DİNİ TERİMLER [S]
SÂ':
Hanefî mezhebinde 3500 gr'lık veya 4.2 litrelik ölçü birimi. Bu miktar diğer mezheblerde
farklıdır.
Abdestte ve gusülde, lüzûmundan fazla su kullanmak isrâf olup, haramdır. Sekiz rıtl su ile
sünnete uygun gusledilebilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir müd su ile abdest alır,
bir sâ' hacminde su ile guslederdi. (Halebî İbrâhim)
SÂAT:
1. Zaman birimi, altmış dakikalık zaman, bir günün yirmi dörtte biri.
Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek (ibâdetle geçirmek),
bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İmâm-ı Nevevî)
Fıkıh kitablarında saat demek, bir miktâr zaman demektir. (Mahmûd bin Muhammed
Buhârî)
İkindi namazından sonra öyle bir saat vardır ki, o vakitte, amellerin en iyisine yapışmak
gerektir. O saatte amellerin en iyisi muhâsebedir. Muhâsebe; gece ve gündüzün bütün saatleri
içinde, insanın yaptıklarını gözden geçirmesi, ibâdet ve günâhtan payına düşenleri ayıklaması,
iyiliklerine şükr, kötülüklerine tövbe, istiğfâr etmesidir. (Ali bin Hüseyin)
2. Kıyâmet.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bilakis sâat onlara asıl vâd edilendir ve o sâat cidden çok zor ve acıdır. (Kamer sûresi:
46)
Sana sâatten onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak
Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır
gelmiştir. O size ansızın gelecektir. (A'râf sûresi: 187)
SABAH VAKTİ:
Fecr-i sâdık denilen beyazlığın doğuda görünen ufkun bir noktası üzerinde doğması ile
başlayan vakit. İmsâk vakti.
SABÎ:
Bülûğ (ergenlik) çağına gelmemiş oğlan çocuğu. Kıza sabiyye denir.
Bütün insanlara kabir suâli vardır. Sabî iken ölene de cenâb-ı Hak cevab vermesini ilhâm
edecektir (söyletecektir). (Ebû Bekr Sirâc)
SÂBİÎLER:
Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu
kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir
din meydana getirmişlerdir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O îmân edenler, o yahûdîler, o sâbiîler, o nasrânîler, o mecûsîler, o (Allah'a) eş
koşanlar (yok mu?) Allah kıyâmet günü (bütün) bunların aralarını mutlaka ayıracak (ilâhî
hükmünü verecek)tır. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir. (Hac sûresi: 17)
Şüphe yok ki îmân edenlerle, yahûdî olanlardan, sâbiîlerden, masrânîlerden kim
Allah'a ve âhiret gününe îmân edip de sâlih amelde bulunursa, artık onların üzerinde
hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olacak değillerdir. (Mâide sûresi: 69)
Sâbiîler, yıldızların büyük rûhlarının olduğunu kabûl ederler. Hakîm, mukaddes, celâl ve
azâmetine (büyüklüğüne) ulaşılması imkânsız, fakat rûhlar vâsıtası ile kendisine
yaklaşılabilen bir yaratıcıya inanırlar. Rûhlar, cevher olarak cismânî (cisim olan) maddelerden
ve cismânî melekelerden münezzehtirler. Fiilde bunlar eşyâyı meydana getirir, yenileştirir ve
bir hâlden diğer hâle değiştirirler. Yedi seyyârenin (gezegenin) idârecileri bunlardan olup
seyyâreler onların mâbedleri gibidir. Seyyâreleri rûhlar hareket ettirirler. Dünyâ hâdiselerini,
rüzgârları, fırtınaları, zelzeleleri onlar idâre eder ve her varlığa kuvvet ve kânunlarını onlar
dağıtırlar. Domuzun, köpeğin, pençeli yırtıcı kuşların ve güvercinin etini yemezler, sünnet
yaptırmazlar. Dînî merâsim dilleri Süryânîcedir. (Şehristânî)
SÂBİKÛN:
Asıl îtibâriyle peygamberler aleyhimüsselâm, onlara tâbi olmak bakımından Eshâb-ı
kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn, peygamberlere vâris olmak bakımından müctehidler,
müfessirler (tefsir âlimleri), muhaddisler (hadîs âlimleri) ve tasavvuf büyükleri.
Sâbikûn, her hallerinde Peygamber efendimize uymaları vâsıtasıyle, zâhirde ve bâtında en
yüksek mertebeye ulaşmışlar, güzel ahlâk sâhibi olmuşlar, kavuştukları yüksek mertebeden
dönüp, aşağı inmeye ve böylece insanları Allahü teâlânın beğendiği yola girmeye dâvet
etmekle (çağırmakla) vazîfelendirilmişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Mü'minler sâbikûnun sırlarını anlayamaz. Kur'ân-ı kerîmde ayrı harflerle gösterilen
işâretler, bunlara mahsûs sırlardır. Râhat ve rahmet, bunlar içindir. Kıyâmet gününün
korkusundan emîn olanlar bunlardır. Kıyâmetin dehşetinden, başkaları gibi ürkmezler.
Kıyâmette bunlara husûsî muâmele yapılır. Kendilerine ayrıca ikrâm olunur. (Ahmed Fârûkî)
Sâbikûn-ı Evvelûn:
Dinlerini muhâfaza için yurtlarından ayrılan, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme son
derece bağlılık gösteren muhâcirlerden, iki kıbleye karşı namaz kılmış olanlar veya Bedr
gazvesinde (harbinde) bulunanlar veya Hudeybiye'de Bîat-ür-Rıdvân'da bulunanlar veya
hicretten evvel müslüman olanlar yâhut, Resûlullah'ı ilk tasdîk edenlerden olup,
kendilerinden sonra insanların peşipeşine İslâm'a girdiği hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali,
hazret-i Zeyd bin Hârise, Osman bin Affân, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa'd
bin Ebî Vakkâs, Talhâ bin Ubeydullah (radıyallahü anhüm) ile Ensârdan (Medîneli
müslümanlardan) birinci, ikinci ve üçüncü Akabe bîatlarında bulunanlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Muhâcirler ve Ensâr'dan olan Sâbikûn-ı evvelûn ve îmânda ve ihsânda bunların izinde
gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ onlar
için altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. Orada ebedî (sonsuz) olarak
kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)
SABR (Sabır):
Emirleri yapmakta, yasaklardan sakınmakta, başa gelen belâ ve musîbetlere tahammül
etme, katlanma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Peygamberlerden ülü'l-azm olanların sabr ettikleri gibi sen de sabr et! Onlara azab
verilmesi için duâ etmekte acele eyleme. (Ahkâf sûresi: 35)
Rablerine sabah akşam duâ eden ve O'na kavuşmak istiyenlerle birlikte bulun ve sabr
eyle. Onlardan başka bir yere bakma. (Kehf sûresi: 28)
Sabr eden zafere kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Her kim sabr ederse, Allahü teâlâ o kimseye sabrın hakîkatini ihsân eder. Hiçbir
kimseye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir ihsân verilmemiştir. (Hadîs-i
şerîf-Müsannef fil-Hadîs)
Sabrın başı acı, sonu bal gibi tatlıdır. (Fakîrullah)
Sabr dînin yarısıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Sabrın alâmeti, şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizlemektir. (Abdullah Harrâz)
Sabr-ı Cemîl:
Başa gelen belâ ve musîbetten dolayı feryad etmeden, insanlara şikâyette bulunmadan
yapılan sabır, gösterilen tahammül.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ya'kûb aleyhisselâm, oğullarına) dedi ki:Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (büyük) bir
işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemîldir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla
Allahü teâlâdan yardım isterim. (Yûsuf sûresi: 18)
Sabır, kazâya rızâ göstermekten dolayı değil de başka maksadlarla olursa, buna sabr-ı
cemîl denmez. (İsmâil Hakkı Bursevî)
SABÛR (Es-Sabûr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli
miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları
işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele
etmeyen.
Güneş doğduktan sonra yüz kere es-Sabûr ism-i şerîfini söyleyen kimse, belâlardan
kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
SÂCİD:
Secde eden. Namazda alnını ve burnunu yere koyarak secde eden. (Bkz. Secde)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İblîsten başka bütün melekler secde ettiler, o (iblis) sâcidlerden olmadı. (A'râf sûresi:
11)
SAD SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz sekizinci sûresi.
Sad sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen sekiz âyet-i kerîmedir. Sad harfi ile
başladığı için sûreye Sûret-üs-Sad denilmiştir. Sûrede; müşriklerin (puta tapanların) bozuk
yolda oldukları, Nûh, Sâlih, Hûd, Şuayb, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, İbrâhim, İshak, Ya'kûb,
İsmâil, İlyâs, Zülkifl ve Âdem aleyhimüsselâmın kıssaları, hak yolda peygamberlerin
çektikleri eziyetler ve sonunda nusret-i ilâhiyyeye (Allahü teâlânın yardımına) kavuştukları
bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ, Sad sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim) Kuvvet sâhibi Dâvûd'u an! O, her zaman Allah'a tövbe ederdi. (Âyet: 17)
Kim Sad sûresini okursa, Allahü teâlânın, Dâvûd aleyhisselâmın emrine verdiği
dağların ağırlığının on katı sevâb verilir. Ve büyük küçük bütün günahlara ısrardan
muhâfaza edilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
SADAKA:
1. Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc olanlara, fakirlere,
hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Sadakalarınızı; insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve
âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle boşa
çıkarmayın... (Bekara sûresi: 264)
Akrabâya sadaka vermek, ecîr (sevâb) bakımından iki kattır. (Hadîs-i
şerîf-Kenzül-Ummâl)
Yediğin şey sadakadır. Zevcene yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Hizmetçine
yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Her iyilik sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
Hoş (güzel) söz, bir sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Mü'min kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır. (S. Abdülhakîm
Arvâsî)
Ölüler için duâ ve istiğfâr ederek ve onlar için sadaka vererek, imdâdlarına yetişmek
lâzımdır. (Ahmed Fârûkî)
Zekât borcu veya başka borcu olanın sadaka vermesi sevâb olmaz, günâh olur. (S.
Abdülhakîm Arvâsî)
2. Zekât.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Sadakalar; Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, (zekât toplayan)
me'murlara, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, (esirlik ve kölelikten kurtulmak
isteyen esir ve) kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda çalışıp
cihâd edenlere, (parasız kalmış) yolcuya mahsûstur. (Tevbe sûresi: 60)
Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları (günahlarından) temizleyesin, onların
(sevâblarını) artırıp yüceltesin. Ve onlara duâ et; çünkü senin duân, onlar için bir rahatlık
ve huzûrdur (onların ızdırablarını yatıştırır). Allah onların îtirâflarını (senin de duânı)
işitici, kalblerindeki pişmanlığı bilicidir. (Tevbe sûresi: 103)
Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, affedenleri azîz eder. Allah rızâsı için
affedeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
3. Ganîmet.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) Onlardan, sadakaların taksimi husûsunda seni ayıplıyanlar da vardır.
Sadakalardan onlara da bir pay verilirse râzı olurlar, şâyet onlara sadakalardan
verilmezse hemen kızarlar. (Tevbe sûresi: 58)
Sadaka-i Câriye:
Yapıldıktan sonra sevâbı devâm eden hayırlı, iyi işler. Devamlı hayra sebeb olan sadaka.
Bir mü'min vefât edince, bütün amelleri biter. Yalnız üç ameli bitmeyip, bunların
sevâbı amel defterine yazılmaya devâm eder. Bu üç amel; sadaka-i câriye, faydalı ilim
(kitabları) ve kendisine hayırlı duâ eden sâlih evlâddır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim ve
Sahîh-i Buhârî)
Sadaka-i Fıtır:
İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde zenginlik ölçüsü
miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazân bayramının birinci günü
sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, hurma veya
kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın veya gümüş. Fıtra da denir. (Bkz. Fıtra)
Allahü teâlâ, sadaka-i fıtr veren zenginlerinizi günâhlardan temizler (mallarına, işlerine
bolluk ve bereket verir). Sadaka-i fıtr veren fakirlerinize de, daha fazlasını verir. (Hadîs-i
şerîf-Ebû Dâvûd)
Sadaka-i fıtr olarak 1750 gr. buğday veya buğday unu veya 3500 gr. arpa veya bu miktâr
hurma veya kuru üzüm verilir.Bunların kendisi verilebildiği gibi, kıymeti kadar altın ve
gümüş de verilebilir. (Kâşânî, İbn-i Âbidîn)
İslâmiyet'in vâcibleri yedidir. Sadaka-i fıtr, yakın akrabânın nafakası, vitr namazı, kurban
kesmek, umre yapmak, anaya babaya hizmette bulunmak ve hanımının kocasına hizmeti.
(Alâüddîn Haskefî)
SADÂKAT:
Dostluk; bir kimseye Allahü teâlâ için kalbden bağlılık; doğruluk.
İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh,
Doğruların yardımcısıdır hazret-i Allah.
(Ziyâ Paşa)
SÂDÂT:
1. Seyyidler. Hazret-i Hüseyin'in soyundan gelenler. (Bkz. Seyyid)
Sâdât'ın kıymetini bilmelidir. Çünkü onlar Resûlullah'ın torunları olup O'nun mübârek
zerrelerini taşırlar. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Evliyânın büyüklerinden olan zâtlar.
SÂDIK:
1. Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlâdan korkun ve dâimâ her zaman sâdıklar ile birlikte
bulunun. (Tevbe sûresi: 120)
2. Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
"Bu (Allahü teâlânın Cennet'te cemâlini göstereceği) zaman sâdıka sıdkının fayda
vereceği zamandır. (Mâide sûresi: 119)
Sâdık dost ve hâlis kimyâ,
Az bulunur, hiç arama.
(İmâm-ı Şâfiî)
Sâdık dost, arkadaşının hüzün ve sevinçte ortağı olandır. (İmâm-ı Şâfiî)
Sâdık öyle kimsedir ki, dili hak söz konuşur ve sevâb kazandıracak laf söyler. Sâdık,
Allahü teâlânın kılıcıdır. Kılıca karşı kim durabilir. Kılıca karşı duran iki parça olur.
(Zünnûn-i Mısrî)
Sâdık kul, amel etmeden, hâlis kul amel edince, amelin tadını alır. (Ebû Türâb Nahşebî)
SADİST:
Başkasına eziyet ve sıkıntı vermekten, sapık işleri yapmaktan zevk alan ruh hastası kimse.
Tıp ve fen fakültelerinde okuyup da, mahlûklardaki san'at inceliklerini, aralarındaki
hesaplı bağlantıları gören ve anlayabilen aklı başında bir kimsenin, Allahü teâlânın varlığına,
birliğine, büyüklüğüne, ilmine, kudretine inanmaması mümkün değildir. İnanmayanın,
anormal, geri kafalı, câhil olması, yâhut inâdcı, şehvetlerine düşkün bir budala olması veya
nefsinin esiri, işkence yapmaktan zevk alan, zâlim bir sadist olması lâzım gelir. Kâfirlerin
hayat hikâyeleri incelenirse, bu üç kısımdan biri olduğu hemen ortaya çıkar. (Seyyid
Abdülhakîm bin Mustafa)
SADR-I EVVEL:
Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının (sahâbe-i kirâmın) ve onları gören müslümanların
(Tâbiînin) yaşadığı asır.
Sadr-ı evvelden sonra, minâre, mekteb, kitab gibi sonradan yapılmış şeyler bid'at yâni
dinde reform değildir. Bunlar dîne yardımcı şeylerdir. İslâmiyyet bunlara izin vermiş hattâ
emretmiştir. (Abdülganî Nablüsî)
SAF:
Dizi, sıra. Namazda cemâatin sırası.
Saflarınızı düzeltiniz. Dosdoğru yapınız. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Safları düzeltmek namaz kılmanın bir parçasıdır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Saflarınız ileri geri olmasın. Böyle olursa kalbleriniz de böyle karışık olur. (Hadîs-i
şerîf-Günyet-üt-Tâlibîn)
Cemâatle namaz kılarken öndeki safta boş yer var iken, arka safta durmak ve safta yer yok
iken, saf arkasında yalnız durmak mekrûhtur. Safta yer olmayınca, yalnız başına durmayıp,
rükû'a kadar birini bekler. Kimse gelmezse, öndeki safa sıkışır. Öndeki safa sığmazsa,
güvendiği birini arkaya çeker. Güvendiği kimse yoksa, yalnız durur. (İbn-i Âbidîn)
Saf Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış birinci sûresi.
Saf sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On dört âyet-i kerîmedir. Dördüncü âyet-i kerîmede
mü'minlerin saf saf olup Allah yolunda savaştıkları anlatıldığı için Sûret-üs-Saf denilmiştir.
Sûrede; insanların yapamayacakları şeyler hakkında söz vermelerinin kötülüğü, düşman
karşısında azimle cihâd edenlere karşı Allahü teâlânın muhabbeti, İslâmiyet'i kabûl
etmeyenlerin kötülenmesi, Allahü teâlânın dînini koruyacağı, en hayırlı işin îmân ve Allah
yolunda cihâd etmek olduğu, bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Saf sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlânın (dînini yaymakta O'nun Resûlüne) yardımcı olunuz.
Nitekim Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm, havârîlere; "Allahü teâlânın dînini yaymakta
kimler bana yardımcıdır?" demişti. Havârîler de; "Biziz, Allahü teâlânın dîninin
yardımcıları" demişlerdi... (Âyet: 14)
Müşrikler istemese de, İslâm dînini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resûlü
Muhammed'e (aleyhisselâm sebebi hidâyet olan) Kur'ân ve İslâm dîni ile birlikte gönderen
Allahü teâlâdır. (Âyet: 9)
Kim Saf sûresini okursa, Îsâ aleyhisselâm ona duâ eder. Dünyâda kaldığı müddetçe
onun için istigfâr (tövbe) eder, kıyâmet günü onun arkadaşı olur. (Hadîs-i
şerîf-Envâr-üt-Tenzil ve Esrâr-üt-Te'vîl)
SAFÂ VE MERVE:
Kâbe-i muazzamanın yakınındaki iki tepenin adı. Hac ve umre esnâsında sa'y denilen hac
vazîfesini yaparken Safâ tepesinden sonra Merve tepesine gidilir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şüphe yok ki, Safâ ile Merve Allah'ın şeâirinden (Allahü teâlâya ibâdet etmeye vesîle
olan nişâneler, alâmetlerden)dir. İşte kim o Beyti (Kâbe'yi) hac veya umre niyetiyle ziyâret
ederse, bunları (Safâ ile Merve'yi) güzelce tavâf etmesinde bir günâh yoktur. (Bekara
sûresi: 158)
... İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmla annesi Hâcer'i Mekke'ye bıraktığında
erzakları ve suları bitti. Çocuğuna su aramak için önce Kâbe yakınındaki Safâ tepesine
çıktı. Sonra vâdiye karşı durup, baktı. Kimseyi göremeyince, Safâ tepesinden vâdiye indi.
Vâdiye varınca ayağını çelmesin diye entârisinin eteğini topladı. Sonra çok müşkil bir işle
karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vâdiyi geçip Merve tepesine geldi. Orada da
biraz durdu ve bir kimse görebilir miyim diye baktı fakat hiçbir kimseyi göremedi. Hâcer,
bu sûretle Safâ ile Merve arasında yedi defâ gidip geldi. İşte bunun için hacılar Safâ ile
Merve arasında sa'y ederler. Hâcer son defâ Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve iyice
dinledikten sonra şimdiki zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek (Cebrâil
aleyhisselâmı) görüp oraya gitti... (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Haccın vâciblerinden birisi, Safâ ile Merve tepesi arasında sa'y ederken Safâ'dan
başlamaktır. Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye döner. Tekbir, tehlîl ve salevât getirir. Sonra iki
kolunu omuz hizâsında ileri uzatıp ve avuçlarını semâya doğru açıp duâ eder. Sonra Merve'ye
doğru yürür. Safâ'dan Merve'ye dört, Merve'den Safâ'ya üç kere gidilir. (Molla Hüsrev)
SÂFFÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz yedinci sûresi.
Sâffât sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz seksen iki âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i
kerîmede geçen saf tutmuş melekler mânâsına gelen Sâffât kelimesi sûreye isim olmuştur.
Sûrede; Allahü teâlânın birliği, kâfirlerin âhirette uğrayacakları azablar, îmân edenlere
âhirette verilecek mükâfâtlar, Nûh, İbrâhim, İshak, Mûsâ, Hârûn, İlyâs, Lût ve Yûnus
aleyhimüsselâmdan, sâlih kullardan, Allah yolunda olanların mutlaka gâlib geleceği
bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Sâffât sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, göklerin ve yerin ve bunlar arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. O,
maşrıkların (doğuların) da Rabbidir. Hakîkat biz (size) en yakın göğü bir zînetle, yıldızlarla
(donatıp) süsledik. (Onu itâatten çıkan) her mütemerrid şeytandan koruduk. Böylece onlar,
mele-i a'lâya kulak verip dinleyemezler, her yandan koğularak atılırlar. Onlar için (âhirette
de) ardı arası kesilmez bir azâb vardır. (Âyet: 5-9)
Kim Yâsîn ve Sâffât sûresini Cumâ günü okur, sonra da Allahü teâlâdan dilekte
bulunursa, Allahü teâlâ ona dilediğini verir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Neccâr)
Kim kıyâmet günü tam ve kâmil anlamda sevâb almayı arzu ederse, oturmakta olduğu
meclisten kalkacağı sırada, Sâffât sûresinin son üç âyet-i kerîmesini okusun. (Hadîs-i
şerîf-Tefsîr-i İbn-i Kesîr)
SAFİYY:
Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ganîmet taksîminden önce kılıç, zırh ve at
gibi seçip aldığı bâzı şeyler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Bedr muhârebesinde zülfikâr isimli kılıcı safiyy
olarak almışlardı. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm)
SAFİYYULLAH:
"Allahü teâlânın temiz kıldığı, seçtiği" mânâsına, Âdem aleyhisselâmın lakabı.
Âdem aleyhisselâm Safiyyullahtır. Allahü teâlâ onu kendi kudreti ile halketti (yarattı).
Kendi rûhundan üfledi. Aksırınca ona hamdetmeyi, her şeyin ismini ve faydasını bildirdi.
Melekleri ona secde ettirdi. Bütün insanların babası oldu. Onu yeryüzünde kendi halîfesi
kıldı. Şeytanı onun sebebiyle ebedî kovdu. Kendisi Safiyyullah olduğundan, temiz ve habîs
rûhları, cennetlik veya cehennemlikleri ayırır, fark ederdi. (Bkz. Âdem Aleyhisselâm) (Molla
Miskin Muhammed Muîn)
SAFİZM:
Kadının kadına şehvetle bakması ve dokunması. Kadınlar arasındaki homoseksüellik.
Safizm, yabancı erkeklerin bakması ve dokunması gibi haramdır. Allah'tan korkan
kadınların, kocasından başkasına, erkek ve kadın, kim olursa olsun yabancıya süslenmeleri
câiz değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
SAFVET:
Temizlik, hâlislik, paklık.
Safvet ancak güzel ahlâk ile mümkündür. (Celâleddîn Muhammed Devânî)
Safvet niyete bağlıdır. Niyeti hayır olanın âkıbeti (sonu) de hayır olur. Niyeti bozuk olanın
âkıbeti de bozuktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
SAGÂİR:
Küçük günâhlar. Küçük sayılan günahlar. (Bkz. Günâh-ı Sağîre)
Sagâiri tekrâr işlemekte ısrâr etmek, büyük günâhtır. (Muhammed İznikî)
Sagâirden birini yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden daha sevâbtır.
(Abdülhakîm Arvâsî)
Farz namazları vakti girmeden önce kılmak ve vakti çıktıktan sonra kılmak kebâirdir,
büyük günâhtır. Büyük günâh, ancak tövbe etmekle affolur. Sagâiri affettirecek şeyler çoktur.
Tövbe ederken kılmadığı namazları kazâ etmesi lâzımdır. (İbn-i Nüceym)
SAHÂBE:
Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında bir an gören, eğer âmâ ise
(gözü görmüyorsa), bir an konuşan, îmân etmiş büyük-küçük mü'minlerin birkaç tânesine
veya daha fazlasına verilen isim. Sâhib kelimesinin çokluk şeklidir. Hürmet ve saygı için,
"Resûlullah'ın kıymetli ve mübârek arkadaşları" mânâsına Sahâbe-i kirâm denir. Ayrıca
onların ismi anıldığında; "Allahü teâlâ onlardan râzı olsun" mânâsına radıyallahü anhüm
ecmaîn söylenir. (Bkz. Eshâb)
Bütün din büyükleri buyuruyor ki: "Sahâbe-i kirâm aleyhimürrıdvân, peygamberlerden
aleyhimüssalevâtü vetteslîmât sonra insanların en efdali, en üstünüdür." Resûlullah'ı
sallallahü aleyhi ve sellem bir kerre gören bir müslüman, görmiyenlerin hepsinden, hattâ
Veysel Karânî'den kat kat daha yüksektir. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, Şam'a girince,
bunları gören hıristiyanlar, hâllerine hayran kalıp; "Bunlar, Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden
daha yüksektir" dediler. Bu dînin en büyük âlimlerinden olan Abdullah ibni Mübârek
(r.aleyh), buyuruyor ki: "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında giderken hazret-i
Muâviye'nin (r.anh) bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den bin defâ daha
üstündür." (İmâm-ı Rabbânî)
Sahâbe-i kirâmın aleyhimürrıdvân üstünlüklerini bildiren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler
pekçoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
SAHÂBÎ:
Peygamber efendimizi sağlığında ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ (gözü
görmüyor) ise bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlardan bir tânesine verilen isim.
Sahâbîleri aleyhimürrıdvân sevmek, onlara bağlı olmak, insanlar içinden seçilmiş,
beğenilmiş, süzülüp ayrılmış olan bu çok kıymetli tabakanın hayat tarzlarına imrenip onlar
gibi olmaya özenmek, Allahü teâlânın en büyük nîmetidir. Hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile
berâberdir" buyrulduğundan onları sevenler, onlar iledir. Cennet'te onların yakınlarında
olanlar ile berâberdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
SÂHİB-İ HAYRÂT:
Hayırlar sâhibi.
"İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" hadîs-i şerîfini kendilerine düstûr
edinen Osmanlı sultanları, sâhib-i hayrât olarak yaptıkları sayısız vakıflarıyla İslâm âlemini
ihyâ etmişlerdir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
SÂHİB-İ TERTÎB:
Tertîb sâhibi. Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış
namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.
Sâhib-i tertîbin bir günlük beş vakit farzı ve vitir namazını kılarken ve kazâ ederken
tertibi (namaz sırasını) gözetmesi farzdır. (Halebî)
Sâhib-i tertîb olan, bir farz namazını özürsüz yere vaktinde kılmazsa, bu namazı gelen ilk
vaktin namazından önce kazâ etmesi lâzımdır. (Alâüddîn Haskefî)
Kaçırılan namazlar altı veya daha çok vakte ulaşırsa, kaçırılan namaz ile vakit namazının
her ikisini de kılamayacak şekilde vakit dar olursa; bu durumda önce vakit namazı kılınır,
sonra kaçırılmış namaz kazâ edilir. Kazâya kalmış olan namaz unutularak bir sonraki vakit
namazının kılınmasıyla sâhib-i tertîblik vasfı (özelliği) kalkar. (M. Zihni Efendi)
Sâhib-i tertîb önce kılmadığı namazı namaz içinde hatırlarsa, namazı bozulur. Kılmadığı
namazı önce kazâ eder sonra vaktin namazını edâ eder. (İbn-i Âbidîn)
Beşten fazla kazâları olan bunları kazâ ede ede azalarak altıdan aşağıya inince, sâhib-i
tertiblik vasfı tekrar geri gelmez. Bunlar, sırasız da kılınabilir. (M. Zihnî Efendi)
SAHÎFE:
Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem önce gelen peygamberlere gönderilen
küçük kitablardan herbiri. Çoğulu suhuftur.
Kur'ân-ı kerîme ve sahîfelere inanmak îmânın şartlarındandır. Kur'ân-ı kerîmde bildirilen
yüz dört kitab vardır. Yüzü suhûftur. Bunların, on suhufu Âdem aleyhisselâma, elli suhufu Şit
aleyhisselâma, otuz suhufu İdris aleyhisselâma, on suhufu İbrâhim aleyhisselâma inmiştir.
Yüz kitabdan dördü büyük kitabdır. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr Dâvûd aleyhisselâma,
İncîl Îsâ aleyhisselâma, Kur'ân-ı kerîm bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma nâzil
olmuştur (inmiştir). Bunların hepsi Cebrâil aleyhisselâm denilen vahy meleği vâsıtasıyla nâzil
olmuştur, inmiştir. (Ahmed Cevdet Paşa)
SAHÎH:
Şartlarına uygun olan iş veya ibâdet.
Bir amelin, ibâdetin sahîh olması başkadır, kabûl olması başkadır. İbâdetlerin sahîh
olmaları için, kendilerine mahsûs şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o
ibâdet sahîh yapılmış, yerine getirilmiş olmaz. Cezâsından, azâbından kurtulunamaz. Sahîh
olup da kabûl olmayan ibâdet için, azâb yapılmaz ise de, o ibâdetin sevâbına kavuşulamaz.
İbâdetin kabûl olması için önce sahîh olması, sonra şu dört şartın bulunması da lâzımdır: İlim,
niyet, hulûs yâni ihlâs ve kul hakkına riâyet. İmâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh şöyle
buyurmaktadır: "Bir kimse, peygamberin ameli gibi amel yapsa fakat üzerinde yarım dank
(yâni çok az) kul borcu olsa, bunu ödemedikçe, Cennet'e giremez." (Abdülhakîm Arvâsî)
Sahîh Bey':
Aslı ve sıfatı dîne uygun olan satış. Mûteber olması için bütün şartlarını taşıyan alış-veriş.
(Bkz. Bey')
Sahîh bey'in meydana gelmesi için alıcı ve satıcının aynı kimse olmaması yâni bir
kimsenin hem satıcıya, hem alıcıya vekîl olarak kendi kendisine satış yapmaması, akd
yapılması yâni birinin îcâb yâni teklif edip, karşısındakinin onu ayrılmadan önce kabûl etmesi
yâni söz kesilmesi, mebîin (malın) ve semenin (bedelin) mal olmaları, mütekavvim
(kullanılmasına dînen izin verilen ve kullanılması mümkün) mal olmaları lâzımdır. (İbn-i
Âbidîn)
Mal, sözleşme sırasında satanın mülkünde değilse, sonra satarak teslim etse, bu sahîh bey
olmaz. Mülkünde olmayıp da sonra teslim edeceği malı satmak için selem satışı yapmalı,
yâhut sözleşme yapmayıp semeni (bedeli) emânet almalı, satacağı mal eline geçince, pazarlık
ve sözleşme yapmalıdır. (İbn-i Nüceym)
Sahîh Ced:
Ölenin babasının babası veya babasının babasının babası gibi derecesi yakın olsun uzak
olsun aralarında kadın bulunmayan dede. Yâni araya kadın girmeyen büyük baba. (Bkz.
Ferâiz)
Sahîh ced, ya ölenin babası ile bulunur veya bulunmaz. Bulunması hâlinde babanın varlığı
cedd-i sahîhi mîrâstan düşürür. Meyyitin (ölünün) babası bulunmazsa, sahîh ced baba gibi
olur ve babanın hakkı olan hisselerden alır. (M. Mevkûfâtî)
Sahîh Hadîs:
Âdil yâni yalancılıktan uzak, büyük günah işlemeyen ve hadîs ilmini bilen kimselerden
işitilen, Resûlullah efendimize kadar, rivâyet edenlerden hiçbiri noksan olmayan ve mütevâtir
yâni birçok Sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimselerin onlardan naklettikleri
hadîsler ve meşhûr, yâni ilk zamanları bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan
hadîsler. (Bkz. Hadîs)
Dört mezheb imâmının (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı
Hanbelî'nin) her biri, kendi re'yi (görüşü) ile konuşmadığını bildirmiş ve talebelerine; "Sahîh
hadîse rastlarsanız, benim sözümü bırakın. Resûlullah'ın hadîsine uyun!" demiştir. Mezheb
imâmlarımız bu sözü, kendileri gibi müctehîd olan derin âlimlere söylemişlerdir. Çünkü
böyle bir işi ancak onlar anlar ve yapabilir... (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Sahîh Kan:
Sekiz yaşını bitirip, dokuz yaşına bastıktan birkaç gün veya ay, yâhut seneler sonra,
sıhhatli bir kızın veya âdet zamânı son dakikasından îtibâren tam temizlik (on beş gün)
geçmiş olan kadının önünden çıkan ve Hanefî mezhebine göre, en az üç gün (yetmiş iki saat)
devâm eden kan; hayız ve aybaşı kanı. (Bkz. Hayz)
Bir kız, sahîh kan ve sahîh temizlik gördükten sonra istimrar ederse (kan devâm ederse),
bu kız âdeti belli olan kadın olur. Meselâ beş gün kan görse, sonra kırk gün temiz olsa,
istimrâr başından beş gün hayz, sonra kırk gün temiz kabûl dilir. Kan kesilinceye kadar böyle
devâm eder. (İbn-i Âbidîn)
Sahîh Kavl:
Fıkıh âlimlerinin bir iş hakkında müctehid âlimlerin kavillerinden (re'y ve ictihâdlarından)
hakkında doğrudur veya doğru olan budur dedikleri kavl, hüküm, söz.
Bir müctehidin veya iki ayrı müctehidin bir iş hakkında iki ayrı kavli bulunsa, birine
sahîh, diğerine esahh kavil dense, esahh kavl ile fetvâ verilir. (Bkz. Esahh) (İbn-i Âbidîn)
Sahîh Temizlik:
Ergenlik çağına erişmiş bir kızda veya kadında, âdet zamânından sonra başlayan ve içinde
hiç kan görülmeyen, öncesi ve sonrası hayız günleri olan on beş veya daha fazla sayıdaki
temiz gün.
Âdeti beş gün olan bir kadın, sahîh temizlikten sonra altı gün kan görürse, bu altı gün yeni
hayız olur ve yeni âdeti olur. (İbn-i Âbidîn)
Sahîh-i Buhârî:
Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş
olan meşhur altı hadîs kitâbından birincisi.
Sahîh-i Buhârî'de yedi bin iki yüz yetmiş beş hadîs-i şerîf vardır. Bunlar altı yüz bin hadîs
arasından seçilmiştir. İmâm-ı Buhârî hazretleri her hadîs-i şerîfi yazacağı zaman gusül abdesti
alıp, iki rek'at namaz kılar, istihâre ederdi. Sahîh-i Buhârî'yi on altı senede yazmıştır. (Ahmed
Nâim)
Sahîh-i Buhârî, en kıymetli hadîs-i şerîf kitâbıdır. İslâm âlimleri sözbirliği ile Kur'ân-ı
kerîmden sonra en kıymetli kitâb, Sahîh-i Buhârî'dir, buyurmuşlardır. (Seyyid Abdülhakîm)
Sahîh-i Buhârî'deki hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır.
Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir.
Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu
herkesin arasından çağırır. Cennet'te istediğin Hûrinin yanına git der.
SAHÎHAYN:
Kur'ân-ı kerîmden sonra, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş
olan altı hadîs kitâbından Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim'in ikisine birden verilen isim.
Sahîhayn'daki hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:
Müslüman müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din
kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir
müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında,
Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir müslümanın ayıbını örterse, Allahü teâlâ
kıyâmet günü onun ayıblarını, kabahatlerini örter.
SÂHİR:
Büyü ve sihir yapan. (Bkz. Büyü)
Sihir yapmak büyük günâhlardandır. Sâhir tövbe etmezse muhakkak Cehennem'dedir.
(Muhammed Rebhâmî)
Sâhir, sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak te'sir eder diyenin ve inananın
îmânı gider. Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise, te'sir edebilir, demelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
SAHÛR:
Güneşin batmasından imsak vaktine kadar olan zamânın son altıda biri, seher vakti; oruç
tutmak için yemeğe kalkılan vakit.
Sahur yemeğini yeyiniz. Çünkü onda bereket vardır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bir yudum su ile de olsun sahur yapınız. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Sahur yemeğinden gündüzün orucu, kaylûleden de gecenin namazı için istifâde edin.
(Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Üç şey vardır ki, bunlar üzerine kul hesâba çekilmez: Sahur yemeği, iftâr yemeği ve din
kardeşleriyle birlikte yenilen yemek. (Hadîs-i şerîf-Müslim Şerhi)
Mü'minin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Ramazân-ı şerîfte, iftarı erken yapmak, sahuru geciktirmek sünnettir. Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem, bu iki sünneti yapmağa çok önem verirdi. İftârda acele etmek ve sahuru
geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeğe ve dolayısıyla her şeye muhtâc olduğunu
göstermektedir. İbâdet etmek de zâten bu demektir. (İmâm-ı Rabbânî)
SAHV:
Uyanıklık, aklı başında, şuuru yerinde olma hâli, sekr hâlinin zıddı. Tasavvufta kendini
kaybetme hâlinden kurtulup, ayılma hâli. Fenâdan sonraki bekâ hâli.
Sahv hâlinde olan, emirlere uygunsuz davranabilir. Ancak bu davranış, Allahü teâlânın
lütf etmesi ve koruması ile yalnız müstehabları yapmamak olup, bundan ileriye gitmez.
(Abdullah-ı Dehlevî)
Sahv hâlinde olanlarda sekr (kendinden geçme hâli) hiç bulunmaz sanmamalıdır. Sahv
hâlinde biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek için tuz karıştırmağa benzer. Tuzsuz
taam (yemek) tadsız olur. (İmâm-ı Rabbânî)
SÂÎ:
Emvâl-i zâhirenin zekâtını toplayan me'mûr; sâime (senenin ekserisini çayırda otlayan)
hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplamakla vazîfeli kimse, zekât me'muru.
Dört çeşit zekât malından ikisine yâni zekât hayvanları ile topraktan elde edilen mallara
(Emvâl-i zâhire) denir. Bunların zekâtlarını sâî toplar. Hükûmet, bu toplanan malları (ve âşir)
denilen me'murların yolcu tüccarlardan aldıkları zekâtı beyt-ül-mâl denilen devlet hazînesinde
saklayıp, yedi sınıftan herbirine sarf eder. (İbn-i Âbidîn)
SA'ÎD:
Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse. Cennetlik.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sa'îd olanlara gelince, onlar Cennet'tedirler. (Hûd sûresi: 108)
Şakîler dünyâya sarılır, sa'îdler, bâkî olana (ebedî, sonsuz olan âhirete) sarılır.
(Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kimsenin sa'îd olmasının nişânı (alâmeti) şudur ki, Hak teâlâ hazretlerinin kazâ ve
kaderine râzı olur. Şakî olmasının nişânı da şudur ki, kazâ ve kadere râzı olmayıp, bağırır,
çağırır, çok ağlar, sızlar. (Süleymân bin Cezâ)
SÂİL:
İsteyen, yoksul, dilenci.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sâile gelince (onu) azarlayıp koğma. (Duhâ sûresi: 10)
SÂİME:
Senenin yarısından fazla, meralarda, kırlarda sırf sütleri alınmak veya üreme ve
beslenmeleri için otlatılan (koyun, keçi, sığır, manda, at ve deve cinsinden olan), ehlî
hayvanlar.
Sâime hayvan sayısı nisâb miktârı olduktan (zekât sınırına ulaştıktan) bir yıl sonra zekâtı
verilir. Yük taşımak ve binmek için olursa, sâime denilmez ve zekâtı lâzım olmaz. (İbn-i
Hümâm)
Deve, sığır gibi başka cinsten sâime hayvanlar birbirlerine ve diğer ticâret eşyâsına
eklenmezler. (M. Mevkûfâtî)
Sâime hayvanlarda; koyunlardan kırk koyunda bir koyun, sığır ve mandalardan otuz
sığırdan kırk sığıra kadar, iki yaşına girmiş erkek veya dişi bir buzağı, develerde nisâb
(zenginlik ölçüsü) beş olup, birer yaşlarını bitirmiş beş deve için bir koyun zekât verilir.
(Burhâneddîn-i Mergınânî)
SAKAL-I ŞERÎF:
Peygamber efendimizin mübârek sakal-ı şerîfi. (Bkz. Lihye-i Şerîf)
Peygamber efendimizin mübârek saçları ve sakal-ı şerîfinin kılı çok kıvırcık ve çok düz
değil, yaratılışta ondüle idi. Mübârek saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye
ayırır oldu. Mübârek saçlarını bâzan uzatır, bâzan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakal-ı şerîfini
boyamazdı. Vefât ettiği zamanda, saç ve sakalında ak kıl, yirmiden az idi. Mübârek bıyığını
kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli mübârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsî berberleri
vardı. (İmâm-ı Kastalânî)
SAKALÂN (Sakaleyn):
1. İnsanlar ve cinler.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey sakalân! Yakında (kıyâmet günü) sizi hesâba çekeceğiz. (Rahmân sûresi: 31)
Sakalân, yeryüzünde bulunan diğer mahlûkâta nazaran yüklendikleri emir ve yasaklar
îtibâriyle daha büyük bir varlığa sâhib oldukları için bu adı almışlardır. Yâhut bunlar,
yeryüzünde ölüleri ve dirileriyle bir ağırlık vermekte oldukları için kendilerine sakalân
denilmiştir. (Ahmed Sâvî-Senâullah Dehlevî)
2. Kıymetlerini bildirmek için, Kur'ân-ı kerîm ve Ehl-i beyte (yâni Peygamber efendimizin
akrabâlarına) verilen isim.
Ben size sakalânı bırakıyorum: Kitâbullah (Kur'ân-ı kerîm) ve Ehl-i beytim
(akrabâlarım). (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)
SAKÎM AKIL:
Hasta, ileriyi göremeyen akıl. (Bkz. Akıl)
Sakîm akıllılar yaptıklarından hep pişmân olurlar. Niye yaptım diye dövünürler. Böyle bir
akla nasıl güvenilir. Bunların aklı dinde senet olmaz. (Seyyid Abdülhakîm)
SALÂ:
Minârelerde Cumâ ve cenâze namazı için okunan salât u selâm.
Salâ okunması asr-ı seâdette olmayıp, sonradan dîne sokulan bir bid'attır. Okunması
mûteber kaynak kitablarda yazılı değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
SALÂBET-İDÎNİYYE:
Din sağlamlığı, din gayreti, din kuvveti.
Salâbet-i dîniyyesi olanların, malları ile, canları ve sözleri ile ve kalemleri ile, Allah rızâsı
için cihâd etmeleri (İslâm dîni uğrunda düşmanla savaşmaları) lâzım olduğu, "Allah yolunda
cihâd edenler, kötülenmekten korkmazlar" (Mâide sûresi: 54) âyet-i kerîmesinde
bildirilmektedir. (Muhammed Hâdimî-Berîka)
Müdâhenenin, yâni kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde, haram işleyene mânî olmamanın
zıddı, karşılığı; gayret ve salâbet-i dîniyyedir. (Muhammed Hâdimî)
Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet (olumlu) yolda sevk ve idâre edecek devlet
adamlarına sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkârdırlar (elde olana râzı
olurlar). Onların bütün meziyyetleri (üstünlükleri), hattâ kahramanlık duyguları da,
an'anelerine (örf-âdet ve kültürlerine) olan bağlılıklarından, salâbet-i dîniyyelerinden ileri
gelmektedir... (Patrik Gregoryus'un, Rus çarı Aleksandr'a yazdığı mektubdan bir parça)
SALÂH:
Sâlih olmak, iyilik, dürüstlük; iyi huylarla süslenme, dînine bağlı olma.
İlim, din ve salâh sâhibi bir kızı, fâsıkın yâni günah işleyenin nikâh etmesi câiz (uygun)
olmaz. Çünkü, zevc ile zevcenin küfv (denk) olmaları lâzımdır. (Süleymân bin Cezâ)
Babanın malını oğulları arasında pay ederken, reşîd (malını isrâf etmiyen) ve sâlih iyi
veya ilim tahsîlinde olan çocuklarına daha çok vermesi câizdir. Salâhları müsâvî (eşit) ise,
müsâvî dağıtmalıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye)
SALÂT:
1. Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr, mü'minlerden duâ.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ ve melekleri Peygambere (Muhammed aleyhisselâma) salât ederler. Ey
mü'minler! Siz de O'na salât ediniz. (Allahü teâlânın Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi
ve sellemi salâtının O'nu melekler arasında senâ etmesi, övmesi demek olduğu da rivâyet
edilmiştir.) (Ahzâb sûresi: 56)
2. İslâm'ın beş esâsından (temelinden) birisi olan namaz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Resûlüm) sana vahyolunan Kur'ân-ı kerîmi oku. Salâtı, şartlarını yerine getirerek kıl.
Çünkü salât, insanı dînin ve aklın kötü gördüğü şeylerden men eder, alıkor. (Ankebût
sûresi: 45)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Birinin evi önünde nehir olsa, hergün beş kerre
bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?" diye sordu. Yanında bulunanlar; hayır, yâ
Resûlallah! dediler. "İşte, beş vakit salâtı kılanların da, böyle küçük günâhları afv olunur"
buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Salâtı kılmayanlar, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır. (Hadîs-i
şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Salât, dînin direğidir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
İslâm âlimleri buyuruyor ki: Beş şeyi yapmıyan, beş şeyden mahrûm olur: Malının
zekâtını vermeyen, malının hayrını görmez. Uşrunu vermeyenin, tarlasında, kazancında
bereket kalmaz. Sadaka vermeyenin, vücûdunda sıhhat kalmaz. Duâ etmeyen, arzûsuna
kavuşamaz. Salât vakti gelince, kılmak istemeyen, son nefeste Kelime-i şehâdet getiremez.
(Gaznevî)
3. Peygamber efendimizin ism-i şerîfleri anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında
söylenen ve yazılan "sallallahü aleyhi ve sellem". sözü ve benzerleri. Çoğulu salevâttır.
Cumâ günleri bana çok salât okuyunuz! Bunlar bana bildirilir. (Hadîs-i şerîf-Ebû
Dâvûd)
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten
sonra,Resûlullah efendimize salât okumalıdır. Böyle bir duâ, kabûle lâyıktır. (Duânın başında
ve sonunda olmak üzere) iki salât ile yapılan duâ geri çevrilmez." (İbn-i Cezerî)
Resûlullah'a salevât getirmemiz, hâşâ ki, O'nun için Hak teâlâ katında şefâat değildir. Zîrâ
bizim gibiler nerede, o azîz Habîbullah nerede. Lâkin Allahü teâlâ bize ihsân, iyilik edene,
mükâfâtta bulunmayı ve mükâfâtında âciz olduğumuza ise iyi duâ etmemizi emretmiştir. O
hâlde, üzerimizde hadsiz, hesabsız hakkı olan Resûl ve Habîbine, başka bir şeyle mükâfattan
aczimizi bildiğinden, salâtla karşılık vermeyi bildirip emr etti. (İbn-i Abdüsselâm)
Bâzı âlimler diyor ki: Salâtla emr olunmanın bir faydası da, salevâtın fazîleti hakkındaki
hadîs-i şerîfler içinde bildirilen dünyâ ve âhiret iyiliklerinin salât okuyanda da hâsıl olmasıdır.
(Nişâncızâde)
Salât u Selâm:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ism-i şerîfleri anılınca, işitilince veya
yazılınca söylenen veya yazılan hayır duâlardan ibâret olan sözler yâni sallallahü aleyhi ve
sellem, Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ
Muhammed, Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûlallah mübârek sözleri ve benzerleri.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! O'na (peygambere) salât ve selâm edin. (Ahzâb sûresi: 56)
Kim bir kitabda bana salât u selâm getirirse (yazarsa) benim ismim o kitabda
bulunduğu müddetçe, melekler, onun için istiğfâr ederler (Allahü teâlâya onun günâhını
bağışlaması için yalvarırlar). (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Cimrilik sâdece malı tutmak, onu hayır yerlere sarfetmemek değildir. İbâdetlerini
yapmayan kimse, nefsine cimrilik ettiği gibi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
efendimizin ism-i şerîflerini duyduğu hâlde salât u selâm okumayan, müslüman kardeşine
rastlayıp selâm vermeyen kimse de cimrilik etmiş olur. (Yûsuf Sinânüddîn)
SALÎB:
Hıristiyanlık dîninin sembolü kabûl edilen birbirini dik kesen iki doğrunun meydana
getirdiği şekil, haç, istavroz. (Bkz. Haç)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bu bir de inkârlarından, Meryem'e büyük iftirâda bulunmalarından, Allah'ın Resûlü
Meryem oğlu Îsâ'yı öldürmelerinden ötürüdür. Yoksa onu öldürmediler, salîbe germediler.
Fakat onlara öyle göründü. Bu husustaki bilgileri ancak zandan ibârettir. Onu asmadılar,
onu öldürmediler. Bilakis Allah onu katına yükseltti. Allah azîzdir, hakîmdir (hikmet
sâhibidir). (Nisâ sûresi: 156-158)
Canlı resmi; namaz kılanın başında, önünde, sağ ve sol hizâsında duvara çizilmiş veya
beze kağıda yapılarak asılmış veya konmuş ise namaz kılmak mekrûhtur. Canlı şeklinde
olmasa dahi salîb resmi de canlı gibidir. Çünkü hıristiyanlara benzemek oluyor. Onlara
benzemek niyeti olmasa dahi, onların yaptığı kötü şeyleri ve kötü olmayanları da onlara
benzemek niyeti ile yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
SÂLİH:
İyi insan. Dünyâya kıymet vermeyen, îtikâdı doğru olup, Allahü teâlânın rızâsını, sevgisini
kazanmak için çalışan müslüman.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sizden biriniz ölüm (alâmetleri) gelip de: "Ey Rabbim! Beni yakın bir zamâna kadar
geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam" demeden önce, size rızık olarak
verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın. (Münafikûn sûresi: 10)
Sâlih kullarım için, Cennet'te, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir
insanın gönlünden geçirmediği bir takım nîmetler hazırladım. (Hadîs-i kudsî-Et-Tergîb
vet-Terhîb)
Ümmetimin sâlihlerinin Cennet'e girmeleri, namaz ve oruçları sebebiyle değil,
cömertlik, müslümanlara karşı kalblerinde kötülük beslememeleri ve müslümanlara
nasîhatleri sâyesindedir. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Sâlihlerle sohbette berâber olunuz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla berâber olmak,
ebedî seâdetin anahtarıdır. (Câfer-i Huldî)
Kim cennetliklerden olmayı isterse, sâlih kimselerle berâber olsun. (Hâris el-Muhâsibî)
Sâlihlerin hizmetinde bulunan kimse yükselir. Allahü teâlânın kendisini sâlihlere hürmet
etmekten mahrum ettiği kimse, insanlardan gelen sıkıntılara mübtelâ olur. (Ebû Midyen
Mağribî)
Allah'ım! Arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin noksanlığından,
ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kullarının aramızdan ayrılmasından sana sığınırız.
(Abdullah bin Gâlib)
Sâlih Amel:
Allahü teâlânın beğendiği iş. (Bkz. Amel-i Sâlih)
İnsanoğlunun, yaptığı sâlih amelleri gözünde büyüterek bir hayli ibâdet yaptığını, ibâdet
ve tâat husûsunda durumunun iyi olduğunu düşünerek, günahlarını unutmaktan sakınması
gerekir. Çünkü bunda, amellerin onu şımartması ve işlediği günahların azâbından emin
olması vardır. Böyle bir durum ise tehlikelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
SÂLİH ALEYHİSSELÂM:
Semûd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğullarından Sâm'ın
neslindendir. Hazret-i Âdem'in on dokuzuncu kuşaktan torunudur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Biz Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i
peygamber olarak gönderdik... (Hûd sûresi: 61)
Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih aleyhisselâmı) yalanladılar.
Onların (nesebde soyda) kardeşleri olan Sâlih aleyhisselâm onlara dedi ki: "Allahü
teâlâdan korkmaz mısınız ki, O'na şirk (ortak) koşarsınız. Ben, Allahü teâlâdan size
gönderilen emin bir peygamberim. Şimdi Allahü teâlâdan korkun. Size bildirdiğim, O'nun
emir ve yasaklarında bana itâat edin. Bunun için sizden ücret istemem. Bilin ki, benim
ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allahü teâlânın üzerinedir." (Şuarâ sûresi: 141-145)
Sâlih (aleyhisselâm) ve onunla olan mü'minlere necât (kurtuluş) verdik. Onlar küfür ve
günâhtan sakınırlardı. (Neml sûresi: 53)
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi helâk olduktan sonra,
felâketten kurtulanlardan olan Semûd, berâberindekilerle birlikte Şam ile Hicâz arasındaki
Hicr denilen yere giderek yerleştiler. Semûd'un torunları tekrar Âd kavminin helâk edildiği
yerlere gittiler. Dağlardaki kayaları oyup evler yaptılar. Allahü teâlâ onlara çok mal verdi.
Zamanla daha da çoğalarak bağlar, bahçeler ve köşkler yaptılar. Her türlü nîmetler içinde
bulunup azgınlığa, taşkınlığa saptılar. Taşlardan yaptıkları putlara taptılar. Allahü teâlâ, küfür
ve azgınlık içinde bulunan Semûd kavmine Sâlih aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi.
Sâlih aleyhisselâm onları putlara tapmaktan ve azgınlıklardan sakındırdı. Allahü teâlâya îmân
ve ibâdete dâvet etti. Nûh aleyhisselâmın dînini tebliğ etti. Sâlih aleyhisselâma az sayıda
kimse tâbi olup, diğerleri yalanlayıp karşı çıktılar. Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselâmı,
büyülenmiş yalancı ve büyüklenen diye ithâm etmelerine rağmen Sâlih aleyhisselâm
yılmadan, tatlı bir dille kavmini îmâna dâvete devâm etti. İnanmadıkları takdirde, şiddetli
azâbla korkuttu. Fakat Semûdlular onun dâvetini kabûl etmediler. Allahü teâlâ, Semûd
kavminin küfür ve taşkınlığı sebebiyle kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve
vermedi. Hayvanlar yavrulamaz oldu.
Bu durum karşısında Semûd kavmi Sâlih aleyhisselâma karşı hakâret etmeye başladılar.
Ölümle tehdîd ettiler. Eğer hakîkaten peygamber isen mûcize göster dediler. Mûcize
gösterdiği takdirde inanacaklarını söylediler. Kayadan bir deve meydana gelmesini istediler.
Deve olmasını istedikleri kaya büyüyüp gebe bir deve şekline döndü. Deve yavruladı. Bu
mûcize üzerine bâzı Semûdlular îmân ettiler. Devenin memesinden akan sütten Semûdlular
bütün kaplarını doldurdular. Daha sonra Semûdlular deveyi öldürdüler. Sâlih aleyhisselâma
karşı düşmanca tavır takındılar. Eğer hakîkaten peygamber isen bize vâd ettiğin azâbı getir
dediler. Bir takım acâib hâller görmeye başladılar. Devenin bastığı yerden kan fışkırdığını,
ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyularındaki suyun kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı
olduğunu görüp birbirine haber verdiler. Allahü teâlâ Sâlih aleyhisselâma vahy edip,
kendisine inananlarla o beldeyi terk etmelerini ve kısa zamanda şiddetli azâbın geleceğini
bildirdi.
Sâlih aleyhisselâm kendisine inanan 4000 kişi ile birlikte o beldeyi terk ettiler.
Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kırmızı oldu. Daha sonra simsiyah oldu. Allahü
teâlâ Cebrâil aleyhisselâma Semûdluları bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk etmesini emir
buyurdu. Bir sabah vakti azâb sayhası Semûd kavmini yakalayıverdi. Cebrâil aleyhisselâmın
sayhası onları muhkem (sağlam) binâlarda helâk etti. Sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri
patlayarak helâk oldular.
Sâlih aleyhisselâm, kavminin helâk olmasından sonra kendisine îmân edenlerle birlikte
Mekke veya Şam taraflarına gitti. Remle'de yerleşti. Mekke-i mükerremede vefât edip Kâbe-i
muazzama yanında defnedildi. (İbn-ül-Esîr, Râzî, Taberî, Nişâncızâde)
SÂLİK:
Tasavvuf yolcusu.
Şunu iyi bilmelidir ki, maksada kavuşmak için çalışan sâlikin hep şerîate, İslâmiyete
uyması şarttır. Tasavvuf yolunda en önemli vazîfe olan zikr-i ilâhî (Allahü teâlâyı anmak)
şerîatin emirlerinden biridir. İslâmiyet'in yasaklarından sakınmak da bu yolda lâzımdır.
Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylaştırır. Tasavvuf yolunu iyi bilen ve sâlike yol
gösteren âlim aramağı da dînimiz emretmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvuf büyüklerinin rûhlarına Fâtiha ve salevât sevâbı göndererek onları, Allahü
teâlâya kavuşmak için vesîle yapmalıdır. Zâhir (sûret) ve bâtın (kalb, ruh) saâdetlerine ancak
onların güzel ahlâkına sarılmak ile kavuşulur. Başlangıçta olan sâliklerin kalbleri tasfiye
bulmadan (temizlenmeden) önce evliyânın kabirlerinden feyz almaları güçtür. Bunun için
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; "İslâm'ın güzel ahlâkına sâhib bir kimse ile olmak, evliyânın
kabirleri ile olmaktan daha iyidir" buyurdu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Sâlik-i Meczûb:
Tasavvufta cezbesi yâni hak yola çekilmesi sülûkünden sonra olan sâlik.
Tasavvuf yolunun sâlikleri (yolcuları), ikiye ayrılır: Ya mürîd olurlar yâhut murâd olurlar.
Murâd olanlara müjdeler olsun! Cezbe ve muhabbet yolundan, bunları durmadan çekerler.
Aradıklarına ulaştırırlar. Lâzım olan her edebi, pir yardımı ile veya arada pir olmadan,
bunlara öğretirler. Yanıldıkları zaman, haber verirler. Ondan dolayı bir şey yapmazlar.
Rehbere ihtiyacı olursa; aramadan, uğraşmadan ona kavuştururlar. Kısaca, Allahü teâlânın
sonsuz olan ihsânı, onun her zaman imdâdına yetişir. Sebeb yaratarak veya sebebsiz olarak,
işini görür. Şûrâ sûresinin on üçüncü âyetinde meâlen; "Allahü teâlâ, dilediğini seçerek
kendine kavuşturur" buyuruldu. Tâliblerin, arada vâsıta olmadan kavuşmaları çok güçtür.
Cezbe ve sülûk nîmetlerine kavuşmuş, fenâ ve bekâ ile şereflenmiş olan bir vâsıtanın yardımı
lâzımdır. Bu vâsıtanın sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları şifâdır. Taş
kesilmiş kalbler, onun muhabbetine kavuşmakla yumuşak olur. Böyle devletli bir rehber ele
geçmezse, sâlik-i meczûb da, büyük bir nîmettir. Bu da tâlibleri yetiştirebilir. Onun yardımı
ile fenâ ve bekâ nîmetine kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî)
SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM:
Peygamber efendimizin ism-i şerîfi anıldığı, işitildiği ve yazıldığında söylenen ve yazılan,
Allahü teâlâdan, O'nun dünyâda ve âhirette her türlü iyiliğe ve üstünlüğe kavuşmasını
istemekten ibâret olan hayır duâ, hürmet, saygı ve bağlılık ifâdesi. Buna salât u selâm da
denir. (Bkz. Salât)
Kim bana bir kere salât ederse (meselâ sallallahü aleyhi ve sellem derse) Allahü teâlâ
ona on kere salât (rahmet) eder. Onun on günâhını bağışlar ve derecesini on kat yükseltir.
(Hadîs-i şerîf-Mevâhib-i Ledünniye)
SALSÂL:
Pişmemiş kuru çamur... Pişmiş gibi kurumuş çamur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Andolsun ki, biz insanı hame-i mesnûndan (balçık çamurundan), salsâlden yarattık
(Hicr sûresi: 26)
Âdem aleyhisselâm yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamberdir. Bütün insanların
babasıdır. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan
şekline koydu. Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp salsâl oldu. Önce Muhammed
aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi.
(Altıparmak Muhammed Efendi)
Âdem aleyhisselâm salsâl hâlinde iken, melekler bedenini görüp, ondaki uygunluğa,
âhenge ve ilâhî san'ata hayran kaldılar. Acabâ, "Allahü teâlâ bundan güzel bir şey halk etti
mi?" dediler. (Muhammed Hirevî)
SALVELE:
Allahümme salli alâ Muhammed ve benzeri salât u selâm denilen ve Peygamber
efendimize okunan hayır duâ.
Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamdele (hamd) ve salvele ile
başlamalı, yine bunlarla bitirmeli. Böyle bir duâ kabûle lâyıktır. İki salvele arasında yapılan
duâ geri çevrilmez. (İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde)
SÂM:
Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan büyüğü.
İdrîs aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azdı. Doğru yoldan ayrıldı. Putlara
yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Nûh aleyhisselâmı gönderdi. Nûh
aleyhisselâm o zaman elli yaşında idi. Nice yıl onları dîne dâvet etti, çağırdı. Yalnız oğulları
Sâm, Hâm, Yâfes ile az kimse îmân etti. Çoğu kulak asmadı. Kendi oğlu Yâm yâni Ken'an
bile îmân etmedi. Nûh aleyhisselâm ile alay ettiler, ona işkence yaptılar. Nihâyet tûfân oldu.
Çok yağmur yağdı. Sular her tarafı kapladı. Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Nûh
aleyhisselâmın gemisi Irak'taki Cudi dağına oturdu. İnsanlar onun üç oğlundan türedi. Nûh
aleyhisselâma bu yüzden ikinci Âdem de denildi. Sâm'dan, Arab, Fars ve Rum; Hâm'dan
Hindistan, Habeş ve Afrika halkı; Yâfes'ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Bering
boğazından Amerika'ya da geçip yerleşenler oldu. (Ahmed Nişâpûrî, Nişancızâde, Kisâî)
Nûh aleyhisselâmdan sonra Arabistan yarımadasında yerleşenlere Arab-ı bâide denir. Âd,
Semûd ve Amâlika kavimleri (toplulukları) bunlardandır. Hûd aleyhisselâm Âd, Sâlih
aleyhisselâm da Semûd kavmine peygamber olarak gönderilmişlerdir. Hepsi Sâm'ın
soyundandır. Keldânîler, Âsurîler, Süryânîler, Finikeliler, İbrâniler de aynı soydandır. (Kisâî,
Nişâncızâde)
SAMED (Es-Samed):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir kimseye, hiçbir şeye
ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkâtın (yaratılmışların) kendisine muhtaç olduğu yüce Allah.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ey Resûlüm!) De ki: O Allah tektir (eşi ortağı yoktur). Allah Samed'dir. (İhlâs sûresi: 1,
2)
SAN'AT:
Ustalıkla, hünerle yapılan iş.
En iyi ticâret bezzâzlıktır, yâni kumaş satmaktır. En iyi san'at, terziliktir. (Hadîs-i
şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Allahü teâlâ, fende ilerleyen, san'at sâhibi olan kulunu elbette sever. (Hadîs-i
şerîf-İbn-i Adî ve Münâvî)
En üstün helâl kazanma yolu, silâhla ve kalemle cihâddır. İkinci derecede ticâret,
üçüncüsü zirâat, dördüncüsü san'attır. (Muhammed Rebhâmî)
Bütün san'atlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir san'ata yapışmak ibâdet etmek olur.
Kim olursa olsun her san'atı öğrenmek ve hele harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde
yapmağa çalışmak farzdır. (İmâm-ı Gazâlî)
İnsanoğlunun bir san'atı öğrenmeğe ihtiyâcı vardır. Bunun için de, araştırmak, düşünmek,
tedkîk etmek, çalışmak lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa, yaratılış îcâbı lâzımdır. (Ali bin
Emrullah)
Bir insanın, her san'atı öğrenmesi mümkün değildir. Her bir san'atı muayyen (belirli)
kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine lâzım olan şeyi, bu san'at sâhibinden alır. Bu san'at
sâhibi de, kendine lâzım olan başka bir şeyi, onu yapan diğer san'at sâhibinden alır. Böylece
insanlar, birbirlerinin ihtiyâçlarını te'min eder. Bunun için, insan yalnız yaşayamaz. Bir arada
yaşamaya mecbûrdurlar. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
SANÂYİ' ŞİRKETİ:
İki veya daha fazla san'at sâhibinin başkasından iş kabûl ederek ücretini paylaşmak üzere
veya fabrika kurup îmâlât kârını paylaşmak üzere kurdukları şirket, ortaklık. Şirket-i A'mâl.
Sanâyi' şirketinde iş, işçilik eşit, kâr farklı olabilir. Bir şirketin alacağı siparişi, her ortak
yapar, her ortak iş kabûl eder ve satış yapar. Her birinin kazancına ve zararına, her ortak,
sözleşmedeki oranda ortaktır. (Ali Haydar Efendi)
SANEM:
Put, odundan, altından ve gümüşten yapılan insan heykeli. (Bkz. Put)
Saneme tapınmak ve onun fayda ve zarar vereceğine inanmak şirktir (Allahü teâlâya ortak
koşmaktır.) (Tahtâvî)
SAPIK:
Doğru yoldan ayrılan, îtikâdında (îmân bilgilerinde) ve ibâdetleri yapmasında veya
yaşayışında Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden (Peygamber efendimizin ve Eshâbının
yolundan) ayrılan, yanlış yollara sapan kimse.
İlmin azalması, âlimlerin azalmasıyla olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile
fetvâ vererek fitne çıkarırlar. Hem kendileri doğru yoldan saparlar, hem de insanları
saptırırlar. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Müslüman olduğunu söyleyen veya cemâat ile namaz kılarken görülen bir kimsenin
müslüman olduğu anlaşılır. Sonra bunun bir sözünde, yazısında veya bir hareketinde Ehl-i
sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân bilgilerine uymayan bir şey görülürse, bunun küfür veya
sapıklık olduğu kendisine anlatılır. Bundan vazgeçmesi, tövbe etmesi söylenir. Kısa aklı,
bozuk düşüncesi ile cevap verir vazgeçmezse, bunun sapık veya mürted (dinden çıkan)
olduğu anlaşılır. (Enver Şah Keşmîrî)
Mânâları açık olmayan nassları (âyeti kerîme ve hadîs-i şerîfleri) yanlış te'vîl ederek
(yorumlayarak) yanlış inanan kimseler, sapık veya bid'at ehli olur. Bu kimseler, Ehl-i sünnetin
doğru yolundan ayrıldığı için, Cehennem'e gidecektir. Bu kimse mânâsı açık olan nasslara
inandığı için azabda sonsuz kalmayacak, Cehennem'den çıkarılacak, Cennet'e sokulacaktır.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (arkadaşlarının) yolunda gidenler
Cehennem'den kurtulacağı müjdelenen kimselerdir. Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden
çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız büyük islâm âlimlerinin, Kitâbdan
(Kur'ân-ı kerîmden) ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü her bid'at sâhibi,
yâni her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini kısa aklı ile Kitâbdan çıkardığını
söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeğe kalkışıyor. Demek ki, Kitâbdan ve sünnetten
çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına
aldanmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
SARF SATIŞI:
Nakd hâlindeki veya işlenmiş altını ve gümüşü birbirleri karşılığında satmaktır.
Sarf satışında satanın ve alanın sözleşmeden sonra, ayrılmadan kabz etmeleri yâni eline
veya cebine almaları lâzımdır. (Ali Haydar Efendi)
SARF VE NAHV İLMİ:
Arabî dilbilgisi. Sarf; kelime bilgisi; kelimelerde meydana gelen değişikliklerden ve
birbirlerinden türemelerinden bahseden ilim. Nahv; cümle bilgisi; kelimelerin cümle içinde
fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının
aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim.
SARIK:
Kavuk, fes, takke gibi başlıkların üzerine sarılan tülbent veya şal. (Bkz. İmâme)
Başa beyaz sarık sarmak müstehâbdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bâzan siyâh
sarık da sarar, ucunu iki küreği arasına iki karış uzatırdı. (İbn-i Âbidîn, İbrâhim Hakkı)
SARÎH:
Belli, açık, meydanda olan. Kendisinden kasd edilen mânânın açıkça anlaşıldığı lafız
(söz).
Yalnız boşamakta kullanılan seni boşadım, sen bana haramsın gibi sarîh bir lafzı (sözü)
şaka olarak veya şaşırarak da söylediği anda, yanında değil ise, mektup veya vekîli ile
bildirince, bir talâk (boşama) olur. (İbn-i Âbidîn)
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh bildirilmemiş bulunan ahkâmı (hükümleri) ve
mes'eleleri, sarîh ve geniş anlatılmış mes'elelere benzeterek meydana çıkarmaya uğraşmaya
ictihâd denir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir şey anlatıldığı zaman sarîh olarak îzâh edilmelidir. İfâde, karşısındakini suâl
sordurmayacak şekilde sarîh olmalıdır. (Taşköprüzâde)
SAVM:
Oruç. Fecrin (tan yerinin) ağarmasının evvelki vaktinden (imsaktan) akşam namazı vakti
girinceye kadar, yemeği, içmeği ve cimâ'ı terk etmek. (Bkz. Oruç)
SAVMEA:
Hıristiyanların ibâdet yeri. Kilise, bîa. (Bkz. Kilise)
SA'Y:
1. Hac ve ömre ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gelen kimsenin Mescid-i Haram (Kâbe
ve avlusu) yakınındaki Safâ ve Merve tepeleri arasında usûlüne göre Safâ'dan başlayarak
Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya yedi kere gidip gelmesi. Sa'y, dört gidiş ve üç gelişten
ibârettir.
Kârin hacı yâni hac ile ömreye birlikte niyet eden, önce ömre için tavâf ve sa'y eder, sonra
ihrâmını çıkarmadan ve traş olmadan hac günlerinde hac için, tekrar tavâf ve sa'y yapar. (İbn-i
Âbidîn)
Sa'y, hac ve ömrenin vaciplerindendir. (M. Zihnî Efendi)
Sa'y ederken her bir tepede (Safâ ve Merve'de) Kâbe görününceye kadar tepeye çıkılır. (M.
Zihnî Efendi)
Tavâf ve sa'y ederken ezân okunursa, bunlar bırakılıp namazdan sonra tamamlanır. (İbn-i
Âbidîn)
2. Çalışmak, iş görmek, gayret etmek.
Cenâb-ı Hak sa'yinizi meşkûr eylesin (karşılığını versin). (Ahmed Fârûkî)
SAYD:
Av hayvanı yâni eti yenen hayvanların etleri için, eti yenmeyenlerin ise (domuz hâriç) deri
ve diş gibi yerlerinden faydalanmak veya zararlarından emin olmak için avlanan hayvan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Deniz saydı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı ki hem size, hem de yolcu
olanlarınıza faydalı olsun. Kara saydı ise ihramda bulunduğunuz müddet içerisinde size
haram edildi. (Mâide sûresi: 96)
SAYHA:
Şiddetli ses; korkunç gürültü.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Azâb emrimiz gelince, Şuayb aleyhisselâmı ve berâberinde îmân edenleri tarafımızdan
bir rahmetle kurtardık. O zulmedenleri ise, bir sayha yakaladı da yurtlarında çöküp helâk
oldular. (Hûd sûresi: 94)
SEÂDET:
Mutluluk, bahtiyarlık. Dünyâda ve âhirette mutluluk.
Eshâbım için, fakir olmak seâdettir. Âhir zamanda gelecek olan ümmetim için, zengin
olmak seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Sâlihlerle berâber olmak sonsuz seâdetin anahtarıdır (Ca'fer-i Huldî)
Seâdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır. (İmâm-ı Rabbânî)
İki cihân seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan,
Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez
bütün iyiliklerini İslâmiyet kendinde toplamıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler (başarıların
sırrı) ondadır. İslâmiyet, yanılmayan, şaşırmayan akılların kabûl edeceği esaslardan ve
ahlâktan ibârettir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Din bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir. (Seyyid
Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir kulun, Allahü teâlânın beğendiği işleri kolayca yapabilmesi, sünnete göre hareket
etmesi, sâlih kimseleri sevmesi, eş dost ile güzel geçinmesi, Allah rızâsı için insanlara iyilik
yapması, müslümanların işini görmesi ve vakitlerini Allahü teâlânın dînine hizmetle
geçirmesi, seâdet alâmetlerindendir. (Ebû Ali Cürcânî)
Seâdet-i Ebediyye:
Sonsuz, ebedî mutluluk, bahtiyârlık.
Seâdet-i ebediyyeye kavuşmak için müslümân olmak lâzımdır. (İmâm-ı Mâverdî)
Cehennem'den kurtulmak ve seâdet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere
aleyhimüsselâm tâbî olmaya bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
SEB' ETMEK:
Kötülemek, dil uzatmak.
Eshâbımdan birini seb' edenlere, Allahü teâlâ, melekler ve bütün insanlar lânet etsin.
(Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimsenin
ana-babasına seb' etmesi büyük günâhlardandır." Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Bir
kimse ana-babasına sebb eder mi?" dediler. Resûlullah efendimiz de; "Evet bir kimse
başkasının babasına seb' ederse, o da onun babasına seb' eder. Başkasının anasına seb'
ederse, o da onun anasına seb' eder" buyurdu.
Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolundan) ayrılmış olan yetmiş iki
bozuk fırkanın hepsi, Ehl-i kıble oldukları, her ibâdeti yaptıkları hâlde âdil değildirler. Çünkü
ya mülhid olarak îmânları gitmiştir, yâhut bid'at sâhibi olmuşlardır. Bunlar, Ehl-i sünneti seb'
ederler ki, bu da büyük günâhtır. (Abdülganî Nablüsî)
Müslümanları seb' etmek, günahtır. Böyle olanın şâhidliği kabûl olmaz. (Alâüddîn
Haskefî)
SEBBİYYE:
Hazret-i Ali'yi seviyoruz deyip Eshâb-ı kirâmın çoğunu kötüleyen bozuk fırka.
Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler üç grupta toplanmaktadır:Birincisi; Tafdîliyye; hazret-i Ali
Eshâbın en üstünüdür diyorlar. İkincisi; Sebbiyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası
zâlim, kâfir oldu, diyorlar. Üçüncüsü; Gulât (azgınlar); hazret-i Ali tanrıdır, diyorlar.
(Abdülazîz Dehlevî)
SEBE' SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz dördüncü sûresi.
Sebe' sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli dört âyet-i kerîmedir. On beşinci âyet-i
kerîmede geçen Yemen'de yaşayan kabîlenin adı olan Sebe' kelimesinden dolayı,
Sûret-üs-Sebe' denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın ilminin genişliği, Allahü teâlânın Sebe
halkına lütufları ve onların nankörlük göstermeleri yüzünden uğradıkları felâketler, güzel ve
faydalı işlerden başka hiçbir şeyin insanı Allahü teâlâya yaklaştırmayacağı, âhirette izin
verilenler hâriç kimsenin kimseye faydası dokunmayacağı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs,
Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Sebe' sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Ey sevgili Peygamberim!) Seni, dünyâdaki, bütün insanlara ebedî seâdeti müjdelemek
ve bu seâdet yolunu göstermek için gönderiyorum... (Âyet: 28)
Kim Sebe' sûresini okursa, hiçbir resûl ve nebî kalmaz ki, kıyâmet günü ona arkadaş
olmasın ve müsâfeha etmesin. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
SEBEB:
Vâsıta. Bir işte te'siri olmayan fakat o işin yapılmasını, vücûdunu, var olmasını îcâb
ettiren şey.
Allahü teâlâ, her şeyin yaratılması için belli şeyleri sebeb yapmıştır. Belli maddeleri, belli
şeylere sebeb yaptığı gibi, insanın maddî ve mânevî gücü, çeşitli enerjiler de, birçok şeylerin
yaratılmasına sebebdirler. Allahü teâlâ, bir kuluna bir şey ihsân etmek, iyilik vermek isterse, o
kimseyi o şeyin sebebine kavuşturur ve o şey var olur. O dilemezse hiçbir şey var olmaz.
Hikmetini, yaratmasını sebeblerle örtmüş, gizlemiştir. Çok kimse, yalnız sebebleri görmekte,
sebebler arkasındaki hikmeti, O'nun yaratmasını anlayamamaktadır. Bu anlayışsızlı__________ğı da,
onun felâketine sebeb olmaktadır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ, herkese lâyık olanı, umduğunu verir.Sebebleri görenin işlerini, arzûlarını
sebeb ile yaratır. Sebebleri değil de, bunların sâhibini görene sebebsiz verir. Nitekim hadîs-i
kudsîde; "Kullarım beni zannettikleri gibi bulur." buyurmaktadır. Evliyâ (Allahü teâlânın
sevdiği kulları) yalnız sebeblerin sâhibini, sebeblere kuvvet ve te'sir edeni görüp, sebebleri
görmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Başkalarının günâh işlemelerine sebeb olmak, yalnız günah işlemekten daha çok günâhtır.
Başkalarının bu günâhı işlemelerinin günâhları da, kıyâmete kadar bunlara sebeb olana
yazılır. (M. Hâdimî)
Vakt, namazın sebebidir. Vakit girince namaz farz olur. Vakt, namazın meydana
gelmesinde doğrudan te'sirli olmayıp, sâdece namazın kılınması, onun var olmasını
îcâbettirir. (Serahsî)
Sebeb-i Nüzûl:
Kur'ân-ı kerîmin nüzûl (inme) sebebi. (Bkz. Esbâb-ı Nüzûl)
Sebeb-i Vürûd:
Hadîs-i şerîflerin buyurulma, söylenme sebebi.
Âyet-i kerîmeleri tefsîr etmek için nüzûl sebeblerini bilmek lâzım olduğu gibi, hadîs-i
şerîflerin de açıklanması, îzâhı için sebeb-i vürûdlarını bilmek lâzımdır. (İmâm-ı Süyûtî)
SEBEİYYE:
Hazret-i Ali'ye tanrı diyen bozuk fırka. Bunlara Hurûfîler de denir.
Sebeiyye fırkasının kurucusu, Abdullah ibni Sebe'dir. Sebeiyye fırkasında olanlar, Eshâb-ı
kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) hepsine fâsık (günahkâr), hattâ kâfirdir
(imânsız) dediler. İbn-i Mülcem, hazret-i Ali'yi öldürmedi. Şeytan, hazret-i Ali'nin şekline
girmişti. Şeytanı öldürdü. Hazret-i Ali bulutlar içindedir. Gök gürlemesi onun sesidir.
Şimşek, kamçısıdır dediler. İran'ın Esterâbâd şehrinde ortaya çıkan Fadlullah Hurûfî isminde
birisi, Sebeiyye yoluna daha birçok hurâfe ve yalan da katarak hurûfîlik ismini verdi.
(Abdülkâhir Bağdâdî, Abdülazîz Dehlevî)
SEBÎL:
Yol; su dağıtılan yer ve dağıtılan şeyler.
Eskiden işlek yollar üzerinde, gelip-geçenlerin su ihtiyâçlarını Allah rızâsı için ücretsiz
olarak karşılamak üzere inşâ edilen çeşme.
İnsanlara insanca muâmeleyi şiâr edinen, onlara her an Allah rızâsı için hizmet vermeyi
kendine vazîfe bilen müslümanlar, asırlar boyunca, inşâ ettikleri sebiller ve çeşmeler
vâsıtasıyla, dînimizce çok sevâb olan su dağıtımını gerçekleştirdiler. Genellikle câmi, türbe,
mescid gibi umûma açık binâların bir parçası olarak; pâdişâh, harem mensupları, devlet
büyükleri veya mâlî durumu elverişli olanlar tarafından inşâ edilen sebillerde, bayram ve
kandil günleri, buzlu şerbet dağıtılırdı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Osmanlılar zamânında, bütün memleket arâzisi boyunca, hanlar ve kervansaraylar
bulunur; buralarda ve hac yolunda, Kâbe-i muazzamada ve Medîne-i münevverede sebîl
dağıtılırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
SEB'İYYE:
Bozuk fırkalardan biri olan İsmâiliyye fırkasının diğer bir adı. Bu fırka, şerîat (din) sâhibi
peygamberlerin sâdece yedi tâne ve yedincisinin Mehdî olduğunu, ayrıca her asırda yedi
imâmın bulunduğunu iddiâ ettikleri için bu isimle anılmışlardır.
Seb'iyye'nin kurucusu, Kaddah diye bilinen Meymun bin Deysan'dır. Kaddah, İran'ın
Ahvâz şehri civârında mecûsîlikteki bâtıl inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstererek anlattı.
Önce kendisinin Ali bin Ebî Tâlib'in (radıyallahü anh) kardeşi Ukayl'ın neslinden (soyundan)
olduğunu söyledi. Ona tâbi olanlar yediciler mânâsına Seb'iyye ismini aldılar. (Abdülkâhir
Bağdâdî, Abdülazîz Dehlevî)
SEC':
Nesirde cümle sonlarının kâfiye şeklinde birbirine uygunluğu.
İslâm âlimleri, Kur'ân-ı kerîmin î'câzını (eşsizliğini, mûcize olduğunu) başka başka
bildirdiler. Çok kimse, Kur'ân-ı kerîmin nazmı garîb, üslûbu acîbdir yâni bilinenlerden
başkadır. Arab şâirlerinin nazmlarına, üslûblarına benzemediği için mûcizedir dediler.
Sûrelerin başındaki ve sonundaki ve kıssalarındaki nesr kısımları da böyledir. Sec'lerin
Kur'ân-ı kerîmde mevcûd olmaları, insan sözlerindeki sec' gibi değildir. İnsanlar, bunları
Kur'ân-ı kerîmdeki gibi yapamadılar. Arabça'yı iyi bilen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmin îcâzını
açıkça anlar. Kur'ân-ı kerîmdeki îcâz, hem belâgatının yüksek olmasından, hem de nazmının
garîb olmasındandır. Yâni hiç görülmemiş bir nazm (dizilme) olmasındandır. (İmâm-ı
Rabbânî)
SECÂVEND:
Kur'ân-ı kerîmin, mânâsına uygun ve doğru okunabilmesi için durak ve geçiş yerlerini
gösteren işâretler.
Kur'ân-ı kerîmin secâvendleri şunlardır:
Cim: Câiz geçmek ondan, hem revâ
Durmak fakat evlâdır sana.
Ze: Câiz onda dahi durdular,
Geçmeyi daha iyi gördüler.
Tı: Mutlaka durmak nişânıdır,
Nerde görsen, orda hemen dur.
Sad: Durmakta ruhsat var dediler,
Nefes almağa izin verdiler.
Mim: Lâzım durmak burada elbet,
Geçmede küfürden korkulur pek.
Lâ: Durulmaz! demektir her yerde,
Durma hiç! alma hem nefes de.
Bu tertible oku, itmâm et
Sevâbın cümleye ihsân et.
(Ahmed İbni Kemâl Paşa)
Secâvendlerden ayn harfi rükû demektir. Hazret-i Ömer'in namaz kıldırırken ayakta
okumayı bitirip, rükûa eğildiğini gösterir. Ayn işâreti hep âyetlerin sonunda bulunmaktadır.
Lâ bulunan yerde durulursa evvelki kelime ile birlikte tekrar okunur. (M. Sıddîk Gümüş)
SECCÂDE:
Yere serilip üzerinde namaz kılınan küçük halı, kilim, hasır, bez gibi temiz sergi,
namazlık.
Üzerinde dînî yazı, hattâ bir harf bulunan kâğıdı, örtüyü, seccâdeyi yere koymak, yere
sermek tahrîmen mekruhtur (Harama yakın günâhtır). Bunları her ne için olursa olsun
kullanmak ve yere sermek, o dînî yazıya hakâret etmek ve kıymet vermemek olur. Bunları,
hakâret etmek için sermek veya kullanmak küfür olur. (Abdülganî Nablüsî)
Üzerinde Kâbe resmi, câmi resmi veya mübârek yazılar bulunan halıları, seccâdeleri yere
sermek câiz değildir. Bunları zînet (süs) için duvara asmak câiz olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
SECDE:
Namazın içindeki farzlarından; namazda alnı, burnu, el ayalarını, dizleri ve ayak
parmaklarını yere koyma.
Kul şu yedi âzâ üzerine secde eder; yüzü, iki avucu, iki dizi, iki ayağı. (Hadîs-i
şerîf-Halebî)
Secde ettiğin zaman, yırtıcı kuşlar gibi, iki kolunu yere döşeme, avucuna dayan. Pazun
ile koltuk arasını vücûduna yapıştırma. Böyle yaparsan, her uzvun secde etmiş olur.
(Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Yâ Fâtıma! Allahü teâlâ, bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emir buyursa idi, ben
de kadının kocasına secde etmesini emr ederdim. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Cenâb-ı Hak kulunu yoktan var etti. Eline cömertlik, başına da secde kâbiliyeti verdi. Aksi
takdirde ne el cömertlik, ne baş secde edebilirdi. (Sâdî Şîrâzî)
Secde yalnız, Kâbe'ye karşı Allahü teâlâ için yapılır. Kâbe için yapılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Secde Âyetleri:
Okunduklarında veya işitildiğinde secde yapılan, Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyet-i
kerîmesi. Bunlar: A'râf: 206, Ra'd: 15, Nahl: 50, İsrâ: 109, Meryem: 58, Hac: 18, Furkân: 60,
Neml: 25, Secde: 15, Sa'd: 24, Fussilet: 37, Necm: 62, İnşikâk: 21, Alak: 19. âyet-i
kerîmeleridir.
Secde âyetlerinden birini okuyanın veya işitenin, mânâsını anlamasa da, bir secde yapması
vâcibdir. Başkasının okuduğu yerde bulunan, fakat işitmiyen kimse, secde etmez. Secde
âyetini yazan, heceleyen, secde yapmaz. Secde âyet-i kerîmesinin tercümesini okuyan veya
işiten bunun secde âyeti olduğunu anlarsa, secde yapar. Namaz kılması farz olan kimselerin
secde âyetini işitince secde yapmaları vâcib olduğundan secde âyetini işiten cünübün,
sarhoşun da abdest aldıkları zaman secde etmeleri lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Secde-i Sehv:
Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması
yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde.
Birkaç kere secde-i sehv îcâb etse, bir kere yapmak yetişir. (Halebî)
Secde-i Şükr:
Bir nîmete kavuşan veya bir dertten kurtulan kimsenin Allahü teâlâ için yaptığı secde.
Secde-i şükr, tilâvet secdesi gibidir. Yâni abdestli olarak kıbleye karşı ayakta durup, elleri
kulaklara kaldırmadan Allahü ekber deyip secdeye gidilir. Önce niyet etmek lâzımdır.
Secdede önce Elhamdülillah, sonra secde tesbihi (sübhâne rabbiyel a'lâ) okunur. Secde-i
tilâvette ise "Elhamdülillah" okunmaz. Vakit namazlarından sonra secde-i şükr yapmak
mekruhtur, yâni Peygamber efendimiz böyle yapmamıştır. Bid'at olur. (Tahtâvî, M.Ma'sum-i
Fârûkî)
Secde-i Tilâvet:
Kur'ân-ı kerîmin on dört yerindeki secde âyetinden birini okuyan veya duyanın yapması
vâcib olan secde.
Bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, on
dört secde âyetini ezberden ayakta okuyup, herbirinden sonra hemen secde-i tilâvet yaparsa,
Allahü teâlâ o kimseyi o derd ve belâdan korur. (İmâm-ı Nesefî)
Secde Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin otuz ikinci sûresi.
Secde sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Otuz âyet-i kerîmedir. On beşinci âyetinde geçen
Secde kelimesinden dolayı Sûret-üs-Secde denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın her şeyi güzel
yarattığı, öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr edenlerin âhirette pişmân olacakları, hazret-i
Mûsâ'nın İsrâiloğullarına yol gösterici olarak gönderildiği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs,
Mücâhid, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Secde sûresinde meâlen buyuruyor ki:
İsrâiloğullarından da (dinlerinde) sabrettikleri için, emrimizle (insanları doğru yola
götürecek) imâmlar kılmıştık. Onlar (Tevrât'taki) âyetlerimizi yakînen biliyorlardı (Âyet:
24)
Kim Secde ve Mülk sûrelerini yatsı namazından sonra okursa, sanki Kadir gecesini
ihyâ etmiş (ibâdetle geçirmiş) gibi sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
SECİYYE:
Ahlâk, tabiat, huy.
Bir insan İslâm âlimlerini görüp, doğru yolu öğrendikten sonra yolunu şaşırırsa, bu onun
seciyyesinin bozukluğundandır. (İmâm-ı Rabbânî)
SEDD-İ ZÜLKARNEYN:
Kur'ân-ı kerîmde Zülkarneyn adıyla bildirilen peygamber veya evliyâ olan mübârek bir
zâtın, Ye'cûc ve Me'cûc için yaptırdığı sed.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede Sedd-i Zülkarneyn ile ilgili meâlen şöyle buyurdu:
(Zülkarneyn) Sonra yine bir yol buldu (doğudan kuzeye gitti). Nihâyet iki dağ arasına
ulaştığı zaman onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. Onlar
(tercümanları vâsıtasıyla); "Ey Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cûc tâifesi (topluluğu) bu yerde
fesat (kâtil, tahrip, zirâatı telef) edicilerdir. Acabâ biz sana masrafını tâyin etsek de bizimle
onların arasında sed yapsan" dediler. (Zülkarneyn); "Rabbimin bu işte bana verdiği
kudret, sizin vereceğiniz harâç ve masraftan hayırlıdır. Haydi siz bana (bedenî) kuvvetle
(ve lâzım olan âletlerle) yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.
Bana demir kütleleri getirin" dedi. Tâ ki, iki yanı (iki dağın arası) eşit oldu. Sonra
(çalışanlara) üfleyin (körüklerle ateşi tutuşturun) dedi. Nihâyet o (demir) ateş gibi olunca;
"Getirin bana üstüne erimiş bakır dökeyim" dedi. Artık (Ye'cûc ve Me'cûc kavmi) onu
aşmaya güç yetiremedikleri gibi, onu (duvarı) delip geçmeye de kâdir olamadılar.
(Zülkarneyn) "İşte bu (Sedd-i Zülkarneyn) Rabbimin va'di geldiği vakit (kıyâmet yaklaştığı
zaman) ise, o bunu dümdüz yapar. Rabbimin va'di bir haktır. (Kehf sûresi: 92-98)
Eğer maksûd eserse mısra-ı berceste kâfidir
Aceb hayretteyim ben Sedd-i İskender husûsunda
(Koca Râgıb Paşa)
SEFÂHET:
Aklın az ve hafîf olması. Malını dînin ve aklın beğenmediği yerlere sarfetme. Lüzumsuz
harcama. Süse, eğlenceye ve her türlü kötülüğe, harama düşkünlük. Akıl azlığı.
Sefâhet kalb hastalıklarındandır. Sefâhet aklın az ve hafîf olmasındandır. İnsanı israfa
alıştırır. (İmâm-ı Birgivî)
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmıyan sefihtir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir.
(İmâm-ıRabbânî)
SEFER:
1. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeyi
niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinden dışarı çıkmak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... Sizden biriniz hasta yâhut seferde olursa, bu hâldeki oruçlarını sonra tutsun.
(Bekara sûresi: 185)
Sizden birisi sefere çıktığında kardeşlerine vedâ etsin. Zîrâ Allahü teâlâ onların duâları
sebebiyle o kimse için bereket ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Seferde kavmin seyyidi (efendisi) onlara hizmet edendir. Hizmette önde olanın
fazîletini, şehîdlik müstesnâ, kimse hiçbir şeyde bulamaz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
2. Harbe gitme, savaş.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Eğer (dâvet olundukları şey) yakın (ve dünyevî) bir menfaat, orta bir sefer olsaydı
elbette senin arkana düşerlerdi. Lâkin o meşakkatli mesâfe (Tebük seferi) onlara uzak
geldi. Bununla berâber "Eğer gücümüz yetseydi sizinle berâber sefere çıkardık" diye
Allah'a yemin edeceklerdir. Bunlar (bu sûretle) kendilerini helâke sürüklerler. Allah
biliyor ki, onlar hiç şüphesiz ve muhakkak yalancıdırlar. (Tevbe sûresi: 42)
Sefer Der Vatan:
Nakşibendiyye yolunun on bir temel esâsından biri. Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan
kimsenin) kötü ahlâk, beşer (insan) tabiatının sıfatlarından kurtulması, beşerî sıfatlardan
meleklere âit sıfatlara, kötü, çirkin vasıflardan, iyi, güzel ahlâka geçmesi.
Şahsı kötü bir kimse, nereye sefer ederse etsin, kötü çirkin vasıflar ondan gitmez. Bu
sıfatların ondan gitmesi, ancak sefer der vatan ile mümkündür. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Sefer der vatan nasîb olunca, başkaları arasında düşüncenin dağılması da vatan gibi olan
yalnızlığa sefer eder gider. Dışardaki zihin dağınıklığı, kalbe sızamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
SEFERÎ:
Seferde olan, misâfir, yolcu. Bulunduğu şehirden veya köyden gideceği yolun iki veya bir
kenârındaki evlerin dışına çıkarken, senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile,
son evden îtibâren üç günde gidilecek yere (Hanefî mezhebinde 104 kilometre) gitmeye
niyyet eden kimse. (Bkz. Vatan)
Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazlarını iki rek'at kılması Hanefî
mezhebinde vâcibdir. Mest üzerine üç gün üç gece mesh edebilir. Oruç tutmayabilir. Kurbân
kesmesi vâcib olmaz. Misâfir rahat ise orucunu bozmamalıdır. Seferî kimse, gittiği yerde giriş
ve çıkış günlerinden başka on beş gün kalmaya niyet ederse veya kendi memleketine girerse
mukîm olur. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde seferî olan, farzı dört rek'at kılarsa, son iki rek'at nâfile olur. Emri
dinlemediği ve nâfilenin iftitâh (başlangıç) tekbirini ve farzın selâmını terk ettiği ve nâfileyi
farz ile karıştırdığı için, günahkâr olur. (Alâüddîn Haskefî)
Hür kadının, zevci (beyi) veya ebedî mahrem (evlenmesi haram olan) akrabâsından biri
yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ ve sâlih olmayan mahremi
ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) haramdır. Şâfiî mezhebinde kadınlar mahremsiz
olarak, farz olan hacca gidebilir. (Hâdimî, Abdülganî Nablusî)
SEFERÎLİK:
Senenin kısa günlerinde insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere gitmeye
niyet ederek bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkmak. (Bkz. Müsâfir, Sefer)
SEFÎH:
Malını dînin ve aklın uygun görmediği yere harc eden, aklı az olan. (Bkz. Sefâhet)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Mallarınızı sefihlere vermeyiniz. (Nisâ sûresi: 5)
Bir kimsede üç şeyden biri bulunmazsa ameli (ibâdeti) kıymet ifâde etmez ve hesâba
değmez. Haramdan alıkoyacak takvâ, Allah korkusu, sefihe uymaktan men edecek hilm
(yumuşaklık), halk arasında hüsn-i muâmele ile yaşıyacağı bir ahlâk. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Kalbine ilâhî bir nûr penceresinin açılmasını isteyen, sefîh kimselerle düşüp kalkmayı
bıraksın. (İmâm-ı Şâfiî)
Sefîh ve câhil bir kimse, konuşunca; ona cevap verme! Sükût, ona cevap vermekten daha
hayırlıdır. (Muhammed bin İdris)
SEFÎNE-İ NÛH:
Nûh'un (aleyhisselâm) tûfân sırasında bindiği gemisi.
Sefîne-i Nûh'un yapımı bitince, tûfân oldu. Nûh aleyhisselâma inanan mü'minler bu
gemiye bindi. Gemiye binenlerin seksen kişi olduğu ve geminin üç kat olduğu çeşitli
kitaplarda yazılıdır. (Nişâncızâde, Kisâî, Taberî)
SEHÂVET:
Cömert olmak. Parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan, lezzet almak. (Bkz.
Cömerdlik)
Sehâvet, Cennet'te bir ağaçtır.Cömerd olan onun bir dalını yakalamıştır. O dal onu,
Cennet'e götürmeden bırakmaz... (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfret)
Sehâvet, iyi huyların en yükseklerindendir. (Muhammed Hâdimî)
SEHER VAKTİ:
Duâların kabûl olduğunun bildirildiği, gecenin (güneşin batmasından imsâk vaktine kadar
olan zamânın) son altıda biri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Onlar, geceleri pek az (bir zaman) uyurlar, seher vakitlerinde hep istiğfâr (tövbe)
ederlerdi. (Zâriyât sûresi: 17,18)
Üç ses vardır ki, onları, Allahü teâlâ sever. Zikredenin sesi, Kur'ân-ı kerîm okuyanın
sesi ve seher vaktinde istiğfâr edenlerin sesi. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ul-Ulemâ)
Gece seher vaktinde ve namazlardan sonra yapılan duâ kabûl olunur. (Hadîs-i
şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı. Seher
vakitlerinde ağlamayı ve istiğfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş saymalıdır. (Muhammed
Ma'sûm Fârûkî)
Seher vaktinde ibâdet eyle ki, yarın Sırat'tan geçerken her tarafın aydınlık olsun.
(Süleymân bin Cezâ)
Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,
Göz yaşının seher vakti yaptığını,
Düşman kaçıran süngüleri çok defâ,
Toz gibi yapar, bir mü'minin duâsı.
(Muhammed Rebhâmî)
SEHV:
Yanılma.
Ey dünyâ ile mağrûr olan zavallı, gündüzün sehv ve gafletle, gecen de uyku ve istirâhatle
geçmektedir. Âkıbetin ise üzüntü, elem ve keder olacaktır. (Ömer bin Abdülazîz)
Sehv Secdesi:
Yanılma secdesi; namazda bir farzın veya vâcibin, vaktinden önce veya sonra yapılması
yâhut vâcibin terkinde yapılması lâzım gelen secde. (Bkz. Secde)
SE'ÎR:
Cehennem'i meydana getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaktır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
... Yahûdîlerden kimi Muhammed aleyhisselâma îmân etti, kimi de ondan yüz çevirdi.
O îmân etmeyenlere se'îr alevi kâfidir. (Nisâ sûresi: 55)
SEKAR:
Cehennem'i meydana getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i değiştirenler azâb
görecektir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ben, onu (Velîd bin Mugîre'yi) Sekar'a atacağım. Sekar'ın ne olduğunu bilir misin?
Hem o Cehennem, bedeninden hiçbir eser bırakmaz (hepsini helâk eder) hem yine eski
hâline getirip (aynı azâbı yapmaya) devâm eder. (Müddessir sûresi: 26,27)
SEKER:
Hurmadan elde edilen içki, bir nevi şarap.
Hurma su içinde ısıtmadan bırakılınca, köpüklenir ve tadı keskin olursa buna seker denir.
Damlası haramdır. Eğer gazlanmaz ve tadı keskin olmazsa, içilmesi sözbirliği ile helâl olur.
(İbn-i Âbidîn)
SEKERÂT-ÜL-MEVT:
Ölüm sarhoşluğu, can çekişmesi hâli.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Bir de (bakarsın ki) sekerât-ül-mevt, hak (gerçek) olarak gelmiştir. (Ey insanoğlu!) İşte
bu, senin kaçıp durduğun şeydir. (Kâf sûresi: 19)
Misvâk kullanmanın on beş kadar faydası vardır. Bunlardan biri de; sekerât-ül-mevtte,
şehâdet kelimesini (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
resûlüh) söylemeye sebeb olur. (Hazret-i Ebû Bekr)
İnsan, sekerât-ül-mevt hâlinde iken; cesedi terler, gözleri sür'atle iki tarafa gider,
burnunun iki tarafı çekilir, göğüs kemikleri kalkar, soluğu kabarır ve benzi sararır. (İmâm-ı
Gazâlî)
SEKÎNE:
Rahatlık. Kalb huzûru.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ), îmânları üstüne îmân artırsınlar diye mü'minlerin kalblerine, sekîne
indirdi. Bütün göklerin ve yerlerin orduları Allahü teâlânındır. Allahü teâlâ, Alîmdir (her
şeyi bilir), Hakîmdir (hikmet sâhibidir). (Feth sûresi: 4)
Eğer siz O'na (Resûlüme) yardım etmezseniz, bilin ki Allah vaktiyle O'na yardım ettiği
gibi yine eder. Hani Mekke kâfirleri O'nu Mekke'den çıkardıklarında bizzat Allah O'na
yardım etmişti. (Hicret esnâsındaResûlullah ancak) ikinin ikincisinden ibâretti. O zaman
onlar (Sevr dağının tepesindeki) mağaradaydılar. O zaman Peygamber arkadaşına (Ebû
Bekr-is-Sıddîk'a); "Mahzûn olma, zîrâ Allah'ın yardımı bizimle berâberdir" diyordu. Allah
onun (arkadaşının) üzerine (kalbine) sekînetini indirmiş, O'nu (Habîbini) görmediğiniz
(mânevî) ordularla kuvvetlendirmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı... (Tevbe
sûresi: 40)
İlim ve sekîne sâhibi olunuz. Öğrenirken ve öğretirken yumuşak söyleyiniz. İlim ile
tekebbür etmeyiniz (kibirlenmeyiniz). (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâyı anmak için oturan kimseleri melekler kuşatırlar. Onları Allahü teâlânın
rahmeti kaplar. Onlara sekîne iner. Allahü teâlâ onları kendi katında olanlar arasında
anar. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
SEKR:
Şuursuzluk, kendinde olmama hâli. Tasavvufta mânevî sarhoşluk.
Tasavvuf yolunda ilerlerken, İslâmiyet'te bulunmayan şeylerle karşılaşılmakta ve sekr hâli
bulunmakta ise de, yolun sonuna varınca bu bilgilerin ve hâllerin hepsi yok olur. Yalnız
İslâmiyet'in bildirdiği şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sekr hâlinde olan şeyler, vilâyet (evliyâlık) makâmlarında bulunmaktadır. Sahv (şuurlu
olma) hâlinde olan şeyler ise nübüvvet yâni peygamberlik makamındadır. Peygamberlerin
yolunda gidenlerin büyükleri, onlara tam uydukları için, onların makâmının sahvından
(uyanıklığından) pay alırlar. (Muhammed Bâki-billâh)
Sekri çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. (Şihâbüddîn Sühreverdî)
Hâlinde doğru ve istikâmet üzere olan sâlik (tasavvuf yolcusu), sekr ânında sevinçli ve
hâlini gizleyici olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Şerîat bilgilerinin hepsi nübüvvet mertebesinden çıkmış oldukları için baştan başa
sahvdırlar. Bunlara uymayan bilgiler nasıl olursa olsunlar sekrden hâsıl olmuşlardır. Sekr
sâhipleri mâzûrdurlar yâni sorguya çekilmez, azâb edilmezler. Hallâc-ı Mansûr "Enelhak"
sözünü sekr hâlinde söylemiş olup, mâzûrdur. Yalnız sahv sâhipleri taklid olunur.Sahv
bilgilerine uyanlar kurtulur. Sekr bilgilerine uyulmaz. Bunlara uyanlar mâzûr olmaz, sorguya
çekilirler, cezâlandırılırlar. (İmâm-ı Rabbânî)
SELÂM (Es-Selâm):
1. Esmâ-i hüsnâdan (Allahü teâlânın güzel isimlerinden). Zâtı ayıplardan (kusurlardan),
sıfatları noksanlıklardan ve işleri kötülüklerden uzak, temiz olan.
Eceli gelmeyen bir hastaya elem ve hastalıkları için yüz yirmi bir defâ Selâm (es-Selâm)
ism-i şerîfi okunursa, Allahü teâlânın izniyle o kimse şifâ bulur veya hastalığı hafifler. (Yûsuf
Nebhânî)
2. İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Es-selâmü aleyküm" veya
"Selâmün aleyküm" yâni dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet sizin üzerinize
olsun" demesi, diğerinin de; "Ve Aleyküm selâm" yâni "Bana ettiğin bu güzel duâ senin de
üzerine olsun" diye söylemesi.
Birbirinize selâm veriniz. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Müslim)
Îmân etmedikçe Cennet'e giremezsiniz. Birbirinizle sevişmedikçe tam îmâna
kavuşamazsınız. Size bir şey göstereyim mi? onu yaparsanız, sevişirsiniz. Aranızda selâmı
çok yayınız. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır. Selâmına cevap vermek, hastasını
yoklamak, cenâzesinde bulunmak, da'vetine gitmek ve aksırıp; "Elhamdülillah" deyince;
"Yerhamükallah" diyerek cevap vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Selâmda sünnet şöyledir ki; önce büyük küçüğe, şehirli köylüye, devedeki ata binmiş
olana, attaki merkebde olana, merkeb üstündeki yaya yürüyene, ayakta olan oturana, az olan
çok olana, efendi hizmetçisine, baba oğluna, ana kızına verir. Rütbe ve ni'meti çok olan önce
verir. İki müslüman, birbirine aynı anda selâm verirse, her ikisinin de birbirine cevâb vermesi
farz olur. Birbirinden sonra selâm verirlerse, ikincisinin verdiği selâm cevâb yerine geçer.
Çok kimseye selâm verildiği zaman, bir kişi, hattâ bir çocuk cevâb verince, ötekiler vermese
de olur. (MuhammedRebhâmî)
İki müslüman karşılaşınca, birinin "Selâmün aleyküm" demesi sünnet, diğerinin cevap
olarak "Ve aleyküm selâm" demesi farz-ı kifâyedir. (Muhammed Rebhâmî)
3. Sevginin ve muhabbetin ifâdesi olarak hayır duâ.
Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlullah'a salât ve selâm olsun.
Biz bu dünyâdan gider olduk,
Kalanlara selâm olsun.
Bizim için hayır duâ,
Kılanlara selâm olsun.
(Yûnus Emre)
SELÂMET:
Her türlü korku ve tehlikeden uzak olma, kurtulma.
Kimi, selâmette olmak sevindirirse, onun san'atı susmak olsun. (Hadîs-i şerîf-Usûl-ü
Aşere)
Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize yiyecek ikrâm ediniz! Akrabânızın haklarını
gözetiniz! Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle Cennet'e giriniz.
(Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ur-Râbih)
Sâlih ameller, İslâm'ın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb selâmette olmaz.
(İmâm-ı Rabbânî)
Nefsin arzûlarını terk eden temiz olur, âfetlerden selâmet bulur. (Ahmed Fârûkî)
SELÂMÜN ALEYKÜM:
İki müslüman karşılaşınca veya ayrılırken birinin diğerine; "Ben müslümanım. Benden
sana zarar gelmez, selâmettesin. Dünyâda ve âhirette selâmette ol, sıhhat ve âfiyet üzerinize
olsun." mânâsına söylenen söz.
"Selâmün aleyküm" diyerek selâm vermek sünnet "Ve aleyküm selâm" diyerek cevap
vermek farz-ı kifâyedir. (Muhammed Rebhâmî)
SELEF:
Önce gelenler. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı gören büyükler) ve Tebe-i tâbiîne
(Tâbiîn'i gören büyüklere) verilen isim.
Selef-i Sâlihîn:
Hicrî ilk asrın müslümanları. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin büyükleri.
Zamânımız tarîkatçileri, câmilerde mevlid cemiyetleri, ilâhîler, mersiyeler okutuyorlar.
Tekkelerde çalgı, tanbur dinliyorlar. Bunlar gibi nice bid'atleri, dinde olmayıp, sonradan dîne
sokulan şeyleri tarîkatin îcâbı olarak yapıyorlar, dünyâya düşkün olanlarla, fâsıklarla (açıktan
günâh işleyenlerle) birlikte bulunuyorlar. Namazda kavmeye, celseye ve cemâate hattâ Cumâ
namazına ehemmiyet vermiyorlar. Selef-i sâlihînin zamanlarında böyle şeyler hiç yoktu.
Bunların hiçbiri İslâmiyet'te yoktu. (İmâm-ı Rabbânî)
Selef-i sâlihînin halefleri (sonra gelenleri) olan Ehl-i sünnet âlimleri zamânımıza kadar,
hattâ bugün bile yazdıkları kitablarında Selef-i sâlihînin mezhebi olan Ehl-i sünnet îtikâdı
(îmân) bilgilerini savunmuşlardır. (Şeyhzâde)
Eshâb-ı kirâmdan sonra insanların en üstünleri, Eshâb-ı kirâmı gören ve onların
sohbetinde yetişen müslümanlardır. Bunlara Tâbiîn denir. Bunlar bütün bilgilerini Eshâb-ı
kirâmdan almışlardır. Tâbiîn'den sonra insanların en üstünleri Tâbiîn'i gören ve onların
sohbetinde yetişen müslümanlardır. Bunlara Tebe-i tâbiîn denir. Selef-i sâlihînden sonra
gelen din adamlarının arasında sözleri, işleri Resûlullah'ın ve Selef-i sâlihînin bildirdiklerine
uygun olup, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) ve amelde bunların yolundan hiç ayrılmayan
zekî, akıllı ve İslâmiyet'in hududlarını aşmayan bir kimse, başkalarının kötülemesinden
korkmaz. (Muhammed Bahît)
SELEFİYYE:
Selef-i sâlihînin (Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiînin) yolunda olduklarını iddiâ ettikleri
hâlde, onların yolundan ayrılan bozuk îtikâdlı kimseler.
İlk devir müslümanları olan Selef-i sâlihîn, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında idiler.
Ancak onlar, îmân ve îtikâd bilgilerini, icmâlî (kısaca), Halef denilen ve sonra gelen Ehl-i
sünnet âlimleri ise, îtikâd bilgilerini tafsîlî yâni açık ve geniş olarak bildirdiler. Bu iki tavır,
mânâları kapalı olan müteşâbih âyetlerde daha açık görülür. Meselâ Kur'ân-ı kerîmde
müteşâbih lafızlardan olan "yed" kelimesinin görünen mânâsı el; "vech" kelimesinin mânâsı
yüz demektir. Fakat Allahü teâlâ hakkında bu iki mânâ mahzurlu olduğundan yed lafzını
kudret, vech lafzını ise zât diye te'vil etmişlerdir (yorumlamışlardır). Hicrî dördüncü asırda
Hanbelî mezhebinden dolayısıyle Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendilerine selefiyye veya selefî
denilen bâzı kimseler, müteşâbih nassların (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin) sırf zâhirine
(görünen), konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış mânâlar
verdiler. Bu sebeble teşbih ve tecsîm (Allahü teâlâyı mahlûkuna benzetme) gibi bozuk bir
inanışın içerisine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için de Selef-i sâlihînin yolunda
olduklarını söyleyerek, kendilerine Selefiyyeciler adını verdiler. Hanbelî mezhebinde olan
Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî ve başka âlimler; bu selefiyyecilerin, Selef-i sâlihînin yolunda
olmadıklarını, bid'at ehli mücessime (Allahü teâlânın cisim olduğunu söyleyenlerin)
fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Yedinci asırda İbn-i
Teymiyye (v. 1328/728), bu fitneyi tekrâr alevlendirdi. İbn-i Teymiyye'nin talebesi olan İbn-i
Kayyım el-Cevziyye (v.1350/751), hocasının bozuk yolunu devâm ettirdi. Hicrî on ikinci
asırda selefîlik fitnesi, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından tekrar ortaya çıkarıldı. Onun
ve İbn-i Teymiyye'nin yolundakiler tarafından devâm ettirildi. Görülüyor ki, İslâmiyet'te
selefiyye mezhebi diye bir şey yoktur. Tek doğru îtikâd ve selef-i sâlihînin yolu olan Ehl-i
sünnet vel-cemâat yolu vardır. Ehl-i sünnetin ise Mâturîdiyye ve Eş'ariyye diye iki kolu
vardır. Asırlardan beri müslümanlar Ehl-i sünnet îtikâdını bu iki koldan öğrenerek
gelmişlerdir. (Bkz. Mâturîdî, Eş'arî) (İbn-i Halîfe Alîvî, Zâhid-ül-Kevserî, Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
SELEM:
İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satılması. Yâni belli miktârda peşin para ile
belli zaman sonra bilinen yerde bilinen bir malı satın almak için yapılan sözleşme. Peşin
parayı verene sâhib-üs-selem veya rabb-üs-selem; veresiye mal verme borcu altına giren
satıcıya müslemün ileyh, bu yolla satın alınan mala müslemün fîh denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! (Yaptığınız alış-veriş sonunda) muayyen (belirlenmiş) bir vâde ile
birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın. (Bekara sûresi: 282)
(Buradaki borç mânâsı umûmî olup, selem borcunu da bildirir. İbn-i Abbas (r.anh) onu
(borcu) selem borcu diye tefsir etmiştir.)
Sizden selem satışı (selem akdi) yapan kimse, belirli bir vâdeye kadar ölçeği bilinen ve
tartısı bilinen bir mal ile selem yapsın. (Hadîs-i şerîf-İhtiyâr)
Selem, söz kesilirken ve malı teslim edinceye kadar geçen zaman içinde, çarşıda benzeri
hep bulunan ve sıfatı, iyilik ve aşağılık derecesi ve miktârı belli edilebilen, yâni hacm (ölçek),
vezn (tartı), metre ve sayı ile ölçülen ve tayin edilince teayyün eden (belli olan) malda sahîh
(geçerli) olur. (İbn-i Âbidîn)
Selem yapılan mal, belli zamanlarda taksit ile verilebilir. Semen (para) pazarlık yerinde
hepsi peşin teslim edilmelidir. Hepsi peşin verilmezse, selem sahîh olmaz. Selem müddeti en
az bir aydır. (İbn-i Âbidîn)
Selemden iki taraf uyuşarak vaz geçebilir ve bâyi' (malı satan), semeni (parayı) veya
mislini (benzerini) veya kıymetini geri verir. (İbn-i Âbidîn)
SELÎM AKIL:
Yanılmayan, pişman olacak bir işi yapmayan ve peygamberlere, âlim ve evliyâlara
mahsus, ileriyi gören akıl. (Bkz. Akıl)
Selîm akıl sâhibi, nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemeyen kimse ise nefsine
uyar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
SELVÂ:
Mûsâ aleyhisselâma îmân eden İsrâiloğullarına Allahü teâlânın ihsân ettiği bıldırcın eti.
(Bkz. Men ve Selvâ)
SEM':
İşitme, işitici olma. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.
SEMÂ':
Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları, dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı
güzelleştiren ilâhî, mevlid, kasîde ve şiirleri dinlemek. (Bkz. Simâ')
Hoş âhenk ve güzel nağmelerden doğan semâ' ve aynı şekilde okunan şiir ve gazelleri
dinlemek; nefsine hâkim olan, onun isteklerine gâlib gelen ve her türlü gayr-i meşrû yâni dîne
uygun olmayan işlerden sakınıp uzak duran kişiler için mübâhtır. (Mazhar-ı Cânı Cânân)
SEMÂHAT:
Cömertlik ve el açıklığı; vermesi lâzım ve vâcib olmayan şeyleri seve seve vermek.
Resûl-i ekreme, "Hangi amelin daha faziletli" olduğu soruldukta; "Sabır ve semâhattır"
buyurmuştur. (İbn-i Hibbân)
SEMÂVÎ:
Allahü teâlâdan gelen.
Malın iki ortağı vardır. Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Eğer malından en az nasibi
olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allah yolunda sarfet. (Ebû Zer
Gıfârî)
Semâvî Din:
İnsanları dünyâ ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşturmak için, Allahü teâlâ tarafından
gösterilen yol.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir peygamber vâsıtası ile
insanlara bir semâvî din göndermiştir. Bu peygamberlere resûl denir. Her asırda, en temiz bir
insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi olan bu
peygamberlere nebî denir. Bütün peygamberler hep aynı îmânı söylemişler, hepsi
ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmeyi istemişlerdir. Fakat şerîatleri yâni kalb ve beden ile
yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, İslâmlıkları,
müslümanlıkları da ayrıdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Semâvî Kitab:
Hak dinlerin kitapları. Semâvî kitapların bize bildirileni yüz dörttür. Bunlardan on suhuf
Şist (Şit) aleyhisselâma otuz suhuf İdris aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma
indirildi. Mushaflar; Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur kitabı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl
kitabı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş, inmiştir.
(Ahmed Cevdet Paşa)
SEMEN:
Mebî'ye yâni satın alınan şeye karşılık verilen mal veya para.
Altın ile gümüş semen olarak yaratılmıştır. Her ne hâlde olurlarsa olsunlar dâimâ
semendirler. (İbn-i Âbidîn, Kâşânî)
Kâğıt liralar fülûstur. Bunların zekâtını vermek lâzımdır. Fakat bunların kıymetleri altın
ile gümüşün kıymetleri gibi hakîkî kıymet değildir. Îtibârî kıymettir. Hükûmetlerin verdikleri
kıymettir. Verdikleri gibi geri de alırlar. Îtibârî kıymetleri gidince semen olmazlar. (İbn-i
Âbidîn)
Bir satışta semen gösterilmeden akd (sözleşme) yapıp da sonra semen olarak haram
olduğu bilinen şey verilirse, bu şey karşılığı alınan mebî' (mal) helâl ve tîb (güzel) olur. Fakat
haram olduğu bilinen veya kendinde vedî'a (emânet) bulunan şey semen olarak gösterilerek
söz kesilir ve bu semen verilirse, satın alınan mebî (mal) haram olur. Haram semene işâret
edip, başka şeyi verirse veya başka semene işâret edip, haram semeni verirse, mebî (mal)
haram ve habîs (pis) olmaz. (İmâm-ı Kerhî)
Semen-i Misl:
Satılan malın piyasadaki fiyatı.
Semen-i Müsemmâ:
Bâyi' (satıcı) ile müşterinin karşılıklı rızâ ile mebî (mal) için hakîkî kıymetine uygun olsun
veya olmasın, tâyin ettikleri yâni uyuştukları bedel.
Semen-i müsemmâ, mebîin (malın) hakîkî kıymeti olacağı gibi, az çok ondan ziyâde veya
noksan da olabilir. Meselâ bir kimse hakîkî değeri elli altın olan bir atı elli altına satsa,
semen-i müsemmâ, atın hakîkî değerine uygun olur. Altmış altına satsa, semen-i müsemmâ
atın hakîkî değerinden ziyâde (fazla) olmuş olur. Kırk altına satsa bu defâ da hakîkî
değerinden noksan olmuş olur. (Ali Haydar Efendi)
Semen-i Râyic:
Bir malın o günkü değeri.
SEMÎ':
İşitilecek şeyleri ne kadar gizli olsa da işiten, hamd ve senâda bulunanların, hamdini işitip
mükâfat veren, kullarının duâlarını işiten ve icâbet eden, münâfık ve yalancıların kalbden
söyledikleri sözleri işiten mânâsında Allahü teâlânın Esma-i hüsnâsından (güzel
isimlerinden).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
...O'nun (Rabbinin) sözlerini değiştirecek kimse yoktur. Semi'de, Alim de O'dur. (En'âm
sûresi: 115)
Allahü teâlâ Semî'dir. O, ne kadar gizli olursa olsun her şeyi işitir. O'nun işitmesi bizim
işitmemiz gibi kulakla ve hava titreşimi ile değildir. İşitmesi, kulak zarına ses dalgalarının
vurmasıyla olmaz. Bundan münezzeh (uzak)dir. (İmâm-ı Gazâlî)
Duhâ namazından sonra beş yüz kere Semî' ism-i şerîfini okuyan kimsenin duâsı kabûl
olur ve Allahü teâlânın izniyle murâdına kavuşur. (Yûsuf Nebhânî)
SEMİ'ALLAHÜ LİMEN HAMİDEH:
"Allahü teâlâ, hamd ve senâ eden kimsenin hamd, şükür ve senâsını (övgüsünü) işitir"
mânâsına rükûdan kalkarken (doğrulurken) söylenen söz (tesbih).
Rükûdan kalkarken "Semi'allahü limen hamideh" demek, imâma ve yalnız kılana
sünnettir. Cemâat bunu söylemez. (İbrâhim Halebî)
SEMÛD KAVMİ:
Sâlih aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği ve îmân etmedikleri için büyük bir
sayha (korkunç gürültü) ile helâk olan kavim.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz Semûd'a (nesebde) kardeşleri Sâlih'i resûl (peygamber) olarak gönderdik. (Hûd
sûresi: 61)
Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi, âsî olup, şiddetli rüzgârla
helâk edilince, îmân ettikleri için bu azâbdan kurtulan mü'minler kendilerine yeni yurtlar
bulmak için çeşitli bölgelere dağıldılar. Bu büyük felâketten kurtulanlardan birisi de Nûh'un
aleyhisselâm oğlu Sâm'ın neslinden gelen Semûd idi. Semûd ve berâberindekiler, Şam ile
Hicâz arasında bulunan Hicr mevkiinde yerleştiler. Daha sonra Semûd'un torunları bu
beldeden ayrılıp, Âd kavminin helâk edildiği yerlere göç ettiler. Buraları îmâr ettiler. Burada
çoğalanSemûd'un torunları önce bir kabîle, sonra da büyük bir kavim (topluluk) oldular.
Dedeleri Semûd'a nisbetle Semûd kavmi denildiği rivâyet edilmektedir. Kur'ân-ı kerîmde
"Eshâb-ül-Hicr" diye zikredilen bu kavim, Âd kavminin devâmı olması ve onun yerini alması
sebebiyle Âd-ı sânî (ikinci Âd) diye de anılır. (Sa'lebî, Kisâî)
Semûd kavmi, Âd kavmi gibi taşları yontup, dağları oyarak kayalara, tepelere saraylar
yapıp, ovalara köşkler kurup, bağlar, bahçeler meydana getirdiler. Allahü teâlâ Âd kavmi gibi
bunlara da bol nîmetler ve çok uzun ömür verdi. Meskenlerinde her türlü nîmetler içinde
yüzüp, üç yüz sene ile bin sene arasında ömür sürdüler. Önceleri bu nîmetlere şükrederlerken,
sonraları unutup terkederek, zevk ve sefâya düştüler. Üstelik kabîle reisleri başta olmak üzere
zulüm ve haksızlığa dayalı çeteler kurup, karışıklıklar çıkardılar. İnsanları ifsât ettiler,
bozdular ve putlara tapmaya başladılar. Peygamberleri olan Sâlih aleyhisselâma inanmadılar.
Sâlih aleyhisselâm, kendisine inanan 4000 kişi ile birlikte o beldeyi terk etti. Semûdluların
yüzleri kana boyanmış gibi kırmızı oldu.Daha sonra simsiyah oldu. Allahü teâlâ, Cebrâil
aleyhisselâma, Semûdluları bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk etmesini emir buyurdu. Bir
sabah vakti azâb sayhası Semûd kavmini yakalayıverdi. Sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri
patlıyarak helâk oldular. Helâk edilişleri, dillere destân oldu. (Nişâncızâde, Kisâî, Sa'lebî)
SENÂ:
Hamd, medh, övgü.
Görünen, görünmeyen, bilinen, bilinmeyen bütün nîmetleri gönderen, bizlere kurtuluş
yolunu gösteren ve çok sevdiği Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla şereflendiren
Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun. (İmâm-ı Rabbânî)
Hamd, senâ etmenin, övmenin en üstün şeklidir. Sevinç hâlinde de sıkıntı hâlinde de
hamd edilmektedir. Şükr ise nîmet zamanlarında olup, devamlı değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
SENED:
1. Delîl, dayanak.
Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun anasının,
babasının ve hocasının Cehennem'e girmemesi için sened yazdırır. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i
Ya'kûb-ı Çerhî)
Din âlimi olmak, sözü dinde sened olmak için, sekiz yüksek din bilgisini bütün incelikleri
ile öğrenmek, fen bilgilerinde lüzumu kadar ilim sâhibi olmak lâzımdır. Ancak bunlara İslâm
âlimi denir. Bunların her sözü her açıklaması, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin
açıklamasıdır. Her sözleri sâbit ve müsellem (kabûle lâyık) ve muhakkak doğrudur. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
2. Hadîs-i şerîfleri rivâyet edenlerin silsilesine verilen ad.
Kur'ân-ı kerîm okumak sünnettir ve sevâbı çoktur. Fakat namaz içinde okunan Kur'ân-ı
kerîmin sevâbı daha çok olduğu hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Bu hadîs-i şerîf senedleriyle
birlikte Hazînet-ül-Esrâr'da 22. sahîfede yazılıdır. (M. Sıddîk Gümüş)
3. Bir hakkı tesbit eden yazılı vesîka.
Ödünç verdiğinin senedine ödeme târihi koymak haramdır, fâiz olur. (Hamza Efendi)
SEREYÂN:
Yayılma, dağılma, sirâyet etme.
Allahü teâlâ için söylenen kurb (yakın olmak), maiyyet (berâberlik), ittisâl (kavuşma),
ihâta (çevirme) ve sereyân gibi sözlere inanmalı, nasıl olduklarını düşünmemeli ve
araştırmamalıdır. Allahü teâlâ bilir demelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
SERMÂYE:
Ana para.
Ortaklardan bir kısmı sermâye vermek, bir kısmı da iş yapmak üzere kurulan şirketlere
müdârebe şirket denir. Kâr, önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlarda
emânettir. (Ali Haydar Efendi)
Ömrün en kıymetli sermâyesi vakitlerdir. (Ahmed Gazâlî)
SERVER-İ ÂLEM:
Âlemin efendisi, en üstünü Muhammed aleyhisselâm.
Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim bilmediğimiz bir hayat ile şimdi
hayattadır. Cesed-i şerîfi (mübârek bedeni) aslâ çürümez. Kabrinde bir melek durup
ümmetinin okudukları salevât-ı şerîfeleri (Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli
Muhammed sözü ve benzerleri) kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arası Cennet
bahçelerindendir. (İmâm-ı Kastalânî)
Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı.
Aç yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mübârek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi.
Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mübârek kanını içmezdi. Allahü teâlâ
tarafından Resûlullah (peygamber) olduğu bildirildikten sonra şeytanlar göklere çıkarak haber
alamaz ve kâhinler (geleceğe âit şeylerden bahsedenler) söyleyemez oldu. (İmâm-ı Kastalânî)
Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) isimleri, hâlleri, Tevrât'ta ve İncîl'de yazılı
idi. Yahûdî ve hıristiyanlar, teşrif etmesini bekliyordu. Fakat kendi cinslerinden gelmeyip,
Arabdan geldiği için bâzıları kıskandı, inkâr etti. Halbuki birçok âlimleri ve akıllıları, insaf
edip müslüman oldu. (Abdülhakîm Arvâsî)
Server-i âlem! Sana hayran olup yanarım.
Görmüyor birşey gözüm, her an hulyânla aklım.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
SERVER-İ KÂİNÂT:
Kâinâtın efendisi, en kıymetlisi Muhammed aleyhisselâm.
Server-i kâinât, habîb-i Rabbil'âlemîn (Alemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın sevgilisi)
aleyhisselâm buyurdu ki: "Dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı
edersen öteki gücenir. (Mektûbât-ı Rabbânî)
Server-i kâinât sallallahü aleyhi ve sellem güzel huylu idi. İyilik etmesini severdi.
Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü.
Fakat çatık kaşlı değildi. Cömerd idi. Fakat israf etmez, fâidesiz yere bir şey vermezdi.
Herkese acırdı. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi. Se'âdet huzûr
isteyen onun gibi olmalıdır. (Muhammed Rebhâmî)
SETR-İ AVRET:
Mükellef olan yâni akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına erişmiş) bir kimsenin
namazda veya her zaman başkasına göstermesi haram olan yerlerini örtmek. (Bkz. Avret)
Setr-i avret namazda da, namaz dışında da farzdır. (Halebî)
Setr-i avret üç şeyle tamam olur:
1) Erkekler göbeği altından dizi altına varıncaya kadar olan yerlerini örtmekle,
2) Kadınlar yüz, el ve bir rivâyete göre ayaktan başka bütün bedenlerini örtmek ve
göstermemekle,
3) Câriyeler (harpte esir edilen kadın) sırtını ve göbekten diz altına kadar örtmekle.
(Kutbüddîn İznikî)
SETTÂR (Es-Settâr):
"Kulların günâhını örten" mânâsında Allahü teâlânın sıfatlarından.
Ey müslüman! Sen de Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem güzel huyları ile
ahlâklanmalısın! Hattâ Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak, her müslümana lâzımdır.
Çünkü Resûl aleyhisselâm; "Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanınız!" buyurdu. Meselâ
Allahü teâlânın sıfatlarından birisi Settâr'dır. Müslümanın da din kardeşinin aybını, kusurunu
örtmesi lâzımdır. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
SEVÂB:
İyilik ve ibâdet yapana âhirette Allahü teâlâ tarafından verilecek mükâfât, iyi karşılık.
Ecir. (Bkz. Ecr)
Benim şerîkim (ortağım) yoktur. Başkasını bana şerik eden, sevaplarını ondan istesin...
(Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Ümmetimin arasında fitne (ve) fesâd yayıldığı zaman, sünnetime sarılana yüz şehîd
sevâbı vardır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Allahü teâlâ, dünyâda iyilik ve ibâdet yapanlara sevâb vereceğini vâd etmiştir. İyilik ve
ibâdet yapana âhirette sevâb verilmesi, vâcib ve lâzım değildir. Allahü teâlâ lutf ederek,
merhamet ederek, bunlara âhirette sevâb vereceğini vâd etmiştir. Allahü teâlâ vâdinden
dönmez. Muhakkak yapar. (Muhammed Hâdimî)
Sâlih amellerin sevâbını bütün mü'minlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür.
Herbirine ayrı sevab ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve hediye edilen
meyyitin, sevâbı hiç eksilmez. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
SEVÂD-I A'ZAM:
Müslümanların çoğunluğu.
Ümmetim dalâlet (sapıklık) üzere birleşmez. Bunun için, ayrılık gördüğünüz zaman
sevâd-ı a'zama tâbi olunuz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Allahü teâlâ bu ümmeti aslâ dalâlet (sapıklık) üzerine birleştirmez. Allahü teâlânın
ihsânı, yardımı cemâatledir. Sevâd-ı a'zama tâbi olunuz. Çünkü topluluktan ayrılan ateşe
düşer. (Hadîs-i şerîf-Hâkim)
Dört mezhebden ayrılmak, Sevâd-ı a'zamdan ayrılmaktır. (Şah Veliyyullah Dehlevî)
Fıkıh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yapışan ve
Hulefâ-i râşidînin yâni dört halîfenin yoluna sarılan bunlardır. Sevâd-ı a'zam, fıkıh âlimlerinin
yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. (Seyyid Ahmed
Tahtâvî)
SEV'ETEYN:
Kadın ve erkeğin galiz yâni kaba avret mahalli, ön ve arka uzuvları; iki abdest bozma
uzvu. (Bkz. Avret)
Mübâşeret-i fâhişe yâni çıplak olarak sev'eteyni sürtünmek erkeğin de kadının da abdestini
bozar. (Halebî)
Konuşmaya başlamamış olan küçük çocukların avret mahalli yalnız sev'eteynidir.
(Abdurrahmân Cezîrî)
Başkasının sev'eteynine bakmak haramdır. (Halebî)
Sev'eteyn dört hak mezhebde de kaba avrettir. Yâni namazda ve namaz dışında
başkalarına göstermek haramdır. Bunları örtmek sözbirliği ile farzdır. Örtmeye, ehemmiyet
vermeyen îmânsız olur. (İbn-i Âbidîn)
SEVK-İ TABİÎ:
İstek dışı hareket. İç güdü. Canlıların hayâtiyetini ve nesillerini devâm ettirmek için, Hak
teâlâ tarafından kendilerine verilen kuvvet.
Aklı olan kimse, sevk-i tabiîleri, İslâmiyet'in emrettiği, izin verdiği gibi kullanır ve günah
olmaz. Aklı dinlemeyenler ise, nefse uyarak mubahlardan (izin verilenlerden) dışarı taşar ve
günaha girer. Çünkü sevk-i tabiîleri mübahların dışına çıkmaya zorlar, mübahlardan başka
şeyler de ister. Hayvanlarda kalb, rûh, nefs olmadığından, sevk-i tabiî ile hareket ederler.
Meselâ acıkınca, doyuncaya kadar bulduklarını yerler. İnsanlar ise, kalb ile hareket eder. Kalb
nefse uyarsa, bulduğu ile doymaz. Haram olan şeyleri arar. Doyduktan sonra da yer. (İmâm-ı
Rabbânî)
SEVM-İ NAZAR:
Bir malı görmek yâhut göstermek üzere sâhibinin izniyle almak.
Sevm-i nazar yoluyla alınan mal, fiyatı belli olsun veya olmasın kabz eden (alan)
kimsenin elinde emânet bulunduğundan, bu mal istemeyerek telef ve zâyi (yok) olsa, bunu
alan kimsenin tazmin etmesi (ödemesi) lâzım gelmez. (Ali Haydar Efendi)
SEVM-İ ŞİRA':
Bâyi'in (satıcının) ve müşterinin, mebî'e (mala) fiyat koymaları, bir fiyatta anlaşmaları.
Sevm-i şira' yoluyla uyuşup malı götür, beğenirsen al deyip müşteri de beğenirsem alırım
diyerek alıp götürürken mebi' (mal) telef ve zâyi olsa (zarar görse veya yok olsa) müşteri
kıymetini veya mislini öder. (Dâmâd)
SEYF-İ NEBEVÎ:
Peygamber efendimizin kılıcı.
Seyf-i Nebevînin iki tânesi Topkapı Sarayında bulunmaktadır. Yer yer altın, birisi de
kıymetli taşlarla süslüdür. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
SEYR:
Tasavvuf yolunda ilerleme.
Başka tarîkatlerde seyre nefsin tezkiyesinden yâni temizlenmesinden başlanır. Cesedi
temizlerler. Bundan sonra âlem-i emre sıra gelir. Bizim yolumuzda ise, seyr kalbden başlar.
Kalb de âlem-i emrdendir. Bunun içindir ki, başkalarının yolunun sonu bizim büyüklerimizin
yolunun başında yerleştirilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Seyr-i Âfâkî:
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin; ilminin, bilgisinin ve kendi ihtiyârı (dilemesi,
istemesi) olmaksızın dış âlemde ilerlemesi.
Seyr-i âfâkîde kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde iyi ahlâk ile ahlâklanmak
vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Seyr-i Anillah-i Billâh:
Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada) ulaşan velînin
geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi.
Seyr-i anillah-i billah ve seyr-i fil-eşyâ (velînin geri döndükten yâni yol gösterip sonra
eşyânın bilgilerine tekrar vâkıf olması) başkalarını irşâd edip kemâle getirmek içindir.
(Muhammed Bâki-billah)
Seyr-i Enfüsî:
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen
nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesi.
Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme) insanı matlûbdan (aranılandan) uzaklaştırır; seyr-i
enfüsî ise insanı, matlûba kavuşturur. (Ebû Saîd-i Harrâz)
İnsan her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmek onlardan istifâde
edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde, insanı, Allahü teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini
sevmekten kurtulduğu için evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok olur. O hâlde seyr-i
enfüsî muhakkak lâzımdır. (Abdülkâdir-i Geylânî)
Seyr-i Fil-Eşyâ:
Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra daha önce unutmuş olduğu
eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması.
Seyr-i fil-eşyâ, dâvet makâmını elde etmek içindir. Dâvet makâmı, Peygamberlere
mahsustur. (Muhammed Bâki-billâh)
Seyr-i Fillah:
Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı
olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine
sevgili olmak).
Allahü teâlâya kavuşmakta zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak,
yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan
kalkması için de seyr-i fillah gerekir. (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)
Seyr-i İlallah:
Allahü teâlâya doğru olan yolda ilerlemek, mânevî ilimde durmadan yükselmek. Seyr-i
âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme) yi içine alan tasavvuf
yolculuğu.
Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl
olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma) elde edilemez.
Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Seyr-i Murâdî:
Murâdların, seçilmişlerin Allahü teâlânın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol.
Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeğe bağlıdır. Seyr-i murâdî ile
ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek derecelerine kavuşturulan bu rehberin
bakışları, kalb hastalıklarına (kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmasına) şifâdır. Onun
teveccühü yâni sevgisine kavuşmak, mânevî hastalıkları giderir. (Muhammed Behâeddîn-i
Buhârî)
Seyr ve Sülûk:
Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemek.
Seyr ve sülûktan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir. Bu
çirkin sıfatların başı nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmaktır. (İmâm-ı
Rabbânî)
SEYYİD:
1. Efendi.
Genç olarak Cennet'e girenlerin Seyyidi Hasen ve Hüseyin'dir." (Hadîs-i
şerîf-Üsüd-ül-Gâbe)
2. Hazret-i Hüseyin'in neslinden (soyundan) gelenler.
Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ Resûlullah'a sallallahü aleyhi
ve sellem bağlı bir nesebden (soydan) gelmenin şerefini taşıyanlara lâyık oldukları tâzimi
(hürmeti) gösterememekten korkuyorum. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Seyyidler, İmâm-ı Hasen'in torunları olan şerîflerden daha üstündür. Osmanlı Devleti
zamânında Haleb'de seyyidlere ve şerîflere mahsûs bir mahkeme vardı. Bütün evlâdları orada
kayıtlı olup, yalancılar seyyidlik iddiâ edemezdi. Seyyidlerin kıymeti bilinmeli, hürmette ve
hizmette kusûr edilmemelidir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Seyyid-ül-Enâm:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından biri. Beşerin yâni
insanların efendisi, en yükseği.
Seyyid-ül-enâm Muhammed aleyhisselâm, her zamanda, her memlekette, yâni dünyâ
yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her
bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan O'nun üstünde değildir. Bu, güç birşey
değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, O'nu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın O'nu
medh edecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, O'nu tenkîd edecek iktidârı yoktur. Allahü teâlâ
hadîs-i kudsîde; "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım!" buyuruyor. (S. Abdülhakîm
Arvâsî)
Seyyid-ül-İstiğfâr:
Duâ ve istiğfârların başı. İstiğfâr duâlarının büyüğü. Allahü teâlâdan günâhın
bağışlanmasını istemek için yapılacak duâların en üstünü, en kıymetlisi.
"Allah'ım! Sen benim Rabbimsin. İbâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ancak sen varsın.
Beni sen yarattın; şüphesiz ben senin kulunum. Gücüm yettiği kadar, ezelde sana verdiğim
ahd ü mîsâk (Allahü teâlâ, rûhları yarattığında; "Elestü bi Rabbiküm - Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" diye sorduğunda, rûhların; "Kâlû belâ - Evet Rabbimizsin" dediği günkü
verdiğim söz) ve vâ'dim üzerinde duruyorum. Yâ Rabbî! İşlediğim günâhların şerrinden
sana sığınıyorum. Bana lütuf ve ihsân buyurduğun nîmetleri ikrâr ve îtirâf ederim (kabûl
ederim). Günâhımı da îtirâf eylerim. Beni affet Allah'ım! Zîrâ senden başka günâhları
kimse affedemez." İşte her kim bu seyyid-ül-istiğfâr duâsını (ihlâs ile, sevâb ve fazîletine
inanarak) gündüz okuyup, o gün akşam olmadan ölürse, o kimse Cennetlik olur. Her kim
de sevâb ve fazîletine inanarak gece okur da, sabah olmadan ölürse, o kimse de Cennet
ehlindendir." (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Seyyid-ül-Mürselîn:
Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. Gönderilmiş olan peygamberlerin önderi,
efendisi.
Seyyid-ül-mürselîn sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimse, bir günâh
yapmak istese ve sonra Allah'tan korkup, onu terk eylese, Hak teâlâ hazretleri, o kula iki
Cennet ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Allahü teâlânın rızâsına; Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdıyla yâni Resûlullah efendimizin
ve O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın yolunda olmakla, onların bildirdiklerine tam
inanmakla kavuşulur. Bu doğru îtikâd (inanış) her şeyden kıymetli ve kazanılan şeylerin en
üstünüdür. Kim bu doğru îtikâda sâhib olursa, bütün şerefleri ve üstünlükleri toplamış olur.
Cennet kapıları, bu îtikâda sâhib olmakla açılır. Dünyâ ve âhirette üstünlük onunladır.
Peygamberler bunun için gönderilmiş olup, onların sonuncusu Seyyid-ül-mürselîn
Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemdir. (Serahsî)
Seyyid-üs-Sakaleyn:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın lakablarından. İnsanların ve cinlerin
efendisi, iki cihânın seyyidi Muhammed aleyhisselâm.
Hak teâlâ kullarını Cennet'e dâvet edip cemâlini (güzelliğini) müşâhede etmelerini
(görmelerini) vâd eyledi. Bu devletin ele geçmesine Seyyid-üs-Sakaleyn efendimiz
hazretlerini vâsıta kıldı. O'nu (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâca götürmesi sebeplerinden ve
hikmetlerinden bir sebep ve hikmet de bu olsa gerektir. (Harâitî)
SEYYİE:
Kötülük, günah.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her seyyieye de nefsin sebeb
oluyor. (Nisâ sûresi: 79)
Hiçbir kimse yoktur ki, tertemiz abdestini alsın, sonra (şu) mescidlerden birine gitsin de
Allah, ona attığı her adım karşılığında bir sevâb yazmasın; her adım karşılığında onun bir
seyyiesini affetmesin! (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Mü'minin başına sâbit bir sızı veya bir meşakkat, bir hastalık, bir hüzün, hattâ kendini
üzen bir keder gelirse, onunla seyyielerinden bâzısı örtbas edilir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kalbe gelen düşünce seyyie olup, terk edilirse sevâb yazılır. Azm edilir, yapmamaya karar
verilirse, bir günâh yazılır. İşlemezse bu da affolur. Hadîs-i şerîfte; "Kalbe gelen kötü şey
söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe affolur" buyruldu. (Muhammed Hâdimî)
SIBTEYN-İ MÜKERREMEYN:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın iki mübârek torunu; hazret-i Hasan ve
hazret-i Hüseyn (radıyallahü teâlâ anhümâ).
SIDDÎK:
1. Pek doğru, hiçbir zaman yalan söylemeyen, işinde ve sözünde doğru olan.
Doğru sözlü olmak iyiliğe götürür. İyilik Cennet'e götürür. Kişi doğru söyleye söyleye
Allahü teâlânın katında sıddîk olarak yazılır. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Doğru olan tüccar kıyâmette sıddîklarla ve şehîdlerle berâber olacaktır. (Hadîs-i
şerîf-Rıyâd-ün-Nâsihîn)
Aralarında şu dört kimseden biri bulunan topluluk helâk olmaz: İmâm, velî, sıddîk ve
üstâd. (Ebü'l-Hasan)
Sıddîklar, harama sebeb olmak korkusu bulunmayan hallerden de sakınır. Bunları
meydana getiren sebeblerden birine haram karışmış olmasından çekinirler. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Hazret-i Ebû Bekr'in lakabı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mîrâcdan döndükten sonra, sabahleyin
Kâbe'nin yanına gidip mîrâcını anlatmıştı. Bunu işiten kâfirler alay ettiler. Müslüman olmaya
niyeti olanlar da vazgeçti. Mîrâcı duyan Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh, Resûlullah'ın
yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle; "Yâ Resûlallah! Mîrâcınız mübârek
olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere,
hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı
sözlerini işitmekle nîmetlendirdi. Yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Senin her
sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!" dedi. Ebû Bekr'in sözleri, kâfirleri şaşırttı.
Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şübheye düşen, îmânı zaîf birkaç kişinin de kalbine kuvvet
verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem o gün Ebû Bekr'e; "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla,
bir kat daha yükseldi. (Ahmed Cevdet Paşa, M. Sıddîk Gümüş)
SIDK:
1. Doğruluk.
Sıdk, sözün süsüdür. (Hazret-i Ali)
İnsanları, sıdktan daha güzel birşey süsleyemez. (Fudayl bin Iyâd)
Sabır bütün hayırların; sıdk ise kurtuluşun ve nîmetlere şükretmek, bereketin
anahtarlarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa, o en yüksek mânevî mertebelere kavuşur.
(Bâhilî)
Araştırıldığında sıdkın şecâatle, yalanın da korkaklıkla berâber olduğu görülür.
(İbn-ül-Mugter)
2. Peygamberlerin sıfatlarından.
Bütün peygamberler sıdk sâhibidirler. Her sözleri doğrudur. Aslâ yalan söylemezler.
(Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
SIFAT:
Özellik, hâl, keyfiyyet. Varlıkta kendi kendine duramayıp başka bir şeye muhtaç olan şey.
Varlıklar birbirlerinden sıfatlarıyla ayırt edilmektedir. (Teftâzânî)
Allahü teâlânın insanlar içinden seçmiş olduğu peygamberler (aleyhimüsselâm) da
insanlık sıfatlarında diğer insanlarla aynıdır. Yâni onlar da yerler, içerler, soğukta üşürler.
Ancak Allahü teâlâ, onlara husûsî (özel) nîmetler ve çeşitli mûcizeler ihsân etmiştir.
(Harputlu İshâk Efendi)
Noksan sıfatlar Allahü teâlâda yoktur. O, maddelerin, cisimlerin, ârâzların yâni hallerin
sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehtir (uzaktır). (Ahmed Fârûkî)
Sıfat-ı İlâhiyye:
Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarının hepsi.
Perdeler tamâmen kalkıp, hakîkat bütün açıklığıyla bildirilince anladım ki, âlemler,
mahlûklar (yaratılmışlar) sı__________fat-ı ilâhiyyenin aynaları ve esmâ-i ilâhiyyenin (Allahü teâlânın
isimlerinin) görünüşleri ise de, görünenler gösterenin kendi değildir. Bir şeyin görüntüsü o
şeyin kendisi değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sıfat-ı Ma'neviyye:
Allahü teâlânın subûtî sıfatları.
Allahü azîm-üş-şân hakkında bize bilinmesi vâcib (lâzım) olan sıfat-ı ma'neviyye sekizdir.
Bunlar; Hayy, Allahü teâlâ diridir. Semi', Allahü teâlâ sem-i kadîmi (ezelî işitme sıfatı) ile
işiticidir. Basîr; Allahü teâlâ görücüdür. Mürîd; Allahü teâlâ irâde-i kadîm ile (ezeli olan
dileme sıfatıyla) dileyicidir. Alîm; Allahü teâlâ ilm-i kadîmi ile (ezelî ilim sıfatıyla) bilicidir.
Kadîr, Allahü teâlâ kudret-i kadîmesiyle (ezelî kudreti ile) gücü yeticidir. Mütekellim; Allahü
teâlâ kelâm-ı kadîmi (ezelî, başlangıcı olmayan kelâmı) ile söyleyicidir. Mükevvin; Allahü
teâlâ her şeyi yaratandır. (Kutbüddîn İznikî)
Sıfat-ı Nefsiyye:
Allahü teâlânın Vücûd yâni var olma sıfatı.
Allahü teâlâ hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfat-ı nefsiyye birdir. Yâni var olmaktır.
Kur'ân-ı kerîmdeki İhlâs sûresi ve bu âlemdeki bütün yaratılmışlar Allahü teâlânın sıfat-ı
nefsiyyesi olan vücûd sıfatının delilleridir. (Kutbüddîn İznikî)
Sıfat-ı Selbiyye:
Allahü teâlâda bulunması câiz olmayan sıfatlar.
Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyye ve sıfat-ı subûtiyyeden başka sıfatları ya îtibârî (var kabûl
edilen) veya selbîdir. Meselâ Allahü teâlâ cisim değildir. Cisimden değildir. Madde değildir.
Arâz yâni hal değildir. Mekânı yoktur. Zamanlı değildir. Bir şeye girmiş, bir yere yerleşmiş
değildir. Hudûdlu, bir şeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafta, bir cihette değildir. Bir şeye
mensûb değildir. Bir şeye benzemez. Misli, ortağı ve zıddı yoktur. Anası, babası, zevcesi
(hanımı), çocukları yoktur. Bunların hepsi mahlûklarda (sonradan yaratılanlarda) bulunur.
Hepsi noksanlık ve kusûr alâmetleridir. Bütün bunlar sıfat-ı selbiyyedir. Bütün kemâl sıfatlar
Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Sıfat-ı Sübûtiyye:
Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı
olarak bulunan sıfatları. Bu sıfatlara sıfat-ı hakîkiyye de denir.
Mükellef yâni âkıl ve bâliğ olan, kadın-erkek her müslümanın Allahü teâlânın sıfat-ı
zâtiyyesini ve sıfat-ı sübûtiyyesini, doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan
şey budur. Bilmemek özür olmaz. Bilmemek günâh olur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlânın sıfatları sıfat-ı zâtiyye (zâtında bulunan sıfatlar) ve sıfat-ı sübûtiyye olmak
üzere ikiye ayrılır. Allahü teâlânın sıfat-ı subûtiyyesi sekiz tânedir. Bunlar; Hayat (diri
olmak), İlim (bilmek), Sem'(işitmek), Basar (görmek), Kudret (gücü yetmek), Kelâm
(konuşmak), İrâde (dilemek) ve Tekvîn (yaratmak)dır. Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesi de
zâtı gibi ezelî (başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonu olmayan) dirler. Mahlûkların
(yaratılmışların) sıfatları gibi değildirler. Akıl ile zan ile dünyâdakilere benzetilerek
anlaşılamazlar. Allahü teâlâ bu sıfatlarından birer örnek insanlara sınırlı olarak ihsân etmiştir.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Sıfat-ı Zâtiyye:
Allahü teâlânın zâtında (kendisinde) bulunup diğer varlıklarda bulunmayan, yalnız Allahü
teâlâya mahsûs sıfatları. Bu sıfatların sonradan yaratılan varlıklarla hiçbir sûrette bağlantıları
yoktur. Bu sıfatlara sıfat-ı Vücûdiyye ve sıfat-ı Ulûhiyyet de denir.
Allahü teâlânın sıfatları, zâtî (kendisine âit olan) ve sübûtî (başka varlıklarda sınırlı olarak
bulunan) sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır. Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi, altı tânedir.
Bunlar; Vücûd (var olmak), Kıdem (varlığının öncesi, başlangıcı olmamak), Bekâ (varlığının
sonu olmamak), Vahdâniyyet (zâtında, sıfatlarında ve işlerinde tek olmak; ortağı ve benzeri
olmamak), Muhâlefetün lil-havâdis (hiçbir mahlûka, yaratılmışa hiçbir bakımdan
benzememek), Kıyâm binefsihî (varlığının kendinden olması, var olmak için hiçbir şeye
muhtâc olmaması). Bu altı sıfatın hiçbiri mahlûkların (yaratılmışların) hiçbirinde yoktur.
Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi zâtı gibi ezelî (başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonu
olmayan)dir. Yâni sonsuz olarak vardırlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
SILA:
Fıkıh ve tasavvufu (kalb bilgilerini) meczeden, birleştiren mânâsına İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin lakabı.
Ümmetimden sıla isminde bir zât gelecek, onun şefâati ile grup grup insanlar Cennet'e
gireceklerdir. (Hadîs-i şerîf-Cem-ül-Cevâmi')
Beni iki dünyâ arasında sıla kılan Rabbime hamd olsun. (İmâm-ı Rabbânî)
Sıla-i Rahm:
Akrabâyı, yâni ana, baba, dede, çocuklar ve torunları; süt ve evlilik yoluyla olan yakınları
ziyâret etmek, gözetmek ve onlara yardım etmek.
Allahü teâlâdan korkun ve akrabânızı ziyâret edin. Onlara yardım edin! Çünkü sıla-i
rahm sizin için dünyâda bereket, âhirette ise günahlara mağfirettir. (Hadîs-i
şerîf-Riyâd-ün-Nasîhin)
Sıla-i rahm, âilede muhabbetin, malda servetin artmasına ve ömrün uzamasına
sebeptir. (Hadîs-i şerîf-Evsat)
Üç sınıf kimseye, yarın kıyâmet gününde arşın altında yer verilir. Birincisi sıla-i rahmi
bırakmayan; ikincisi kocası mal bırakmadan vefât edip de küçük çocukları olan ve bunları
kimseye muhtaç etmemek için koruyan kadın; üçüncüsü yetimleri doyurmak için yemek
veren kimsedir. (Enes bin Mâlik)
"Müslüman olan ve sıla-i rahmde bulunan bir kimseye, yetmiş nâfile hac sevâbı verilir."
(Süleymân bin Cezâ)
SIR:
1. Gizli, gizlenilen şey.
Kader, Allahü teâlânın mahlûku hakkında bir sırrıdır. Allahü teâlâ, kader ile ilgili bilgiyi
mahluklarından, yarattıklarından gizlemiş, onu araştırmaktan kullarını menetmiştir.
(Mengübers Müstensırî)
Kimseye sırrını söyleme. Sen birisine söylersen, o da başkasına söyler. Mücevherâtı
hazînedâra teslim et, ama sırrını kendine sakla. (Sa'dî Şîrâzî)
Kimse senin sırrını senden daha iyi saklayamaz. (Sa'dî Şîrâzî)
Çok konuşmak, kendisinde sır olarak bulunanları açıklamak ve herkesin sözünü kabûl
etmek insanı küçük düşürür. (Muhammed bin Ka'b el-Kuraşî)
Sırrın senin esirindir. Onu ifşâ edersen (açıklarsan) sen onun esiri olursun. (Hazret-i Ali)
İki kişinin bildiği şey sır olmaz. (Abdülazîz Dehlevî)
2. Âlem-i emrin (maddesiz, zamansız ve ölçüye girmeyen âlemin) beş mertebesinden biri.
Tasavvuf yolculuğunda rûhun üstündeki derece.
Âlem-i emrin birinci basamağı kalbdir. Bu yolda (tasavvuf yolunda) kalbi geçtikten sonra
sırasıyla ruh, sır, hafî ve ahfâ mertebelerinde ilerlenir. Âlem-i emrin bu beş latîfesini anlamak
ve bunlar üzerinde bilgi edinmek, ancak Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlerin
büyüklerine nasîb olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
SIRÂT KÖPRÜSÜ:
Cennet'e geçilmek üzere, Cehennem üzerine kurulmuş, mâhiyeti kesin bilinmeyen köprü.
Buna, yalnız sırât da denir.
Herkesten önce ben ve benim ümmetim Sırat köprüsünden geçeriz. Sırat üzerinden
geçerken peygamberlerden başkası birşey söyliyemez. Onlar da; "Yâ Rabbî!
Ümmetlerimize (bize îmân edenlere) selâmet (kurtuluş) ihsân eyle (ver)" derler. (Hadîs-i
şerîf-Tezkire)
Büyük kurban alınız ve kesiniz! Çünkü kurbanlarınız, sırât üzerinde sizin
bineklerinizdir. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennem'in üstünde kurulacaktır. Herkese, bu
köprüden geçmesi emr olunacaktır. O gün bütün peygamberler; "Yâ Rabbî! Selâmet
(kurtuluş) ver!" diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennet'e
gideceklerdir. Bunlardan bâzısı şimşek gibi, bâzısı rüzgâr gibi, bâzısı koşan at gibi geçecektir.
Sırât köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyâda iken İslâmiyet'e uyanlar, nefislerine
hâkim olanlar, Sırât'ı kolay ve rahat geçecektir. Nefislerine düşkün olanlar, Cehennemlik
olanlar, Sırât'tan geçemeyip, Cehennem'e düşeceklerdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişmiş Sahâbe'nin
yolunda olan mübârek insanlar), İslâmî bilgilerden hiçbirine, akıl ermediği için, karşı
gelmediler. Böylece, kabir azâbına, kabirde Münker ve Nekir denilen iki meleğin suâl
soracaklarına, sırât köprüsüne, kıyâmetteki terâziye hemen inandılar. Akıl ermediği için
olmaz demediler. Çünkü bu büyükler, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uydular. Aklı bu iki
temel kaynağa bağladılar. Anlıyabildiklerini anlattılar. Anlıyamadıklarına öylece inandılar.
Anlayamadıklarına, aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. (Ahmed Fârûkî)
SIRÂT-I MÜSTEKÎM:
İslâmiyet'in gösterdiği doğru yol.
Allahü teâlâ âyet-i kerimelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey âdemoğulları! Şeytana itâat etmeyin; o size apaçık bir düşmandır, diye size öğüd
vermedim mi? Bir de bana ibâdet edin; sırât-ı müstekîm budur (diye emretmedim mi?).
(Yâsîn sûresi: 60,61)
(Ey Resûlüm!) Sen, hemen sana vahy edilen (indirilen) Kur'ân'a yapış (Onunla amel et!)
Şüphesiz ki sen, sırât-ı müstekîm üzerindesin. (Zuhrûf sûresi: 43)
Hazret-i Âişe, Resûl-i ekrem efendimiz teheccüde (gece namazına) kalktığı zaman şöyle
duâ ederdi diyor: "Ey Mikâil, Cebrâil ve İsrâfil'in Rabbi olan, gökleri ve yeri yaratan, gizli
ve âşikâre her şeyi bilen Allah'ım! Kullarının arasındaki ayrılıkları düzeltecek olan Hâkim
(hüküm sâhibi) sensin. Beni, hakka, hidâyet eyle. Çünkü sen, dilediğini sırât-ı müstekîme
hidâyet edersin." (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Sâdıklar (doğru söyliyenler) ve hakîkate erenler (gerçeği bulanlar, kurtuluşa erenler)
sözbirliği ile diyoruz ki: "Sırât-ı müstekîm; Ehl-i sünnet vel-cemâatin, yâni Resûlullah
efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişen Sahâbe-i kirâmın yoludur. (Muhammed Bâkî-billah)
SIYÂM:
Oruç tutmak. Fecrin ağarmasından (imsaktan) güneş batıncaya kadar, yemeyi, içmeyi ve
cimâ'ı terk etmek. (Bkz. Oruç)
SİCCÎN:
1. Şeytanların, kafirlerin (Allahü teâlâya ve Resûlullah efendimize inanmayanların) ve
günahkâr mü'minlerin amellerini toplayan bir kitap; insanların ve cinlerin kötülerine mahsûs
amel defterleri.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Sakın (hîleye sapmayın, âhiret hesâbını unutmayın). Çünkü kötülerin kitâbı muhakkak
ki Siccîn'dedir. Siccîn'in ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? (O) yazılmış (mühürlenmiş)
bir kitabdır. (Mutaffifîn sûresi: 7-9)
Hafaza (koruyucu melekler) yâni Kirâmen Kâtibîn, bir kişinin amel defteri ile göğe çıkıp,
Allahü teâlâya arz makâmına vardıklarında; "Siz kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini
bilen benim. Amelinde ihlâs olmadığından yâni Allah rızâsı için yapmadığından, defterini
Siccîn'e koyun" diye Allahü teâlâ vahy eder (bildirir). (Ebüssü'ûd Efendi)
2. Şakîlerin, kötülerin ve azâb olunan rûhların bulunduğu yer.
Mü'min öldükten sonra, kendisini rüyâda gösterebilir. Çünkü mü'minlerin rûhu serbest
kalır. Kâfirlerin rûhları ise, serbest kalmaz. Siccîn'de haps olunur. (Selmân-ı Fârisî)
Bir insan eğer îmânsız gittiyse, üç yüz altmış Siccîn melekleri, Cehennem'den, katrandan
daha kara zakkum yaprağı getirip, o îmânsız çıkan cânı (rûhu), ona sarıp, derhal Cehennem'e
iletip yerini gösterirler. (İmâm-ı Gazâlî)
Rûhlar, Siccîn'de iken, cesed olunmaksızın da azâb çekerler. (İmâm-ı Yâfiî)
3. Yerin altında veya Cehennem'in dibinde bulunan büyük bir taş.
SİDRET-ÜL-MÜNTEHÂ:
Yedinci kat semâda (gökte) Arş'ın sağında bulunan ağaç. Bu hususta değişik rivâyetler
vardır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Muhammed aleyhisselâm, Cebrâil aleyhisselâmı hakîkî sûreti ile) diğer bir inişinde
Sidret-ül-müntehâ'nın yanında gördü. (Necm sûresi: 13,14)
İbn-i Mes'ûd radıyallahü anh anlatıyor: "Resûl-i ekremin ayrılığı yaklaştığı sırada
vâlidemiz hazret-i Âişe'nin evinde ziyâretine gittik. Resûl-i ekrem bize bakarak gözleri
yaşardıktan sonra şöyle buyurdu: "Hoş geldiniz. Allah sizi mübârek etsin, korusun ve size
nusret (kurtuluş) versin. Takvâyı (Allah'tan korkmayı) size tavsiye ederim ve sizi Allah'a
emânet ederim. Ben sizi O'ndan açıkça korkuturum. O'nun memleketinde ve kulları
arasında O'na karşı gelmeyin. Ölüm yaklaştı. Cennet-i me'vâya, Sidre-i müntehâya ve
cenâb-ı Allah'a yönelme vakti geldi. Size ve benden sonra dînimize girenlere Allah'ın
selâm ve rahmetini benden okuyun!" (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Sehâvet (cömertlik), Allah'ın cömerdliğinden gelir. Cömerd olun ki, Allahü teâlâ da
size cömerdlik etsin. İyi biliniz ki, cenâb-ı Hak cömerdliği bir insan sûretinde yarattı.
Başını, Tûbâ ağacının gövdesine yerleştirdi. Dallarını da, Sidret-ül-müntehânın dallarına
bağladı. Sonra bir kısım dallarını da dünyâya sarkıttı. Bu dallardan birine yapışanı, o dal
çeker Cennet'e götürür. Dikkat edin, cömerdlik îmândandır. Îmân ise Cennet'tedir...
(Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Resûlullah efendimiz, mîrâc yâni göklere çıkarıldığı ve bilinmeyen âlemleri gezdiği ve
gördüğü gece, Mekke-i mükerremeden Sidret-ül-müntehâya kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile
birlikte gitti. Sidrede, Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şeklinde gördü. Cebrâil
aleyhisselâm Sidre'de kaldı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem, Cennet'te bulunduğu makâmın ismi Vesîle'dir.
Burası, Cennet'in en yüksek derecesidir. Cennet'teki herkese birer dalı yetişecek olan
Sidret-ül-müntehâ ağacının kökü oradadır. Cennettekilere her nîmet, bu dallardan gelecektir.
(Nişâncızâde)
Saîd, Cennetlik kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Melekler, bu rûhu Cennet
ipeklerinden bir ipeğe sararlar. Birçok kat semâyı geçtikten sonra, Sidret-ül-müntehâya kadar
giderler. Orada bu kimdir diye sorarlar, Cebrâil aleyhisselâm, yanımdaki bu kimse filandır
diyerek, o kimsenin güzel ve sevdiği isimleri ile haber verir. Burada bulunan melekler; "Hoş
ve safâ geldi. Her iyiliğini Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhabâ" der. (İmâm-ı
Gazâlî)
SİHR (Sihir):
Tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânunları dışında gizli sebebler kullanarak,
garip şeyleri yapmayı sağlayan iş, büyü. (Bkz. Büyü)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Mûsâ aleyhisselâma inanan sihirbâzlar Fir'avn'a) "Bize zorla yaptırdığın sihrin vebâlini
mağfiret buyurması için Rabbimize îmân ettik" dediler. (Şuarâ sûresi: 50)
Tetayyur eden ve tetayyur olunan; kâhinlik yapan ve kâhine giden; sihir yapan ve
yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i
şerîf-Hadîka)
Sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle kelime veya iş
bulunmazsa, büyük günâhtır. (İmâm-ı Nevevî)
Sihir insanları hasta eder, sevgi veya muhabbetsizlik yapar. Yâni cesede ve rûha te'sir
eder. Sihir, kadınlara ve çocuklara daha çok te'sir eder. Sihrin te'siri kat'î değildir. İlâcın te'siri
gibi olup, Allahü teâlâ isterse te'sirini yaratır. İstemezse, hiç te'sir ettirmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir sâhir (büyücü) sihir ile istediğini elbette yapar, sihr muhakkak te'sir eder demek ve
böyle inanmak küfrdür, îmânı giderir. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
SİLİS-ÜL-BEVL:
Devamlı idrar kaçırmak. İdrârını tutamamak. (Bkz. Özr)
Silis-ül-bevl sâhibinin özrü tam bir namaz vaktini kaplarsa yâni bir namaz vaktinin
başından sonuna kadar zaman içinde abdest alıp farz namazı kılacak kadar bir vakit özrü
durmayıp akarsa, o kimse özür sâhibidir. Her namaz vaktinde yeniden abdest alıp, namaz
kılar ve diğer ibâdetlerini yapar. Silis-ül-bevl sâhibi, özrünü tutma imkânı bulursa, özür sâhibi
olmaktan çıkar. (İbn-i Âbidîn)
Silis-ül-bevlin ilâcı, bir kaba bir fincan nohut ve iki fincan sirke konur. Üç gün sonra, her
gün üç kere üçer nohut yenir ve birer çay kaşığı sirke içilir. Yâhut bir kaşık üzerlik tohumu ve
zencefil ve tarçın ve karabiber, ince toz edilip karıştırılır. Sabah aç karna ve yatarken bir çay
kaşığı toz, su ile yutulur. (İmâm-ı Süyûtî)
SİLSİLE-İ ALİYYE:
Yüksek silsile. Peygamber efendimizden hazret-i Ebû Bekr yoluyla ilim ve feyz alarak
gelen büyük âlimler silsilesi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Bekr-i Sıddîk,
Selmân-ı Fârisî, Kâsım bin Muhammed, Ca'fer-i Sâdık, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebül-Hasen
Harkânî, Ebû Ali Farmedî, Yûsuf-i Hemedânî, Abdülhâlık Goncdüvânî, Ârif-i Rivegerî,
Mahmûd-i İncirfagnevî, Ali Râmitenî, Muhammed Bâbâ Semmâsî, Seyyid Emîr Külâl,
Behâeddîn-i Buhârî, Alâüddîn-i Attâr, Yâ'kûb-i Çerhî, Ubeydullah-ı Ahrâr, Kâdı Muhammed
Zâhîd, Derviş Muhammed, Hâcegî İmkenegî, Muhammed Bâkî-Billâh, İmâm-ı Ahmed
Rabbânî, Mâ'sûm-i Fârûkî, Seyfeddîn-i Fârûkî, Seyyid Nûr Muhammed Bedevânî, Mazhar-ı
Cân-ı Cânân, Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Abdullah-ı Şemdînî, Seyyid
Tâhây-ı Hakkârî, Seyyid Muhammed Sâlih, Seyyid Fehim, Seyyid Abdülhakîm.
Hâcetlere (dilek ve isteklere) kavuşmak için, Fâtiha, üç ihlâs ve üç salevât ve sonra
silsile-i aliyyeyi okuyup, sevâbını bu mübârek zâtların rûhlarına hediye etmeli, bunları vesîle
yaparak duâ etmelidir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Duâ edeceğin zaman Silsile-i aliyyeyi oku hemen
Sâlihleri söyleyince yağar rahmet-i ilâhî
Selâm olsun, duâ olsun, bu garîbden dâimâ
Silsile-i aliyyenin ervâhına yâ Rabbî!
(M. Sıddîk Gümüş)
SİLSİLET-ÜZ-ZEHEB:
Altın silsile. Resûlullah efendimizden, hazret-i Ebû Bekr yoluyla feyz ve ilim alarak gelen
büyük âlimler silsilesi. (Bkz. Silsile-i Aliyye)
Silsilet-üz-zehebe dâhil olan büyük âlimlerden Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr buyurdu ki:
"İnsanın yaratılışından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü ise; her hâlükârda Allahü
teâlâyı unutmamaktır."
SİMÂ' (Semâ'):
Bir kişinin veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz ve müzik perdelerine uydurmadan
okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren şiirleri, kasîdeleri, ilâhileri ve
mevlidleri dinlemek.
Simâ' kalbe rikkat (incelik) verir, yumuşatır. Yumuşak kalbli müslümana Allahü teâlâ
merhamet eder. Simâ' için âlimler arasında ihtilâf vardır. Câiz değil diyenler de oldu.
(Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Simâ', evliyânın kalbindeki kabz (sıkıntı) hâlini bast (rahatlık) hâline çevirmek içindir.
Gâfillerin (Allahü teâlâyı unutmuş olanların) simâ' dinlemeleri fıska (günaha) yol açar.
(Abdullah-ı Dehlevî)
Yüksek sesle zikr yapabilmek için kalbinde yalan ve gıybet bulunmamak, boğazından
harâm ve şüpheli şey geçmemiş olmak, gönlü riyâdan (gösterişten), süm'adan (şöhretten) pâk
(temiz, uzak) olmak lâzımdır. İşte simâ' böyle kimselere faydalı olur. (Mahmûd İncirfagnevî)
Ey oğlum! İlim, edeb ve takvâ üzere ol. İslâm âlimlerinin kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs
öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın. Şöhret yapma. Şöhrette âfet vardır. Çok simâ' eyleme.
Simâ'ı inkâr etme ki, büyüklerin çoğu simâ' yapmışlardır. (Abdülhâlık Goncdüvânî)
Kur'ân-ı kerîmi, kasîdeleri ve mevlidi güzel sesle okumak câizdir. Harâm olan, nağme
yapmak yâni sesi mûsikî perdelerine uydurmaktır ki; harfler değişmekte, mânâ
bozulmaktadır. Bunları nağme yapmadan ve Allah rızâsı için okumak şartı ile güzel sesle
okumak câizdir. Fakat dinlerini kayırmayanlar bu şartları gözetmiyeceklerinden simâ'a
müsâade etmemek bu fakîre daha uygun geliyor. (Ahmed Fârûkî)
SİNN-İ BÜLÛĞ:
Büluğ yaşı, ergenlik (evlilik) çağı.
Sinn-i bülûğun başlangıcı, erkekte on iki ve kızda dokuz yaşları doldurmaktır. Müntehâsı
(sonu), ikisinin de on beş yaştır. On beş yaşını tamamlayınca bâliğ sayılırlar. On iki ve dokuz
yaşlarını doldurup da, bâliğ olmamış çocuğa mürâhık denir. (İbrâhim Halebî)
Müslüman ana-babanın çocuğu sinn-i bülûğa erip, âkıl ve bâliğ olduğu zaman, yalnız "Lâ
ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" demekle müslüman olmaz. Îmânı bilmesi, anlatması
da lâzımdır. Îmânı anlatmak demek, inanılacak altı şeyi anlamak ve sorunca söylemek
demektir. Yâni Âmentü'yü okumak, mânâsını da bilmek ve anlamak lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Yedi ve on yaşında olan gösterişli kızlar ve on beş yaşını dolduran veya sinn-i bülûğa
varan bütün kızlar, kadın hükmündedir. Böyle kızların; başları, saçları, kolları, bacakları açık
olarak yabancı erkeklere görünmeleri ve erkeklere şarkı söylemeleri, yumuşak ve cilveli
konuşmaları haram olur. (Hâdimî)
Sİ'R:
Fiyat, mala biçilen değer. (Bkz. Narh ve Kâr Haddi)
SÎRET:
Ahlâk, gidişât, hal, hareket, tavır, yaşayış.
İki haslet var ki, bunlar münâfıkta (içi dışı başka olanda) bulunmaz; güzel sîret ve
ahlâk ile din ilmi. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
İnsan sîretle insandır, sûretle (görünüşle) değil. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Sîret-i Nebevî:
Sevgili Peygamberimizin örnek hayâtı, güzel ahlâkı.
Sîret-i Nebevî'yi bütün müslümanların öğrenmesi ve o şekilde yaşaması lâzımdır.
Böylece, dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve o iki cihân efendisinin
şefâatine kavuşmak nasîb olur. (Hâdimî)
SİRKAT:
Hırsızlık.
Herkesin elindeki mal kendi mülküdür. Sirkat, gasb, zulüm, rüşvet, fâiz, haraç ve hıyânet
yollarından biriyle ele geçtiği açıkça bilinen mal, mülk olmaz. Bu malı satın almak, yemek,
içmek câiz değildir. (İmâm-ı ____________Gazâlî, A. Nablüsî)
Başkasının az veya çok malına sirkat haramdır. (Alâüddîn Haskefî)
SİYER:
Gidişât. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını, güzel ahlâkını, üstün vasıflarını
anlatan ilim dalı; bu hususta yazılmış kitab.
İslâm târihinde ilk yazılan siyer kitabı Muhammed bin İshâk Yesâr'ın yazdığıdır. Türk
edebiyâtında ilk yazılan siyer ise Erzurumlu Mustafa Darîr'in eseridir ve Mısır'da yazılmıştır.
(Yeni Rehber Ansiklopedisi)
SÔFÎ (Sûfî):
Tasavvuf ehli. Kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) ve mâsivâya (Allahü
teâlâdan başka şeylere) bağlamaktan koruyan, nefsini Allahü teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve
temiz bir kalbe sâhip olan kimse, velî derviş.
Sûfînin kalbinde hiçbir kir ve kötülük olmaz. (Ferîdüddîn Şeker Genç)
Sôfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka bir şey duymamalıdır. (Şems-i Tebrîzî)
Sôfî, safâ üzere saf elbise giyendir.
Resûlullah yolunda, izinde yürüyendir.
Arzularını yenen, cefâyı zevk edinen
Dünyâ lezzetlerini gerilere itendir.
(Ebû Ali Rodbârî)
Sôfiyye-i Aliyye:
Tasavvuf büyükleri.
Sôfiyye-i aliyyenin tasavvufa âit sözleri, mübârek kalblerine ve temiz ruhlarına akıp
gelmekle anladıkları mârifetler (bilgiler)dir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahkâm-ı şer'iyye (İslâmiyet'in hükümleri) ile tam bezenmek, ibâdetleri yapmakta ve
yasaklardan kaçmakta kolaylık, nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da sôfiyye-i aliyyenin
hizmetine ve onların muhabbetine bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
SÔFİSTÂİYYE:
Mîlâddan önce beşinci asırda Yunanistan'da ortaya çıkan felsefî bozuk bir fırka, topluluk.
Sofistâiyyeden bir kısmı, eşyânın hakîkatini inkâr edip, eşyânın boş vehm ve hayâl
olduğunu iddiâ ederler. Bunlara inâdiyye denir. Bir kısmı eşyânın subûtunu (varlığını) inkâr
eder. Eşyânın hakîkatinin îtikâda (inanma şekline) bağlı olduğunu söylerler. Meselâ; cevher
olduğu îtikâd edilirse, cevher; a'raz olduğu îtikâd edilirse, a'raz; kadîm (başlangıcı olmayan)
veya hâdis (sonradan var olan) olduğuna îtikâd edilirse, hâdis veya kadîmdir derler. Bunlara
İndiyye denir. Bir şeyin varlığını ve yokluğunu ikisini de inkâr edip, şüpheci olanlara lâ
edriyye denir. (Teftâzânî)
SOHBET:
Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir
araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri
konuşması.
Kişinin kendinden üstün olanla berâber olmasının hakîkati, o zâta hizmettir. Aşağısında
olanla sohbetin gereği, onun hallerinden bir noksanı gördüğünde onu îkâz edip, kusurundan
haberdâr etmektir. Aynı seviyede olan sohbet arkadaşlarının sohbetlerinin hakîkati,
başkalarının, yabancıların yanında birbirlerinin kusurlarını görmezlikten gelmektir. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
Kalbinde bir katılaşma gördüğünde, sâlihlerle sohbet et, onlarla bulun, yemeği azalt,
nefsinin isteklerini yapma ve onu sıkıntılara alıştır. (Ahmed bin Ebü'l-Havârî)
Sohbet, dünyâ bağlılıklarını keser ve hakîkî îmân kazandırır. (Sıbgatullah Arvâsî)
Eshâb-ı kirâm, Resûlullah'ın daha ilk sohbetinde öyle şeyler kazanmışlardır ki, ümmet
arasındaki velîlerin, bunlara en sonda kavuştukları bilinmektedir. Bunun içindir ki, Tâbiîn'in
(Eshâb-ı kirâmı görenlerin) en üstünü olan Veysel Karânî, hazret-i Hamzâ'nın kâtili olan
Vahşî'nin, Resûlullah'ın bir kerecik sohbetinde bulunmakla yükseldiği mertebeye
yetişememiştir. Çünkü sohbetin fazîleti bütün fazîletlerin ve kemâllerin üstündedir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü bütün üstünlüklerin ve kemâllerin
üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse, onlardaki feyz ve
bereketlerden mahrûm kalır. Onlardaki nûrlar kendisinde aslâ zuhûr etmez, görünmez. (Ebû
Ali Sakafî)
İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu, düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak
yaşayandır. (Muhammed bin Gâlib)
Nâkıs olanların yâni tasavvufta yetişmemiş olanların sohbeti öldürücü zehirdir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Erenlerin sohbeti, ele giresi değil
Sohbete kavuşanlar, mahrum kalası değil
Sohbet, kalbi eder pâk ona imrenir eflâk
Âdemi ârif eden tâc u hırkası değil.
(M. Sıddîk Gümüş)
SON PEYGAMBER:
Kendisinden sonra başka peygamber gelmeyecek olan Muhammed aleyhisselâm. (Bkz.
Hâtem-ül-Enbiyâ)
SOSYAL ADÂLET:
Herkesin, bilgi ve kâbiliyeti ve gördüğü iş nisbetinde çalıştığının karşılığını alması,
başkaları tarafından sömürülmemesi. (Bkz. Adâlet)
Sosyal adâlet, millî gelirin en uygun şekilde taksîmini sağlar. İstismârı, sömürücülüğü
ortadan kaldırır. Sermâyenin çok küçük ve belirli bir zümre elinde toplanmasını önler.
Herkese kendi ölçüsünde hayât hakkı verir. Sınıf ve zümreleri arasında düşmanlık
bulunmayan bir topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, hâl ve istikbâl
(şimdiki durumu ve geleceği) bakımından kendilerini emniyette hissederler. (Abdülhakîm
Arvâsî)
SÛ'-İ EDEB:
Edebsizlik, edeb dışı hareket, insanlara iyi muâmele etmemek, haddini bilmemek.
Namaz ta'dîl-i erkânına uymadan yâni rükû ve secdeleri tam yapmadan kılınırsa, Allahü
teâlâya münâcâtta (yalvarmada) sû'-i edeb edilmiş olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
SÛ'-İ EF'ÂL:
Kötü davranışlar, tavır ve işler.
Ma'sûn et (koru) sû'-i ef'âlden ilâhî,
Nasîb et râzı olduğun râhı (yolu).
(Beykozlu Muhammed bin Recep Efendi)
SÛ'-İ FEHM:
Kötü anlayış.
Her zarar, insana, kendi nefsinden gelir,
Yüz karası, âdeme (insana) sû'-i fehminden gelir.
(Diyarbakırlı Saîd Paşa)
SÛ'-İ HÂL:
Kötü hal.
Birini tezlîl için zahmetle etme iştigâl,
Arkadaş kazanmaya, mâni sû'i hâl.
(Diyarbakırlı Sâid Paşa)
(Bir kimseyi aşağılamak için zahmet çekerek meşgûl olma. Çünkü, arkadaş kazanmaya
kötü hâl mâni olur.)
SÛ'-İ HÂTİME:
Îmânsız ölmek, kötü son.
Sû'-i hâtimenin birçok sebebleri vardır. Bunun ilmi örtülüdür. Bu sebeblerden ikisi
şöyledir: Birincisi; bâtıl bir bid'ate (Rüsûlullah ve Eshâb-ı kirâm zamânında olmayıp, dinde
sonradan ortaya çıkıp, ibâdet olarak yapılan şeylere) îtikâd etmek (inanmak) ve ömrünü bu
îtikâd üzre geçirmek. İkincisi; îmânın zayıf olması, dünyâ sevgisinin çok, Allahü teâlânın
sevgisinin az olması. Dünyâ sevgisi gâlib olunca tehlike başlamış demektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Âlimlerden bâzısı buyurdu ki: Dört şey vardır ki, sû'-i hâtime ile gitmeye sebeb olur:
Namazı terk etmek, şarab içmek, Allahü teâlânın emirlerine itâat etmemek ve müslümanlara
eziyet etmek, sıkıntı vermek. (Senâullah-ı Pânî Pûtî)
Sû'-i hâtimenin sebeblerinden ikisi de şudur: 1) Îmânı kuvvetli olsa bile, çok günâh
işlemek. 2) Günâhlar az olsa bile îmân zayıflığı. (Yûsuf Sinânüddîn)
Müslüman olmak nîmetine şükrü terk etmek, îmânının gitmesinden korkmamak,
mü'minlere zulmetmek, haksızlık etmek; sû'-i hâtime ile gitmeye sebeb olur. (Ebü'l-Kâsım
Hâkim)
SÛ'-İ NİYYET:
Kötü niyet.
SÛ'-İ ZAN:
Kötü zan.
Sû'-i zan etmeyiniz. Sû'-i zan, yanlış karar vermeğe sebeb olur. İnsanların gizli
şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münâkaşa etmeyiniz, haset etmeyiniz,
birbirinize düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz.
Müslüman müslümanın kardeşidir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Müslümanlara sû'-i zan etmemeli, kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, doğru
söylemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğul! Müslümanlar hakkında kötü düşünme. Sû'-i zannı terk eyle. Zîrâ sû'-i zan, seni
hiç kimse ile dost yapmaz. (Lokman Hakîm)
Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine
inanır, hakkında sû'-i zanda bulunmam. (Ahmed bin Yahyâ el-Celâ)
SUHUF:
1.Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar. Peygamberlere
(aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört kitaptan ilk yüz tânesi.
Yüz suhûftan, on suhûfu hazret-i Âdem'e, elli suhûfu Şit aleyhisselâma, otuz suhufu İdrîs
aleyhisselâma, on suhûfu İbrâhim aleyhisselâma inmiştir. Bunların hepsini Cebrâil
aleyhisselâm indirmiştir. (Muhammed bin Kutbüddîn)
2. Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerinin yazıldığı ve
kıyâmet günü herkesin eline verilecek olan defter. (Bkz. Amel Defteri)
Suhuflar getirilip açıldığında, gökyüzü yerinden koparıldığında her kişi (hayır ve
şerden) neler yapıp getirdiğini anlar. (Et-Tekvîr sûresi: 10-14)
SULBİYYE:
Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda bir kimsenin öz kız evlâdı.
Sa'd bin Rebî'in hanımı, iki kızını yanına alarak Peygamber efendimizin huzûruna geldi:
"Yâ Resûlallah! Bunlar Sa'd'ın sulbiyyesidir. Sa'd seninle katıldığı Uhud muhârebesinde şehîd
düştü. Bu kızların amcası, Sa'd'ın bıraktığı malın hepsini aldı" dedi. Resûlullah efendimiz
sustular. Nihâyet mîrâsa âit âyet-i kerîme indirildi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Sa'd
bin Rebî'in erkek kardeşini çağırttı ve; "Sa'd'ın malının üçte ikisini onun sulbiyyesine ver.
Zevcesine de sekizde birini ver. Sen de kalanını al" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i
Mâce)
SULEHÂ:
Sâlihler, günâh işlememeye gayret edenler. (Bkz. Sâlih)
...Benim velîm ancak Allahü teâlâdır ve sulehâ olan mü'minlerdir. (Hadîs-i
şerîf-Sahîh-i Müslim)
İyi huylu olmak, iyi huyunu korumak için sulehâ ile, güzel huylularla arkadaşlık etmelidir.
İnsanın huyu, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk hastalık gibi sârîdir (bulaşıcıdır). Kötü huylu
ile arkadaşlık etmemelidir. Hadîs-i şerîfte; "İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibi olur"
buyruldu. (Muhammed Hâdimî)
Kıyâmet gününde Arş-ür-rahmân altında, enbiyâ (peygamberler), evliyâ ve sulehâ ile
birlikte gölgelenmek, mü'min için bir bayramdır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ölüm hastasının yanına kimseyi sokmamak doğru değildir. Hasta istemese de yanına
sulehâ girip Yâsîn-i şerîf okumalıdır. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
SULH:
Barış.
Harb zamânında, askerin kıymeti artar ve muhârebede ufak bir hizmeti, sulh zamânındaki
büyük gayretlerinden daha kıymetli olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Düşman ordusu kuvvetli ise, mal vererek bile sulh yapmak câiz olur. (İbn-i Âbidîn)
SULTÂN-ÜL-ULEMÂ:
İzzeddîn bin Abdüsselâm ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası gibi birçok İslâm
âlimine, derin ve geniş ilimleri ve İslâm'a hizmetleri sebebiyle verilen lakab (isim).
Bir kimse, bir günâh işleyip, tövbe etmeden Sultân-ül-ulemâ Behâeddîn-i Veled'in
huzûruna çıksa, Allahü teâlânın izni ile gelenin bu durumu ona mâlûm olur; "Allahü teâlânın
velî kullarının huzûruna temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri bırakın, güzelce
tövbe ederek göz yaşları akıtın ki, günâh kirleri temizlensin. Evliyânın huzûruna,
günahlarınıza tövbe ve istiğfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü teâlânın rızâsı için
muhabbetle ve sevgi ile bakın ki, onların feyz ve bereketlerinden istifâde edesiniz."
buyururdu. (Molla Câmi, Ahmed Eflâkî)
SÛR:
Kıyâmet kopacağı zaman, dört büyük melekten biri olan İsrâfil aleyhisselâmın üfleyeceği,
nasıl olduğu bilinmiyen boru.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sûra bir kerre üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecektir. O gün
kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır. (Hâkka sûresi: 13-16)
Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyyet
(yaratılmışlar) tâbi olur. Bu emir ile kalkıp, hâzır olurlar. (Zümer sûresi: 62)
Meleklerin en üstünlerinden ikincisi, sûr denilen boruyu üfürecek olan İsrâfil
aleyhisselâmdır. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi
tekrar dirilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu (dilediği)
vakit; dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin bâzısı bâzısına taşar. Güneşin
nûru giderek simsiyah olur. Dağlar, toz hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili
incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi deverânla
şiddetli bir şekilde hareket eder. Yerde ve gökte diri kimse kalmaz. Bütün canlılar ölür. Yerde
taş taş üstünde kalmaz. Bütün bunlardan sonra, aradan kırk sene gibi bir zaman geçer. Allahü
teâlâ, İsrâfil aleyhisselâmı diriltir. O da sûru üfürür. Bu ikinci sûr ile, her bir rûh kendi
cesetlerine girerler. Dağlarda ölmüş olan, vahşî hayvanların ve kuşların yemiş olduğu
insanların rûhları kendi cesetlerini bulur. İnsanlar, kabirlerinden kalktıkları vakit, yerleri
dümdüz olmuş bir kâğıt sahifesi gibi görür... (İmâm-ı Gazâlî)
SÛRE:
Kur'ân-ı kerîmin en az üç âyetten meydana gelen bölümlerinden her biri. Çokluk şekli
süverdir. Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre olup, bâzı sûrelerin birkaç ismi vardır. Bekara sûresinden
Berâe sûresine kadar olan yedi sûreye es-Seb'ut-tıvâl (uzun sûreler), Fâtiha'ya ve âyetleri
yüzden az olan sûrelere mesânî (orta), kısa sûrelere de mufassal (yâni fasıllara ayrılmış)
denilmiştir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kulumuza gönderdiğimiz Kur'ân'dan şüphe ediyorsanız, siz de ona benzer bir sûre
söyleyiniz. Bunu yapabilmek için güvendiklerinizden yardım isteyiniz. Buna benzer bir
sûre söyleyemezsiniz. (Bekara sûresi: 23)
Kim yatacağı zaman Kur'ân-ı kerîmden herhangi bir sûre okursa, Allahü teâlâ ona;
uyanıncaya kadar her şeyden kendisini koruyacak bir melek gönderir. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî)
Sünnetlerin ve vitrin her rek'atinde ve yalnız kılarken farzların ilk iki rek'atinde,
ayakta,Kur'ân-ı kerîmden bir âyet okumak, farzdır. Kısa sûre okumak daha sevaptır. (İbn-i
Âbidîn)
SÛRET:
1. Tasvir, resim.
(Büyük olan ve hürmet mevkiinde bulunan) canlı sûreti ile köpek ve cünüp kimsenin
bulunduğu eve rahmet melekleri girmez. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Üzerinde sûret bulunan elbise ile namaz kılmak tahrîmen mekrûh olup, harama yakın
günahtır. Cansız sûreti bulunursa mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Üzerinde sûret bulunan mendil, para gibi şeyleri kullanmak câizdir. Zîrâ böyle şeyler
mühândırlar (aşağı, hordurlar), muhakkardırlar (hakir, kıymetsizdirler), muhterem değildirler.
(S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
İslâm dîni, insanlarla alay edilmesine ve canlılara tapılmasına ve gençlerin fuhşa
sürüklenmesine, evlilerin baştan çıkarılmasına âlet olan sûretleri, heykelleri haram etmiş,
canlıların anatomik parçalarının ve bitkilerin ve her çeşit fizik, kimyâ, astronomi, inşaat
sûretlerini helâl etmiş, serbest bırakmıştır. İlimde teknikte lâzım olan sûretlerin yapılmasını,
bunlardan faydalanmayı emretmiştir. İslâm dîni her şeyde olduğu gibi, sûretleri de faydalı ve
zararlı olmak üzere ikiye ayırmış, faydalı olanlarını emir, zararlı olanlarını yasak etmiştir. O
hâlde inanmıyanların, müslümanlar sûrete günâh der, bu ise gericiliktir demesi körü körüne
bir iddiâ ve iftirâdır. (Mustafa Sabri Efendi)
Ölüm hastasında ölüm alâmetleri görülünce, yanında çocuk, cünüp, özürlü kadın
bulundurulmamalı, odada ve evde (asılı) canlı sûret bulunmamasına çok dikkat etmelidir. (S.
Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Kopya, nüsha.
Âlem-i misâl, bütün âlemlerin en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan herşeyin âlem-i
misâlde bir sûreti vardır. (Ahmed Fârûkî)
3. Dıştan görünen şekil, dış görünüş.
Allahü teâlâ sizin amellerinize, sûretlerinize bakmaz. Ancak niyetlerinize bakar.
(Hadîs-i şerîf-Rûh-ul-Beyân)
Zâhidâ! Sûret gözetme, içeri gelen cânâ bak. (Ahmed Kuddûsî)
SURRE:
Para kesesi, cüzdan. Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn
(Mekke ve Medîne) halkına ve buralarda geçici olarak bulunan müslümanlara, mukaddes
yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölgesindeki diğer
idârecilere gönderdikleri para ve değerli eşyâlara verilen ad. Bu hediyeleri götüren topluluğa
da surre alayı denirdi.
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye surre gönderme âdetini ilk olarak beşinci
Osmanlı pâdişâhı Sultan Birinci Mehmed Han çıkarmıştır. (M. Sıddîk Gümüş)
Her sene surre alayı ile gönderilen paralar, Haremeyn'in idâresinde sarf edilirdi. Mekke
emîri bu paradan aşîret reislerine de hediye ederdi. Aşîretler, Osmanlı Devleti'nin bu
yardımından memnun olur, devlete karşı minnettar kalırlardı. Surrede paralar dışında
gönderilen ve pek nâdir bulunan kıymetli halılar, seccâdeler, murassa âvizeler, şamdânlar ve
paha biçilmez el yazması mushaf-ı şerîf (Kur'ân-ı kerîm)ler, levhalar, örtüler, gümüş perde
halkaları, elbiseler, Mekke emîrine mahsûs sırmalı kaftan, mücevherli kılıç ve daha pekçok
kıymetli hediyeler ise, Mekke ve Medîne'deki mübârek makamlara, seyyidlere, şeriflere ve
fakirlere hediye edilirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
SÜÂL:
Soru.
Kıyâmet günü, kulun amelinden ilk süâl namazdandır. Namaz süâlinden kurtulursa,
kurtulmuştur. Kurtulmazsa; zarar ve ziyânda, büyük tehlikededir... (Hadîs-i şerîf-Risâle-i
Münîre)
Kabirde süâl meleklerine şöyle cevap verilir. Rabbim Allahü teâlâ, Peygamberim hazret-i
Muhammed, dînim dîn-i İslâm, kitâbım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf, îtikâdda
mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâat, amelde mezhebim İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe mezhebidir.
(Seyyid Abdülhakîm)
SÜBHA NAMAZI:
Abdest aldıktan sonra Allah rızâsı için kılınan iki rek'at namaz.
Eğer bir kulum abdestsiz olursa bana cefâ etmiş olur. Abdest alınca iki rek'at namaz
(sübha namazı) kılmazsa bana cefâ etmiş olur. Namaz kılıp duâ etmezse bana cefâ etmiş
olur. Duâsını kabûl etmezsem ona cefâ etmiş olurum. Ben cefâ etmem, ben cefâ etmem,
ben cefâ etmem. (Hadîs-i kudsî-Riyâz-üs-Sâlihîn)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, sübha namazı ile ilgili olarak şöyle
buyurdu: Bir müslüman, güzelce abdest alır, kalkar kalbi ve bedeni ile yönelerek iki rek'at
namaz kılarsa, Cennet ona vâcib olur. (Halebî)
Abdestin edeblerinden birisi, abdest aldıktan sonra iki rek'at sübha namazı kılmaktır.
(İbrâhim Halebî)
"SÜBHÂNE RABBİKE" ÂYET-İ KERÎMESİ:
Kur'ân-ı kerîm okuduktan, duâ ettikten, ders ve va'zlardan sonra okunmasının çok sevâb
olduğu bildirilen "Bütün insanların üstünde, akılların ermediği, kemâllerin, üstünlüklerin
sâhibi olan senin gibi bir peygamberi yaratan, yetiştiren Rabbin her aybdan münezzehtir,
temizdir" mânâsına Sâffât sûresinin yüz sekseninci âyet-i kerîmesi.
Kıyâmet günü büyük ölçeklerle, bol sevâb kazanmak isteyen kimse, bir meclisten
kalkınca, Sübhâne Rabbike âyet-i kerîmesini okusun. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibban)
Kıyâmet günü bol sevâba kavuşmak istiyen, her toplantı sonunda, Sübhâne Rabbike
âyetini sonuna kadar okusun. (Hazret-i Ali)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu âyet-i kerîmeyi okurken ve ümmetine tavsiye
buyururken, Kur'ân-ı kerîmdeki şeklini değiştirmemiş, hep Sübhâne Rabbike demiştir.
Sübhâne Rabbinâ dediği hiç işitilmemiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)
SÜBHÂNE RABBİYEL A'LÂ:
"Yüce olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına secdede söylenen tesbih.
Secdede en az üç kerre sübhâne rabbiyel a'lâ denir. (İbrâhim Halebî)
SÜBHÂNE RABBİYEL-AZÎM:
"Büyük olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" mânâsına rükû'da söylenen tesbih.
Rükû'da erkekler parmaklarını açıp, dizlerinin üstüne kor, sırtını ve başını düz tutar.
Rükû'da en az üç kerre sübhâne rabbiyel-azîm der. (İbrâhim Halebî)
Rükû' tesbihi olan Sübhâne rabbiyel-azîm'de Zı ile Azîm denir ki, "Rabbim büyüktür"
demektir. Eğer ince ze ile (azim) denilirse, "Rabbim benim düşmanımdır" demek olur ve
namaz bozulur. (İbn-i Âbidîn)
SÜBHÂNEKE:
Her namazın ilk rek'atinde, ayrıca ikindi ve yatsı namazlarının sünnetlerinin üçüncü
rek'atinde, besmele çekmeden önce okunan duâ.
Sübhâneke duâsının mânâsı şöyledir: "Ey Allah'ım! Seni noksanlıklardan tenzîh eder;
bütün kemâl sıfatlarıyla tavsîf ederim. Sana hamd ederim. Senin ismin yücedir. (Ve senin
şânın her şeyin üstündedir.) Senden başka ilâh yoktur.
Cemâatle namaz kılan kimse, imâm Allahü ekber diye tekbir aldıktan sonra, tekbir alır,
sağ elini sol eli üzerine kor, sağ elin küçük ve baş parmaklarını, sol bilek etrâfına halka yapar,
sübhânekeyi okur, başka bir şey okumaz. Yalnız kılarken sübhânekeyi okuduktan sonra Eûzü
(Eûzü billâhimineşşeytânirracîm) ve Besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm) okumak sünnettir.
Cemâate geç gelen, imâm yavaş okuyorsa, sübhâneke okur ve imâm selâm verdikten sonra
kalkınca, tekrar okur. (İbrâhim Halebî)
SÜBHÂNELLAH:
Allahü teâlâyı noksanlık ve kusur olan şeylerden tenzîh ederim, uzak tutarım mânâsına,
mübârek, kıymetli bir söz.
Her namazın akabinde, peşinden otuz üç defâ Sübhânellah, otuz üç defâ
elhamdülillah, otuz üç defâ Allahü ekber demek sûretiyle "Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ
şerîkeleh lehülmülkü ve lehülhamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve alâ külli şey'in kadîr"
demek sûretiyle yüzü tamamlayan kimsenin günâhları deniz köpüğü kadar olsa da
affolunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Halebî)
İki kelime vardır: Söylemesi çok kolaydır. Terâzide çok ağır gelirler. Allahü teâlâ bu iki
kelimeyi çok sever. Sübhânellahi ve bihamdihî sübhânellahil azîm. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Sübhânellah demek, tövbenin anahtarıdır hattâ özüdür. Bunun için sübhânellah demek
günahların yok olmasına ve kötülüklerin affolmasına sebeb olur. Bundan dolayı terâzide çok
ağır gelir, hasenât, iyilik kefesini doldurur. Allahü teâlâya sevgili olur. Sübhânellah diyen ve
hamd eden müslüman, Hak teâlâyı O'na yakışmayan şeylerden uzaklaştırınca ve kemâl ve
cemâl sıfatlarının ancak O'nda olduğunu bildirince, kerîm ve ihsân sâhibi olan Allahü teâlânın
da, o kulu uygunsuz şeylerden uzaklaştırması ve ona kemâl sıfatlarını ihsân etmesi umulur.
(İmâm-ı Rabbânî)
SÜCÛD:
Secde; namazın içindeki farzlardan biri. Namazda alnı ve burnu yere koyma. (Bkz. Secde)
SÜDÜS:
Altıda bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda bildirilen altıda bir hisse (pay).
Südüs hisseyi yedi kimse alır. Ölenin babası, anası, sahîh dede ve nineler, oğlunun kızları,
babadan kız kardeş, anadan kardeş. (M. Mevkûfâtî)
SÜFTECE:
Tahrîmen mekrûh olan bir havâle şekli. Yolcuya borç verip, gittiğin yerde, falancaya
ödeyeceksin demek.
Süftece yoluyla borc vermek tahrîmen mekrûhtur. Çünkü emânet olarak vermeyip süftece
yolunu tercih etmenin sebebi, paranın yolda kaybolması, çalınması veya elinden alınması gibi
tehlikelere karşı, alanın mes'ûliyetini sağlamak ve parasını emniyete almaktır. Çünkü emânet
olarak verseydi, onun adına zâyi olacaktı. Borç olarak vermesiyle bunu alan nâmına olmasını
sağlamış ve böylece verdiği borçtan menfaat te'min etme cihetine gitmiş olmaktadır. Bu ise
mekrûhtur. Ödünç veren mektub yazıp, ödünç verdiği yolcunun gideceği yerdeki arkadaşını o
yolcuya havâle etmektedir. İşte, ödünç verme esnâsında süftece denilen borç şekli şart
koşularak borç verilirse, bu haramdır. Şartla alınan borç fâsiddir. Süftece şartı taşımadan,
yolcuya ödünç vermek câizdir. (Mergînânî, İbn-i Âbidîn)
SÜHREVERDİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ebû Hafs Ömer bin Muhammed Şihâbüddîn Sühreverdî
hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Zikr-i cehri (Allahü teâlânın adını sesli anmak) hazret-i Ali'den on iki imâm vâsıtasıyla
gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i
Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin (talebelerinin) silsilelerinde bulunan meşhûr mürşîdlerin adı
verilerek kollara ayrılmıştır. Ebû Ali Rodbârî yolundan Kübreviyye, Edhemiyye, Çeştiyye,
Bedeviyye ve Sühreverdiyye hâsıl olmuştur. (Abdullah-i Dehlevî)
Sühreverdiyye yolunun kurucusu Şihâbüddîn-i Sühreverdî, oğluna şöyle buyurdu: "Ey
oğul! Bu fânî dünyânın zînetine, süsüne, aldanıp gurûrlanma. Bir kimse dünyâya meyl ederse,
helâk olur. Âhiret yolculuğuna hazır ol. Fırsat elinde iken Allahü teâlâdan başkasına gönül
bağlama. Bir gün gelir pişmanlığın fayda vermez." (Hüseyin Vassâf Halvetî)
SÜKNÂ:
Oturulacak yer, ev.
Nafaka, İslâmiyet'te, taâm (yiyecek, içecek şeyler), kisve (elbise, yâni giyecek şeyler) ve
süknâ demektir. Zevcin (kocanın) zevcesine (hanımına) yapacağı bu masraflar şehrin âdetine,
piyasaya ve akrabâ ve arkadaşlara göre ayarlanır. Zamâna ve hâle göre değişir. Her
memlekette başkadır. (İbn-i Âbidîn)
SÜKÛT:
Susmak.
Sükûtun en küçük faydası, sıkıntı ve belâdan kurtarmasıdır. İyilik olarak insana bu yeter.
Fazla ve lüzumsuz konuşmanın en küçük zararı şöhrettir. Belâ olarak, şöhret insana yeterlidir.
(Ebû Bekr bin Iyâş)
Konuşmak hoşuna giderse sükût et. Sükût hoşuna gidince konuş. (Bişr-i Hâfî)
SÜLEYMÂN ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz Dâvûd'a Süleymân'ı (aleyhisselâm) verdik. O (Süleymân aleyhisselâm) ne güzel
kuldur. Hakîkaten o, (bütün vakitlerini zikr, tesbîh ve tövbe ile) Allahü teâlâya dönen bir
kuldur. (Sâd sûresi: 30)
Biz, Dâvûd ve Süleymân'a (aleyhimesselâm hüküm ve kazâya dâir) ilim verdik. Onlar
da; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, (nübüvvet, kitap ve sâir ilimler ve hikmetle) bizi
(kendilerine bu hasletler verilmeyen) mü'minlerin çoğu üzerine üstün kıldı" dediler. (Neml
sûresi: 15)
İsmini duyduğunuz kimselerden yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min, ikisi de
kâfir idi. Mü'min olan iki kişi Zülkarneyn ile Süleymân aleyhisselâm idi. Kâfir olan ikisi
de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni
Mehdî de mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmet-il-Mehdî)
Süleymân'a (aleyhisselâm) verilen (o kadar) geniş mülk, onda huşûdan (Allah korkusu)
başka bir şeyi arttırmadı. Rabbine olan huşûundan dolayı gözünü semâya bile
kaldıramıyordu. (Hadîs-i şerîf-Arâis-ül-Mecâlis)
Süleymân aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâmın oğludur. Gazze'de doğdu. Babası vefât
edince 12 veya 13 yaşında sultân, daha sonra peygamber oldu. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın
dînini tebliğ etti, bildirdi. Babasının temelini attığı Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'yı yedi yılda pek
san'atlı ve gösterişli olarak inşâ ettirdi. Saraylar inşâ ettirip kaleler yaptırdı. Şehirler kurdu.
Zamânın medenî dünyâsı olan Akabe körfezinden Fırat'a kadar olan bölgeye hâkim oldu.
Ticâret gemileri yaptı. Kızıldeniz ile Umman denizinde ticâret yaptırdı. Diğer hükümdârlar da
kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Yemen'deki Sebe' sultanı (melikesi) Belkıs ile evlendi.
İnsanlara, cinnîlere, yerdeki ve havadaki hayvanlara hükm eder, onlarla konuşurdu. Rüzgâr
emrine verilmişti. Kudret ve ihtişâm sâhibi bir peygamberdi. Kırk sene adâletle hüküm sürdü
ve Kudüs'te vefât etti. (İbn'ül-Esîr, Molla Miskîn, Nişancızâde)
SÜLÛK:
Tasavvuf yoluna girmek.
Evliyâlık kemâlâtına kavuşmak sülûk, kalbin zikretmesi ve murâkabe (nefsi kontrol) ve
râbıta (bir büyüğe kalben bağlanma) ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, İslâmiyet'ten dışarı
çıkamaz. İslâmiyet'e uymakta sarsıntı olursa, bütün vilâyet (evliyâlık) dereceleri yıkılır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Takvâ sâhiblerinin ihlâs ile yaptığı farzlar, kurb yâni Allahü teâlâya yakınlık hâsıl eder.
Hâsıl olan bu kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette daha çoktur. Takvâ ve ihlâs elde etmek
için de, tasavvuf ehlinin bildirdikleri vazîfeleri yapmak lâzımdır. Farzların kurb hâsıl etmesi
için nâfile vazîfeleri yapmak şarttır. Sülûk vâsıtasıyla, insanda fenâ hâsıl olur, yâni Allahü
teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbinden silinir. Sonra bekâ denilen hâl hâsıl olarak, Allahü
teâlânın sevgisi kalbine yerleşir. Her şeyi Allah için sever. Her işi, Allah için yapar. Böyle
insana velî denir. (İmâm-ı Rabbânî)
Cezbe yolunda, Allahü teâlâ çektiği ve tâlibe çok ihsânda bulunduğu için, vesîleye,
vâsıtaya lüzum yoktur. Sülûk yolunda ise, tâlib ilerlemeye çalıştığından, vâsıta lâzımdır.
Cezbe yolunda vâsıta lâzım değil ise de, cezbenin tamam olması için sülûk lâzımdır. Sülûk;
tövbe ve zühd (mubahların çoğunu terk etme, dünyâya rağbet etmeme) ve başka belli şeyleri
yapmaya çalışmaktır. Yâni şerîate (İslâmiyet'e) uymaktır. Sülûksüz olan cezbe, tamam olmaz,
noksan kalır. (İmâm-ı Rabbânî)
Sülûk Yolu:
İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yollardan biri. (Bkz. Vilâyet Yolu)
İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol ikidir. Biri nübüvvet yolu olup, aslın
aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin mübârek arkadaşlarının) hepsi,
bu yoldan vâsıl oldular. Sonra gelenlerden pek az zât da, bu yoldan ermiştir. Bu yolda sebebe,
vâsıtaya lüzûm yoktur. Sâlik (tasavvuf yoluna giren), kâmil (yetişmiş) bir zâtın sohbetinde
kemâle geldikten sonra, feyzi asıldan alıp ilerler. İkinci yol, vilâyet yoludur. Kutblar, Evtâd,
Nücebâ, Büdelâ ve diğer bütün evliyâ bu yoldan kavuşmuştur. Bu yola sülûk yolu da denir.
Bu yolda, vâsıta, aracı lâzımdır. Her iki yolun reisi ve rehberi Resûlullah'tır. Vilâyet yolunun
imâmı, feyz kaynağı, hazret-i Ali'dir. Bu yolda, Resûlullah onu vekîl etmiştir. Hazret-i Fâtıma
ve Hasen ile Hüseyn onunla ortaktırlar. Bu yolda gidenlerin hepsine feyz ve hidâyet, hazret-i
Ali'nin aracılığı ile gelir. Ondan sonra hazret-i Hasen ve Hüseyn bu vazîfeyi teslim aldı.
Bunlardan sonra, sıra ile On iki imâma verildi. On iki imâmın sonuncusu olan Muhammed
Mehdî'den sonra başkasına verilmedi. Bütün evliyâya feyz ve hidâyet bunlardan gelmeye
devâm etti. Abdülkâdir-i Geylânî kemâle gelince, bu makam ona verildi. Vefâtından sonra da
kıyâmete kadar, herkese, feyz, rüşd ve hidâyet, onun rûhâniyetinden gelmektedir. (İmâm-ı
Rabbânî)
SÜLÜS:
Üçte bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte bir hisse (pay).
Kur'ân-ı kerîmde eshâb-ı ferâizden yâni hisseleri takdîr edilenlerden (bildirilenlerden)
sülüs hisseyi iki kimse alır. 1) Ana; meyyitin (ölenin) çocuğu, oğlunun çocuğu veya her türlü
(ana-baba bir, baba bir veya ana bir) kardeşten birden fazla yok ise, ana sülüs hisse (pay) alır.
2) Anadan kardeşler birden fazla oldukları zaman sülüs alıp aralarında paylaşırlar, erkeği ve
kadını hep aynı miktârda alır. (M.Mevkûfâtî)
SÜLÜSÂN:
Üçte iki. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte iki hisse (pay).
Hissesi nısıf (yarım) olanlardan zevcden (kocadan) başka olan birden fazla olunca,
sülüsânı alıp, aralarında eşit olarak pay ederler. (M. Mevkûfâtî)
SÜMÜN:
Sekizde bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda sekizde bir hisse (pay).
Ölüden kalan mîrasın sümün hissesini alacak olan yalnız bir kimsedir. O da Zevce
(hanımı) olup, çocuğu veya oğlunun çocuğu bulunduğu zaman sümün hisse alır. (M.
Mevkûfâtî)
SÜNEN:
1. Sünnetler. (Bkz. Sünnet)
2. Hüküm bildiren hadîs-i şerîfleri toplayan hadîs kitablarına verilen isim.
Sünen kelimesi yalnız olarak söylenince, dört âlimin kitablarından biri anlaşılır. Bunlar;
Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn-i Mâce'dir. Bunlardan başkasının "Sünen" kitabı
söylenirken, yazarının da adı birlikte söylenir; Sünen-i Dâre Kutnî, Sünen-i Kebîr-i Beyhekî
gibi. (Taşköprüzâde)
SÜNNET:
Yol, kânun, âdet.
1. Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mâni olmadığı şeyler.
Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır. (Hadîs-i
şerîf-Hadîka)
On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak, nazmaza (ağıza
su alma), iştinşak (buruna su çekme), tırnak kesmek, ayak parmaklarını yıkamak, koltuk
altını temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile istincâ (önden ve arkadan necâset, pislik
çıkan yerleri temizlemek). (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Hakâyık)
2. Din bilgilerinde senet, kaynak olan dört temel delîlden biri. Hadîs-i şerîfler.
Edille-i şer'iyye, din bilgilerinin elde edildiği kaynaklar dörttür: Kitab (Kur'ân-ı kerîm),
sünnet, icmâ-ı ümmet (bir asırda bulunan, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ
çıkarabilen müctehid denilen derin âlimlerin, dînî bir işin hükmünde birleşmeleri, aynı sözü
söylemeleri veya aynı işi yapmaları), ve kıyâs-ı fukahâ (hükmü, mânâsı nasstan yâni Kur'ân-ı
kerîm ve hadîs-i şerîften açıkça anlaşılamayan bir şeyin hükmünü, hükmü bilinen ve bu şeye
benzeyen başka bir şeyin hükmünden anlamak)dır. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet, Kur'ân-ı kerîmi tefsir etmekte, açıklamaktadır. Mezheb imâmları (Hanefî, Şâfiî,
Mâlikî, Hanbelî), sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini
açıklamışlardır. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Sünnet olmasaydı; sular ve tahâret
(temizlik) bahislerini, namazların kaç rek'at olduklarını, rükû ve secdede okunacak tesbihleri,
bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukuk
bilgilerini, hiçbir âlim, Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. (İmâm-ı Şa'rânî)
3. Şerîat yâni İslâm dîni.
Sünnetimi terk edene, şefâatim harâm oldu. (Hadîs-i şerîf-Şerh-i Hadîs-i Erbaîn)
İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zamanlarda da garîb olacaktır. Bu garîb insanlara
müjdeler olsun! Bunlar insanların bozduğu sünnetimi düzeltirler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Sünneti en iyi bilen, imâm olur. (Kudûrî)
Peygamber efendimizin gösterdiği İslâmiyet yolunda bulunabilmek ve O'nun sünneti
üzere yaşayabilmek için; önce doğru îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak, sonra farzları
yapmak, sonra mekrûhlardan sakınmak, daha sonra müstehâbları yapmak lâzımdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Allahü teâlâya götüren en emîn yol; bütün iş, hareket ve ibâdetlerde Peygamber
efendimizin sünnetine tâbi olmaktır. (Ebû Ali Cürcânî)
Sünnet-i Gayri Müekkede:
(Kuvvetli olmayan sünnet) Peygamber efendimizin, ibâdet maksadı ile arasıra yapıp,
arasıra terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, müstehâb da denir.
İkindi ve yatsı namazlarının ilk dört rek'atlik sünnetleri, sünnet-i gayr-i müekkededir.
(İbn-i Âbidîn)
Sünnet-i Hasene:
İlk asırda (Resûlullah efendimiz ve O'nun arkadaşları olan Eshâb-ı kirâm zamânında)
asılları îtibâriyle bulunan, sonraları daha da geliştirilen, minâre, mektep yapmak ve kitâb
yazmak gibi, İslâm'ın izin verdiği, hattâ emrettiği güzel ve faydalı işler.
Bir kimse, İslâm'da bir sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların
sevâblarına kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Minâre, müstehab olan sünnet-i hasenedir. Çünkü, müezzinin, ezânı yükseğe çıkıp
okuması sünnettir. Minâre, bu sünnete yardım etmektedir. (Abdülganî Nablüsî)
İslâm âlimlerinin çoğu, amelde bid'atleri (dinde ortaya çıkan, yapılan yenilikleri) iki kısma
ayırdılar. Sünnete muhâlif olmayan yeniliklere, yâni birinci asırda Eshâb-ı kirâm zamânında
aslı bulunanlara, bid'at-ı hasene (güzel, beğenilen bid'at) dediler. Aslı bulunmayanlara
(dinden olmayan ve ibâdet olarak yapılan şeylere), bid'at-i seyyie (kötü, çirkin bid'at) dediler.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise, aslı bulunanlara bid'at ismini bulaştırmadı. Bunlara, sünnet-i
hasene dedi. Mevlid okumak, minâre, türbe yapmak böyledir. Bid'at ismini, yalnız aslı
bulunmayanlara verdi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Sünnet-i Hüdâ:
Sünnet-i Müekkede. (Bkz. Sünnet-i Müekkede)
Sünnet-i Kifâye:
Başkalarının meselâ beş-on kişiden birinin işlemesiyle, diğerlerinden sâkıt olan (düşen)
sünnet.
Selâm vermek, î'tikâfa girmek (ibâdet niyyetiyle mescidde bir miktâr durmak) ve dînin
izin verdiği işlerin evvelinde Besmele-i şerîfeyi söylemek, terâvih namazını câmide cemâatle
kılmak sünnet-i kifâyedir. (Kutbüddîn İznikî)
Sünnet-i Müekkede:
Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna,
Sünnet-i hüdâ da denir.
Sabah, öğle ve akşam namazının sünnetleri, yatsı namazının son iki rek'at sünneti,
sünnet-i müekkededir. Ayrıca ezân okumak, kâmet getirmek, cemâate devâm etmek, abdest
alırken misvâk kullanmak, müekked sünnetlerdendir. (Abdülganî Nablüsî)
Namazda müekked sünneti terk, tahrîmen (harama yakın) mekrûh olur. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet-i Seniyye:
Övülen, medh edilen sünnet; İslâm dîni. Resûlullah'ın yolu.
Seâdete (kurtuluşa) ermek için; sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden (dinde
sonradan çıkan yeniliklerden, reformlardan) kaçınmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mest üzerine mesh etmenin câiz olduğu, sünnet-i seniyye ile sâbittir. (Abdullah Süveydî)
Kalbin, Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi, onu karartır, paslandırır. Bu pası
temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en iyisi, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine
tâbi olmaktır, uymaktır. Sünnet-i seniyyeye uymak, nefsin, kalbi karartan isteklerini yok eder.
(Ahmed Fârûkî)
Sünnet-i Seyyie:
İslâmiyet'in yasak ettiği, sonradan ortaya çıkan, kötü, beğenilmeyen şeyler. Peygamber
efendimiz ve dört halîfesinin zamânında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana
çıkarılan ibâdet olarak yapılan şeyler. Bid'at. (Bkz. Bid'at)
...Bir kimse, İslâm'da bir sünnet-i seyyie çığrı açarsa, bunun günâhı ve bunu
yapanların günahları kendisine verilir. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Bid'atler, yâni dinde reformlar, sonradan ortaya çıkarılan yenilikler, sünnet-i seyyiedir.
Namazdan sonra hemen Âyet-el-kürsî'yi okumak yerine salâten tüncînâ'yı ve başka duâları
okumak sünnet-i seyyiedir. İslâm dîni, din bilgilerinde ve ibâdetlerinde değişiklik yapılmasını
şiddetle yasak etmiştir. (Ali Mahfuz)
Sünnet-i Zevâid:
Peygamber efendimizin, ibâdet olarak değil de, âdet olarak devâmlı yaptığı işler. Bunlara
edeb de denir.
Resûlullah efendimizin elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmağa sağdan
başlaması sünnet-i zevâiddendir. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet-i zevâidi yapmak mecbûrî değildir. Fakat yapanlara çok sevâb verilir. Zevâid
sünnetleri terk etmek mekrûh olmaz. Bununla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullah'a
tâbi olmak, dünyâda ve âhirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli seâdetlere (kurtuluşa,
huzûra) yol açar. (İbn-i Âbidîn)
Sünnet Olmak:
Çocuğun sünnet derisinin çepeçevre kesilmesi. Hitân.
Çocuğu sünnet ettirmek Peygamber efendimizin mühim sünnetlerindendir. İslâmiyet'in
şiârı, alâmeti ve nişanıdır. Çocuğun sünnet olma yaşı kesin bildirilmemiştir. Yedi ile on iki
yaş arası en iyisidir. Sünnet ederken, topluca yüksek sesle bayram tekbîri söylenir. Sünnet
olmayanlarda çeşitli hastalıklar olur. (Alâüddîn-i Haskefî)
Resûlullah efendimiz doğduğu zaman, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. (İmâm-ı
Kastalânî)
Îmâna gelen yaşlı adamın sünnet olması şart değildir. Hiç olmasa da olur. (Abdülganî
Nablüsî)
SÜNNETULLAH:
Allahü teâlânın koyduğu kânunu, nizâmı, âdeti.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Fakat azâbımızı gördükleri zaman îmânları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Kullar
hakkındaki cârî olagelen sünnetullah budur. İşte kâfirler, burada hüsrâna uğramışlardır.
(Mü'min sûresi: 85)
SÜNNÎ:
Peygamber efendimizin ve Eshâbının inandığı gibi inanan ve Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi
olan müslüman. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında olan kimse. (Bkz. Ehl-i Sünnet
vel-Cemâat)
Sünnî olanlar, amelde dört mezhebe ayrılmışlardır. Bu dört mezhebde bulunanlar,
birbirlerinin Ehl-i sünnet olduklarını bilirler ve sevişirler. Dört mezhebden birinde
bulunmayan kimse, Ehl-i sünnet olmaz. (Ahmed Fârûk)
Müslümanlar hep sünnîdir; cümlenin reîsi Nu'mân (İmâm-ı a'zam)
Cennet ile müjdelendi; îmânda bunlara uyan
(Kemahlı Feyzullah)
SÜRME:
Kirpik diplerine sürülen bir çeşit siyah madde, kühl.
Üç şey, gözü kuvvetlendirir: Sürme çekmek, yeşilliğe ve (bakması helâl olan) güzel yüze
bakmak. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, misvâkını ve tarağını yanından ayırmazdı.
Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eyler, bakardı. Geceleri mübârek gözlerine
sürme çekerdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
SÜRYÂNÎLER:
Hıristiyanlıktaki katolik mezhebine bağlı olan ve süryânî dili ile konuşan bir hıristiyan
topluluğu.
Süryânîler, katolik kısmından Yâkûbiye fırkasındandırlar. Monafisiyye (Hazret-i Îsâ'da
ilâhî ve insânî özelliklerin birleşerek tek tabîat olduğunu savunanların) inancında olup, Îsâ
aleyhisselâma tanrıdır derler. Urfa patriği olan Yâkûb-i Berdeî tarafından kuruldu. Antakya
patriği Mihâil-i Süryânî tarafından yayıldı. Sûriye'deki hıristiyanların bir kısmı süryânî bir
kısmı da Marunîdir. (M. Sıddîk Gümüş)
SÜT ANNE:
İki buçuk yaşından küçük olan çocuğu emziren kadın.
Süt çocuğu; süt annesi ve babası ve bunların nesep ve rıdâ'dan (sütten) olan mahremleri
ile ebedî evlenemez. (M. Zihni Efendi)
SÜT KARDEŞ:
Aynı kadından süt emmiş çocuk. (Bkz. Rıda')
İki buçuk yaşından küçük iki çocuk aynı kadından süt emince, süt kardeşi olurlar.
Birbirleri ile evlenemezler. (M. Zihni Efendi)
Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde, bir kadından bir damla bile süt emen erkek ve kız, süt
kardeşi olur. Kadın bunların süt anneleri olur. Şâfiî ve Hanbelî'de ise ayrı ayrı beş defâ
içmedikçe süt kardeşi olmazlar. Hanbelî'de her yaşta içen süt kardeş olur. Diğer üç mezheb
imâmı iki buçuk yaşından yukarı iken içince, süt kardeş olmazlar dedi. (Abdurrahmân Cezîrî)
Öz kardeşinin süt kızı ile evlenmek haram olduğu gibi, süt kardeşinin öz kızı ile ve süt
kardeşinin süt kızı ile evlenmek de haramdır. (Molla Hüsrev)
Süt annenin bu emmeden evvel veya sonra başka erkekten de, nesepten (soydan) veya
rıdâ'dan (süt emmeden) olan çocukları ve süt babanın başka kadınlardan hâsıl olmuş ve
olacak, nesepten ve rıdâ'dan çocuklarının hepsi, bu çocuğun süt kardeşleri olurlar. (İbn-i
Hümâm)
SÜTRE:
Namaz kılarken imâmın veya yalnız kılanın sol kaşı hizâsında, önüne diktiği yarım
metreden uzun çubuk. Çubuğu dikmeyip, secde yerinden kıbleye doğru uzatmak veya çizgi
çizmekle de olur.
Bir okla da olsa sütre kullanın. (Hadîs-i şerîf-Ni'met-i İslâm)
Sütre koymak müstehâbdır. (M. Zihni Efendi)
Cemâatle kılınan namazda, imâmın sütresi, arkasında bulunanlar için dahi sütredir. Çünkü
Peygamber efendimiz Ebtah denilen yerde namaz kıldırırlarken, dikmiş oldukları anzeye (iki
ucu demirli bir asâya) doğru namaz kıldılar. Hâlbuki cemâatin sütreleri yoktu. (M.Zihni
Efendi)
İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri hac yolunda namaza durdukça, önünde sütre olarak
kamçısını koyardı. (M.Zihni Efendi)