât
meydanı, mahşer yeri. (Bkz. Mahşer)
Âhirette, peygamberlerin, kendilerine inen kitâblarını okumaları tamâm olduktan sonra,
bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey mücrimler (kâfirler) ayrılınız!" (Yâsîn sûresi: 59) denir. Bu nidâ
üzerine, mevkıf yâni Arasât meydanı harekete geçer. O zaman, herkesi büyük bir korku alır.
Birbirine girift olurlar (karışırlar). Melekler cinler ile ve cinler insanlar ile karışır. (İmâm-ı
Gazâlî)
MEVKÛF SATIŞ:
Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde; başkasının hakkı
karışmış olan alış-veriş.
Mevkûf satış, bâyiden başka bir kimsenin hakkı da bulunan bir malın satılması, o
kimsenin izin vermesine mevkûftur. İzin vermezse müşteri o mala mâlik, sâhib olamaz. (İbn-i
Âbidîn)
MEVLÂ:
1.Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
... Biliniz ki Allah sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır. (Enfâl
sûresi: 40)
De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ erişmez. O, bizim mevlâmızdır.
Onun için mü'minler yalnız Allah'a güvenip, dayanmalıdır. (Tevbe sûresi: 51)
Dünyâyı anlayan onun sıkıntısından üzülmez. Dünyâyı anlayan ondan sakınır. Ondan
sakınan nefsini tanır. Nefsini tanıyan Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi
olur. (İbrâhim Hakkı Erzurumî)
Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
(İbrâhim Hakkı Erzurumî)
2. Sevgili, sevilen.
Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. (Hadîs-i şerîf-Kurret-ül-Ayneyn)
3. Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi.
4. Âzâd edilmiş köle.
5. Kölesini âzâd etmiş olan kimse.
Bir köle âzâd edildikten yâni serbest bırakıldıktan sonra sâhibi ile arasında velâ (yakınlık)
ve yardımlaşma devâm eder. Bu bakımdan her ikisine de mevlâ denmiştir. (İbn-i Âbidîn)
MEVLÂNÂ:
1. "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.
Tahrîmen yâni harama yakın mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir. Mevlânâ
Bahr-ul-ulûm, Erkân-ül-erbea kitabında diyor ki: "Tahrîmen mekrûh olan şeyi terk etmek
vâcibdir. Bu mekrûhu yapmak, bu vâcibi terk etmek olur. (Abdülhay Lûknevî)
Sözü başka tarafa çevirelim. Duâlarımı bildiren mektubumu size getiren Mevlânâ
Muhammed Hâfız, ilim sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Geçim darlığından askere geldi.
Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyû'ya maaş alması veya yardım etmesi
için söylerseniz kerem etmiş olursunuz. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı
büyüklerin lakabı.
MEVLEL-MUVÂLÂT:
Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni
vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu
müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet
(suç)işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünce de sen malıma vâris ol" diyerek bir
mukâvele (sözleşme) teklifinde bulunması.
Velâ yâni başkasının yakınlığı ve velîliği altında bulunan kimse, hiçbir yakını
bulunmaksızın ölse, mîrâsının tamâmı mevlel-muvâlâta kalır. Velâ altında bulunan vefât
ettiğinde yalnız zevcesini (hanımını) veya ölen kadın olup da yalnız zevcini (kocasını) geride
bırakırsa, bunlar muayyen (belirli) hisselerini aldıktan sonra geri kalan mal mevlel-muvâlâta
âid olur. Beyt-ül-mâle kalmaz. (Sirâciyye)
Meyyitin (ölünün) bıraktığı maldan ferâiz ilmindeki sıra tâkib edilerek Zevilerhâmdan
kimse yoksa mevlel-muvâlât denilen kişiye verilir. (M. Mevkûfâtî)
MEVLEVİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Mevleviyye yolunun büyüğü Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve başka hiçbir çalgı
çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks yâni dans etmedi. Mevlânâ Câmî; Mesnevî'nin birinci
beytinde bahs edilen ney'in, İslâm dîninde yetişen kâmil (olgun) yüksek insan olduğunu
bildirmiştir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den sonra Mevlevî şeyhlikleri câhillerin eline
düştüğünden, ney'i çalgı sanarak; ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe
başlamışlar, ibâdete haram karıştırmışlardır. İslâmiyet'in ve Celâleddîn-i Rûmî'nin
beğenmediği bu oyun âletleri, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, türbeyi ziyâret
edenlerden bir kısmı bunları onun kullandığını zannederek aldanmaktadır. Osmanlılar
zamânında gelişen ve yayılan, çok büyük hizmetlere vesîle olan Mevlevîlik, câhil ve
ehliyetsiz kimselerin eline düştü. İbâdete haramlar karıştırıldı. Sultan İkinci Mustafa Han'ın
hocası olan Vânî Muhammed Efendi, Mevlevîlerin simâlarını (âletsiz, çalgısız olan ses) ve
Halvetîlerin rakslarını (dans) yasak ettirdi. (M. Sıddîk Gümüş)
Mevleviyye şeyhleri de âlim ve sâlih kimseler idi. Bunlardan Osman Efendi, Tezkiye-i
Ehl-i Beyt kitabında râfizîlerin iftirâlarına vesikalarla cevab vererek İslâmiyet'e büyük hizmet
etmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)
MEVLİD:
Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı. Peygamber efendimizin dünyâya gelişini,
mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser.
Mevlid okumak, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dünyâya gelişini, mi'râcını ve
hayâtını anlatmak; O'nu hatırlamak, O'nu övmektir. (İbn-i Hacer-i Heytemî)
Resûlullah efendimizin mevlidine dâir yazılanların okunması için bir dirhem harcayan,
Cennet'te bana arkadaş olur. (Hazret-i Ebû Bekr)
Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet veren, İslâma kıymet vermiştir. (Hazret-i Ömer)
Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet verip mevlid-i şerîf okunmasına sebeb olan
dünyâdan îmânla gitmesi umulur. (Hazret-i Ali)
Mevlid okunan yerden belâlar sıkıntılar gider. (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî)
Hâfızlar, Kur'ân-ı kerîm ve mevlid okumakla geçinmemeli, bunları para düşünmeden
Allah rızâsı için okumalıdır. (Muhammed Hâdimî)
Süleymân Çelebi'nin Mevlid'inden bir beyt şöyledir:
Âmine Hâtun Muhammed Ânesi,
Ol sadeften doğdu ol dür dânesi
Mevlid Gecesi:
Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin doğduğu Rebî'ul-evvel
ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki gece.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) mevlîd gecelerinde Eshâbına ziyâfet verir,
dünyâyı teşrif ettiği ve çocukluğu zamânında olan şeyleri anlatırdı. Müslümanlar bu geceye
çok önem vermiştir. Bu geceyi bütün mahlûklar, melekler, cinler, hayvanlar ve cansız
maddeler, birbirlerine müjdelemekte, Peygamber efendimiz dünyâya geldi diye
sevinmektedirler. (İbn-i Hacer-i Heytemî)
Mevlîd günü ve gecesinin şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullah'ın varlığı, vefâtından sonra
O'na tâbi olanlar için, kurtuluş vesîlesidir. O'nun doğumu için sevinmek Cehennem azâbının
azalmasına sebeb olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına
sebeb olur. Mevlid gününün fazîleti, Cumâ günü gibidir. Cumâ günü, Cehennem azâbının
durdurulduğu, hadîs-i şerîfte bildirildi. Bunun gibi, mevlîd gününde de azâb yapılmaz.
Mevlid geceleri, sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediye vermeli, dâvet olunan ziyâfetlere
gitmelidir. (İmâm-ı Celâlüddîn Abdurrahmân bin Abdil-Melîk Kettânî)
Mevlid gecesinde sadaka vermek, müslümanları toplayıp câiz olan şeyleri yedirmek ve
câiz olan şeyleri okutup dinlemek, sâlih kimseleri giydirmek bu geceye hürmet etmek olur.
Bunları Allah rızâsı için yapmak câizdir ve çok sevâb olur. Bunları yalnız fakirler için
yapmak şart değildir. Ancak muhtaç olanları sevindirmek daha sevâb olur. (İbn-i Battâl)
Mevlid gecesi Kadr gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Bu gece Peygamber efendimiz
doğduğu için sevinenler affolur. (Muhammed Rebhâmî)
Her sene mevlid gecesinde müslümanlar sadaka veriyorlar, seviniyorlar, hayr ve hasenât
yapıyorlar. Toplanıp Mevlid kasîdesi okutup dinliyorlar. (Şemseddîn Sehâvî)
MEVT:
Ölüm; rûhun bedenden ayrılması. (Bkz. Ölüm)
MEVZÛN:
Ölçülü, tartılı, ağırlıkla ölçülen, tartılan mal.
Birkaç kimse arasında müşterek (ortak) olan mekîl (ölçek ile ölçülen) veya mevzûn olan
bir malı ölçmeden paylaşmak fâiz olur. (Ömer Nesefî)
MEYL-İ TABÎ'Î:
İç güdü. İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin istemesi.
Allahü teâlâdan başka bir şeyi sevmek iki türlü olur: Birincisi; bir mahlûku, varlığı kalb
ile ve beden ile birlikte sevmek, ona kavuşmak istemektir. Câhillerin sevmeleri böyledir.
Tasavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevgiden kurtarmak içindir. Böyle kalbde yalnız Allahü
teâlânın sevgisi kalır, kalb O'ndan başkasına tutulmaktan, gönül bağlamaktan kurtulur.
İkincisi; meyl-i tabiî olup, bedendeki maddelerin ve enerjinin özelliklerinden, ihtiyâçlarından
ileri gelen bir istektir. Tasavvufun en son mertebesine kavuşan ve Allahü teâlânın sevdiği
kulları olan evliyâda, mahlûklara (yaratılmışlara) karşı bu sevgi bulunabilir. Hattâ hepsinde
vardır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem serin ve tatlı içmeği severdi. Nefs itminâna
kavuşup, artık kötülükleri istemez hâle gelince, yalnız bedendeki maddelerin ısı ve hareket
enerjisinin kötü isteklerine karşı cihâd edilir, savaşılır. (Muhammed Ma'sûm)
Meyl-i tabî'î olan istekler, nefsin istekleri değildir.Nefsle ilgileri yoktur. Tabîat
kânunlarından hâsıl olan istekler yasak edilmemiştir. Bunları istemek nefse uymak olmaz. Bu
istekleri yapmak mübâhtır. Nefs ya mübâhların fazlasını veya şüpheli ve haram şeyleri ister.
(İmâm-ı Rabbânî)
MEYTE:
Ölmüş veya besmelesiz kesilen yâhut kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvan. (Bkz.
Leş, Murdar)
MEYYİT:
Vefât etmiş, ölü.
Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturursa ve selâm
verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i şerîf-Kitâbü Şerh-us-Südûr)
Meyyitin mezardaki hâli, imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak
üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de babasından,
anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Kendisine bir duâ gelince,
dünyânın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir... (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Meyyit, ehlinin, evlâdının ağlamalarından azâb duyar. (Hadîs-i
şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)
Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip,
sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur. (Muhammed Ma'sûm)
Meyyit için duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfâr ile imdad ve yardım lâzımdır. (Abdülhakîm-i
Arvâsî)
MEZÂR:
Kabir, ölünün gömüldüğü yer.
Türbelere bez, iplik bağlamak, mezârlara mum yakmak dînimizde yoktur. Bunları
hıristiyanlar yapar. Mezâra mum yakılmaz. Türbeye hizmet eden, orada ibâdet eden fakirlere
mum götürülürse, sadaka sevâbı olur. Bu sevab ölüye bağışlanır. Mezârın yanında adak
hayvanı da kesilmez. (İbn-i Âbidîn)
MEZHEB:
Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin,
müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm,
hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdikleri hükümlerin
hepsi.
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolu) yüzlerce mezhebinden bugün
dört tânesi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Bu dört mezheb; Hanefî,
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleridir. Müctehîd olmayanların bütün hareketlerinde ve
ibâdetlerinde bir müctehîde tâbi olması yâni bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır.
(Tahtâvî, Hamdullah Decvî, Muhammed Bâvâ Viltorî)
Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizi gören müslümanların) hepsi derin âlim, birer müctehîd
idiler. Din bilgilerinde, siyâsette, idârecilikte, zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvufta
(ahlâk ilminde) birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve
sellem mübârek yüzünü görmekle ve kalblere işleyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle az
zamanda edindiler. Müctehîde kendi ictihâdı ile amel etmek lâzım geleceğinden her birinin
mezhebi vardı.Mezhebleri az veya çok farklı idi. Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı görenler) ve Tebe-i
tâbiîn (Tâbiîn'i görenler) arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheblerinden
yalnız dördü kitaplara geçip dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu.
(Seyyid Abdülhakîm, Hamdullah Decvî)
Her müslümanın; bir ibâdet, bir iş yaparken dört mezhebden birine uyması lâzımdır. Dört
mezhebden başka bir mezhebe uymak câiz değildir. Dört mezhebden birine tâbi olmak için
bu mezhebin fıkıh bilgilerini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu da o mezhebde yazılmış fıkıh ve
ilmihâl kitâblarından öğrenilir. (Muhammed Abdurrahmân Silhetî)
Dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları birdir, ayrılıkları yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet
îtikâdında (inanışında)dır. Ehl-i sünnet îtikâdında olmayanlara bid'at ehli denir. (Şehristânî,
Tahtâvî)
Dört mezhebden birine uymak Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme
uymaktır. Çünkü, mezheb imâmları Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilen hükümleri, Peygamber
efendimizin Kur'ân-ı kerîm ile ilgili açıklamalarını bildirdikleri gibi, Kur'ân-ı kerîmde ve
hadîs-i şerîflerinde açıkça bildirilmeyen hususların hükümlerini yine Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîflerin ışığı altında ortaya koymuşlardır. (Abdülganî Nablûsî)
Mezheb İmâmı:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı
kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları
usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak
müctehîd. (Bkz. Müctehid)
Bilinen dört mezheb imâmından başka mezheb imâmları da vardı. Fakat bunların
mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim ve
müctehid idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de mezheb imâmlarımızdan daha üstün
idi. Fakat bunların kitabları olmadığı için mezhebleri unutuldu. (Şa'rânî)
Mezheb Taklidi:
1. Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût
dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.
Her müslüman vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına, iş hayâtına göre kendisine daha
kolay gelen ve meşhûr olan dört mezhebden birini seçer. Yâni bu mezhebin ilmihâl kitâbını
okuyup, öğrenir, ibâdetlerini ve bütün işlerini bu mezhebi taklîd ederek yapar. Böylece bu
mezhebe girmiş olur. Dört mezhebden birini taklîd etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten
(Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlardan) ayrılmış olur. (Şernblâli)
Mezheb taklîdi demek; kitâb (Kur'ân-ı kerîm) ve sünnetten ayrılmış olmak değildir.
Bilakis mezheb imâmının kitâb ve sünnetten bildirdiklerine uymak, yâni kitâb ve sünnete
uymak demektir. (Abdurrahmân Silhetî, Nablüsî)
Bugün din bilgilerini bu dört mezhebden birinin ilmihâl kitablarından öğrenmekten başka
çâre yoktur. Herkes kendine kolay gelen mezhebi seçer. Onun kitablarını okur, öğrenir. Her
işini bu mezhebe uygun yapar. O mezhebi taklîd etmiş olur. (Yûsuf Nebhânî)
2.Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir
çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulunduğunda, diğer mezheblerden birinin bu
mes'eleyle ilgili şartlarına uyarak faydalanma.
Bir kimse bağlı olduğu mezhebde, kendi anlayışına göre değil, dinde bildirilen ölçüler
çerçevesinde bir hususta mecbur kalınca, diğer üç mezhebden birini taklîd edebilir. Fakat o
mezhebin o hususla ilgili bildirdiği şartların hepsini de yapması lâzımdır. Meselâ Hanefî
mezhebinde olan bir kimsenin Şâfiî mezhebini taklîd ederek necâset (pislik) bulaşmış
kulleteyn (küçük havuz) miktârı sudan abdest alırsa, yüzü yıkarken niyet etmesi ve tertibe
riâyet etmesi ve imâm arkasında Fâtihâ okuması ve namazda tâdil-i erkânı muhakkak
yapması lâzımdır. Bunları yapmazsa namazın bozulacağı söz birliği ile bildirilmiştir.
(Abdurrahmân İmâdî, Abdülganî Nablüsî)
Bir kimse bir mezhebe tâbi olunca, ihtiyâc olmadıkça başka mezhebi taklîd etmez. Fakat
bir işi yapmakta kendi mezhebine uymak güç olursa, o işi başka mezhebi taklîd ederek
yapması câiz olur. (Muhammed Hâdimî)
MEZHEBDE MÜCTEHİD:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni
hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de
denir. (Bkz. Müctehid)
İmâm-ı Muhammed Şeybânî, fıkıh âlimlerinin ikinci tabakasından olup, mezhebde
müctehiddir. Hanefî mezhebini, yüzlerce kitab yazarak nakleden ve yayan odur. Güzel ahlâkı
ve üstün hâlleri ile meşhûr idi. (İbn-i Âbidîn)
MEZHEBSİZ:
Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak
mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi
anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.
İbâdetlerin doğru olarak yapılmasını bildiren dört mezheb vardır. Bunlardan dördü de
haktır, doğrudur. Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezhebidir. Her
müslümanın bu dört mezhebden birinin fıkıh kitâbını okuyup ibâdetlerini bu kitâba uygun
yapması lâzımdır. Böylece bu mezhebe girmiş olur. Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnet (Peygamber
efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunanlardan) değildir. (Tahtâvî, Hamdullah Decvî)
Hak olan, doğru olan dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları aynıdır. Îmânda ayrılıkları
yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdındadır. Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan ve dört hak
mezhebden birine uymayan, bid'at (sapıklık) ehli veya mezhebsizdir.Bunlar kendilerine
beşinci mezheb diyorlar. Beşinci mezheb diye bir şey yoktur. (Şehristânî ve Yûsuf Nebhânî)
Mezhebsizler, mezheb imâmı olan büyük âlimlerin üstünlüklerini kabûl etmezler.
Kendilerinin de Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabileceklerini söylerler.
Mezheblerden birisine tâbi olan kimseleri câhillikle ithâm ederler. Bin seneden beri gelmiş
hâlis müslümanları ve mezheb imâmlarına uyan âlimleri küçük görerek kendilerini gerçek
müslüman ve asrın ihtiyâçlarını kavramış geniş kültür sâhibi bir İslâm âlimi olarak tanıtırlar.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mezhebsizlik, dinsizliğe giden bir köprüdür. (Zâhid-ül-Kevserî)
Mezhebsiz; eğer Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen bir şeye
inanmamış veya şüphe etmiş ise, kâfir (îmânsız) olur. Açık olarak bildirilmemiş şüpheli olan
delîlleri te'vîl ederek (kendine göre yorum yaparak) yanlış mânâ vermiş ise, ehl-i bid'at
(sapık) olur. (Hamdullah Decvî)
MEZMÛM:
Yerilen, kötülenen, beğenilmemiş, çirkin.
Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır: Birisi âdet olarak yâni her kavmin
her memleketin âdet olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan haram olmayıp, insanlara faydalı
olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak günâh değildir. Pantolon,
fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne
tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçaklarla dilimlere ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri
kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup, mübâhtır, serbesttir. Bunları kullanmak, bid'at olmaz,
günah olmaz. Bunlardan faydalı olmayanları, mezmûn olanları kullanmak ve yapmak harâm
olur. Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, onların ibâdet olarak yaptıkları, kâfirlik
alâmeti olan şeylerdir ki, bunları yapmak ve kullanmak küfr (îmânsızlık) olur, haramdır.
(İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)
MEZY (Mezî):
Dokunma, bakma ve düşünme gibi sebeplerle erkekten gelen beyaz şeffâf sıvı.
Hanefîde ve Şâfiî'de bir kimseden vedî (idrardan sonra gelen beyaz bulanık koyu sıvı) ve
mezî çıkınca cünüp olmaz yâni boy abdesti alması gerekmez. Fakat abdest bozulur. (M.
Mevkûfâtî)
Mezî ve vedî, Hanefî ve Mâlikî mezhebinde kaba necâsettirler. (İbn-i Âbidîn)
Vedî, mezî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur. Hanbelî'de gusl (boy abdesti) de
lâzım olur. (Ekmelüddîn Bâbertî)
MIRDAR:
Leş. (Bkz. Leş)
MISHAF:
Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu mübârek kitab. (Bkz. Mushaf)
MISKA:
Şifâ âyet-i kerîme ve duâlarının yazılı olduğu kâğıt, muska. (Bkz. Rukye)
Kur'ân-ı kerîm ile ve duâ ile olan mıskaları yapmak ve kullanmak câizdir ve insanı
korurlar. Kur'ân-ı kerîm maddî ve mânevî her derde şifâdır ve her harfi mübârektir,
muhteremdir. (İbn-i Âbidîn)
MİHRÂB:
Mescid, câmi vb. ibâdet yerlerinin kıble tarafında imâmın namaz kıldığı yer.
İmâmın mihrâb içinde durması mekrûhtur. Ayakları, mihrâbın dışında olunca, mihrâb
içine secde etmesi mekrûh olmaz. (Halebî)
Mihrâbı bulunmayan, hesab, yıldız gibi şeylerle de anlaşılmayan yerlerde, kıbleyi bilen,
sâlih müslümanlara sormak lâzımdır. Kâfire, fâsıka (açıkça günah işleyene) ve çocuklara
sorulmaz. (Dâmâd, İbn-i Âbidîn)
MİHRİCÂN GÜNÜ:
Eylül ayının yirmi üçüncü gününe rastlayan mecûsî bayramı.
Nevruz (Mart'ın yirmi birinci) ve mihricân günlerinde, bunların isimlerini söyleyerek
hediye vermek haramdır. Bu günleri bayram bilerek hediye vermek, îmânı götürür. Bu
günlerde hürmet için kâfire yumurta bile verenin îmânı gider. (Alâüddîn Haskefî)
MÎKÂİL ALEYHİSSELÂM:
Dört büyük melekten biri. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, ferah ve huzûr
getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle görevli melek.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Cebrâil'e; "Ey Cebrâil! Mîkâil'in
güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorduğunda, Cebrâil (aleyhisselâm;
"Cehennem ateşinin tutuşturulduğu günden bugüne dek Mîkâil gülmemiştir" diye cevap
verdi. (Muînüddîn Hirevî)
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma gökte iki ve yerde iki yardımcı yaratmıştır.
Bunlar gökte Cebrâil ve Mikâil, yerde hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir. (Nişancızâde)
MÎKÂT:
Hac ve umre için gelenlerin ihrâma girdikleri mevki, yer.
Mîkâtlar şunlardır:
Zülhuleyfe, Zât-i irk, Cuhfe, Karn (Karen) ve Yelemlem. Medîneliler, Zülhuleyfe'den;
Bağdâd-Basra ahâlisi Zât-ı irk'ten, Şam ahâlisi Cuhfe'den ve Necid halkı Karen'den ve Yemen
ahâlisi, Yelemlem'de ihrâma girerler. (M. Zihni Efendi)
Bir kimse ihrâmsız olarak mîkâtı geçtikten sonra ihrâma girerse, yasak olan şeyi işlediği
için bir kurban lâzım olur. (M. Mevkûfâtî)
Olunca vâsıl-ı haddî mîkât
İki ihrâmdan aç; iki kanat.
(Nâbî)
(Mîkât'a gelince iki kanadını açarak, uçan bir kuş misâli iki parçadan ibâret olan ihrâmını
giy.)
MİL:
Bin dokuz yüz yirmi metre olan bir uzunluk ölçüsü.
Abdest ve gusül (boy abdesti) almak için su bulamayan ve sudan bir mil uzak olan kimse,
niyyet etmek şartıyla teyemmüm eder. (Molla Hüsrev)
MÎLÂD:
Doğum günü, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü olduğu iddiâ edilen noel gecesi. (Bkz. Noel
Gecesi)
Noel gecesi doğru olarak Mîlâd'ın, Aralık'ın 25'i veya Ocak'ın altıncı günü veya başka gün
olduğu sanıldığı gibi, bugünkü Mîlâdî senenin bir veya dört sene az olduğu çeşitli dillerdeki
kitablarda yazılıdır. (Hasib Bey)
Sorbon üniversitesi profesörlerinden Gungvebert, hazret-i Îsâ'nın mîlâdî târihinden on beş
sene önce veya sonra doğduğu isbat edilemez diyor. Doğum senesi tahmin edilemeyince
doğduğu gün elbette hesaplanamaz. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
MÎLÂDÎ YIL:
Hazret-i Îsâ'nın doğduğu iddiâ edilen yılı başlangıç kabûl eden ve 365,242 günlük güneş
yılını esas alan takvim senesi.
Hicrî kamerî yılbaşı, hicrî şemsî ve mîlâdî yılbaşılarından on gün önce gelmektedir.
Bundan dolayı müslümanların mübârek günleri veya geceleri, şemsî senelere nazaran her yıl
on gün önce gelmektedir. Çünkü müslümanların mübârek günleri, güneş aylarına göre değil,
hicrî kamerî aylara göre yapılır. Dînimiz böyle emretmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
Mîlâdî yıl altıncı yüzyıla kadar hiç kullanılmadı. İlk olarak Danyı adında bir râhip altıncı
yüzyılın başlarında mîlâdî târih kullandı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Mîlâdî yıl kat'î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Büyük âlim, İmâm-ı
Rabbânî ve Burhân-ı Kâtı'ın yazarı mütercim Âsım Efendi'nin bildirdiklerine göre, Îsâ
aleyhisselâm ile Peygamberimiz arasındaki zaman, bin seneden az değildir. (M. Sıddîk
Gümüş)
MİLHAFE:
Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü.
Senede, biri yazlık biri kışlık olmak üzere iki milhafe alması, erkeğin zevcesine
(hanımına) olan nafakasındandır. (İbn-i Nüceym)
MİLLET:
1. Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu, kavim.
Bugün dünyâdaki kâfirler iki türlüdür. Birincisi kitâblı kâfirler yâni hıristiyan ve yahûdîler
olup, öldükten sonra dirilmeğe, âhiretteki sonsuz hayâta inanıyorlar. Avrupa ve Amerika
milletleri kitablıdır. İkincisi kitabsız kâfirler yâni müşrikler olup, her şeyi yapan bir Allah'ın
bulunduğuna inanmazlar. (M. Sıddîk Gümüş)
2. Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için Allahü teâlânın
peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kendini bilmeyenden başka İbrâhim'in (aleyhisselâm) milletinden kim yüz çevirir.
Gerçekten biz onu dünyâda seçtik. O, âhirette dahi gerçek sâlihlerdendir. (Bekara sûresi:
130)
(Ehl-i kitâb); bir de "Yahûdî veya hıristiyan olun ki, hidâyet bulasınız" derler. Sen de,
deki: "Hayır biz hak yol üzere bulunan İbrâhim (aleyhisselâm) milletiyiz. O, hiçbir zaman
müşriklerden (puta tapanlardan) olmadı. (Bekara sûresi: 135)
(Yûsuf aleyhisselâm dedi ki:) Atalarım İbrâhim, İshâk ve Yâkub'un milletine uydum.
Bizim, Allah'a ortak koşmamız olacak şey değildir. Bu bize ve insanlara Allah'ın bir
lütfudur. Lâkin insanların çoğu şükretmezler. (Yûsuf sûresi: 38)
Milletim, millet-i İslâm'dır. Îtikâdda Ehl-i sünnet ve cemâat, amelde Hanefî
mezhebindenim. Âdem aleyhisselâmın zürriyetindenim. (Muhammed bin Kudbüddîn İznikî)
MİLLİYETÇİLİK (Milliyet):
Aynı vatanda aynı toprakta doğup yetişenlerin din, örf-âdet ve menfeat birliği.
İslâmiyet "posa ırkçılığını" ve ırk ve kavim üstünlüğü iddiâlarını câhiliyye devri âdetleri
olarak reddetmekle birlikte, aslâ, müslümanları, soyunu, kavmini ve ırkını red ve inkâr
etmeye dâvet etmemektedir. Aksine böyle bir fiili harâm saymaktadır. Kaldı ki; "Vatan
sevgisi îmândandır", "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz" ve "Kavminin efendisi,
kavmine hizmet edendir" diye buyuran Resûlullah efendimizin dînini; kavimlerin, milletlerin
ve milliyetçiliğin aleyhine kullanmak mümkün değildir. İslâmiyet bunları yok etmez, kardeş
olmaya dâvet eder. (S. Ahmed Arvâsî)
MİNÂ:
Mekke-i mükerremenin doğusundaki dağların eteğinden Arafât'a giden yol üzerinde
bulunan yer. Hac ibâdeti esnâsında kurban kesmek ve cemre (şeytan) taşlamak için buraya
gidilir. İbrâhim aleyhisselâm, kurban etmek için, oğlu İsmâil'i buraya götürmüştü.
Minâ Mekke'nin, Müzdelife Minâ'nın, Arafât da Müzdelife'nin kuzeyindedir. Son yapılan
asfalt caddelere göre Minâ ile Mekke arası 4,5, Minâ ile Müzdelife arası 3,3 ve Müzdelife ile
Arafât arası 5,4 kilometredir. (M. Sıddîk Gümüş)
Haccın sünnetleri on birdir. Bunlardan biri de imâmın üç yerde hutbe okumasıdır. Birisi
Zilhicce ayının yedinci günü Mekke'de, ikincisi, dokuzuncu günü öğle namazı, öğle ve ikindi
namazlarından önce Arafât'ta, üçüncüsü, on birinci (kurban bayramının ikinci) günü Minâ'da
okunur. (İbn-i Nüceym)
Kurban bayramının birinci günü güneş doğmadan önce Meş'aril-haram denilen yerden
Minâ'ya hareket edilir.Minâ'ya gelince, Mescid-i Hîf'e en uzak olan Cemre-i akabe denilen
yerde sağ elin baş ve şehâdet parmaklarıyla iki buçuk metreden veya daha uzaktan Cemre
yerini gösteren duvarın dibine nohut kadar yedi taş atılı__________r. Sonra hiç durmadan buradan gidilip
kurban kesilir. Bayramın birinci günü Minâ'da olanlar ve bütün hacılar bayram namazı
kılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir aşağı yukarı elli bin altın değerinde
alış veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu. (Hâce Behâeddîn-i
Buhârî)
MİNÂRE:
Câmilerde, müezzinlerin çıkıp ezân okuduğu yüksek yer.
Minâre ilk defâ Mısır vâlisi Mesleme bin Mahled tarafından hazret-i Muâviye'nin emri ile
yaptırılmıştır. (İbn-i Âbidîn)
Minâre yapmak, müstehâbdır. Çünkü müezzinin, ezânı yükseğe çıkıp okuması
sünnettir.Minâre, bu sünnete yardım etmektedir. (Abdülganî Nablüsî)
Mezar üzerine mum yakmak, minârede kandil yakmak ve câmilerde şarkı ve oyun
havaları şeklinde mevlîd okutmak gibi adaklar adak olmaz. (İbn-i Âbidîn)
MİNBER:
Câmilerde hatiplerin hutbe okumaları için yapılmış merdivenli yüksek yer.
Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Hadîs-i
şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)
İmâm hutbe okumak için minbere çıkınca, cemâatin namaz kılması ve konuşması haram
olur. (Kâşânî)
Minber-i Nebevî:
Resûlullah efendimizin hutbe okudukları minber.
MİNNET:
1. Yapılan bir iyiliği, verilen bir şeyi başa kakma. Minnetin bu kısmı İslâmiyet'te
yasaklanmıştır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu:
Sadakalarınızın sevâbını minnet ve ezâ ile heder etmeyin, boşa çıkarmayın. (Bekara
sûresi: 264)
Minnet edenin sadakasını Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Minnet akıl ve iz'andan soyunmuş özü-vicdânı çürük kişilere yaraşır. Böyleleri bir
kimseye bir iyilik ettikleri zaman onu ya söz veya davranışlarla açıklamaya kalkışarak
zavallıyı mahcub eder ve gönlüne ızdırap yüklerler. (Ahmed Rıfat)
2. Görülen iyiliğe karşı teşekkür etme.
Gaflet ve şaşkınlığa kapılarak, ana-babanın kalbini kırarsan derhal onların rızâsını almaya
çalış, yalvar, minnet eyle ve her ne sûretle olursa olsun, onların gönlünü al. Ana-babanın
evlâdı üzerinde hakları çok büyüktür. (Süleymân bin Cezâ)
Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun ki, üç seneden beri müslümanım.Mes'ûd bir hayâta
kavuştum. Bana İslâmiyet'i anlatıp müslüman olmama vesîle olanlara minnet borcum çoktur.
(Ömer Mita-Japon)
3. Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, şükretmek.
Allahü teâlâya hamd ve minnet ederiz ve O'nun Peygamberine sonsuz salât ve selâm
ederiz. Selâmette ve âfiyette olmanız ve doğru yolda bulunmanız ve ilerlemeniz için Allahü
teâlâya duâ ederiz. Kıymetli ve merhametli efendim! Kazanç zamânı geçip gidiyor. Her geçen
an, ömrümüzü azaltmakta, ecel zamânı yaklaşmaktadır. Bugün aklımızı başımıza
toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize bir şey geçmez. Bu birkaç
günlük sağlık zamânında dînin emirlerine uygun yaşamaya çalışmalıyız! Ancak böylece
kurtulmamız umulur. (İmâm-ı Rabbânî)
Minnet Allahü teâlâya ki, O'na tâatte bulunmak, beğendiği işleri yapmak, O'na
yakınlaştırır. O'na şükretmekle nîmet artar. Alınan her nefes, hayâtın devâmını sağlar. Verilen
nefes, insanı rahatlatır. O halde, her nefeste iki nîmet vardır. Her nîmete bir şükür lâzımdır.
(Sâdî-i Şîrâzî)
Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyâya da götürebileceğimiz biricik
servet; Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek (O'na minnet bildirmek) ve O yüce kudret
sâhibine sevgi ile bağlanmak, O'na ibâdet etmektir. (William Pickhard-İngiliz)
4. Nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasiyle kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı
olduğunu düşünmek. Ucbun (kendini ve işlerini beğenme hâlinin) zıddı.
MİNNETDÂR:
Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.
Kur'ân-ı kerîmi toplayan, Şeyhayn'dır (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir). Bugün
bilinen İslâm ilimlerinin hepsini, Şeyhayn ortaya koydu. Arabı, Acemi hidâyete getiren,
Şeyhayn'dır. Şeyhayn'a bütün insanlar minnetdârdır. Bunu anlayamamak, güneşi görmemeye
benzer. (Veliyyullah-ı Dehlevî)
Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da
İmâm-ı Muhammed'dir. (İmâm-ı Şâfiî)
Mİ'RÂC:
1. Merdiven.
Resûlullah efendimiz, Mekke şehrinden, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya geldikleri zaman,
peygamberlerin rûhları, insan şekillerinde orada hazır bulundu. Bir anda Kudüs'ten yedinci
göke kadar, bilinmeyen bir mîrâc ile çıkarıldı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2.Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden
ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i
Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, getirilmesi.
Mi'râc gecesi bir cemâate uğradım. Önlerine nefis yemekler koymuşlar. Bir yanda da
leş duruyor. O nefis yemekleri bırakmış, leş yiyorlardı. "Bunlar kimlerdir?" dedim.
Cebrâil aleyhisselâm; "Bunlar, helâli terk edip, harama meyl eden erkek ve kadınlardır.
Helâl malları varken, haram yiyen kimselerdir" dedi. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Mi'râca götürüldüğüm gece, Cennet'te bir seviyeden yüksek yapılmış köşkler gördüm.
Dedim ki: "Yâ Cebrâil! Bunlar kimin içindir?" Buyurdu ki: "Öfkesini yutanlar ve
insanları affedenler içindir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mi'râc gecesi, çok fecî ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb eden bir takım
insanlar gördüm. Cebrâil aleyhisselâma sordum ki: "Yâ Cebrâil! Bunların günâhı nedir?
Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler?" Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: "Bunlar,
başkalarının ayblarını (kusûrlarını) açığa çıkaranlardır. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de,
O'na mi'râc mûcizesini vermesidir. Bu mûcizeyi O'ndan başka hiçbir peygambere
vermemiştir. Resûlullah'ın Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğü, Kur'ân-ı kerîmde İsrâ
sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde açıkça bildiriliyor (mi'râcın bu kısmına isrâ' denir). Buna
inanmıyan kâfir olur. Mescid-i Aksâ'dan göğe çıkarıldığını meşhûr hadîsler haber veriyor.
Buna inanmıyan ise, bid'at ehli, sapık ve fâsık (günahkar) olur. Mîrâcın uyanık iken ve cesed
ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin ve hadîs âlimlerinin ve fıkıh âlimlerinin ve kelâm
âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Böyle olduğunu sahîh hadîsler bildirmektedir.
Mi'râc çok defâ olmuştu. Bunlardan biri uyanık iken ve cesed ile idi. Ötekiler yalnız rûh ile
idi. Âişe (r.anhâ) rüyâda rûh ile olan mi'râclardan birini haber vermektedir. Onun bu haberi,
uyanık iken cesed ile olan mi'râcın yok olduğunu göstermez. (Abdülhak Dehlevî, İsmâil Hakkı
Bursevî, Muhammed Behâüddîn)
Beş vakit namaz mi'râc gecesi farz oldu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem,
mi'râcda cennetleri ve cehennemleri ve Allahü teâlâyı gördü. Yalnız bu görmesi, dünyâ
görmesi ile değil, âhiret görmesi ile oldu. Çünkü o gece zaman ve mekân çevresinden dışarı
çıktı. Bu görmeğe dünyâda gördü demek, mecâz olarak denilmiştir. Dünyâdan gidip gördüğü
ve yine bu dünyâya geldiği için böyle denilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
MÎRÂS:
Vefât eden kimsenin, geride kalan akrabâlarına bıraktığı mal ve haklar.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) babası ve çocuğu olmıyanın mîrâsı hakkında senden dînin hükmünü
istiyorlar. De ki, Allah, babası ve çocuğu olmayan için şöyle beyân eder: Eğer bir kimse
ölür de çocuğu bulunmazsa ve geride ana-baba bir veya baba bir olan tek bir kız kardeşi
olursa, terikenin yarısı bunundur. Eğer ölen bir kadının geride çocuğu kalmaz da erkek
kardeşi bulunursa, o, terikenin tamâmına vâris olur. Ölenin iki veya daha çok kız kardeşi
varsa, bunlara terikenin üçte ikisi vardır. Eğer kardeşler erkek ve kadın olurlarsa erkek
için iki kadın payı vardır. Şaşırırsınız diye Allah size dîninizin hükümlerini açıklıyor.
Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (Nisâ sûresi: 176)
Küçük çocukları olan veya mîrâsa muhtaç bâliğ (ergen) ve sâlih çocukları bulunan
hastanın, malından nâfile hayrât ve hasenâtı (iyilik yapılmasını) vasiyyet etmeyip çocuklarına
bırakması daha iyidir. (İbn-i Âbidîn)
Malını, hayrâta (iyi yerlere) sarf edip, fâsık (haram ve günah işleyen) çocuğuna mîrâs
bırakmamalıdır. Çünkü günâha yardım etmek olur. (Kerderî)
MÎRÎ TOPRAK:
Beytülmâle yâni devlete âit toprak. (Bkz. Arâzi)
MÎSÂK:
Söz verme, sözleşme, andlaşma.
1. Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara);
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen
Rabbimizsin" diye cevab vermeleri. (Bkz. Ahd)
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kur'ân-ı kerîm hüzün ile inmiştir. Onu okurken
kusurlarınıza ve ilerdeki tehlikelere karşı üzüntünüzü gösteriniz." Üzüntüsünü açıklamanın
yolu, oradaki korkutucu, azâb verici, mîsâk ve muâhede âyetlerini düşünmekle, sonra da nehy
(yasaklarına) ve emirlerine karşı kusurlarını hatırlamakla olur. Şüphesiz bunları gereği gibi
düşünen insan hem mahzûn olur, hem de ağlar. Şâyet ağlıyamıyorsa, ağlıyamadığına
üzülmelidir. Çünkü Kur'ân'ın bu gibi âyetlerinden üzüntü duymamak büyük musîbettir.
(İmâm-ı Gazâlî)
2.Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.
Allahü teâlâ için yemîn ediyorum demek, yemîn olur. Allah'a ahd ediyorum (söz
veriyorum), Allah'a mîsâk ediyorum demek, yemîn olur... (Alâüddîn-i Haskefî, Halebî)
MİSKAL:
Bir çeşit ağırlık ölçü birimi.
Bir miskal; Hanefî mezhebinde 4,8 gram, Şâfiî mezhebinde ise 3,45 gramdır. (Süleymân
bin Cezâ)
Üzerine bulaşan necâset, bir miskalden az ise yıkamak sünnettir. Bir miskal bulaşmış ise
yıkamak vâcib, fazlasını yıkamak farzdır. (Kutbüddîn İznikî)
Altının, zekât verilmesi farz olan miktârı yirmi miskaldir. (Kâşânî)
MİSKÎN:
1. Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan
müslüman.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
... Fazla ihtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeblerle oruç tutmaya güç yetiremeyenler
üzerine, bir miskîn doyuracak kadar fidye vermek lâzımdır... (Bekara sûresi: 184)
Akrabâya, miskîne ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla berâber (malını) büsbütün
saçıp savurma! (İsrâ sûresi: 26)
Her şeyin bir anahtarı vardır. Cennet'in anahtarı da, fakîr ve miskînleri sevmektir.
Fakîr ve meskînler, sabırları sebebiyle kıyâmet günü Allahü teâlâya yakın
bulunacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Bir kimse, kalbinde katılık bulunduğundan şikâyet edince, Resûlullah efendimiz ona;
"Yetimin başını okşa ve miskîni doyur!" buyurdular. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
Zekât verilecek yedi sınıf kimseden birisi de miskîndir. (İbn-i Âbidîn)
2. Dervîş.
Miskîn Yûnus var yârına,
Koma bugünü yârına,
Yârın Hakk'ın dîvânına,
Varam Allah deyü deyü!..
(Yûnus Emre)
MİSLÎ:
Çarşıda, pazarda aynı evsâfta, özellikte benzeri bulunan, fiyatları farklı olmayan mal.
Ağırlıkla, hacim ve uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhta yapılan şeyler ve sayı ile
ölçülenlerden, aynı büyüklükte olanlar ve aynı büyüklükteki yumurta ve karpuz mislî maldır.
(İbn-i Âbidîn)
Mislî malı telef eden, benzerini, mislî olmıyan malı telef eden, kıymetini öder. (İbn-i
Âbidîn)
MİSVÂK:
Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen
ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.
Misvâk; ağzı temizlemeye, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. (Hadîs-i
şerîf-Beyhekî)
Misvâk kullanarak kılınan namaz, misvâk kullanmadan kılınan namazdan yetmiş kat
üstündür. (Hadîs-i şerîf-Reddülmuhtâr)
Abdest alırken misvâk kullanmak sünnet-i müekkededir (kuvvetli sünnettir). Misvâk, düz
ve ikinci küçük parmak kalınlığında, bir karış boyunda olmalıdır. Misvâk, Arabistan'da
yetişen Erak ağacının dalıdır. (Düzgün ucundan iki santimetre kadar, kabuğu soyulup, burası
birkaç saat suda tutulur. Sonra ezilince, fırça gibi açılır). Erak ağacı bulunmazsa, zeytin
dalından yapılır. Nar ağacından yapılmamalıdır. (İbn-i Âbidîn)
Misvâk kullanmanın on beş faydası vardır. Bunlar; sekerât-ı mevtte (son nefeste) Kelime-i
şehâdeti söylemeye sebeb olur, dişlerin etlerini pekiştirir, safrayı keser, balgamı ve ağız
kokusunu giderir, Allahü teâlâ ondan râzı olur, baş damarlarını kuvvetlendirir, gözleri
nûrlanır, hayrı ve hasenâtı (iyilikleri) çok olur, sünnet ile amel etmiş olur, ağzı temiz olur,
fasîh-ul-lisân yâni güzel konuşmaya vesîle olur, şeytan gamlanır, misvâklı olarak kılınan iki
rek'at namazın sevâbı, misvâksız olarak kılınan yetmiş rek'at namazın sevâbından daha çok
olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Hazret-i Ömer zamânında Şam civârında bir kal'a muhâsara edildi. Öğleye kadar kal'a feth
edilemedi. Hazret-i Ömer gadaba geldi. İslâm askerlerini huzûruna çağırdı. "Kal'a feth
edilemedi. Kâfirler İslâm askeri karşısında bu kadar dayanamazdı. Aramızda birisi bir kusur
işlemiş olmasın" buyurdu. Askerler hayret edip, tövbe ve istiğfâr etmeye başladılar. O sırada
bir kişi ağlayarak hazret-i Ömer'in huzûruna geldi. "Ey mü'minlerin emîri! Bu gece teheccüde
kalktığım zaman karanlık olduğu için misvâkımı aradım, fakat bulamadım. Bu sebeble
misvâksız namaz kıldım. Sizin aradığınız kusuru ben işledim" dedi. Hazret-i Ömer ona;
"Tövbe ve istiğfâr etmeye devâm et" buyurdu. O da tövbe ve istiğfar okumaya başladı. Bir
saat sonra kal'a fetholundu. (Evliyâlar Ansiklopedisi)
MİSYONERLİK:
Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı
kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma
ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları yürüten râhib, papaz ve din
adamlarına misyoner, bu çalışmaları yapan teşkîlâta da Misyonerlik teşkîlâtı adı verilir.
Avrupalılar, hıristiyanlık inancını yaymak ve milletleri hıristiyanlaştırmak için misyoner
teşkîlâtını kurdular. İktisâdî (ekonomik) bakımdan dünyânın en kuvvetli teşkîlâtı hâline gelen
kilise ve misyoner teşkîlâtları akıl almaz bir çalışmanın içine girdiler. Hıristiyanlığı İslâm
memleketlerinde yayabilmek için korkunç bir İslâm düşmanlığı başlattılar. İslâm
memleketlerinin her yerine hıristiyanlığı öven binlerce kitap, mecmûa ve broşür gönderdiler.
Bugün de güzel memleketimizde durmadan hıristiyanlığı anlatan kitap, mecmûa (dergi) ve
broşürler, misyonerlik teşkîlâtı tarafından dağıtılmakta, posta ile yurt dışından adreslere
gönderilmektedir. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Târih göstermiştir ki, misyonerler gâyelerine erişmek için her türlü vâsıtayı mübâh
(sakıncasız) gören bir zihniyete sâhib olmuşlardır. Asya ve Afrika milletlerini, asırlar boyu
sömüren devletlerin en büyük yardımcıları misyonerler ve misyonerlik teşkîlâtları olmuştur.
Misyonerler, girdikleri memlekette sâdece kendi dinlerini yaymakla meşgûl olmazlar. O
memleketteki milleti meydana getiren maddî ve mânevî değerleri tahrib ederler. Tahrîb
ettikleri millî duyguların enkazı üzerine kendi inançlarını binâ etmeye çalışırlar. Ellerinde
bulunan bütün imkânlarını bu yolda kullanırlar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
MİŞNÂ:
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri Talmûd kitâbının iki kısmından
biri.
Mişnâ, İbrânice "tekrar" demektir. Sözlü emirlerin kânun hâline getirilmiş ilk hâlidir.
Yahûdî îtikâdına göre, Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma, Tûr dağında Tevrat kitabını (Yazılı
emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni (sözlü emirleri) de söyledi. Mûsâ aleyhisselâm bu
ilimleri Hârûn, Yûşâ ve Elîazar'a aleyhimüsselâm bildirdi. Bunlar da kendilerinden sonra
gelen peygamberlere bildirdiler. Elîazar, Şuayb aleyhisselâmın oğludur. Bu bilgiler
hahamlardan hahamlara rivâyet edildi. Mîlâddan önce 538 ve mîlâddan sonra 70 senelerinde
çeşidli Mişnâlar yazıldı. Bunlara Yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri, hahamların bir
mevzudaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece Mişnâlar, hahamların indî
görüş ve münâkaşalarını ifâde eden kitablar hâline geldi. Diğer Mişnâları içinde toplayan en
son ve en meşhur Mişnâ, mîlâdın ikinci asrında yahûdî hahamlarından Yehûda tarafından
yazıldı. Yehûda'dan sonra gelen hahamlar, Mişnâ'ya ilâveler ve şerhler yapmışlardır.
Mişnâ'nın lisanı, kendisinde Yunanca ve Latincenin tesiri görülen Yeni İbrânicedir. Mişnâ'nın
yazılmasından maksat, yazılı emr kabûl edilen Tevrat'ı tamamlayıcı olan sözlü emirleri
tanıtmaktır. Mişnâlar, Tevratlardan daha basît olup, kelime ve cümle şekilleri onlardan çok
farklıdır. Emirler, umûmî kâideler şeklinde bildirilmiştir.Dikkat çekici misâller verilmiştir.
Vâki' olmuş hâdiselere bâzan rastlanır. Emirler beyan edilirken kaynak olarak Tevratların
âyetleri verilir. Mişnâ altı kısımdan meydana gelir: 1)Zerâim (tohumlar), 2)Moed (Mübârek
günler. Bayram ve oruç günleri gibi), 3) Nâşim (Kadınlar), 4)Nezikin (Zararlar), 5)Kedaşim
(Mukaddes şeyler), 6)Tehera (Tahâret, temizlik). Bunlar altmış üç risâleye, risâleler de
cümlelere ayrılmıştır. (Harputlu İshâk Efendi)
Mİ'YÂR:
1-Ölçü âleti.
Akıl; his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları
bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan bir mi'yârdır. O
hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur.
Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği, beğendiği bir
yoldur. (İmâm-ı Gazâlî)
2.Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin edâ edilemediği
vakit.
Ramazan ayı bu aydaki farz orucun mi'yârıdır. Bu ayda Ramazân orucundan başka bir
oruç tutulamaz. Bunun içindir ki, Hanefîlere göre bir kimse Ramazân-ı şerîfte nâfile oruca
niyet etse, o yine Ramazan orucundan sayılır. (Serahsî)
MİZÂC:
Huy, tabîat, bir kimsenin yaratılıştan gelen özelliklerinin hepsi. (Bkz. Huy)
Gadaba gelen (kızan, öfkelenen) insan, aklın kontrolünden çıkmış olduğundan; bu
kimsede basîret (kalb gözü, derin ve ince anlayış), düşünce, irâde (kendine hâkim olma) ve
fikir diye bir şey kalmaz. Nice insanlar var ki, yaratılış îtibâriyle çabuk kızarlar. Hattâ,
yüzünden gadab (kızgınlık) akar. Kalbin harâret mizâcı da buna yardımcı olur. Zîrâ gadab,
ateştendir. Nitekim, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Mizâcın
burûdeti (soğukluğu); gadabı (kızgınlığı) söndürür ve şehveti kırar. (İmâm-ı Gazâlî)
MİZÂH:
Latîfe, şaka.
Ben mizâh konuşurum, fakat doğru konuşurum. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Alay, şaka ve mizâhtan kaçınınız. Zîrâ insanın şerefini kırar, vekarını (ağırbaşlılığı)
azaltır. (Hazret-i Ömer)
Az olmak şartı ile arada bir mizâh mübâhtır (serbesttir). Ancak mizâhı âdet ve meslek
hâline getirmemeli ve doğru söylemelidir. Çünkü fazla şaka, mizâh vakti öldürür ve çok
güldürür. Çok gülmek ise, kalbi karartır. Heybet ve vekarı giderir. (İmâm-ı Gazâlî)
Mizâhın azı kötü değildir. Çünkü mizâh, gönül açıcı ve kalb temizleyicidir. Mizâhta
aşırılığa kaçmamalı ve devamlı olmamalıdır.Mizâhta aşırılığa kaçılırsa, çok gülmeğe sebeb
olur. Çok gülmek ise kalbi karartır. (Muhammed Hasan Can)
MÎZÂN:
1.Terâzi, ölçü âleti.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... (Şuayb aleyhisselâm), Kavmine şöyle dedi: Rabbiniz tarafından size açık mûcize
geldi. Artık kileyi, mîzânı tam tutun. İnsanların haklarını yerine getirmekte noksanlık
yapmayın. (Peygamberler ve onlara tâbi olanların vâsıtasıyla) ıslâh olan yeryüzünü (küfür ve
hîlelerinizle) fesâda vermeyin. Eğer benim sözümü tasdîk ederseniz, (bu söylediklerim)
sizin için hayırlıdır." (A'râf sûresi: 85)
Şuayb aleyhisselâm Eyke halkını; ölçüyü ve mîzânı tam yapmaya, insanların hukûkuna
riâyet etmeye, yeryüzünde fesâd çıkarmamaya, Allahü teâlâdan korkmaya ve takvâ üzere
olmaya dâvet etti. (Fahrüddîn-i Râzî)
2. Kıyâmet günü insanların günâh ve sevâbını tartan ve nasıl olduğu bilinmeyen terâzi.
Alahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz kıyâmet gününe mahsûs adâlet mîzânları kurarız. Artık hiç kimse hiçbir şeyle
haksızlığa uğratılmayacaktır. (Yapılan amel) hardal tânesi kadar bile olsa, onu getiririz
(mîzâna koyarız). Hesâb gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiyâ sûresi: 47)
Artık kimin (sevâb) mîzânı ağır gelirse onlar korktuklarından emîn, umduklarına
kavuşanların tâ kendileridir. Kimin de mîzânı hafif gelirse, onlar kendilerine yazık
edenlerdir. (Onlar) Cehennem'de ebedî kalıcıdırlar. (Mü'minûn sûresi: 102, 103)
Mîzânda güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. (Hadîs-i
şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra her birinin büyüklüğü, gözün görebileceği
uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu defterlerde o kimsenin iyilik ve
kötülükleri yazılıdır. Günâhı sevâbından çok gelip, Cehennem'e gönderilir. Cehennem'e
giderken, Allahü teâlâ katından bir ses duyulur; "Acele etmeyiniz. Onun tartılmayan bir
şeyi vardır" der. Baş parmağı ucu kadar bir şey getirilir. Üzerinde Lâ ilâhe illallah
Muhammedün Resûlullah yazılı olur. Sevâb kefesine konur. Böylece sevâbı, günâhından
ağır gelir ve Cennet'e gitmesi emrolunur. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ül-Ulemâ)
İyi ameller güzel sûretlerle, kötü ameller de çirkin kıyâfetlerle gelecek, mîzâna konacaktır.
(İbn-i Abbâs)
Ömür tamam olup defter dürülür
Sırat Köprüsü ve mîzân kurulur
Hakk'ın dergâhında elbet durulur
Buyruğu tutulur ferman eğlenmez.
(Aziz Mahmûd Hüdâyî)
MİZMÂR:
1. Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan
meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.
Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. İslâmiyet'i
bırakıp kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur'ân-ı kerîmi mizmârlardan yâni
çalgılardan şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyf için okurlar. Böyle okuyanlara ve
dinleyenlere hiç sevâb verilmez. Allahü teâlâ bunlara lânet eder, azâb verir. (Hadîs-i
şerîf-Müsâmere)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki:
"Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir. Adam öldürmek çoğalır. Gençler
ana-babalarını, hısım-akrabâsını aramaz, saymaz olur. Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni
çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile güzel okuyanları, İslâmiyet'e uyan hâfızları
dinlemeyip, mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler." (Hadîs-i şerîf-Tergîb-üs-Salât)
Keyf ve eğlence için her mizmârı çalmak ve dinlemek haramdır. Çalgı, içki içenlerin
âdetidir. İçki ise, nefsin arzûlarını yâni şehveti harekete getirir. Yalnız muhârebede (savaşta)
askerin moralini kuvvetlendirmek için bando, mızıka çalmak ve bunlara sulh zamânında da
hazırlanmak ve düğünlerde davul def çalmak, her müslümana câizdir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Güzel ses.
Bir gün Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Mûse'l-Eş'arî'nin Kur'ân-ı
kerîm okumasını dinledi ve buyurdu ki: "Ebû Mûsâ'ya Âl-i Dâvûd'un mizmârlarından
verilmiştir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kur'ân-ı kerîmi mizmâr ve tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile yâni kelimeleri değiştirip
nağmeye uydurarak okumak haramdır. (Abdullah-ı Dehlevî)
MU'ACCEL:
Peşin olarak verilen. Acele ödenen şey. (Bkz. Mehr)
Nikâh akd edilirken (yapılırken) tek mehr söylenip, ne kadar mu'accel olduğu bildirilmedi
ise, âdete ve zevcinin emsâline (akranlarına) göre söylenilenin bir miktârı mu'accel olur.
Mehrin hepsi mu'accel denildi ise mu'accel olur. (Fetavâ-yı Hindiyye)
MUÂHEDE:
Andlaşma. (Bkz. Ahd)
İslâm halîfeliğinin bir an evvel kaldırılması İngilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım
muhârebelerine sebeb olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri hilâfeti mahv etmek için
bir hîle idi. Pâris muâhedesi bu hîleyi açıkça ortaya koymaktadır. (Abdürreşîd İbrâhim
Efendi)
MUÂHEZE:
Azarlama, darılma, paylama, cezâlandırma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ sizi yemîn-i lağv (geçmiş bir şey için zan ile yanlış yemin etmek) ile
muâheze etmez. Fakat (kasıdla, bilerek) akd ettiğiniz yeminlerde (geçmişte bir şey için yalan
söyleyerek veya ilerde yapacağım yâhut yapmayacağım diye yalan yere yemin etmekte)
muâheze eder. Onun keffâreti, çoluk-çocuğunuza yedirdiğinizin orta hâli ile on fakiri
doyurmaktır. Veya çoluk-çocuğunuza giydirdiğinizin orta hâliyle birer elbiseyi on fakire
giydirmektir veya bir köle âzâd etmektir. Bu üçünden birini yapmaya gücü yetmiyenin üç
gün müteâkiben (peşpeşe) oruç tutmasıdır. İşte bunlar sizlerin yeminlerinize keffârettir.
Lisânlarınızı yemininizi bozmaktan hıfz ediniz (koruyunuz). (Mâide sûresi: 89)
Allah hiç kimseye gücü yetmeyeceği bir şeyi teklif etmez. Herkesin kazandığı kendi
lehine, yüklendiği vebâl de aleyhinedir. "Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk veya hatâ ettikse, bizi
muâheze etme. Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey
Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmiyeceği şeyleri de yükleme. Günâhlarımızı affet. Bizi
bağışla. Bize merhâmet eyle. Sen bizim mevlâmızsın. Artık kâfirler gürûhu (topluluğu)
üzerine bize yardım et (dediler)" (Bekara sûresi: 286)
Bir ümmet içerisinde, her gün yirmi beş kişi; Allahü teâlâya yirmi beş defâ istiğfâr ederse
(günahlarının bağışlanmalarını dilerse) Allahü teâlâ o ümmeti umûmî azâbla muâheze etmez.
(Mekhûl eş-Şâmî)
MUAHHİR (El-Muahhir):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını,
sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını,
sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.
El-Muahhir ism-i şerîfini söyleyenin tövbe etmesi kolay olur. (Yûsuf Nebhânî)
MU'ÂMELÂT:
İnsanların birbirleri arasında olan işler. Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi insanlar
arasında meydana gelen işler. Fıkıh ilminin dört kısmından biri.
Mu'âmelâtta bir fâsıkın (açıkça günâh işleyenin) veyâ müslüman olmıyanın sözü de kabûl
edilir. Akıllı olan çocuk ve kadın da mu'âmelâtta erkek gibidir. (Alâüddîn-i Haskefî)
MU'AMMÂ:
1.Gizli, örtülü, anlaşılmaz veya anlaşılması güç şey.
Allahü teâlâyı mü'minler Cennet'te görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir
görmekle göreceklerdir.Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu
anlaşılmayan bir görmek olur. Belki gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hâl alır ve öyle
görür. Bu, bir muammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda evliyânın büyüklerinden seçilmişlere
bildirilmiştir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Edebiyâtta bir ad sorulacak şekilde düzenlenmiş manzûm bilmece.
On altıncı asrın büyük muammâ şâirlerinden biri de Emrî'dir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
MU'ÂNAKA:
İki kişinin birbirinin boynuna sarılması.
Âdem aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâma kadar, selâmlaşma, birbirine secde etmekle
olurdu. Sonra bunun yerine mu'ânaka ile oldu. Muhammed aleyhisselâm zamânında el ile
müsâfeha sünnet oldu. (Muhammed Rebhâmî)
Âlimler buyurdular ki: Mu'ânaka edenlerin üzerinde bir gömlek veya cübbe gibi bir şey
varsa, mu'ânaka câizdir. (Burhâneddîn Mergînânî)
Mu'ânakanın mekruh olanı (dînen iyi görülmeyeni) şehvetli olanıdır. (Şeyh Ebû Mansûr)
MU'ÂŞERET:
İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller,
kurallar. (Bkz. Edeb)
MU'ÂTEBE:
İtâb etme, kızma, azarlama. (Bkz. İtâb)
MU'ATTALA:
Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden bozuk bir fırka, topluluk.
Nikâh ile alması haram olan yirmi beş kadından birisi de veseniyye yâni puta tapan
kadınlardır. Güneşe, yıldızlara, resimlere ve heykellere tapınanlar ve Mu'attala ve Bâtıniyye
ve İbâhiyyeden olanlar ve zındıklar yâni koyu müslüman görünüp küfre sebeb olan şeylere
îmânın şartı diyenler, hep puta tapanlardandır. (Mehmed Zihni Efendi)
MU'ÂVVİZETEYN:
Felak ve Nâs sûrelerinin ikisine berâber verilen isim.
Cumâ namazından sonra, yedi defâ ihlâs ve mu'âvvizeteyn okuyanı, Allahü teâlâ, bir
hafta, kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur. (Hadîs-i şerîf-Fevâid-i Osmâniyye)
Dertlerden, belâlardan kurtulmak; şeytanın, cinlerin şerrinden korunmak için,
Mu'âvvizeteyn'i çok okumak faydalıdır. (Seyyid Abdülhakîm)
MU'ÂYEDE:
Bayramlaşma. Birbirinin bayramını kutlama.
Selçuklular ve Osmanlılarda muâyede merâsimleri pek muhteşem olurdu. Sultanlar
bayram namazı kılmak için büyük bir alayla (toplulukla) selâtin yâni sultanlar tarafından
yaptırılan câmilerden birine giderlerdi. Bayram namazı kılındıktan sonra sultan, sarayda
devlet erkânıyla bayramlaşırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Osmanlılarda pâdişâhın bayramı tebrik merâsimi, İstanbul'un fethinden on dokuzuncu
yüzyıl ortalarına kadar Topkapı Sarayı'nda yapıldı. Daha sonraki devirlerde Dolmabahçe
Sarayı'nın orta kısmındaki büyük muâyede salonunda yapılmaya başlandı. (Osmanlı Târihi
Ansiklopedisi)
Bayram günlerinde herkes temiz ve iyi giyinir, çocuklara yeni elbiseler alınır, fakir, yetim
ve öksüzler sevindirilirdi. Kabirler ziyâret edilerek vefât eden akrabâ, diğer müslümanlar ve
din büyüklerinin rûhu için Kur'ân-ı kerîm okunur, duâlar edilir ve daha sonra muâyede için
âile büyükleri, dost, akabâ ve tanıdıklar ziyâret edilirdi. (Hızır İlyâs Ağa)
MUBÂH:
Dînimizde yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeyler.
Mubahlar, iyi niyetle yapılınca tâat (Allahü teâlânın beğendiği şey) olur. Kötü niyetle
yapılınca, günâh olur. İnsan, mubâh bir işe başlarken niyyetine dikkat etmelidir. Niyyeti iyi
ise, o işi yapmalıdır. Niyyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. (Seyyid
Abdülhakîm Efendi)
Allahü teâlânın mubah ettiği yâni izin verdiği şeyler pek çoktur.Haram ettiği, yasakladığı
şeyler ise, pek azdır.Mubahlarda bulunan lezzet, harâmda bulunanlardan kat kat fazladır.
Mubâh işleyenleri Allahü teâlâ sever. Haram işleyenleri sevmez. Aklı olan, doğru
düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği bir
şeyi yapmaz. Zâten Allahü teâlâ, zararlı olan bir lezzeti haram edince, bu lezzette olan
zararsız birçok başka şeyleri mubâh eylemiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri mubâh etmiş, izin
vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp, bitmez tükenmez
mubahları bırakarak, İslâmiyet'in hududundan dışarı taşanlar, şüpheli ve haramlara uzananlar
ne kadar bedbaht ve zavallıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mubâhları, lâzım olduğu kadar kullanmalıdır. Bir insan, mubâh yâni İslâmiyet'in izin
verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmaya başlar.
Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. (İmâm-ı Rabbânî)
MÛCİD (El-Mûcid):
Îcâd eden, yoktan vâr eden, yaratan mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
"Ben civaya bakınca, bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü
hassalar vermiş! Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor.Benim buluşlarım esâsen
dünyâda bulunan, fakat o zamâna kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ancak,
ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir... Ben mûcidim ha...! Hayır, asıl mûcid, asıl
yaratıcı işte O'dur, Allah'tır..." (Edison)
MU'CİZÂT (Mûcizât):
Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân
etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk
şeklidir. (Bkz. Mûcize)
MU'CİZE (Mûcize):
Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle
meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.
Bir şeyin mûcize olabilmesi için şu şartlar lâzımdır: Allahü teâlâ o şeyi mûtâd (alışılmış)
sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Hârikulâde (olağanüstü) olmalıdır. Peygamber olan zâtın
istediğine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisini yalanlamamalıdır. Mûcize,
peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden
meydana gelen hârikulâde hâller, kerâmetler o peygamberin mûcizesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Peygamberler şerîatin emirlerini ve yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mûcize isteyince;
"Mûcizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazifemiz O'nun emirlerini bildirmektir" buyururlardı.
Allahü teâlâ dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, seâdete kavuşmaları için o anda
mûcize yaratırdı. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ her peygambere zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize
ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbâzlık yaygın idi. Allahü teâlâ Mûsâ
aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup
sihirbâzların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde
olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri
gitmişti. Tabipler başarılarıyla öğünürlerdi. Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve
anadan kör doğanların gözlerinin açılması mûcizesini ihsân etti. Tabipler âciz kaldılar.
Muhammed aleyhisselâm zamânında ise, Arabistan yarımadasında şâirlik ve belâgat san'atı en
yüksek dereceye ulaşmıştı. Yazdıkları ve okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi. Allahü
teâlâ Peygamber efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı
kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr
edip kâfir olarak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular.
(Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlânın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi
için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da Allahü teâlâ
onlara mûcize ihsân eder. (Abdülganî Nablüsî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup bâzıları
şunlardır:Mîrâc mûcizesi, şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek
parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek
parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve
hastalara şifâ verme mûcizesi. (Harputlu İshâk Efendi)
MUDÂREBE ŞİRKETİ:
Ortaklardan bir kısmının sermâye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı üzerine alması
üzerine anlaşma yapılarak kurulan şirket, ortaklık.
Mudârebe şirketinde sermâyenin; altın, gümüş veya başka geçer para olması lâzımdır. Kâr
önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlara emânettir.Telef olursa ödemezler.
(İbn-i Âbidîn)
MUDILL (El-Mudıll):
Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın
Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.
Allahü teâlânın isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. Allahü teâlânın Hâdî (hidâyete
kavuşturucu) Mudıll sıfatları vardır. İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıll sıfatı ile
tecellî eder. Niye böyle olduğunu biz bilemeyiz. (İmâm-ı Rabbânî)
MUFÂVADA ŞİRKETİ:
Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların
müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan
bir şirket. Müsâvat şirketi.
Mufâvada şirketinde ortaklardan herbiri, diğer ortakların kefîli ve vekîlidir. Ortaklar,
şirketin borçlarından ve teahhüdlerinden (sözleşmelerinden) zincirleme olarak ve bütün
malları ile sorumludurlar. (Mecelle)
Mufâvada şirketinde malın herhangi bir parçası satılınca, parası ve kârı bütün ortaklar
arasında müşterek (ortak) olur. (Avrupalılar Müfâvada şirketini müslümanlardan alıp,
Kollektif şirket demişlerdir.) (İbn-i Âbidîn)
MUGÂLATA:
Hatâlı ve yanlış söz, karşısındakini yanıltmak için söz söylemek veya bu sûretle söylenen
söz.
Safsata ve mugâlataya dayanan sophisme'i (insanı her şeyin ölçüsü kabûl eden felsefî
düşünce sistemini) kelâm âlimleri şiddetle reddetmişlerdir. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
MUĞNÎ (El-Muğnî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı, her şeyin
ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.
MUHABBET:
Sevgi. Aşırı düşkünlük.
Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için biraraya gelip
oturanlara, benim için birbirini ziyâret edenlere, benim için birbirine verenlere
muhabbetim vâcibdir. (Hadîs-i kudsî-Senâullah-i Pânî Pûtî)
Benim muhabbetim; benim yolumda birbirine muhabbet edenler, hâlis sevgi
gösterenler ve benim sevgim uğrunda harcıyanlar için hak oldu. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Benim muhabbetim bir kulun kalbine girerse, azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, onun
cesedini ateşe haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Muhabbete, muhabbet denmesi; kalbde Allahü teâlânın rızâsından başka her şeyi mahv
(yok)etmesindendir. (Ebû Saîd Eşec)
Eshâb-ı kirâm (Peygamberimizin arkadaşları), Resûlullah efendimizin muhabbeti uğruna
mallarını ve canlarını sarf eylediler (harcadılar). Makâm ve mevkilerini terk eylediler.
(İmâm-ı Rabbânî)
Muhabbet rızâya (Allah'tan gelen her şeyi beğenmeye), rızâ da muhabbete dâhildir.
Rızâsız muhabbet, muhabbetsiz rızâ olmaz. Çünkü insan, ancak sevdiğine râzı olur ve râzı
olduğunu sever. (Amr bin Osman Mekkî)
Kul, muhabbet makâmına; Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve Allahü teâlâya düşman
olanlara düşmanlık etmekle kavuşur. (Abdullah bin Muhammed Mürteiş)
Şu üç muhabbet çok mühimdir:Birincisi, Allahü teâlâyı sevmektir. Bunun alâmeti, ibâdeti
günaha tercih etmektir. İkincisi, kuvvetli bir îmân ile Resûlullah efendimizi sevmektir. Bunun
alâmeti, Resûlullah'ın sünnetine yapışmaktır. Üçüncüsü ise Allah için mü'minleri
sevmektir.Bunun alâmeti, mü'minlere eziyet etmemek ve onlara faydalı olmaktır. (Hâris
el-Muhâsibî)
Bütün kazançlarıma, mürşidlerime (hocalarıma) çok muhabbet etmekle kavuştum.
Seâdetin (mutluluğun, kurtuluşun)anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmektir. (Mazhar-ı
Cân-ı Cânân)
Muhabbet edene muhabbet edilir. Seven sevilir, unutmayan unutulmaz. (Ali Hâfız Efendi)
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl
(Bezm-i Âlem Vâlide Sultan)
Muhabbet-i Resûlillâh:
Peygamber efendimizin sevgisi.
Hazret-i Ali, muhabbet-i Resûlillah makâmının en son derecesine ulaşmış; cânını ve
malını, O'nun yoluna fedâ etmiştir. (Ahmed Fârûkî)
Müslüman kimse, Eshâb-ı kirâmın (Resûlullah efendimizi görüp, sohbetinde yetişen
mübârek insanların) hepsini sevmeli ve iyi bilmelidir. Onları sevmenin, muhabbet-i
Resûlillah demek olduğunu bilmelidir. Çünkü, Peygamber efendimiz; "Onları seven, beni
sevdiği için sever" buyurdu. Bir müslüman için, kurtuluş yolu ancak budur. (Abdullah
Süveydî)
Muhabbet-i Zâtiyye:
Allahü teâlânın zâtına olan sevgi.
Muhabbet-i zâtiyye denilen sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nîmetleri ve elemleri (iyilik ve
ızdırabları), sevenin yanında eşit olur. Bu zaman, ihlâs (her şeyi Allah için yapma) hâsıl olur.
Rabbine ancak, O'nun için ibâdet eder; kendi nefsi için değil. İbâdeti, nîmetlere kavuşmak
için olmaz. Çünkü ona göre, nîmetlerle azâblar arasında başkalık (ayrılık, fark) yoktur.
(İmâm-ı Rabbânî)
MUHABBETULLAH:
Allahü teâlânın sevgisi.
Kim muhabbetullahı, kendi muhabbetine tercih eder, üstün tutarsa, Allahü teâlâ,
halktan gelen meşakkat ve sıkıntılar husûsunda ona kâfi gelir. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İslâm dîninde, en mühim maksâd, muhabbetullah olduğundan, Allahü teâlâ, her gün beş
vakitte nice kerreler zikr edilerek (hâtırlanarak), kalb kuvvetlendirilmektedir. Kalbin ve rûhun
kuvvetlenmesi, sevgiliye (Allahü teâlâya) kavuşmaya sebeb olur.Namaz kılarken okunan
âyetler, tesbihler ve duâlar, Allahü teâlânın büyüklüğünü bildirir. Allahü teâlâ, bunları
okuyanları severim ve onlara çok sevâb veririm buyuruyor. Muhabbetullaha kavuşmak için ve
sevâb kazanmak için okunan ve yapılan şeyler güç olsalar da, îmânlı kimselere kolay ve tatlı
gelir. (İmâm-ı Gazâlî)
MUHÂCİR:
1. İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve
işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini
bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, sonra Medîne-i münevvereye
hicret eden Mekkeli müslümanlar. Muhâcirin çoğulu muhâcirîn'dir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Önce müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önde gelenlerinden ve bunların
yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü
teâlâ bunlar için, Cennetler hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır.
Bunlar Cennet'te sonsuz kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)
Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir. Gazâ ordusunun askerleri,
onların kalıpları, bedenleridir. O hâlde, gazâ ordusunun askeri, duâ ordusu olmadıkça, iş
başaramaz. Çünkü, rûhsuz bedene hiçbir yardımın ve kuvvetin faydası olmaz. Bunun içindir
ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gazâlarında ve sıkıntılı zamanlarında, muhâcirlerin
fakirleri hürmetine Allahü teâlâdan yardım dilerdi. Askeri, ordusu olduğu hâlde, muhâcirlerin
fakîrlerini vesîle ederek duâ ederdi. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Vatanından ayrılmış, terk etmiş kimse. Göç eden.
MUHADDİS:
Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve
ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp
kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.
Büyük muhaddislerden İmâm-ı Buhârî hazretlerinin rivâyet ettiği (naklettiği) hadîs-i
şerîflerden birkaçı şöyledir:
Hayâ (utanma) îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler
Cehennem'dedir.
Benden sonra, müşrik olmanızdan (Allah'a ortak, eş koşmanızdan) korkmuyorum.
Dünyâya düşkün olarak, birbirinizi öldürmenizden, böylece geçmiş kavimler gibi helâk
olmanızdan korkuyorum.
Yine büyük muhaddislerden İmâm-ı Müslim hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden
bâzısı şöyledir:
Allahü teâlâ, birinizin tövbesine, birinizin kayıp hayvanını bulduğu vakit sevinmesinden
daha çok sevinir.
Kıyâmet gününde müslümanlardan bir kısmı, dağlar gibi günâhlarla gelirler de, Allahü
teâlâ, onların o kadar günâhını af ve mağfiret eder.
MUHÂL:
İmkansız, mümkün olmayan.
Muhammed aleyhisselâma tam ve kusûrsuz tâbi olabilmek için, O'nu tam ve kusûrsuz
sevmek lâzımdır.Tam ve olgun sevginin alâmeti de, O'nun düşmanlarını düşman bilmektir.
O'nu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete (sevgiye) müdâhene yâni gevşeklik sığmaz.
Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. Aykırı gidenlerle
uyuşamaz. Cem-i zıddeyn muhâldir. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada bulunamaz.
İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı îcâb ettirir. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHÂLAA:
Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması. (Bkz. Hul')
MUHÂLEFET:
Karşı gelme itâat etmeme, uymamak.
İrâde; nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine yöneltmek ve
kendisi için Allahü teâlânın takdîr ettiğine râzı olmaktır. (Abdullah bin Muhammed Mürteiş)
Her ayrılışın başlangıcı muhâlefettir. Hocasına muhâlefet eden bir kimse, artık onun yolu
üzerinde devâm edemez; aradaki ilgi ve berâberlik kesilir. Kalbi ile hocasına îtirâz eden
(karşı gelen) kimse, sohbetinden ve ilminden istifâde edemez (faydalanamaz). O kimseye
tövbe etmesi lâzım olur. (Ebû Ali Dekkâk)
Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı
bir tutum içerisinde olduğunu görürsen, onun hüsrânının tamam olduğunu bil. (Bilâl bin Sa'd)
MUHÂLEFETÜN-LİL-HAVÂDİS:
Allahü teâlânın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) yarattıklarına, hiçbir
bakımdan benzememesi.
Âkil ve bâliğ (akıllı ve ergenlik çağına gelmiş) olan kadın ve erkek her müslümanın,
Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarını doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz
olan şey budur. Bilmemek özür olmaz, büyük günahtır. Allahü teâlânın zâtî sıfatları yâni
zâtına âit olan sıfatları altıdır. Bunlar; 1)Vücûd; var olmaktır. 2)Kıdem; varlığının öncesi,
başlangıcı olmamaktır. 3)Bekâ; varlığı sonsuz olmaktır, hiç yok olmamaktır. 4)Vahdâniyyet;
zâtında, sıfatlarında, işlerinde ortağı benzeri olmamaktır. 5) Muhâlefetün- lil-havâdîs.
6)Kıyam bi-nefsihî; varlığı kendinden olup, hep var olması için, hiçbir şeye muhtâç
olmamaktır.Bu altı sıfatın hiçbiri, mahlûkların (yaratılmışların) hiçbirinde yoktur. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)