DİNİ TERİMLER [A]
ABÂDİLE:
Abdullahlar. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları) arasında fıkıh ve hadîs-i
şerîf ilimlerinde şöhret bulmuş Abdullah adını taşıyan sahâbîler. Abâdile, Abdullah
kelimesinin çokluk şeklidir. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı arasında Abdullah isimli
üç yüz kadar sahâbi bulunmaktaydı. Fakat bunların içinde; Abdullah bin Ömer, Abdullah bin
Abbâs, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Amr bin Âs radıyallahü anhüm, ilimdeki
yükseklikleri sebebiyle Abâdile ünvânı ile tanındılar. Bunlara Abâdile-i Erbea da
denilmektedir.
Abdullah bin Mes'ûd'un (radıyallahü anh) fıkıh ilminde önemli bir yeri olduğu halde,
Abâdile arasında zikredilmemesi, bu tâbirin onun vefâtından sonra çıkmış olması
sebebiyledir. Bununla berâber onu Abâdileden sayan âlimler de vardır. (İbn-i Hümâm, Ahmed
Naîm)
ABD:
1. Kul. (Bkz. Kul)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allahü teâlâ, abdini (Muhammed aleyhisselâmı)
bir gece Mescid-i Haram'dan, Mescid'i Aksâ'ya götürdü. (İsrâ sûresi: 1)
Göklerde ve yerde olan herkes, hiçbiri müstesnâ olmamak üzere, çok esirgeyici Allahü
teâlâya mutlaka abd olarak gelecektir. (Meryem sûresi: 93)
2. Köle.
Üzerinize, sizi Allahü teâlânın kitâbı ile yöneten bir abd bile vâli tâyin edilse, onu
dinleyin ve itâat edin. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
ABDEST:
Namaz ve diğer bâzı ibâdetlerin yerine getirilebilmesi için yapılması lâzım gelen yüzü,
dirseklerle berâber kolları yıkamak, başın dörtte birini mesh etmek ve topuklarla berâber
ayakları yıkamaktan ibâret temizlik. Namazın dışındaki farzlardan biri.
Abdest, Kur'ân-ı kerîmde şu âyet-i kerîme ile farz kılınmıştır:
"Ey îmân edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerle berâber
ellerinizi yıkayın ve başlarınızı meshedin ve her iki topukla berâber ayaklarınızı yıkayın."
(Mâide sûresi: 6)
Her kim abdest aldıktan sonra, benim üzerime on kerre salât ü selâm getirse, Hak
teâlâ, o kişinin hüznünü giderip mesrûr eder, duâsını kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel
veled İlmihâlî)
Her ne zaman ümmetimden biri abdest alırken, Bismillah deyip elini yıkarsa, eliyle
yaptığı (küçük) günahların hepsi afv olur. Ağzına, yüzüne ve diğer âzâlarına su verdikçe,
bütün günâhları dökülür. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel veled İlmihâli)
Abdest üzerine abdest almak, nûr üstüne nûrdur. (Hadîs-i şerîf-Keşfül-hafâ)
Hanefî mezhebine göre abdestin farzları dörttür: Yüzü bir kerre yıkamak. İki kolu
dirsekleri ile birlikte, bir kerre yıkamak. Başın dörtte bir kısmını mesh etmek, yâni yaş eli
başa sürmek. İki ayağı, iki yandaki topuk kemikleri ile birlikte bir kerre yıkamaktır. Ayrıca
abdestin sünnetleri, edebleri vardır. (İbn-i Âbidîn)
Abdestsiz olarak şu üç şeyi yapmak haramdır: Namaz kılmak, Kâ'be'yi tavâf etmek,
üzerinde bir kılıf bulunmaksızın Kur'ân-ı kerîme ve bir âyet-i kerîmeye dokunmak. Câmiye
abdestsiz girmek ise mekruhtur. (Şürnblâlî)
Abdestli olarak ölen ölüm acısı çekmez. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
ABDİYYET:
Kulluk makamı. Evliyâlığın en yüksek makâmı, derecesi. İyilikleri Allahü teâlâdan bilip
kendinden bilmemek.
Allahü teâlânın lütf ve ihsânı ile Abdiyyet derecesine ulaşmak istiyen kimsenin,
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve selleme tam olarak uyması lâzımdır. Bu yüce zirveye o
yüce peygambere tam uymakla kavuşulur. Bu, Allahü teâlânın bir lütfu olup, onu dilediğine
ihsân eder. (İmâm-ı Rabbânî)
ABES:
Boş, faydasız şey.
Namazda abes hareketler mekruhtur. Elbise ile oynamak gibi. Namazda faydalı hareketin
meselâ eli ile alnındaki teri silmenin zararı olmaz. Pantolonun tozunu silkmek, mekruhtur.
Kaşınmak abes değilse de, bir rüknde, eli üç kere kaldırmak, namazı bozar. (İbn-i Âbidîn)
Abesle meşgul olmak insanı lehv ve la'ba (oyun ve eğlenceye) sürükler. Bâzı lüzumsuz
şeyler insanın abes işlere dalmasına sebeb olur. (Murâd-ı Münzâvî)
ABESE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin sekseninci sûresi. Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Kırk iki âyet-i
kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede yüzçevirdi, iltifat etmedi mânâsına olan Abese lafzı sûreye
isim olmuştur. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlâ tarafından bir mev'ize (nasihat, öğüt)
olduğu bildirilmekte, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve azametine (büyüklüğüne) deliller
getirilmekte, kıyâmet gününün dehşetli vaziyeti, o gün iyilerin ve kötülerin halleri ve daha
başka hususlar anlatılmaktadır.
Abese sûresinde meâlen buyruldu ki:
O gün (kıyâmet günü) kişi kardeşinden, anasından, babasından, hanımından ve
oğullarından kaçar. O gün onlardan herkesin kendine yeter bir işi vardır. (Herkes kendi
derdiyle meşgul olur. Başkasını düşünemez.) O gün yüzler vardır (dünyâda iken yaptığı gece
ibâdetleri veya aldığı abdestler sebebiyle) parıl parıl parlayıcıdır. (Gördükleri nîmetler
sebebiyle) gülücüdür, sevinicidir. (Bunlar mü'minlerdir.) O gün yüzler de vardır, üzerlerini
toz toprak bürümüştür. Onu (da) bir zulmet, karanlık ve siyahlık kaplar. İşte bunlar
kâfirler, fâcirlerdir. (Âyet: 34-42)
ÂB-I HAYÂT:
Hayat suyu. Saf ve berrak su. İnce ve derin mânâlı söz. Tasavvufta mürşid-i kâmil denilen
evliyâ zâtların, insanların mânen canlı, kalblerinin uyanık olmalarına vesîle olan mübârek
sözleri, mânevî nazarları (bakışları) ve kıymetli kalblerinden fışkıran teveccüh. Bir şeyin
kıymetini kuvvetli bir şekilde ifâde için de kullanılır. Âb-ı hayevân, Âb-ı Hızır, Âb-ı
zindegânî, Âb-ı bekâ da denir.
Evliyânın bâtınları, kalbleri âb-ı hayâttır. Bir katre (bir damla) tadan, ölümsüz hayâtı
bulmuş ve sonsuz seâdete, mutluluğa kavuşmuş olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Her sözünüz kalbime âb-ı hayât katresi,
Senden başka rûhumun yok kurtuluş çâresi
(Lâ Edrî)
Âb-ı hayât olmayıcak kısmet ey gönül
Bin yıl gerekse Hızır ile Seyr-i Skender et.
(Zeyneb Hâtun)
ÂBİD:
İbâdet eden. Farzları ve vâcibleri yerine getirdikten sonra çeşitli nâfile ve yapılması sevab
olan işlere de devam eden. Çokluk şekli, ubbâd'dır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Tevbe edenler, âbidler, hamd edenler (cihâd veya ilim öğrenmek için) seyahat edenler,
rükû edenler, secde edenler, emr-i mârûf nehyi anil münker yapanlar ve Allahü teâlânın
sınırlarını koruyanlar (yok mu? İşte onlar da Cennet ehlidir. Habîbim) Sen o mü'minlere
dahi Cenneti müjdele. (Tevbe sûresi: 112)
Allahü teâlânın haram kıldığı (yasak ettiği) şeylerden sakın, insanların en âbidi
olursun. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-necât)
Âbidin en büyük maksadı, âhiret sevâbına kavuşmaktır. Âbid, ibâdetinden öyle zevk alır
ki, ibâdetten bir an men' edilse, onun için en büyük eziyet olur. Hattâ âbidlerden biri;
"Ölümden korkmuyorum, ancak gece ibâdetime mâni olacak diye korkuyorum" demiştir.
Diğeri de; "Allahım mezarımda da bana ibâdet imkânlarını ihsân et" diye duâ etmiştir.
(İmâm-ı Gazâlî)
ACEM:
Arab olmayan.
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem
ise, topraktandır. Allah katında en kıymetliniz takvâsı (Allahü teâlâdan korkarak
haramlardan, günâhlardan sakınması) çok olanınızdır. Arab'ın Acem'e bir üstünlüğü yoktur.
Üstünlük ancak takvâ iledir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hişâm)
ÂCİR:
Malını kirâya veren.
Kirâdaki binânın ve eşyânın tâmiri ve zamanla tıkanmış boruların tâmiri âcire âittir. Tâmir
etmezse, kirâcı evden çıkabilir. Fakat yaptırmaya âciri cebr edemez (zorlayamaz). Ev
sâhibinin izni ile kendi yaparsa, parasını kesebilir. Kendiliğinden yaparsa kesemez.
Kullanmak için lâzım olan şeylerin (meselâ hamur ocağı) tâmir parasını kirâdan kesemez.
(Ali Haydar Efendi)
Kirâ müddeti bitince, âcir uzatmaz ise, kirâcı çıkar. Malı, olduğu gibi teslim etmesi
lâzımdır. Teslim etmezse gasb etmiş olur. Fakat kullanma sebebiyle herkes için âdet (ve
mümkün) olan yıpranma ve bozukluklar kabahat sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)
ÂCİZ:
Gücü yetmeyen, güçsüz, zayıf.
Allahü teâlâ her şeye kâdirdir (gücü yeter). Eğer gücü yetmezse âciz ve noksan olurdu.
Âcizlik ve noksanlık Allahü teâlâ için düşünülemez. (Teftâzânî)
İnsanın felâkete uğraması iki sebeptendir: Birincisi âciz olan nefsine (kendine)
güvenmesi. İkincisi kendisi gibi âciz olan başka bir mahlûka güvenmesidir. (Abdülhakîm
Arvâsî)
En iyi kul, Allahü teâlânın karşısında şükürden âciz olduğunu bilendir. (Abdullah Harrâz)
ACÛZE:
İhtiyar, çok yaşlı kadın.
Yaşlı bir kadın Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme geldi. Resûl-i ekrem;
"Acûze Cennet'e giremez!" buyurdu. Bunun üzerine kadın ağlamaya başladı. Bunu
görenPeygamber efendimiz; "Sen o gün yaşlı değil, genç olursun" buyurdu ve gönlünü aldı.
(İhyâu ulûmiddîn)
Kızların, kadınların, acûzelerin beş vakit namaz, Cumâ, bayram namazları ve va'z
dinlemek için câmiye gitmeleri câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
ÂDÂB:
Edebler, güzel huylar, iyi haller ve davranışlar; her konuda haddini bilip sınırı aşmamak.
Müfredi (tekili) edeb'dir (Bkz. Edeb).
Âdâba riâyetsiz hizmetin faydası yoktur. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
ADAK:
Nezr, Allahü teâlânın rızâsının elde edilmesi veya bir isteğin yerine gelmesi veya bir belâ
ve musîbetin giderilmesi maksadıyla Allahü teâlâ için oruç tutmak, kurban kesmek gibi
başlıbaşına ibâdet olan veyâ benzeyen bir şeyi kendisine vâcib kabûl etme. (Bkz. Nezr)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki:
Adaklarını yerine getirsinler." (Hac sûresi: 29)
Adak ibâdettir. Allah için yapılır. Kul için yapılmaz. Adak edilen şeyin farz veya vâcib
olan bir ibâdete benzemesi veya başlıbaşına bir ibâdet olması lâzımdır. Namaz, oruç, hacca
gitmek, köle âzâd etmek vb. adak edilir. Abdest almak, ölü kefenlemek, ezan okumak,
mekteb ve câmi yapmak başlıbaşına ibâdet olmadıkları için adak yapılmazlar. Adak iki
türlüdür: 1) Mutlak adak: Allahü teâlâ için bir sene oruç tutacağım demek gibi. Düşünmeden,
söz arasında dilinden çıkmış olsa da yerine getirmek vâcibtir. 2) Şarta bağlı adak. Hastam iyi
olursa Allah için şu kadar sadaka vermek, sevâbını meselâ Seyyid AhmedBedevî hazretlerine
bağışlamak nezrim, adağım olsun demek gibi. Hasta iyi oldukdan sonra bunları yapmak lâzım
olur. Adağı yerine getirmek vâcibdir. Bâzı âlimler farzdır, dedi. (İbn-i Âbidîn)
ADÂLET:
Her işte hakkı gözetme ve orta yolu tutma. Haklıya hakkını verme. Haksızlıktan sakınma.
Zulmün zıddı, kânun önünde eşitlik.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Bir millete olan öfkeniz, sizi adâletten alıkoymasın. Âdil olunuz!
(Mâide sûresi: 8)
Muhakkak ki Allahü teâlâ adâleti, ihsânı (iyilik yapmayı) ve akrabâya muhtac
oldukları şeyleri vermeyi emreder... (Nahl sûresi: 90)
Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmağı, bir sene devâmlı gazâ etmekten daha
çok severim. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Bir saat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nâfile ibâdet yapmaktan daha iyidir.
(Hadîs-i şerîf-İslâm Ahlâkı)
Adâlet mülkün temelidir. (Hazret-i Ömer)
Adâlet üç kısımdır: a) Allahü teâlâya kulluk etmek. Bunda sâhibinin hakkını gözetmek
vardır. Her insanın yaradanına karşı borçlu olduğu bu kulluk vazîfesini yerine getirmesi
vâcibdir. b) İnsanların hakkını gözetmek. c) Vefât eden geçmişlerin hakkını gözetmek yâni
onların borçlarını ödemek ve vasiyetlerini yerine getirmek. (Kınalızâde Ali Efendi)
Adâlet-i ictimâiyye:
Sosyal adâlet; Herkesin; çalışması, bilgi ve kâbiliyeti, gördüğü iş nisbetinde ve
derecesinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi. (Bkz. Sosyal Adâlet)
ADÂVET:
Düşmanlık, sebebsiz olarak bir kimseye düşmanlık etmek, husûmet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Sen kötülüğü, en güzel haslet ne ise onunla önle (Öfkeye sabr ile, cehâlete ilim ile,
kötülüğe afv ile karşılık ver). O zaman (görürsün ki) seninle arasında adâvet bulunan kimse
bile sanki yakın dostun olmuştur. (Fussilet sûresi: 34)
Kıymetli ömrünü dâimâ adâvet ve husûmet sebebiyle keder ve huzursuzlukla geçiren
kimselere yazık. (Ahmed Rıfat)
Üç şey adâvete sebeb olur: Mal hırsı, insanların ikramlarına düşkünlük göstermek,
insanların göstereceği îtibâra önem vermek (Ebû Osman Hîrî)
ADEM:
1. Yokluk, varlığın zıddı.
Kâinâtın aslı ademdir. Âlemler yâni her şey var olmadan önce ademde idiler. (Kemahlı
Feyzullah Efendi)
2. Tasavvufda sâlikin (tasavvuf yolcusunun) kendisini kaplayan mânevî hal sebebiyle
kendinden geçmesi hâli.
ÂDEM (Aleyhisselâm):
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk
peygamber, bütün insanların babası.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhakkak ki, Îsâ'nın hâli de (yâni babasız dünyâya gelişi de) Allah indinde, Âdem'in
hâli gibidir. Allahü teâlâ onu topraktan yarattı, sonra ona "Ol" dedi, o da (can gelip)
oluverdi. (Âl-i İmrân sûresi: 59)
Allahü teâlâ Âdem'i (aleyhisselâm) yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan
yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi,
bâzıları da bu renklerin arasındadır. Bâzısı yumuşak, bâzısı sert, bâzısı hâlis ve temiz oldu.
(Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan şekline
koydu. Bu sûret Mekke ile Tâif arasında kırk yıl kalıp (salsâl) oldu. Yâni pişmiş gibi kurudu.
Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharrem'in onuncu Cumâ günü
rûh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak
bildirilmedi. Allahü teâlânın emri ile bütün melekler, Âdem'e doğru secde etti. İblis,
kibirlenip, bu emre karşı geldi ve secde etmedi. Âdem aleyhisselâm kırk yaşında Firdevs
adındaki Cennet'e götürüldü. Cennet'te yâhut daha önce Mekke dışında uyurken, sol kaburga
kemiğinden hazret-i Havvâ yaratıldı. Allahü teâlâ onları birbirine nikâh etti. Yasak edilen
ağaçtan unutarak önce Havvâ, sonra Âdem aleyhisselâm yedikleri için Cennet'ten çıkarıldılar.
Âdem aleyhisselâm Hindistan'da Seylan (Serendib) adasına,Havvâ vâlidemiz ise, Cidde'ye
indirildi. Âdem aleyhisselâm iki yüz sene ağlayıp yalvardıktan sonra, tövbe ve duâsı kabûl
olup, hacca gelmesi emr olundu. Arafat ovasında Havvâ ile buluştu. Kâbe'yi yaptı.
Her sene hac yaptı. Arafat meydanında veya başka yerde, kıyâmete kadar gelecek
çocukları belinden zerreler hâlinde çıkarıldı. Allahü teâlâ tarafından; "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" diye soruldu. Hepsi; "Evet Rabbimizsin" dedi.Sonra hepsi zerreler hâline gelip,
beline girdiler. Sonra Şam'a geldiler. Burada çocukları oldu. Neslinden kırk bin kişiyi gördü.
Bin beş yüz yaşında iken çocuklarına peygamber oldu. Çocukları çeşitli dillerde konuştu.
Cebrâil aleyhisselâm kendisine on iki kere geldi. Oruç, her gün bir vakit namaz, gusül
abdesti emredildi. Kendisine kitap verilip; fizik, kimyâ, tıp, eczâcılık, matematik bilgileri
öğretildi. Süryânî, İbrânî ve Arabî diller ile kerpiç üstüne çok kitap yazıldı. Bir rivâyete göre
iki bin yaşında iken Cumâ günü vefât etti. Hazret-i Havvâ da kırk sene sonra vefât etti.
Kabirlerinin Kudüs'de veya Mina'da Mescid-i Hıf'de yâhut Arafat'da olduğu rivâyetleri vardır.
(Nişancızâde ve Sa'lebî)
ÂDET:
1. Bir şehir ve memleketteki insanların, yapageldikleri usûller, gelenekler, alışılmış şeyler.
An'ane, örf. (Bkz. İlgili maddeler)
Her memleketin âdeti başka başkadır. Hattâ bir memleketin âdeti zamanla değişir.
Bulunduğu şehrin dîne uygun olan âdetine uymamak şöhret ve tahrîmen (harama yakın)
mekrûh olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yaptığı ve kaçındığı şeyler iki kısımdır: Birisi,
ibâdet olarak yaptığı ve kaçındığı şeylerdir ki, her müslümanın bunlara tâbi olması, uyması
lâzımdır. İkincisi bulundukları memleketin âdeti olarak yaptığı şeylerdir. Bunları yapmak
mecbûrî değildir. Âdete bağlı şeylerde de Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak
dünyâ ve âhirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saâdetlere ve hayırlara yol açar.
(Abdülhakîm Arvâsî)
Müslüman olmayanların yaptıkları ve kullandıkları şeylerden haram olmayıp, insanlara
faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak günâh değildir.
Pantolon, çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek, herkesin önüne
ayrı tabaklar içinde koymak, ekmeği bıçakla dilimlere ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri
kullanmak hep âdete bağlı şeyler olup, mübâhdırlar. Bunları kullanmak bid'at (günâh) olmaz.
Böyle âdetlerden faydalı olmayanları, çirkin ve kötülenmiş olanları kullanmak ve yapmak
haram olur. (Abdülgani Nablüsî, İbn-i Âbidîn)
2. Kitab, sünnet, icma' ve kıyasdan sonra ikinci derecedeki dînî delillerden biri. Dînin ve
aklın beğendiği şeyler.
Dinde nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) ile açıkça bildirilmiş olmayan bir hükmü
anlamak ve bildirmek için umûmî âdetler delîl olur. Âdetin umûmî olması için Eshâb-ı kirâm
radıyallahü anhüm zamânından kalma ve müctehidlerin (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfden
hüküm çıkarabilen derin âlimlerin) kullanmış olmaları ve devamlı olmaları lâzımdır.
Muâmelâttaki (ticâret, rehin, hîbe, mîras, kirâlama, vekâlet v.s.) hükümler için bir beldenin
nass'a aykırı olmayan âdetleri delil olur. Bunları fıkıh âlimleri anlıyabilir. Zamânın değişmesi
ile örf ve âdete dayanan ahkâm (hükümler) değişebilir. Nass'a (âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîflere) dayanan ahkâm (hükümler) zamanla değişmez. Böyle hükm-i küllî (genel
hükümler) değişmeyip, bu hükmün hâdiselere tatbîki zamanla değişebilir. (İbn-i Âbidîn, Ali
Haydar Efendi)
Âdet Görme:
Aybaşı hâli. Kadınlardan ve ergenlik, evlenme çağına gelmiş olan kızlardan her ay belli
günlerde kan gelmesi hâli. (Bkz. Hayz)
Âdet Zamânı:
Kadında ve ergenlik çağına gelmiş olan kızlarda hayız (âdet) kanı görüldüğü andan
kesilmesine kadar olan günlerin sayısı.
Hanefî mezhebinde âdet zamânı en çok on gündür. En az üç gündür. Şâfiî ve Hanbelî
mezheblerinde en çoğu on beş gün, en azı bir gündür. (İbn-i Âbidîn)
Bir kadının âdet ve temizlik zamânı çok defâ her ay aynı gün sayısında olur. Burada bir ay
demek, bir âdet görmenin başından, ikinci âdet görmeye kadar geçen zaman demektir. Âdet
zamânı belli olan kadın, bir kerre başka sayıda âdet kanı görürse, âdet zamânı değişir.
(İbrâhim Halebî)
Âdette Bid'at:
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesi zamânında olmayıp,
ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ve kasdı olmaksızın sonradan meydana çıkarılan
şeyler.
Âdette bid'at, hadîs-i şerîfde dalâlet (sapıklık) olarak bildirilen bid'atlardan değildir.
Bunların kullanılması günâh değildir. Un eleği, çatal, kaşık kullanmak ve kahve içmek gibi
şeyler âdette bid'attir. (Hâdimî)
Âdet-i İlâhiyye:
Sünnet-i ilâhî; Allahü teâlânın kânûnu. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmak için arada
bulundurduğu sebebler. Bu sebebler tecrübe ile anlaşılır.
Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyledir ki, her şeyi bir sebeble yaratmaktadır. Fakat
sebeblerin, vâsıtaların, O'nun yaratmasına hiç te'sirleri yoktur. O'ndan başka yaratıcı yoktur.
(Seyyid Şerîf Cürcânî)
Rızık, maâşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak farzdır.
Çünkü Ef'âl-i ilâhiyye (Allahü teâlânın işleri) sebebler altında meydana gelir. Âdet-i ilâhiyye
böyledir. Sebebleri aramak ve öğrenmek istememek âdet-i ilâhiyyeyi bozmak olur. (İmâm-ı
Gazâlî)
Allahü teâlâ her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Bir iş yapmak ve bir şeyi elde etmek
için bu işin sebeblerine yapışmak lâzımdır. Meselâ buğday elde etmek için tarlayı sürmek,
ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanın işleri, Allahü teâlânın bu âdet-i ilâhiyyesi içinde
meydana gelmektedir. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
Âdet-i ilâhiyye şöyledir ki, insan nasıl yaşadı ise, öyle can verir. Bunun aksi olmuş ise de
nâdirdir. Mûcize ve kerâmet gibi şeyler ise, âdet-i ilâhiyye dışında meydana gelir. (Şerefeddîn
Yahyâ Münîrî)
Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesindendir ki, fitne ve fesad sebebiyle gelen zelzele, kıtlık
gibi musîbet ve felâketler umûmî olur. İyi kötü herkese gelir. Sebeb olanlara cezâ, sebeb
olmayanlara, mâzur görülenlere yâni fitnenin çıkıp yayılmasına mâni olamayarak, kalbleri ile
buğz edenlere şehîdlik nasîb olmak üzere mükâfâtdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Âdet-i İslâm:
İslâm âdeti. Küfür alâmeti olmayan ve en az iki müslüman tarafından kullanılan âdetle
ilgili şeyler.
Haramlar âdet hâline gelirse yine helâl olmazlar. Küfür alâmetleri âdet olup müslümanlar
arasında yayılsa da, yine âdet-i İslâm olmazlar. Küfür alâmeti olmakdan çıkmazlar.
(Abdülhakîm Arvâsî)
ÂDİL:
1. Adâletli; hakkı gözeterek iş yapan, zulüm ve haksızlık etmeyen. (Bkz. Adâlet)
Cennet'te bir derece vardır ki, oraya ancak üç zümre nâil olacaktır (kavuşacaktır). Âdil
hükümdâr, akrabâyı ziyâret eden (kimse), sabırlı ve çocuklarına yaptığı harcamaları
başlarına kakmayan hâne reisi. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
Cennet'te öyle bir köşk vardır ki, etrâfı kalelerle ve yeşilliklerle çevrilmiştir, ayrıca beş
bin de kapısı vardır. Orada ancak nebî, sıddîk, şehîd ve âdil hükümdâr barınır. (Hadîs-i
şerîf-Deylemî)
2. Îtikâdı doğru olan, büyük günâh işlemeyen ve küçük günâha devâm etmeyen yâni
İslâmiyet'e uymaya çalışan sâlih müslüman.
Bid'at sâhibleri yâni îtikâdda Ehl-i sünnetten ayrılmış olan yetmiş iki fırkanın hepsi, ehl-i
kıble oldukları, her ibâdeti yaptıkları hâlde, âdil değildir. Çünkü (bunlar), ya mülhid (dinden
çıkmış) olarak îmânlarını kaybetmişler, yâhud bid'at sâhibi oldukları için büyük günâha
girerek âdil olma vasfını kaybetmişlerdir. (Abdülganî Nablüsî)
Eshâb-ı kirâmın hepsi, Resûlullah efendimizin sohbetinde bulunmuşlar ve O'na yardımcı
olmuşlardır. Hepsi âlim ve âdil idi. (Abdülazîz Dehlevî)
Ramazân-ı şerîf ayı, Ramazân hilâlinin görülmesi, buna iki âdil kimsenin şâhidlik etmesi
ve hâkimin (kâdının) îlân etmesi ile başlar. (Abdülazîz Hulvânî)
ÂDİYÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüzüncü sûresi.
Âdiyât sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Medîne-i münevverede nâzil
olduğu da bildirilmiştir. On bir âyet-i kerîmedir. "Yemîn ederim (Allah yolunda savaş için
sür'atle) koşan atlara" meâlindeki birinci âyet-i kerîmede koşan atlar mânâsına olan "âdiyât"
kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûre, Peygamber efendimizin harbe gönderdiği bir süvârî
kuvvetinin gecikip, münâfıkların (kalbleri ile inanmadıkları hâlde ağızları ile inandık
diyenlerin), onların öldürüldükleri haberini yayması üzerine, hayatta olduklarını hattâ zafer ve
ganîmet (mallar) kazandıklarını müjdelemek üzere nâzil olmuştur (inmiştir). Sûrede ayrıca,
insanların nankörlüğünden, mala, servete düşkünlüklerinden, öldükten sonra başlarına
gelecek acıklı hallerden bahsedilmekte, Allahü teâlânın insanın her hâlinden haberdâr olduğu
hatırlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Taberî)
Allahü teâlâ Âdiyât sûresinde buyurdu ki:
"Muhakkak ki insan Rabbinin ni'metlerine çok nankördür. Hiç şüphesiz o (Allahü
teâlâ veya veya insan) buna şâhiddir. Gerçek o (insan) mal sevgisinden dolayı pek katıdır,
cimridir. (Âyet: 6-8)
ÂD KAVMİ:
Hûd aleyhisselâmın kavmi (Bkz. Hûd Aleyhisselâm). Bu kavim Nûh aleyhisselâmın
torunlarından Âd'ın evlâdından çoğaldıkları için bu adı almışlardır. Bu kabile, Yemen'de
Hadramûd bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkâf denilen yeri yurt edindi. Yemen ile
Şâm arasında yerleştikleri de rivâyet edilmiştir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Âd kavmine, kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. Hûd (aleyhisselâm)
onlara; "Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur.
Hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?" dedi" (A'râf sûresi: 65)
Kur'ân-ı kerîmde Hûd aleyhisselâm için "Âd kavminin kardeşi" buyrulması din
kardeşliği sebebiyle değildir. O kavmin içinden yetiştiği, onlarla aynı soydan geldiği içindir.
Çünkü dînî inanç ve ibâdetleri bakımından Hûd aleyhisselâmın, kavmi ile bir yakınlığı ve
benzerliği olmamıştır. (Senâullah Dehlevî)
ADN CENNETİ:
Yedi kat göklerin üzerinde yaratılan sekiz Cennetten derece bakımından en yüksek olanı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İmân ehli, altın bilezikler ve inci ile süslenecekleri Adn ismindeki Cennetlere girerler.
(Fâtır sûresi: 33)
Allahü teâlâ Adn ismindeki Cenneti, günâh işleyecekleri zaman, Allahü teâlânın
büyüklüğünü düşünüp, O'ndan hayâ ederek günahtan kaçınan kimseler için hazırladı.
(Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Adn Cenneti'ne peygamberler, şehîdler ve sıddîklar girecektir. Peygamber efendimizin
derecesi olan Vesîle, Adn Cenneti'ndedir. (İmâm-ı Birgivî)
ÂFÂK:
İnsanın dışı ve dışındaki şeyler. Ufk'un çokluk şeklidir.
Âfâk ve enfüste zâhir olan (görünen) şeyler, Hak teâlânın varlığını ve her şeye kâdir
olduğunu gösteren âyetler (işâretler, deliller)dir. (Muhammed Ma'sûm)
ÂFÂKÎ:
1. İnsanın dışındaki şeyler.
Akla, hayâle gelen her şey, hattâ keşif ile anlaşılan bilgiler, ister âfâkî olsunlar, ister enfüsî
olsunlar, yâni insanın içinde bulunsunlar hepsi mâsivâdır, Allah'tan başkadır, mahlûktur.
(İmâm-ı Rabbânî)
2. Uzak memleketlerden hac ibâdetini yapmak için gelenler.
Haccın vâciblerinden biri de; âfâkî olanların, Mekke'den ayrılacağı son gün tavâf-ı sadr
yâni vedâ tavafı yapmasıdır. Bu tavaf hayızlı kadına vâcib değildir. (Burhâneddîn Merginânî)
Âfâkî olanların Mekke'ye varınca hemen Mescid-i Harâm'a girip, tavâf-ı kudum yapmaları
sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
AFÎF:
Temiz, iffetli, nâmuslu, haramdan (günahtan) sakınan. (Bkz. İffet)
ÂFİYET:
1. Sağlık, sıhhat, bedende hastalık bulunmaması.
Allahü teâlâdan âfiyet isteyiniz. Îmândan sonra âfiyetten daha büyük nîmet yoktur.
(Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Yâ Rabbî! Senden sıhhat ve âfiyet ve emânete hiyânet etmemek ve güzel ahlâk ve
kadere rızâ göstermeyi istiyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Merhametin hakkı
için bunları bana ver. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-müfred)
Dert ve belâ gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, kurtarması ve âfiyet vermesi için duâ
etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat, selâmet ve âfiyet istiyenleri
sever. (Ahmed Fârûkî)
2. Günah işlememek.
Yâ Rabbî! Bana ilim ver, hilm (yumuşaklık) ile zînetlendir. Takvâ (haramlardan
sakınmak) ihsân eyle. Âfiyet ile beni zînetlendir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Büyüklerden biri, hep duâ eder, Allahü teâlâdan bir günlük âfiyet isterdi. Adamın biri bu
zâta; "Sen hergün âfiyette değil misin?" dedi. "Allahü teâlâdan öyle bir gün istiyorum ki,
sabahtan akşama kadar Allahü teâlâya hiçbir günah işlemiyeyim. Âfiyetle geçen gün böyle
olur." buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
AFOROZ:
Hıristiyanlık ve yahûdîlikte, dinden ve cemâatten uzaklaştırma cezâsı.
Galile, Kopernik ve Newton dünyânın döndüğünü İslâm âlimlerinin kitaplarından öğrenip
açıklayınca, papa tarafından aforoz edildiler. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Alman imparatoru IV. Henri, papa tarafından aforoz edilince, af dilemek için Vatikan'a
geldi. Günlerce karlar üzerinde bekleyip papadan özür diledi. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
AFÜVV (El-Afüvv):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Afvı çok olan, günâhlardan,
hatâ ve kusurlardan dolayı cezâlandırmayan, günahları affedip amel defterinden silen.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Siz bir hayrı, iyiliği açıklar veya gizlerseniz, yâhut (size yapılan) bir kötülüğü
affederseniz biliniz ki, Allahü teâlâ Afüvv'dür ve her şeye kâdirdir. (Âyet-i kerîmede
mazlûmun zâlimi affetmesi teşvik edilmektedir.) (Nisâ sûresi: 149)
Allah'ım! Beni affet. Çünkü sen Afüvv'sün, Kerîm (lütûf ve ihsân sâhibi)sin. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
AFV:
1- Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını
bağışlaması.
Bir kimse din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerce melek o kimse için duâ eder. O işi
yapmağa giderken, her adımı için bir günâhı afv olur ve kendisine kıyâmette nîmetler
verilir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Allahü teâlânın sevgili kullarına, dünyâ sıkıntılarının ve belâlarının gelmesi, bunların
günâhlarının afv olması için keffârettirler, sebebdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü
yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(İnsanlara karşı) afv yolunu tut. Ma'rûfu (yâni aklın ve dînin beğendiği şeyleri, Allahü
teâlâdan korkarak günahlardan sakınmayı, sıla-i rahmi (akrabâyı, yakınları gözetmeyi, onları
ziyâret ederek gönüllerini almayı ve onlara yardım etmeyi), harama bakmamayı; dili çirkin ve
günah sözlerden korumayı) emret ve câhillerden yüz çevir. (A'râf sûresi: 199)
Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulm edenleri afv etmek, kendini mahrum
edenlere ihsân (iyilik) etmek, güzel huylu olmaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
... Allahü teâlâ, afv edenleri azîz eder. Allah rızâsı için afv edeni, Allahü teâlâ yükseltir.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Mûsâ bin İmrân (aleyhisselâm); "Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir?"
dediğinde, gücü yettiği zaman affedendir, buyuruldu. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Kıyâmet günü, hak sâhibi hakkını afv etmezse, bir dank (yarım gram gümüş) hak için
cemâat ile kılınıp kabul olmuş yedi yüz namaz sevâbı alınıp, hak sâhibine verilecektir. (İbn-i
Âbidîn)
ÂGÂH:
Haberdar, uyanık. Gaflette olmayan, kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.
İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin hülâsası, özü de kalbin her zaman Allahü
teâlâdan âgâh olmasıdır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
AHBÂR:
Haberler. Haberin çokluk şekli. (Bkz. Haber)
1. Bir kavim, kabîle, şahıs, ülke, bölge, şehir veya bir hâdise hakkında nakledilen bilgiler.
2. Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde, geçmişte olanlara, gelecekte ve âhirette olacaklara
dâir bildirdiği şeyler.
Ahbâr, şâriin (dînin sâhibinin, Allahü teâlânın) bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ve tecrübe
(deney) ile anlaşılmaz. Ahbârda değişiklik olmaz. (Taşköprüzâde)
AHD:
Söz vermek.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Rabbinizle ve diğer insanlarla olan ahdinize vefâ ediniz, zîrâ kıyâmette ahd sâhibinden,
ahdini bozmasının sebebi sorulur. (İsrâ sûresi: 34)
Bir kimseye sövmekten, verdiği sözü yerine getirmemekten ve ahdi bozmaktan
sakınmalıdır. (İmâm-ı Birgivî)
Ahde Vefâ:
Sözünde durma, sözünü yerine getirme.
Verdiği sözde durmayıp cayan gaddâr (zâlim), hâin kimse için kıyâmet günü bir sancak
dikilir ve; "Dikkat olunsun bu sancak falan oğlu falanın ahde vefâsızlık alâmetidir"
denilerek teşhîr edilir (gösterilir). (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim, Sünen-i Ebû
Dâvûd, Sünen-i Tirmizî)
Ahde vefâsızlığın yaygın hâl aldığı bir millette cinâyet çok olur... (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ebû Ya'lâ, Beyhekî, El-Müstedrek)
Ahd-i Atik:
Eski ahd. Hıristiyanlarca Mûsâ aleyhisselâma inen kitab. Bu ismi ilk olarak hıristiyanlar
kullanmışlardır. Hıristiyanların Kitab-ı mukaddes denilen kitabları Ahd-i Atîk ile Ahd-i
Cedîd'den meydana geldiğinden onlar da Ahd-i Atîk'i kutsal kabul etmektedirler. Yahûdîler,
Ahd-i Atîk yerine Tanah demektedirler. Bugün elde mevcut olan Ahd-i Atîk, hazret-i
Mûsâ'dan asırlarca sonra yazılmıştır.
Çocuklara Kitâb-ı Mukaddesi okuturken çok dikkat ediniz. Çünkü Kitâb-ı Mukaddesin
içinde, gayr-i ahlâkî fuhuş hikâyeleri mevcuttur. Bunları okuyan çocuklarda, âile fertleri
arasındaki münâsebetler hakkında, çok hatâlı fikirler hâsıl olabilir. Bilhassâ, Ahd-i Atik
kısmında bulunan bu fuhuş münâsebetleri, Kitâb-ı mukaddesten çıkarılmalı ve ancak ondan
sonra çocuklara okutmalı. (Plain Truth)
Bugün hıristiyanların ellerinde bulunan İncillerde ve Ahd-i Atik'te de bütün tahriflere
(değişikliklere) rağmen, Îsâ aleyhisselâmdan sonra bir peygamber geleceği yazılıdır.
(Rahmetullah Efendi)
Ahd-i Cedîd:
Hıristiyanların kutsal kitabı olan Kitâb-ı mukaddes'in ikinci bölümü.
İncîl'in Ahd-i Cedîd kısmında doğrudan doğruya bir insanın anlattıkları hikâyeler,
herhangi bir işin nasıl yapıldığını gören kimselerin görgü şâhidliği vardır. Sırf insan sözü olan
bu kısımlar, kilise tarafından insanlara Allah sözüymüş gibi nakledilmektedir. (Kenneth
Gragg)
Ahd ü Mîsâk:
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini (neslini)
zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurduğunda
onların; "Evet, sen Rabbimizsin!" diye söz vermeleri.
Ben, Rabbime verdiğim ahd ü mîsâkı hatırlıyorum. (Hazret-i Ali)
AHDNÂME (Ahidnâme):
Devlet başkanının emriyle, bâzı devlet, topluluk ve şahıslara özel haklar tanımak
maksadıyle hazırlanan belge.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, hıristiyanlarla ilgili olarak, hazret-i
Ali'ye yazdırdığı ahidnâmenin bir kısmı şöyledir:
Her kim ki, bu ahidnâmenin aksine hareket ederse, ister sultan, ister başkası olsun,
Allahü teâlâya karşı isyân ve dîn-i İslâm ile istihzâ (alay) etmiş sayılır ve Allahü teâlânın
lânetine lâyık olur. Bütün hıristiyanlar benim himâyem (korumam) altındadır. Onlara zor
kullanmayın. Onların dînî reislerini makâmlarından indirmeyin. Onları, ibâdet ettikleri
yerden çıkarmayın. Bunların, manastırlarının ve kiliselerinin hiç bir tarafını yıkmayın.
Onları, dâimâ merhamet ve şefkat kanatları altında himâye edin!.. (Feridun Bey-Mecmu'a-i
Münşeâtüs-Salâtîn)
AHFÂ:
Çok gizli, âlem-i emrin (madde ve ölçü olmayan ve arşın üstündeki âlemin) beşinci ve son
latîfesi (makamı, mertebesi).
İnsana Âlem-i sagîr yâni küçük âlem denir. Âlem-i sagîr on kısımdan meydana gelir.
Bunların beşi Âlem-i emrdendir. Bu beş mertebe; kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâdır. Bunların
asılları, kökleri Âlem-i kebîrde (İnsanın dışındaki âlemde)dir. Ahfâ latîfesi, mertebelerin en
sonu ve en yukarıdaki mertebedir. (İmâm-ı Rabbânî)
ÂHİR (El-Âhiru):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın (varlıkların) yok
olmasından sonra, bâkî olan (varlığı devâm eden) yalnız kendisi kalan, hiç yok olmayan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ) her şeyin başlangıcıdır. (Hadîd sûresi: 3)
El-Âhiru ismi şerîfini söyliyenin gönlü temizlenir. Safâya kavuşur. Günde yüz defa
söylenirse, Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbden çıkar. (Yûsuf Nebhânî)
ÂHİR ZAMAN:
Dünyânın son zamânı, son devresi. Genel olarak Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi
ve sellem) teşriflerinden, özel olarak hicrî bin senesinden sonraki zaman.
Âhir zamanda fitne ve belâ devâmlıdır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Âhir zaman yaklaştıkça, îmânın olmadığını gösteren hâller ve işler, bid'atler (dinde
olmayıp, ibâdet maksadıyla yapılan şeyler) çoğalır. İslâmiyet unutulur. Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir zaman gelecek ki, ümmetimde (bana tâbi
olanlarda, uyanlarda) müslümanlığın yalnız adı kalacak. Mü'min olanlar (inananlar) yalnız
bir kaç İslâm âdetini yapacak. Îmânları kalmayacak. Kur'ân-ı kerîm yalnız okunacak,
emirlerinden ve yasaklarından haberleri bile olmayacak. Düşünceleri yalnız yiyip içmek
olacak. Alahü teâlâyı unutacaklar. Yalnız paraya tapınacaklar. Kadınlara köle olacaklar.
Az kazanmak ile kanâat etmeyecekler. Çok kazanınca, doymayacaklar." (Kurtubî,
Mektûbât)
Âhir zaman ümmetleri dünyâ fânî bilmezler
Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar.
(Ahmed Yesevî)
ÂHİR ZUHUR:
Cumâ namazının dört rekat son sünneti ile iki rekat vaktin sünneti arasında kılınan dört
rekatlık namaz.
Şehirde bir kaç câmide Cumâ namazı kılınabilir. Fakat Hanefî mezhebinin bâzı âlimleri
ile üç mezhebin çoğunluğu bir câmiden fazla yerdeCumâ kılınmaz dedi. Bunun için şehir
olduğu ve Cumâ'nın kabûl olması şüpheli bulunan yerlerde "Üzerime son farz olan
kılmadığım öğle namazını kılmaya" diye niyyet ederek âhir zuhur kılmalıdır. (Abdülhak-ı
Dehlevî)
ÂHİRET:
İnsanın ölümü ile başlayan ebedî (sonsuz) hayat. Âhirete îmân, inanılması lâzım olan altı
esastan beşincisidir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kim de mü'min olduğu hâlde âhireti ister ve onun için gereken şekilde çalışırsa, işte
onların çalışmaları makbûl olur. (İsrâ sûresi: 19)
Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış. Âhiret için orada sonsuz kalacağına göre
çalış. Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itâat et. Cehennem'e dayanabileceğin kadar
günâh işle. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel Veled)
Sizden öncekiler, âhiret işleri ile uğraşıp, sâdece artan zamanlarını dünyâ işlerine
harcarlardı. Siz ise, bugün hep dünyâ işleri ile uğraşıyor, zaman kalırsa âhiret işlerini
yapıyorsunuz. (Avn bin Abdullah)
Âhireti düşünmek akıllılığın alâmeti, kalbin canlılığıdır. (Ebû Süleymân Dârânî)
Bir kalbde, âhiret arzusu çoğaldıkça, dünyâ düşüncesi o kalbden kaybolur. (Ali Müzeyyen)
Allahü teâlânın bildirdiği bir âhiret günü bin dünyâ senesi kadardır. Böyle olduğu Hac
sûresinde açıkça bildirilmiştir. Niçin bu kadar zaman olduğunu ancak Allahü teâlâ bilir.
Çünkü âhirette, dünyâda bulunan gece, gündüz, ay ve sene yoktur. (Mektûbât-ı İmâm-ı
Rabbânî)
Âhiret Âlimi:
Dünyâlığa, mala, mevkiye kıymet vermeyen, ilim ile dünyâlık elde etmeye çalışmayan,
âhireti dünyâya tercih eden, ilmiyle amel eden, işi sözüne uyan, ibâdet ve tâate teşvik eden,
ilmi âhiretine faydalı olan tevâzu sâhibi âlim.
Denildi ki, şunlar Âhiret âlimlerinin alâmetlerindendir: Haşyet (Allah korkusu), tevâzu
(alçak gönüllülük), güzel ahlâk ve zühd (dünyâya rağbet etmemek). (İmâm-ı Gazâlî)
AHKÂF SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk altıncı sûresi.
Ahkâf sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). Otuz beş âyettir. Yirmi
birinci âyet-i kerîmede geçen Ahkâf kelimesi sûreye isim olmuştur. Ahkâf, uzun ve yüksek
kum yığınları demektir. Sûrede adı geçen Ahkâf, Arabistan'ın güneyinde Umman ile Mehre
arasındaki kumluk bölgedir. Bu hususta başka rivâyetler de vardır. Hûd aleyhisselâm, Âd
kavmini(milletini) burada îmâna dâvet etti, çağırdı. Sûrede, Allahü teâlânın birliğinin
delilleri, şirkin (cenâb-ı Hakk'a ortak koşmanın) yanlışlığı bildirilmekte, inananların, Allahü
teâlâdan korkarak günahlardan sakınanların büyük mükâfâtlara kavuşacakları müjdelenmekte,
mü'minlerin, analarına, babalarına iyi davranmakla mükellef (yükümlü) oldukları, dünyânın
fânî, geçici varlığına ve lezzetlerine kapılmanın uygun olmadığı anlatılmakta, Âd kavminin
kıssası ve Hûd aleyhisselâma inanmamaları, ona karşı gelmeleri netîcesinde acı bir azabla
helak oluşları haber verilmekte ve daha başka konular yer almaktadır. (Abdullah ibni Abbâs,
Senâullah Dehlevî)
Kur'ân-ı kerîmde Ahkâf sûresinde buyruldu ki:
"Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra istikâmet üzere bulunanlara (evet) onlara
(kıyâmet günü) korku yoktur. Onlar (ölürken) mahzun da olmayacaklardır. (Âyet: 13)
Hâlâ şu hakîkati bilmediler mi ki gökleri ve yeri zahmetsiz, yorulmadan yaratan Allahü
teâlâ, ölüleri de diriltmeye kâdirdir. Evet O, her şeye elbette kâdirdir, gücü yetendir. (Âyet:
33)
(Habîbim) Ülü'l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlara azâb
verilmesi için duâ etmekte acele eyleme. (Âyet: 35)
Kim Ahkâf sûresini okursa, onun için, dünyâdaki kumların her birine karşılık on sevâb
yazılır. (Hadîs-i şerîf-Envâr-ut-tenzîl ve Esrârü't-te'vîl)
AHKÂM:
Hükümler. Allahü teâlânın emirleri ve yasakları. Hükm'ün çokluk şeklidir.
Peygamberler aleyhimüsselâm, Allahü teâlânın kendilerine melek (Cebrâil) ile bildirdiği
ahkâmı kendi zamanındaki insanlara noksansız olarak bildirmişlerdir. (Abdülganî Nablüsî)
Kur'ân-ı kerîm, bütün peygamberlere aleyhimüsselâm gönderilmiş olan ahkâmı ve daha
fazlasını kendisinde toplamıştır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Îmân ve ahkâm bilgilerini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyen, kulluk vazîfesini
yapmamış olur. (İmâm-ı Gazâlî)
Ahkâm-ı Şer'iyye:
İslâm dîninde bir işin yapılması veya yapılmaması gerektiğini bildiren hükümler. Emirler
ve yasaklar. Bunlara Ahkâm-ı ilâhiyye, Ahkâm-ı İslâmiyye ve Ahkâm-ı Kur'âniyye de denir.
Ahkâm-ı şer'iyye sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mübah, haram, mekruh, müfsid
(Bkz. İlgili Maddeler). (İbn-i Âbidîn)
Bütün insanlara her şeyden önce lâzım olan, îtikâdı (inancı) düzeltmektir. Yâni doğru bir
îmân sâhibi olmaktır. İkinci olarak, ahkâm-ı şer'iyyeyi öğrenmektir. (Ahmed Fârûkî)
Beden, ahkâm-ı şer'iyyeyi yapmakla süslenince, nefs dünyâ kötülüklerinden ve
zararlarından kurtulur. (Ahmed Fârûkî)
Îmân muma benzer. Ahkâm-ı şer'iyye mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte
fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca da
îmân söner. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Haram işlememek ve bütün ahkâm-ı İslâmiyyeyi yerine getirmek kolaydır. Kalbi bozuk
olana güç gelir. Bir çok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır, hastalara ise güçtür.
(İmâm-ı Rabbânî)
Ahkâm-ı Fıkhiyye:
Fıkıh ile ilgili hükümler. Bedenle yapılması ve sakınılması lazım gelen şeyler, emirler ve
yasaklar. (Bkz. Fıkh)
Her müslümanın kendisine lâzım olan ahkâm-ı fıkhiyyeyi öğrenmesi ve yapması lâzımdır
(Yûsüf Sinâneddîn Âmesi).
Ahkâm-ı fıkhiyye dört büyük kısma ayrılır: 1- İbâdât (Namaz, oruç, zekât, hac, cihad), 2-
Münâkehât (Evlenme, boşanma, nafaka ve dalları), 3- Muâmelât (Alış-veriş, kirâ, şirketler,
fâiz, mîrâs), 4- Ukûbât (Cezâlar). (Ahmed Zühdi Efendi)
Ahkâm-ı İctihâdiyye:
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte açıkça bildirilmeyip, müctehid denilen âlimlerin açıkça
bildirilenlere benzeterek elde ettikleri hükümler.
Ahkâm-ı Mâneviyye:
Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgiler, tasavvuf bilgileri.
Peygamber efendimizin vazîfelerinden biri de, Kur'ân-ı kerîmin ahkâm-ı mâneviyyesini,
ümmetinin yüksek (olgun) olanlarının kalblerine akıtmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
AHLÂK:
İnsanda yerleşmiş huylar. Hulkun çokluk şeklidir. (Bkz. Hulk)
İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim. (Hadîs-i
şerîf-Câmi'us-sagîr, Künûz-üd-dekâik)
İnsanları memnûn etmek için malınız yetmez. Ancak güleryüz ve güzel ahlâkla onları
memnun edebilirsiniz. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Allahü teâlânın en sevdiği şey, güzel ahlâktır. (Hadîs-i şerîf - Ahlâk-ı Celâlî)
İçinizde en sevdiğim kimse, ahlâkı en güzel olanınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-müfred)
İslâm âlimlerinin çoğuna göre insanlar iyiliğe, yükselmeğe elverişli olarak doğar. Sonra
nefsin kötü arzûları ve güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak kötü
huyları meydana getirir. (Ali bin Emrullah)
Ahlâk İlmi:
Kötü huylardan uzaklaşıp, güzel huylar edinme yollarını öğreten ilim.
Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli, en lüzumlu bir ilimdir. Çünkü rûhun kötülükleri bu
ilim ile temizlenebilir. Rûhun iyi huyları, sıhhati, kuvveti bununla kolayca elde edilir.
Kuvvetli rûhlar ahlâk ilmi sâyesinde güzel ahlâk sâhibi olur. Kirlenmiş, hasta rûhlar da, bu
ilim yardımı ile temizlenir, iyi ahlâka kavuşur. (Ali bin Emrullah)
Ahlâk-ı Hasene:
Güzel huylar. Dînin ve aklın beğendiği huylar.
Ahlâk-ı hasenenin alâmeti, insanlardan gelen sıkıntı ve eziyete katlanmaktır. (Abdülhakîm
Arvâsî)
Ahlâk-ı hasenenin on alâmeti vardır: Çok îtirâz etmemek. Adâlet sâhibi olmak. Kendini
beğenmemek. İnsanların ayıplarını örtmek. Müslüman kardeşinin kusurunu görünce hüsn-i
zân etmek (onu iyiye yorumlamak ve hakkında iyi düşünmek). Başkasından gelen eziyet ve
sıkıntılara katlanmak. Nefsine (kendine) zulmetmemek. Kendi ayıplarına bakıp başkalarının
ayıplarını araştırmamak. Herkese karşı güler yüzlü, yumuşak ve tatlı sözlü olmak. (Yûsuf bin
Esbat)
Ahlâk-ı İlâhiyye:
Allahü teâlânın sıfatlarına ve isimlerine uygun sıfatlarla sıfatlanmak. Allahü teâlânın
ahlâkı ile ahlâklanmak.
"Velî olmak için ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmalıdır." demişlerdir. Bu sıfatlar evliyâda
meydana gelir. Fakat bu benzerlik yalnız isimdedir ve uygunluk sıfatların topluluğundadır.
Yoksa sıfatların husûsiyetlerinde berâber olunmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın bir ismi "Melik"tir. Bu, her şeye hâkim, gâlib demektir. Talebe tasavvuf
yolunda ilerlerken, kendi nefsine hâkim, gâlib olur ve başkalarının kalblerine tesir etmeğe
başlarsa ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmış olur. Allahü teâlânın bir ismi de Semi'dir. Yâni
işiticidir. Talebe, doğru sözü herkesten kabul eder ve gizli hakikatleri, can kulağı ile duyarsa,
bu sıfatla huylanmış olur. Bir sıfatı da "Basîr"dir. Yâni Allahü teâlâ herşeyi görür. Talebenin
kalb gözü açılır ve firâset ışığı ile kendi ayıblarını ve başkalarının iyi huylarını görürse yâni
başkalarını kendisinden daha üstün görürse ve Allahü teâlânın her an gördüğünü göz önünde
bulundurarak, hep Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yaparsa, bu sıfatla huylanmış olur. Bir
sıfatı da "Muhyî"dir. Yâni Allahü teâlâ dirilticidir. Talebe unutulmuş sünnetleri canlandırır,
meydana çıkarırsa, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bir sıfatı da "Mümit" öldürücü demektir.Talebe
sünnetlerin yerine yerleşmiş olan bid'atleri, dinde sonradan çıkarılıp din diye yapılan şeyleri
men eder yok ederse, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bütün sıfatlar bunlar gibidir. (Hâce
Muhammed Pârisâ)
Ahlâk-ı Zemîme:
Kötü ahlâk. Dînin ve aklın beğenmediği huylar.
İnsana dünyâda ve âhirette zarar veren her şey, ahlâk-ı zemîmeden meydana gelmektedir.
Zararların, kötülüklerin başı kötü huylu olmaktır. (Ali bin Emrullah)
Ahlâk-ı zemîme kalbi, rûhu hasta eder. Hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne sebeb
olur. En kötü huy, küfür yâni îmânsızlıktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kendinde ahlâk-ı zemîme bulunan kimse, buna yakalanmasının sebebini araştırmalı, bu
sebebi yok etmeye, bunun zıddını yapmaya çalışmalıdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden
kurtulması zordur. Kötü şeyler nefse tatlı gelir. (Hâdimî)
AHMAK:
Aklı az, görüşü kısa olan.
Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah'ın
rahmetini bekler. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Anadan doğma körlerin görmesini sağlamak, hattâ ölüleri diriltmek bana zor gelmedi.
Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım. (Îsâ aleyhisselâm)
Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriyâ sana iyilik yapayım derken, zararı
dokunur. (Hazret-i Ömer)
Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı
bırakmak ahmaklıktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur. (İbn-i Hibbân)
Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Ca'fer-i
Sâdık)
Bile bile hatâda ısrâr eden ahmaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla
uğraşmasıdır. (Sırrî-yi Sekatî)
Mahlûkâtın, yaratılmışların en ahmağı nefistir. Çünkü dâimâ kendi aleyhine, zararına olan
şeyleri ister. (İmâm-ı Rabbânî)
AHMEDİYYE:
1. Evliyânın gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin
tasavvuftaki yolu. Bu yola Müceddidiyye-i Ahmediyye de denir.
Ahmediyye yolunun büyüğü İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir nasîhatlerinde şöyle buyurdu:
Her şeye kalbi bağlamaktan kurtulmadıkça, Hak teâlâya bağlanılamaz.
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve
yasaklarına uymak, sonra tasavvuf yolunda ilerlemek, ihlâsı elde etmektir.
İhlâs ile yapılan bir iş, senelerle yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder.
Dünyâya düşkün olanlar âhirette zarar görür.
2. Hindistan'da Gulam Ahmed Kâdiyânî tarafından kurulan sapık bir yol. (Bkz.
Kâdiyânîlik)
AHRÂRİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Ahrâriyye yolunun büyüğü Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdu:
Bizim yolumuzda el helâl kârda (işte), gönül ise hakîkî yârda yâni Allahü teâlâdadır.
Biz bu yolu, tasavvuf kitablarından değil, Allahü teâlânın kullarına hizmetten elde ettik.
İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, hiçbir zaman Allahü
teâlâyı unutmamaktır.
Söz, değerli bir şeydir. Fakat zamânında ve yerinde olmalıdır.
AHSEN-İ TAKVÎM:
En güzel boy ve sûret. Bedenen ve rûhen en güzel olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz insanı ahsen-i takvîm üzere yarattık. (Tîn sûresi: 4)
AHVÂL:
Hâller. Tasavvuf yolunda bulunan kimselerin, kalblerinde meydana gelen değişmeler.
Hâl'in çokluk şeklidir. (Bkz. Hâl)
Kalbe gelen bütün mânevî ahvâli, keşifleri (buluşları) bize verseler fakat kalbimizi Ehl-i
sünnet îtikâdı ile süslemeseler kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün
harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet îtikâdı ile şereflendirseler
hiç üzülmem. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
AHZÂB GAZVESİ (Harbi):
Hendek gazvesinin diğer adı.
Hendek gazvesinde, müslümanlara karşı Kureyş, Gatafan ve yahûdîlerden meydana gelen
birkaç düşman kuvveti birleşip savaştığı için bu harbe Ahzâb gazvesi denmiştir. (İmâm-ı
Süyûtî, Begâvî)
AHZÂB SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz üçüncü sûresi.
Ahzâb sûresi Medîne-i münevverede inmiştir. Yetmiş üç âyet-i kerîmedir. Sûre, ismini,
birleşik düşman ordusu anlamına gelen ahzâb kelimesinden almıştır. Sûrede İslâm
düşmanlarının, İslâmiyet aleyhindeki çalışmaları ve sonunda hüsrana uğradıkları, Peygamber
efendimize ve mü'minlere eziyet ve sıkıntı verenlerin şiddetli azâba uğrayacakları,Resûlullah
efendimizin mübârek zevcelerinin ve diğer müslüman âilelerin tesettüre (örtünmeye) nasıl
riâyet edecekleri, kâfirlerin âhirette şiddetli azab görecekleri ve çok pişman olacakları,
üzerlerine düşen vazîfeleri yerine getirdiklerinde, takvâya sarılıp günahlardan sakındıklarında
mü'minlerin, cenâb-ı Hakk'ın pekçok ihsânlarına kavuşacakları anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs,
Begâvî, Râzî)
Ahzâb sûresinde meâlen buyruldu ki:
Ey îmân edenler! Allahü teâlâyı çok zikr ediniz, her zaman hatırlayınız, hiç
unutmayınız... (Âyet: 41)
Ey peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına (ihtiyaçları için dışarı
çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle... (Ayet: 59)
Kim Ahzâb sûresini okur ve âilesine ve câriyesine öğretirse, kabir azâbından kurtulur.
(Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-tenzîl ve Esrâr-üt-te'vîl)
AKÂİD:
Akîdeler. Akîde kelimesinin çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.
Âkıl ve baliğ olan (ergenlik yaşına ulaşan) erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet
âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır.
Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Ehl-i sünnetin akâidde iki kolu vardır: 1) Mâturîdiyye mezhebi. 2. Eş'ariyye mezhebi.
Birincisinin imâmı Ebû Mansur Mâturîdî, ikincisininki İmâm-ı Ebü'l-Hasen Eş'arî
hazretleridir. İkisinin bildirdiği îmân esasları aynıdır. Yalnız aralarında, teferruatla ilgili, îzah,
ifâde ve uslub tarzından doğan cüz'î farklılıklar vardır. (Taşköprüzâde)
Hudâ Rabbim nebim hakkâ Muhammeddir Resûlüllah
Hem İslâm dînidir dînim, kitâbımdır kelâmullah
Akâidde, Ehl-i sünnet oldu mezhebim, hamdolsun
Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah
(İbrâhim Hakkı Erzurumî)
Akâid İlmi:
Îmân esaslarını anlatan ilim dalı.
Akâid ilmi, îmânın esaslarını geniş ve derin olarak anlatır. Bu ilme önceleri Fıkh-ı ekber,
sonraları Kelâm ilmi denildi. Akâid ilmi ile ilgili ilk eser İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
hazretlerinin yazdığı El-Fıkhu'l-Ekber'dir. Daha sonra Ehl-i sünnet îtikâdını anlatan pekçok
eser yazıldı. (Muhammed Muhyiddîn)
AKÇE:
Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi.
İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi.
Buyurdu akçeye sikke kazalar
Ki Osman bin Ertuğrul yazalar
(Hadîdî)
AKD:
Anlaşma, sözleşme. Nikâh, hibe (bağış), vasiyet, alış-veriş gibi işlerde taraflardan birinin
teklifi, diğerinin kabûlü ile gerçekleşen sözleşme.
Ticâret, vekâlet ve bütün akdlerde, senet yazmak şart değilse de, ödünç vermekte lâzım,
nikâhta ise müstehâbdır. (İbn-i Âbidîn)
ÂKIL:
Akıllı kimse; iyi ve kötüyü, faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen kimse.
Çocuk yedi yaşında âkıl olur. Yedi ile onbeş yaş arasında iken akıllı çocuk denir. (Hamza
Efendi)
Âkıl olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır, hükümsüzdür. (İbn-i Âbidîn)
Âkıl olan bir çocuk, şeker, meyve gibi kendine yarar şey isterse ona satmak câiz değildir.
Çünkü velîsi izin vermemiş demektir. Eğer, tuz, pirinç gibi evle ilgili bir şey isterse, satmak
sahîh (geçerli, doğru) olur. Çünkü velîsinin izin verdiği anlaşılır. Bunun izin ile alış-veriş
etmesi câizdir. Çocuk akıllı olmamış ise, velîsinin izni olsa da, alış-veriş etmesi sahîh olmaz.
(Hamza Efendi)
Âkıl isen kıl namazı çün seâdet tâcıdır
Sen namazı şöyle bil ki mü'minin mîrâcıdır.
(Seâdet-i Ebediyye)
Âkıl-Bâliğ:
Faydalı ve zararlı olanı birbirinden ayırabilen ve evlenme çağına gelip gusül abdesti
almaya başlayan akıllı kimse.
Âkıl bâliğ olduktan sonra kişi yetim sayılmaz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ul-Ehâdîs)
Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları
inanılacak şeyleri öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette yâni öldükten
sonraCehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Her müslümanın, çocuğuna âmentüyü (îmânın altı şartını) ezberletmesi, mânâsını, farzları
(emirleri) ve haramları (yasakları) öğretmesi lâzımdır. Âkıl bâliğ olunca; îmânı, İslâm'ı
bilmeyen kimse müslüman olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Âkıl bâliğ her müslümanın, her gün beş vakit namaz kılması farzdır. Kız ve oğlan çocuk
yedi yaşına gelince, namaz kılmalarını emretmek velîsi üzerine vâcib (lâzım) olur. Oruç
tutmaları için de emreder. On yaşına gelince, namaz kılmaları için el ile hafifçe vurulur. Sopa
ile dövülmez. Falaka ile vurulmaz. El ile üçten fazla vurulmaz. Velîsinden başkası döğmez.
(İbn-i Âbidîn, Ebû Bekr Râzî el-Cessâs)
ÂKILE:
Kâtilin, öldürme işindeki yardımcıları, bunlar yoksa öldürmede kendisine yardım eden
kabîlesi (köylüleri, şehirlileri) ve akrabâsı.
Kâtilin cinâyeti işlemesine mâni olmadıkları, bilakis bu hususta onu koruyup, gözettikleri
ve kâtil, onlardan kuvvet alarak bu suçu işlediği için âkıle, cinâyete karışmış gibi olurlar.
Kâtil ile birlikte diyeti (para cezâsını) yüklenmeleri bu sebeptendir. (Kıvâmuddîn Kâkî)
Kâtilin ödeyeceği diyet, ödemeleri için âkıleye taksim edilir, paylaştırılır, üç senede alınır.
Kadın, deli ve çocuk âkıleye katılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Müslüman olan kâtilin âkılesi ve vârisi (öldüğünde malından mîrâs alacak kimse) yoksa,
diyetini beytülmâl verir. Yâni hükûmet verir. Beytülmâl yoksa, kendi üç senede öder. (İbn-i
Âbidîn)
ÂKİBET:
1. Son, netîce.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim!) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da bakın ki (peygamberleri)
yalanlıyanların âkibeti nasıl olmuştur. (En'âm sûresi: 11)
Niyet hayır ise âkıbet de hayır olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Dünyâda zafer, âhirette sevâb ve kurtuluş.
Kur'ân-ı kerîmde buyruldu ki:
O hâlde (Habîbim) sen de (Nûh gibi, kavminden gelen eziyetlere ve peygamberlik
vazifesinin ağırlığına) sabret. Âkibet; hiç şüphesiz, takvâya erenlerindir (günâhlardan
sakınanlarındır). (Hûd sûresi: 49)
AKÎDE:
İnanılacak şey. (Bkz. Akâid ve Îtikâd)
AKÎKA:
Çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükr niyeti ile kesilen hayvan.
(Çocuk doğduğunda) yedinci günü akîka hayvanı kesilir, ismi konur, saçı traş edilir.
(Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Ahmed bin Hanbel)
Akîka, erkek çocuğu için iki, kız çocuğu için bir koyun kesmektir. (Hadîs-i
şerîf-Şir'ât-ül-İslâm)
Hicretin sekizinci yılında, oğlu İbrâhim dünyâya gelince, yedinci günü Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem İbrâhim'in başını traş ettirip, saçının ağırlığı kadar gümüş sadaka
verdi ve akîka olarak iki koç kesti. Saçlarını gömdü. (İmâm-ı Kastalânî)
Çocuğa yedinci günü isim koymak ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için
altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı
kesmek müstehâbdır. Akîka hayvanı, kurbanlık hayvan gibi olmalıdır. Sonra da kesilebilir.
Hanefî mezhebinde, etleri pişmiş veya çiğ olarak, zengin, fakir herkese verilebilir. (Seyyid
Alizâde)
Akîka, çocukları belâlardan, hastalıklardan korur. Akîkası yapılanlar, kıyâmette anaya
babaya ayrı bir şefâat ederler. (Seyyid Alizâde)
AKL (Akıl):
İdrâk kuvveti, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan
kuvvet.
... Akıl, sâhibini iyiliğe götürür, kötülükten alıkor. Aklı olgunlaşmadıkça kişinin dîni
doğru ve îmânı kâmil (olgun) olmaz. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Sizin akılca en üstününüz, Allah'tan en çok korkanınızdır. En güzeliniz, Allahü
teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edeninizdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Kişi güzel ahlâk ile gündüz oruç tutup gece ibâdet edenler derecesine ulaşır. Fakat
akılca kâmil (olgun) olmadıkça, ahlâkı kâmil olmaz. Aklı olgunlaşınca, îmânı da
olgunlaşır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Akıllı kimsenin, dünyâ ile ilgili bir menfaati kaçırdığı zaman, bunu kendine gam ve
üzüntü yapması uygun değildir. Çünkü üzülmekle ele bir şey geçmez. Fazla üzülmek akla
zarar verir. (İbn-i Hibbân)
Akıl göz gibidir, din bilgileri ışık gibidir. Akıl yalnız başına din bilgilerini, faydalı ve
zararlı şeyleri anlayamaz. Bunun için Allahü teâlâ, peygamberleri ile râzı olduğu, beğendiği
yol olan İslâmiyet'i bildirdi. Aklın eksikliği peygamberlerin gönderilmesiyle tamamlandı.
(İmâm-ı Rabbânî)
Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların
yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamayacağı gibi,
akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka
çâresi yoktur. (İmâm-ı Gazâli)
Akl-ı Feâl:
İşrâkiyye (Yeni Eflâtunculuk) felsefesinde ukûl-ı aşerenin (on akılın) sonuncusu olup,
yaşadığımız âlemle alâkalı akla verilen ad. Öldürme ve yaratma işlerine bakan mertebe.
Felsefecilerin akl-ı feâl dedikleri yalnız onların hayâllerinde bulunup, kısa akılları ile
ortaya attıkları bir şeydir. İslâm bilgilerine uymamaktadır. Bunların bozuk inanışlarına göre,
insan sıkışınca Akl-ı feâle yalvarır, Allahü teâlâdan bir şey istemez. Allahü teâlânın dünyâda
olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur derler. Bunlar sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdırlar.
(İmâm-ı Rabbânî)
Akl-ı Meâd:
Ebedî rahata kavuşmak, Cennet'te ebedî kalmak ve Cehennem azâbından kurtulmak için
hâlini ıslâh etmeyi, düzeltmeyi düşünen, uzak görüşlü, dünyâya değil, âhirete değer veren
akıl.
Akl-ı meâd, peygamberlerde (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) ve evliyâda bulunur. Akl-ı
meâdı kuvvetlendiren şeyler, ölümü ve âhireti düşünen kimselerle bulunmaktır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Bir kimsenin nefsi mutmainne olunca yâni bütün varlığı ile Rabbine dönüp İslâmiyet'in
emirlerine baş kaldıramaz hâle gelince, aklı da, akl-ı meâd olur. (Muhammed Ma'sûm-i
Fârûkî) (Bkz. Akl-ı Selîm)
Dâimâ Allah adamları ile berâber olmak, akl-ı meâdın artmasına sebeb olur. (Behâeddîn-i
Buhârî)
Akl-ı Meâş:
Yemek, içmek, evlenmek, helâl, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin
râhatını ve nefsin menfaatini düşünüp, âhireti düşünmeyen akıl; akl-ı meâdın zıddı.
Akl-ı meâş, dünyânın geçici lezzetlerine bakarak, (büyüklenmek, kıskanmak, kendini
beğenmek, kin ve düşmanlık gibi) hâlleri kalb hastalığı saymaz. Akl-ı meâş kısa görüşlüdür.
Akl-ı meâşı, mala düşkün ve dünyâya bağlı olanlar beğenir. (İmâm-ı Rabbânî)
Akl-ı Sakîm:
Kısa görüşlü akıl. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve çok kere
pişmanlığa sebeb olan akıl.
Akl-ı sakîm bâzan doğruyu bulur, bâzan yanılır. Yanılması daha çok olur. En akıllı
denilen kimse, mütehassıs (uzman) olduğu dünyâ işlerinde bile çok hatâ eder. Bu sebeble din
ve sonsuz olan âhiret işlerinde akl-ı sakîme güvenilmez. Düşündükleri şeylerde ve yaptıları
işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye ve pişmanlığa, zarâra, sıkıntıya sebeb olur. (Abdülhakîm
Arvâsî)
Herşeyi akl-ı sakîmle çözmek isteyen kişi,
Tahta ayak takmış kimselere benzer.
Kısa aklına uydurmak ister her işi,
Dün yaptığını, bugün bozmak ister.
(İmâm-ı Rabbânî)
Akl-ı Selîm:
Selîm akıl, hiç yanılmayan, hatâ etmeyen akıl.
Selîm akıl, peygamberlerde aleyhimüsselâm bulunur. Onlar her başladıkları işte muvaffak
(başarılı) olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır. Eshâb-ı kirâmın
(Peygamber efendimizin arkadaşları). Tâbiînin (Eshâb-ı kirâmı gören büyükler), Tebe-i
tâbiînin (Tâbiîni görenler) ve din imâmlarının rıdvânullahi aleyhim ecmaîn akılları, derece
bakımından peygamberlerin akıllarından sonra gelir. Bunların akılları, din bilgilerinin
hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. Bu bilgileri bunlara isbât etmeğe,
açıklamağa lüzûm olmadığı gibi, tenbih etmeğe, haber vermeğe de lüzum yoktur.
(Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'i işitmeyen çok kimse vardır ki, akl-ı selîmleri olduğu için, bozulmuş,
uydurulmuş dinlerin mensuplarına aldanmamışlar, astronomide, fen bilgilerinde ve bilhassa
tıb ilminde gördükleri nizamlı (düzenli) hâdiselerin (olayların) birbirlerine bağlantılarını
düşünerek hilkatin (yaratılışın) sırlarını, bu hesâblı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir.
Bunlar yine akl-ı selîmleri sâyesinde İslâmiyet'in bildirdiği güzel ahlâkın bir çoğunu bulup,
müslüman gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. Allahü teâlâ bunları
îmân etmelerine sebeb olacak rehberlere ve kitablara kavuşturacağını Ankebût sûresinde
vâdetmektedir. (Abdülhakîm Arvâsî)
AKLÎ VE NAKLÎ İLİMLER:
Fen ve din bilgileri. (Bkz. Ulûm-u Akliyye ve Ulûm-u Nakliyye)
AKRABÂ:
Aralarında neseb (soy), süt ve evlilik bakımından yakınlık bulunanlar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Akrabâna (onları gözetmek, ziyâret etmek ve yardım etmek), fakîre ve yolcuya
(durumlarına göre zekât ve yiyecek vermek sûretiyle) hakkını ver! Elindekini isrâf etme.
(İsrâ sûresi: 26)
Ey ümmetim! Beni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, fakîr
akrabâsı varken, başkalarına verilen zekâtı Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i
şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Akrabânıza yardım ve iyilik ediniz. Hâllerini, hatırlarını sorunuz. Muhtâç iseler ellerinden
tutunuz. Onları incitmekten çok sakınınız. Babanızın emrinden sakın çıkmayınız. Amcanızın
derdiyle dertleniniz. Dayınızın hâlinden gâfil olmayınız. Diğer akrabânızı akrabâlık
derecesine göre arayınız ve onlara yardımcı olunuz. Böyle yaparsanız Allahü teâlânın ikrâm
ve ihsânlarına kavuşursunuz. (Muhammed Rebhâmî)
AKTÂB:
Kutublar. Tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli zâtlar Kutb'un çokluk
şeklidir. (Bkz. Kutub)
ÂL:
Âile, akrabâ, tâbî. (Bkz. Ehl-i Beyt)
Duâ olsun âline dahî eshâbına
Tâbiîn, ensâr ve hem ahbâbına.
(Süleymân Çelebi)
A'LÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen yedinci sûresi.
A'lâ sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). On dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci
âyet-i kerîmedeki (en yüce) mânâsına gelen "A'lâ" kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede,
Allahü teâlânın her türlü noksanlıklardan tenzîh edilmesi, uzak tutulması, Resûllulah'ın
nasîhatlarından kimlerin faydalanıp kurtulacağı, kimlerin de istifâde edemeyip, azâba
uğrayacağı, insanların dünyâ hayâtını tercih ettikleri halbuki âhiretin dünyâdan daha hayırlı
olduğu, çünkü dünyânın geçici, âhiretin ise devamlı olduğu ve daha başka hususlar
bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî)
A'lâ sûresi birinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu:
Rabbinin o yüce ismini tesbîh et (O'nun; zâtında, sıfatlarında ve isimlerinde O'na lâyık
olmayan her şeyden münezzeh (uzak, temiz) olduğuna inan. O'nun adını başkasına verme).
Dokuzuncu ve onuncu âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu:
(Habîbim) artık sen (fayda versin vermesin) insanlara nasîhat et, öğüt ver. Allahü
teâlâdan korkan kimse, nasîhati, öğüdü dinleyecektir (ondan faydalanacaktır). Çok fâsık ve
bedbaht olan o nasîhatlardan kaçınacak. O Cehennem ateşine girecek. (Âyet: 10-11)
Belki siz dünyâ hayâtını, (âhirete) tercih edersiniz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve
devamlıdır. (Âyet: 16-17)
ALAK SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan altıncı sûresi.
Alak sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). On dokuz âyet-i kerîmedir.
"İnsanı kan pıhtısından yarattı" meâlindeki ikinci âyet-i kerîmede (kan pıhtısı) mânâsına
gelen "alak" kelimesi bu sûreye isim olmuştur. Sûre, ikra' (oku) diye başladığı için İkra' sûresi
de denir. İlk beş âyet-i kerîmesi Kur'ân-ı kerîmin ilk inen âyetleridir. Sûrede çeşitli hususlar
bildirilmekte ve bu arada Peygamber efendimize cephe alanlar, kavuştukları nîmete karşılık
nankörlükte bulunanlar, gurûra kapılanlar tehdit edilmekte, Resûlullah efendimize, bu gibi
kimselere iltifat etmemesi, secdeye (namaza) ve sâlih (iyi) işlere devam ederek Allahü teâlâya
mânevî yakınlığa kavuşmaya çalışması emrolunmaktadır. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, Taberî)
Alak sûresinde meâlen buyruldu ki:
İnsan, ihtiyâçsız olunca, elbette azar. (Âyet: 6)
ÂLEM:
Allahü teâlâdan başka her şey, Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi, kâinât, varlıklar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Elbette Allahü teâlânın bu âlemlere hiç ihtiyâcı yoktur. (Ankebût sûresi: 6)
Bütün varlıklar, Allahü teâlânın varlığına alâmet (delîl) olduğu, O'nun varlığını gösterdiği
için, mahlûkların (yaratılmışların) hepsine "Âlem" denmiştir. Varlıkların aynı cinsten
olanlarının her birine de, âlem, meselâ, insanlar âlemi, melekler âlemi, hayvanlar âlemi,
cansız maddeler âlemi denir. (Teftâzânî, Seyyid Şerîf Cürcânî, Senâullah Pânî Pütî)
Âlem sonradan yaratılmıştır. Çünkü devamlı değişikliğe uğramaktadır. Böyle her değişen
şey sonradan var edilmiştir. Âlem de devâmlı değiştiği için, o da sonradan yaratılmıştır.
(Reyhâvî)
Cisimlerin, maddelerin, durmadan değişmeleri, birbirlerinden meydana gelmeleri sonsuz
olarak gelmiş değildir. Yâni âleme, böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir
başlangıcı vardır. Değişmelerin bir başlangıcı var demek, âlemin var oluşunun bir başlangıcı
var demektir. Yâni âlem yok iken, hepsi yoktan yaratılmış ve yine yok olacaklardır demektir.
Âlemi yoktan yaratan ise, hep var olan, hiç değişmeden, sonsuz var olan Allahü teâlâdır.
(Ahmed Âsım Efendi)
Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner,
Gam ve neşe insanda, böyle gelir böyle gider.
(Seâdet-i Ebediyye)
Âlem-i Kebîr (Büyük Âlem):
İnsandan başka bütün mahlûkât, kâinat ve içindekiler.
Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en şereflisi ve en büyüğüArş'dır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Ecsâd:
Yerler, dağlar, gökler gibi, ölçülebilen ve tartılabilen madde âlemi. Buna âlem-i halk,
âlem-i şehâdet ve âlem-i mülk de denir.
Âlem-i Emr:
Arşın üstünde olup, madde olmayan, ölçülemeyen ve herkesin anlayamayacağı âlem.
Buna, âlem-i melekût ve âlem-i ervâh (rûhlar âlemi) ve mekânsızlık âlemi de denir.
Âlem-i emrde sırayla; kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ denilen beş latîfe (makam, mertebe) vardır.
(Ahmed Fârûk-i Serhendî)
Âlem-i halkın ötesi, âlem-i emrdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i emr bâzı bakımlardan âlem-i halktan üstün ise de, küllî fazîlet yâni her bakımdan
üstünlük âlem-i halktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Ervâh:
Ruhlar âlemi. (Bkz. Âlem-i Emr)
Âlem-i Mânâ:
1. Rüyâ âlemi.
Peygamber efendimizi âlem-i mânâda görmek büyük bir devlet, büyük bir nîmettir.
Nitekim hiç bir kâfir, hiç bir zındık, hiç bir mürted, hiç bir sûretle Peygamber aleyhissalâtü
vesselâmı âlem-i mânâda göremez. Zîrâ münâsebetleri yoktur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Âlim ve sâlih bir zât olan Yûsuf bin Hüseyin'i mânâ âleminde gördüler. Allahü teâlâ sana
ne muâmele yaptı, dediler. Rahmetiyle muâmele etti. Ne ile dediler. Hiç bir zaman ciddî söze
şaka karıştırmadığım için, dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Âlem-i emr. (Bkz. Âlem-i Emr)
Âlem-i Melekût:
Madde, his, akıl, ölçü âleminin üstündeki âlem.
İlimlerin hepsi his yolları ile değildir. Bir kısmı da âlem-i melekûta âittir. Bu dünyâ için
yaratılmış olan hisler, âlem-i melekûtun bilinmesine perde olurlar. Onlardan kurtulmadıkça
aslâ o âleme yol bulunmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Âlem-i Misâl:
Varlıkların kendilerinin değil de sûretlerinin, görünüşlerinin bulunduğu âlem.
Âlem-i misâl, âlem-i şehâdet gibi vardır. Vehim ve hayâl değildir. Âlem-i misâl bütün
âlemlerin (yaratılmışların) en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan her şeyin âlem-i misâlde
bir sûreti, bir görünüşü vardır. Akla hayâle gelen şeylerin, mânâların bu âlemde bir sûreti,
görünüşü vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Sagîr:
Yaratılmışların hepsinden kendisinde bir nümûne bulunduğu için insana verilen ad.
İnsan, âlem-i kebîrdeki (insan dışında bulunan âlemdeki) her şeyi kendinde topladığından,
mahlûkların (yaratılan varlıkların) en kıymetlisi olduğu gibi, kalb de âlem-i sagîrde bulunan
her şeyi kendinde topladığı için çok kıymetlidir. Kalbe Âlem-i asgar (en küçük âlem) ismi
verilmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Süflî:
Dünyâ.
Âlem-i Zâhir:
Görünen âlem, dünyâ.
ALEVÎ:
Hazret-i Ali'ye mensûb olan.
1. Hazret-i Ali'nin hazret-i Fâtıma'dan olan çocukları: Hazret-i Hasan, hazret-i Hüseyin ve
kıyâmete kadar çocukları. Hazret-i Hasan'ın çocuklarına şerîf, hazret-i Hüseyin'in çocuklarına
seyyid denir.
2. Hazret-i Ali ve çocuklarını sevenler ve onların yolunda gidenler. Bunlar diğer Eshâb-ı
kirâmın da hepsini severler. Ehl-i sünnet müslümanları böyledir.
3. Bu isimden faydalanarak diğer müslümanları kendi inançlarına çekmek isteyen Eshâb-ı
kirâm düşmanı kimseler.
Hurûfî denilen bozuk kimseler, temiz müslüman olan hakîkî Alevîleri aldatmak için
kendilerine Alevî diyorlar. Bu güzel ismi maske olarak kullanıyorlar. (Yeni Rehber
Ansiklopedisi)
ALEYHİMÜRRIDVÂN:
Allahü teâlânın rızâsı onların üzerine olsun veya Allahü teâlâ onlardan râzı olsun
mânâsına duâ ve hürmet ifâdesi. İkiden fazla Eshâb-ı kirâmın ismi anıldığında, işitildiğinde
ve yazıldığında söylenir ve yazılır. Bir kişi için aleyhirrıdvân, iki kişi için aleyhimerrıdvân
denir.
Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, peygamberlerden sonra mahlûkların (yaratılmışların) en
üstünüdürler. (Ömer Nesefî)
Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) son
derecede çok severlerdi. Uğrunda, canlarını, mallarını, mülklerini, çoluk-çocuklarını, baba ve
analarını ve vatanlarını terk ve fedâ ettiler. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
ALEYHİSSELÂM:
Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun mânâsına daha çok peygamberler ve dört büyük
melek için kullanılan duâ ve tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm, daha çok kişi
için aleyhimüsselâm denir.
Muhammed aleyhisselâm; "Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından korkuyorum.
Bunlar nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasından koşmaktır" buyurdu. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Seâdet sâhibi o kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip ona; "Korkma, Erhamürrâhimîne
(Allahü teâlâya) gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun" der.
Böyle kimseye bundan daha şerefli sevinçli ve mutlu bir gün yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)
ALEYHİSSALÂTÜ VES-SELÂM:
Peygamberler bilhassa Peygamber efendimizin ism-i şerîfi söylenince, yazılınca ve
işitilince söylenen ve yazılan salât ve selâm (hayr duâlar) onun üzerine olsun mânâsına duâ ve
tâzim (saygı) ifâdesi. İki kişi için aleyhimesselâm daha fazla için aleyhimüssalâtü ves selâm
denir.
Peygamber efendimiz aleyhissalâtü ves-selâm buyurdu ki: "Cehennem'e girmesi haram
olan ve Cehennem'in de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz! Bu
kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren mü'mindir." (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
ÂL-İ İMRÂN:
İmrân âilesi. Süleymân aleyhisselâmın evlâdından İmrân bin Mâsân'ın kendisi veya onun
kızı hazret-i Meryem ile oğlu hazret-i Îsâ. Âl-i İmrân'ın, Yâkûb aleyhisselâmın evlâdından
İmrân binYeshâr'ın kendisi veya oğulları Mûsâ ile Hârûn aleyhisselâmın olduğu da
bildirilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Gerçekten Allahü teâlâ, Âdem'i, Nûh'u, Âl-i İbrâhim'i, Âl-i İmrân'ı (peygamberlik, rûhî
ve bedenî üstünlükler vermek sûretiyle kendi zamanlarındaki) âlemlerin üzerine mümtâz
kıldı (seçti). (Âl-i İmrân sûresi: 33)
Âl-i İmrân Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin üçüncü sûresi.
Âl-i İmrân sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). İki yüz âyet-i
kerîmedir. Otuz üçüncü âyet-i kerîmede geçen Âl-i İmrân kelimesi sûreye isim olmuştur.
Sûrede, Allahü teâlânın birliği, yüce sıfatları bildirilmekte, bütün peygamberlerin tasdîk
edilmesi emredilmekte, onların hepsinin Allahü teâlânın kulları olduğu, bâzısını inkâr
etmenin bâzısını ilah edinmenin yanlışlığı açıklanmakta, müslümanlara, Allahü teâlânın
maddî ve mânevî ihsanları hatırlatılarak, bir hikmetten dolayı zaman zaman karşılaştıkları
zahmetlere, musîbetlere sabretmeleri tavsiye edilmekte ve daha başka hususlar
bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî)
Âl-i İmrân sûresinde meâlen buyruldu ki:
Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız.
Cennet'in büyüklüğü gökler ve yer kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için
hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler. Öfkelerini belli
etmezler. Herkesi af ederler. Allahü teâlâ, iyilik edenleri sever. (Âyet: 133-134)
Kıyâmet gününde Kur'ân-ı kerîm ve onunla amel edenler getirilirler. Kur'ân-ı kerîmin
önünde, (en uzun oldukları ve en çok hüküm kendilerinde olduğu için) Bekara ve Âl-i İmrân
sûreleri bulunacaktır. Bu iki sûre sanki iki bulut yâhut aralarında bir nûr bulunan iki
siyah gölgelik veya sâhiblerini müdâfaa eden (savunan) saf bağlamış uçan iki kuş
topluluğu gibi olacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
ALÎM (El-Alîm):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devâmlı ve eksiksiz bilen.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O, her şeyi alîmdir. (Hadîd sûresi: 5)
El-Alîm ismi şerîfini söylemeye devâm edene mânevî sırlar açılır, hikmet ve mârifete
kavuşur. (Yûsuf Nebhânî)
ÂLİM:
Bilen, ilim sâhibi.
1. Her şeyi bilen mânâsına Allahü teâlânın sıfatlarından biri.
Allahü teâlâ gizliyi de âşikar olanı da âlimdir. (Haşr sûresi: 22)
2. Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve yüzbinlerce hadîs-i
şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen
ilminde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş
ve yetiştirebilen müctehid.
Âlimler peygamberlerin vârisleridir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Ümmetimin âlimlerine hürmet ediniz. Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-ül-Hakâik)
Âlimin yüzüne bakmak İbâdettir. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâik)
Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)
Âlimleri hafife alanların âhireti, ümerâyı (devlet başkanlarını) hafife alanların dünyâsı,
dostlarını hafife alanların mürüvveti (insanlığı) yıkılır. (Abdullah bin Mübârek)
3. Bir ilim dalında yetişmiş mütehassıs kimse (uzman).
Allahü teâlâ birine iyilik vermek isterse onu fıkıh âlimi yapar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Fıkıh âlimleri kıymetlidir. Onlarla berâber bulunmak ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)
Âlimin kıymetini ancak âlim anlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
4. Öğreten, öğretici.
Ya âlim, ya talebe, yâhut bunları dinleyici ol. Bu üçten olmazsan helâk olursun.
(Hadîs-i şerîf-Ahmed ibni Hanbel)
Âlimin bir nazarı bulunmaz hazînedir
Bir sohbeti yıllarca bitmez kütüphânedir.
(Seâdet-i Ebediyye)
ALİYY (El-Aliyy):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yüce olan. Mahlûkâtın
(yaratılmışların) akıl, ilim (bilgi) ve anlayışlarının erişemediği yücelikte olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
"O(Allah) Aliyy'dir. Hakîm (her işinde hikmet sâhibi) dir. (Şûrâ sûresi: 51)
El-Aliyy ism-i şerîfini söyleyen, işlerinde muvaffak olup ilerler. (Yûsuf Nebhânî)
ALLAH (Celle Celâlühü):
Esmâ-i hüsnâdan. Varlığı muhakkak lâzım olan, îmân ve ibâdet edilecek hakîkî mâbûd.
Her şeyi yoktan var eden yüce yaratıcı.
Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep vardır ve
hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda da yokluk olamaz. Çünkü onun varlığı
lâzımdır. (Teftezânî)
Allahü teâlâ madde değildir. Cisim değildir (element değildir. Karışım, bileşik değildir).
Sayılı değildir. Ölçülmez. Hesab edilmez. O'nda değişiklik olmaz. Mekanlı değildir. Bir yerde
değildir. Zamanlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı-üstü, sağı-solu yoktur. İnsan
düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, O'nun hiçbir şeyini anlıyamaz. (Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî)
Bütün varlıkların her organının her hücresinin yaratıcısı, yoktan var edicisi yalnız Allahü
teâlâdır. O, akla hayâle gelenlerin hepsinden uzaktır. Hiçbiri O değildir. Ancak Kur'ân-ı
kerîmde, bizzat kendisinin açıkladığı sıfatlarını, isimlerini ezberleyip, ulûhiyetini (ilâhlığını),
büyüklüğünü bunlarla tasdik ve ikrâr etmeli, söylemelidir. Akıllı ve büluğ çağına ermiş erkek
ve kadın her müslümanın, Allahü teâlânın Zâtî ve Subûtî sıfatlarını doğru olarak öğrenmesi
ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz, büyük günâhtır.
(Kemahlı Feyzullah Efendi)
Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası,
oğlu, kızı, eşi yoktur. Hıristiyanlar Allahü teâlâya baba demektedirler. Allahü teâlâya "baba",
"Allah baba" diyenin îmânı gider. Müslümanlıktan çıkar. (Kemahlı Feyzullah Efendi)
Allahü teâlâyı İslâmiyetin bildirdiği isimler ile anmak söylemek lâzımdır. Allah adı yerine
tanrı kelimesi kullanılamaz. Çünkü tanrı, ilâh, mâbûd demektir. (Başka dillerdeki Dieu, Gott
ve God kelimeleri de ilâh, mâbûd mânâsına kullanılabilir.) Allah adı yerine kullanılamaz.
(Seyyid Şerîf)
Cumâ günü namazdan önce abdestli, elbisesi temiz ve kalbinden dünyâ düşüncelerini
çıkarmış olarak iki yüz kerre "Yâ Allahü el-mahmûdü fî fiâlihi" derse, Allahü teâlâ onun
hastalığına şifâ verir. (Yûsuf Nebhânî)
Allah adın zikredelim evvelâ
Vâcib oldur cümle işte her kula
Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân (kolay) eder Allah ana
........
Bir kez Allah dise aşk ile lisân
Dökülür cümle günah misli hazan.
(Süleymân Çelebi)
Allah Râzı Olsun:
llahü teâlâ, senin ahlâkını, işlerini ıslâh edip, seni râzı olduğu (beğendiği) hâle getirsin,
mânâsında duâ. (Bkz. Radıyallahü anh)
ALLÂME:
İslâmiyetin yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen ilminde mütehassıs ve evliyâlık
derecelerinde yükselmiş, ayrıca lâzım olduğu kadar zamanın fen ve edebiyat ilimlerinde de
yetişmiş zât. Âlim kelimesinin mübâlağalı ismi fâilidir. (Bkz. Âlim)
Allâme Molla Fenârîler, Molla Hüsrevler, Hayâlîler, Gelenbevîler, İbn-i Kemâller,
Ebüssüûdlar, Birgivîler, İbn-i Âbidînler, Abdülganî Nablüsîler, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîler,
Abdülhakîm-i Arvâsîler, Mustafa Sabri Efendiler ve daha nice fıkıh ve kelâm âlimleri,
hattatlar, Mîmâr Sinanlar, Sokullular, Köprülüler hep Osmanlı Devletinde yetişmiş ve
yüzbinlerce ilim kitapları her vilâyetteki millî kütüphâneleri doldurmuştur. (Fâideli Bilgiler)
Allâme İmâm-ı Birgivî buyuruyor ki:
Zevk ve safâ sürmek için çok yaşamağı istemek Tûl-i emel (uzun emel) olur. İbâdet
yapmak için çok yaşamayı istemek tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde
yapmazlar, sonra tövbe ederim diyerek tövbeyi terk ederler, kalbleri katı olur, ölümü
hatırlamazlar, va'z ve nasîhat kendilerine fayda vermez. Dünyâlık toplamaya çok hırslı
olurlar, âhireti unuturlar.
Kibirli olmak, Allahü teâlâyı unutmanın alâmetidir.
ALLÂM-UL-GUYÛB:
Gâibleri (görünmeyen ve bilinmeyen gizli şeyleri) çok iyi bilen mânâsına, Allahü teâlânın
isimlerinden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Münâfıklar bilmezler mi ki, Allahü teâlâ, şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de,
fısıltılarını da biliyor ve muhakkak ki Allahü teâlâ Allâm-ul-guyûb'dur. (Tevbe sûresi: 78)
A'MÂL-İ ŞER'İYYE:
İslâm dîninde yapılması emredilen ibâdetler ve işler. (Bkz. Amel)
AMDEN:
Kasten, bilerek, bile bile yapmak.
Hadîs imâmları söz birliği ile bildiriyorlar ki: Bir namazı vaktinde amden kılmayanın,
namaz vakti geçerken, namaz kılmadığı için üzülmeyenin îmânı gider veya ölürken îmânsız
gider. Ya namazı hâtırına bile getirmeyenlerin, namazı vazîfe tanımayanların hâli nasıl olur?
(Muhammed Rebhâmî)
Bir kimse birine amden ok atıp başka birini de yaralasa ve her ikisi de ölse okun önce
vurduğu kimse için kısas olunur. Çünkü oku amden atmıştır. (Molla Hüsrev)
AMEL:
İş, ibâdet.
Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Allahü teâlâ sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, kalblerinize ve niyetlerinize bakar,
yâni iyi niyetle olan amellerinize kıymet verir. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-Sagîr)
Bildiği ile amel eden kimseye Allahü teâlâ bilmediğini öğretir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlânın affı ile Cehennemden kurtulursunuz. Rahmeti ile Cennete girersiniz.
Amellerinize göre mertebeniz ve dereceniz olur. (Avn bin Abdullah)
Amellerin en kıymetlisi, mü'minin kalbine sürûr (sevinç) vermektir (mü'mini
sevindirmektir). (Muhammed bin Sûka)
Amellerin kabûl olması ihlâsa, yâni bütün işleri yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine
kavuşmak için yapmağa bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Amel Defteri:
İnsanların dünyâda iken yaptığı bütün işlerinin yazıldığı ve Arasât meydanında herkese
verilecek olan defter.
Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra herbirinin büyüklüğü, gözün görebileceği
uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu defterlerde o kimsenin iyilik ve
kötülükleri yazılıdır... (Hadîs-i şerîf-Eş-Şerîa)
İnsanlar kıyâmet günü bir yerde toplanırlar. Onların üzerine siyâh bir bulut gelir. O bulut,
insanlar üzerine amel defterlerini yağdırır. Mü'minin amelleri, sanki gül yaprağı üzerine
yazılmıştır. Kâfirlerin ise, sedir yaprağı üzerine yazılmış gibidir. (İmâm-ı Gazâlî)
Amel-i Kalîl:
Namaz kılarken bir rükünde bir uzuvla yapılan ve namazdan sayılmayan bir veya iki
hareket.
Namazda amel-i kalîl mekrûhtur. Zararlı haşerâtı namazda iken amel-i kalîl ile öldürmek
câiz, ısırmayanı tutmak ve öldürmek mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
Amel-i Kesîr:
Namaz kılarken, bir rükünde namazdan sayılmayan ve bir uzuvla ardı ardına yapılan üç
veya iki elin bir hareketi.
Amel-i kesîr namazı bozar. (Alâüddîn Haskefî)
İmâm, amel-i kesîr olacak kadar tegannî ederse, yâni sesi boğazında tekrarlayıp, türlü
sesler çıkarırsa, yâhut üç harften fazla ilâve ederse namazı bozulur. (İbn-i Âbidîn)
Amel-i Sâlih:
İyi amel, yararlı iş. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iş, ibâdet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Erkek ve kadından her kim mü'min (îmânlı) olarak amel-i sâlih işlerse, işte onlar
Cennet'e girerler, orada hesâbsız olarak, rızıklandırılırlar. (Mü'min sûresi: 40)
Bir kimse, zulm yâni günah işleyip, sonra tövbe eder amel-i sâlih işlerse, Allahü teâlâ
tövbesini elbette kabûl eder. (Mâide sûresi: 39)
Rabbine kavuşmak isteyen bir kimse, amel-i sâlih, işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak
koşmasın. (Kehf sûresi: 110)
Amel-i sâlih, İslâm'ın beş rüknü, direğidir. İslâm'ın bu beş temelini, bir kimse hakkı ile
kusûrsuz yaparsa, Cehennem'den kurtulması kuvvetle umulur. Çünkü bunlar aslında sâlih
işler olup, insanı günahlardan ve çirkin şeyleri yapmaktan korur. Nitekim, Kur'ân-ı kerîmde
Ankebût sûresi kırk beşinci âyetinde meâlen; "Kusursuz kılınan bir namaz, insanı kötü,
çirkin işleri işlemekten korur" buyruldu. (İmâm-ı Rabbânî).
İnsan kabre konulduğunda dünyâda iken yaptığı amel-i sâlihleri güzel sûrette, güzel
kokulu ve güzel elbiseli olarak yanına gelir. "Beni bilmez misin?" der. O da der ki: "Sen
kimsin ki, Allahü teâlâ seni benim şu garîb olduğum zamanda bana ihsân eyledi." O da der ki:
"Ben senin sâlih amelinim (işlerinim). Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra Münker ve Nekîr
melekleri gelirler ve sana süâl ederler. Onlardan korkma!" der. (İmâm-ı Gazâlî)
Amelde Mezheb:
Mutlak müctehid denilen derin âlimin, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ ve Eshâb-ı
kirâma âit nakilleri esas alarak, iş ve ibâdetle ilgili hükmü açıkça bildirilmeyen husûslarda
çıkardığı hükümlerin hepsi. (Bkz. Müctehid)
Amelde mezheblerin hak olanı dörttür. Bunlar: Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî
mezhebleridir. Bu dört mezheb, îtikat (inanç) bakımından birbirlerinden ayrı değildir. Hepsi
Ehl-i sünnet olup, îmânları, inanışları, birdir. Yalnız amel bakımından bâzı ufak şeylerde
ayrılmışlardır. Böyle ayrılmaları Allahü teâlânın rahmeti olup, müslümanlar için kolaylıktır.
(Ahmed Cevdet Paşa ve Şehristânî)
ÂMENTÜ:
İslâm dîninde inanılması lâzım olan altı temel esas.
Âmentü ve mânâsı: Âmentü billahi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî vel yevmilâhiri
ve bil kaderi hayrihî ve şerrihî minellahi teâlâ vel-ba'sü ba'delmevti hakkun eşhedü enlâ ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlühü (Allahü teâlâya, meleklerine,
kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaderin, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna îmân
ettim. Öldükten sonra dirilmek haktır. Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed
aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna şehâdet ederim).
Âmentü'de bildirilen altı şeyin mânâlarını bilip, beğenip, kabûl eden kimseye mü'min
denir. (Kemahlı Feyzullah Efendi)
Müslüman olmayan bir kimse, kelîme-i tevhîdi söyleyip mânâsına kısaca inanınca, o anda
müslüman olur. Fakat her müslüman gibi, bunun da imkân bulunca Âmentü'nün esaslarını
ezberlemesi ve mânâsını iyice öğrenmesi lâzımdır. (Damâd)
Bir çocuk küçük iken anasının babasının dînine tâbi olarak müslümandır. Bâliğ olunca
anasının babasının dînine tâbi olması devâm etmez. İslâmiyet'i bilmiyerek bâliğ olunca,
mürted olur, müslümanlıktan çıkar. Bu sebeble âkıl-bâliğ olmadan önce çocuğa kelime-i
tevhîdi Âmentü'yü ve bunların mânâlarını öğretmelidir. Çocuk bunlara ve İslâmiyet'e uymak
lâzım olduğuna inanmalıdır. (İbn-i Âbidîn)
ÂMÎ:
İlmi olmayan kimse. Mukallid. Çoğulu avâm'dır. (Bkz. Avâm)
ÂMİL:
İş yapan.
1. İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından sakınan.
Allahü teâlâ sizden ilmi almak için, ilmiyle âmil olan âlimleri kaldırır, câhiller kalır.
(Bunlar) dinden suâl edenlere, kendi akılları ile cevâp verip insanları doğru yoldan
ayırırlar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Kıyâmet gününde, Resûller minberler üzerindedirler. Her bir Resûlün minberi kendi
mertebesi miktârıncadır. Ulemâ-i âmilîn, yâni Ehl-i sünnet îtikâdında olan ve bildikleri ile
amel eden âlimler dahi nûrdan kürsîler üzerinde olurlar. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Herhangi bir bölgenin zekât, harac, öşr ve ganîmetlerinin tahsîli (toplanması) için,
halîfe, sultan, melik veya emir tarafından vazîfelendirilen ve yerine göre dînin emirlerini
öğreten me'mur.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Sadakalar (zekâtlar), Allahü teâlâdan bir farz olarak, ancak fakirlere, miskinlere,
âmillere kalbleri müslümanlığa ısındırılmak istenilenlere, (efendisinden kendisini satın
alıp, borcunu ödeyince âzâd olacak) kölelere, borçlulara, cihâd ve hac yolunda olup,
muhtaç kalanlara, (kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında mal
kalmamış ve çok alacağı varsa da alamayıp muhtaç düşen) yolda kalmışlara mahsûstur.
(Tevbe sûresi: 60)
Halka zulmeden âmiller Cennet'e giremez. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Emvâl)
Hazret-i Ömer, bir gün cemâate şöyle hitâb etti: "Ey mü'minler! Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, âmilleri sâdece zekâtlarınızı toplamaları için göndermiyorum. Onları size; dîninizi
öğretmeleri, rehberlik etmeleri için gönderiyorum. Allahü teâlâ şâhid, kime bunun hâricinde
muâmele yapılırsa bana haber versin. Onun hakkını alıp, gerekeni yaparım. Nefsim yed-i
kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bir âmil halktan birisini dövse, ondan
dövdüğü kimsenin hakkını alırım..." (Ebû Ubeyd bin Sellâm)
ÂMİN:
Kabûl et mânâsına, duâ sonunda söylenen söz.
Her kim namazdan sonra imâm ile duâ edip, âmin derse, âmin kelimesinin harfleri
dörttür, her harfine bin melek nâzil olur (iner). Bunlar tâ kıyâmet gününe kadar bu kimse
için duâ ederler. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Allah'ım! Bize, yeterli rızık, bedenimize sıhhat, ölümden önce tövbe etmek, ölürken
rahatlık, ölümden sonra mağfiret (bağışlanmak) ve ateşten kurtuluş, Cennet'e girmek, dünyâ
ve âhirette âfiyet nasîb eyle! Âmin. (Kitâb-üs-Salât)
Bir kimse elindeki kat'î (kesin) haram olan maldan sadaka verse ve sevâb umsa, alan fakir
de haram olduğunu bilerek verene Allah râzı olsun dese, veren veya başka bir kimse âmin
dese hepsi küfre girer. (Ahî Yûsuf Çelebi)
Cemâatle namaz kılarken imâm (Veled-dâllîn) deyince, imâm ve cemâatin ve yalnız
kılanın, kendisi Fâtiha-i şerîfeyi bitirdikte, yavaşça (âmîn) demeleri sünnetdir. (Halebîy-i
Sagîr)
AN'ANE:
Âdet, örf. (Bkz. Örf ve Âdet)
ANÂSIR-IERBE'A:
Dört temel unsur. Maddelerin asıllarını teşkil ettiği kabûl edilen dört unsur; toprak, su,
hava, ateş.
Allahü teâlâ mahlûkları, anâsır-ı erbe'adan yarattı. (Abdullah bin Abbâs)
İnsan bedeni, anâsır-ı erbe'adan meydana gelmiştir. Onların herbirinin kendilerine has bir
özelliği olup, insanların tabiatı ve mizâcı üzerinde tesirleri vardır. Meselâ ateş; isyân ve kibre;
toprak, alçaklık ve tevâzuya; havâ, arzu ve isteğe yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)
AND:
Allahü teâlânın ismini anarak söz verme, ahd. (Bkz. Yemîn)
ANGLİKANİZM:
İngiltere kralı Sekizinci Henry'nin kurduğu hıristiyanlık mezhebi.
Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği Îsevîlik zamanla bozuldu. Hazret-i Îsâ'nın telkîn ettiği
insanlık, merhamet, şefkat esasları tamâmen unutuldu. Bunun yerine; taassub, kin, nefret,
düşmanlık ve zulüm hâkim oldu. Engizisyon mahkemeleri kurularak yüz binlerce insan
haksız yere işkence ile öldürüldü. Nihâyet bu gidişe hıristiyanlar içinden isyân edenler çıktı.
Luther ismindeki papas gibi İngiltere kralı Sekizinci Henry de papaya isyân ederek, Katolik
kilisesiyle alâkasını kesip, protestanlık esâsına ugun anglikan kilisesini kurdu.
BöyleceAnglikanizm mezhebi meydana geldi ve İngiltere'nin resmî dîni oldu. Protestanlık
mezhebinin temel inanışlarına bağlı olan Anglikanizm kilisesi, ilk zamanlar bilhassa
katolikleri sindirmek için sert tedbirlere başvurduysa da son zamanlarda katolikler ve
ortodokslarla diyalog kurulması fikrini benimsedi. (Herkese Lâzım Olan Îmân)
ANKEBÛT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi dokuzuncu sûresi.
Ankebût sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Altmış dokuz âyet-i kerîmedir.
Sûrede; putlara ve diğer güçsüz varlıklara tapanların hâlleri, onların dünyâlık elde etmek için
kurdukları tuzak ve gayretleri, ankebût denilen örümceklerin pek zayıf olan ağına
benzetildiğinden, Ankebût kelimesi, bu sûreye isim olmuştur. Sûrede, mü'minlerin
(inananların) Allah yolunda bâzı sıkıntılara uğrayacaklarına, bunun, kendileri için dünyâ ve
âhirete âit fâidelere vesîle olacağına işâret olunmakta, bâzı peygamberlerin kıssaları kısaca
anlatılarak, onların Allah yolundaki fedâkarlıkları ve netîcede muvaffak oldukları gözler
önüne konulmakta, Kur'ân-ı kerîmin büyük bir mûcize olduğu ve insanlık için fazîlet vesîlesi
olduğu beyân edilmekte, İslâmiyet'e cephe alanların acı sonları bildirilmekte, müslümanların,
âhirette ebedî nîmetlere kavuşacakları müjdelenmekte, Allah yolunda çalışanların
emeklerinin boşa gitmeyeceği, büyük mükâfatlara nâil olacakları ve daha başka hususlar
bildirilmektedir.
Ankebût sûresindeki bâzı âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim) Namazı vaktinde şartlarını yerine getirerek kıl. Çünkü namaz insanı, aklın
ve dînin beğenmediği ve yasaklanan her şeyden men eder, alıkor. (Âyet-45)
Müşrikler, ne olur rabbinden (Muhammed'e (aleyhisselâm) nübüvvetine delâlet eden Îsâ
aleyhisselâmın sofrası, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi) mu'cizeler indirilmiş olsaydı dediler.
(Ey Habîbim!) Sen onlara de ki, mu'cizeler, Allahü teâlânın kudreti ve irâdesi ile olur. (Ne
zaman ve nasıl isterse öyle yaratır.Bunları yapmak benim elimde değildir.) Doğrusu ben
ancak O'nun azâbını size tebliğ edici, haber vericiyim. Kur'ân gibi bir kitâbı sana indirmiş
olmamız, onlara (mu'cize olarak) yetmez mi?Bunda, inanan kavm için, rahmet ve nasîhat
vardır. (Âyet: 50-51)
Her canlı, ölümün tadını tadacaktır. (Âyet: 57)
AR:
Utanma. (Bkz. Hayâ)
ARAB:
Güzel. Nûh aleyhisselâmın Sâm adlı oğlunun soyundan gelenler.
Allah katında en kıymetliniz, takvâsı çok olanınızdır. Arabın Arab olmayana bir
üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmak)
iledir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Arablar beyaz, buğday benizli olur. Bilhassa Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve
sellem) sülâlesi beyaz ve çok güzeldi. Resûlullah'ın babası Abdullah'ın güzelliği Mısır'a kadar
şöhret bulmuştu ve alnındaki nûrdan dolayı, iki yüze yakın kız evlenmek için Mekke'ye
gelmişti. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
ARABÎ AYLAR:
Hicrî senenin on iki ayı (Bkz. Kamerî Aylar). Hicrî takvimde kullanılan Arabî ayların
adları sırasıyla şunlardır: 1. Muharrem, 2. Safer, 3. Rebî'ul-evvel, 4. Rebî'ul-âhir, 5.
Cemâzil-evvel, 6. Cemâzil-âhir, 7. Receb, 8. Şa'bân, 9. Ramazan, 10. Şevvâl, 11. Zilka'de, 12.
Zilhicce.
ARABÎ SENE:
Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den Medîne'ye hicret ettiği mîlâdî
622 senesinden başlayan kamerî veya şemsî sene. (Bkz. Hicrî Kamerî Sene, Hicrî Şemsî Sene)
A'RÂF:
Cennet ile Cehennem arasında yer alan ve birinin te'sirinin diğerine geçmesine mâni olan
sûrun (engelin) yüksek kısımları.
A'râf Eshâbı (Ehli):
A'râf denilen yerde bulunanlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
A'râf üzerinde bir takım kimseler vardır ki, onlar Cennet ehlini (mü'minleri) yüzlerinin
beyazlığı ile, Cehennem ehlini, yüzlerinin siyahlığı ile tanırlar. Henüz Cennete
girmemişler fakat oraya girmeyi şiddetle arzu ederler. Cennet ehline selâmün aleyküm diye
seslenirler. Gözleri Cehennemliklere çevrildiği zaman; "Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler
(kâfirler) ile berâber (Cehennem'e) koyma" derler. A'râf eshâbı (ehli), yüzlerinin
(karalığından) tanıdıkları kâfirlerin ileri gelenlerine; "(Dünyâda iken malca ve evlatça ve
yardımcılar bakımından) çokluğunuz (hak söze yâhut halka karşı yaptığınız) kibriniz
(büyüklenmeniz) size fayda vermedi" (diye) seslenirler. (A'râf sûresi: 46-48)
A'râf ehlinin kimler olduğu hakkında değişik rivâyetler vardır. Bunlardan birisi şöyledir:
A'râf ehli, sevâbları ile günâhları eşit olup, iyilikleri Cehennem'e girmelerine mâni olan, fakat
Cennet'e girmelerine de yetmeyen mü'minlerdir. Sonra Allahü teâlânın ihsânı ile Cennet'e
girerler. Cennet'e en son girecek olanlar bunlardır. (Senâullah Dehlevî)
A'râf Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yedinci sûresi.
A'râf sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). 206 âyet-i kerîmedir. 46'dan 50'ye
kadar olan âyet-i kerîmelerde A'râf'da bulunanlardan bahsedildiği için, sûre A'râf adını
almıştır. Sûrede, îtikâda ve diğer dînî hükümlere âit bir çok esas bildirilmekte, bâzı
peygamberlerin kıssaları, ümmetlerinin halleri geniş olarak anlatılmaktadır. (Fahreddîn-i
Râzî).
A'râf sûresinde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır
olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurla yerden
meyveler çıkarırız. Ölüleri de mezârlarından böyle çıkaracağız. Umulur ki, düşünüp ibret
alırsınız. (Âyet: 57)
Rabbinizden size indirilen (Kur'ân-ı kerîm)e uyun. O'ndan başkasını (insan ve cinden
sizi doğru yoldan saptıracak kimseleri) dost edinmeyin. (Arâf: 3)
ARAFÂT:
Mekke-i mükerreme şehrinin yirmi beş kilometre güneydoğusunda bulunan ve haccın
farzlarından biri olan vakfenin yapıldığı mübârek yerin adı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur. Arafât'tan
(döndüğünüzde) Meş'ar-i Haram'ın yanında (tehlîl ve telbiye ile) Allah'ı zikredin, anın. O,
size nasıl hidâyet ettiyse, siz de O'nu öylece anın... (Bekara sûresi: 198)
Arefe günü Allahü teâlâ Arafât'ta vakfe yapanlardan râzı olur. Sonra onlarla
meleklere karşı iftihâr ederek; "Bunlar ne isterler ki işlerini bırakıp burada toplandılar"
der. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Haccın farzlarından biri de arefe günü Arafât'ın (Vâdî-yi Ürene) denilen yerinden başka
her hangi bir yerinde, öğle ve ikindi namazlarından sonra bir miktar vakfeye durmaktır. Arefe
günü veya gecesi Arafât'ta bulunmayan veya Arafât'tan geçmeyen hacı olmaz. (İbn-i
Âbidîn-Mevkûfât)
Sevgili Peygamberimiz vefâtına yakın meşhur vedâ hutbesini Arafat'ta okudu. Âdem
aleyhisselâm ile Havva vâlidemiz Cennet'ten ayrılıp yeryüzüne indirilince Arafat'ta
buluştular. Bir rivâyete göre buraya bu yüzden buluşup, tanışmak mânâsına Arafat denmiştir.
(Zerkânî)
Arafât dağıdır bizim dağımız,
Orada kabûl olur duâlarımız.
Medîne'de yatar Peygamberimiz,
Yâ Muhammed cânım arzular seni.
(Yûnus Emre)
ARASÂT MEYDANI:
Öldükten sonra insanların ve diğer canlıların diriltilip toplanacakları meydan. Buraya
mevkıf ve mahşer de denir. (Bkz. Mahşer)
Kıyâmet günü eshâbımdan herbiri, kabirlerinden kalkarken, vefât ettiği memleketin
bütün mü'minlerinin önlerine düşerek ve onları nûr ve ışık saçarak Arasât meydanına
götürür. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Kıyâmette herkes Arasât meydanında elli mevkıfte (yerde) durdurulur. Her mevkıfte bin
sene kalırlar. (Kadızâde Ahmed Efendi)
Arasât meydanında meşakkat (zorluk) ve sıkıntıda olanlar, kâfirler ile fâsıklardır
(günahkârlardır). Onların hâlleri çok korkunç olup, güneş başlarına bir mil kadar yakın gelir.
Herkes günâhı kadar terler. Kimi dizine, kimi boğazına, kimi tepesine kadar ter içine
gömülürler. (İmâm-ı Birgivî)
Üzüntü ve pişmânlık ve kendine yanmaktan,
Bir hasrettir yükselir, Arasât meydanından,
Anne, gözünün nûru evlâdını tanımaz,
Kardeş, ciğer pâresi kardeşini aramaz.
(Mevlânâ Muhammed Rebhâmî)
A'RÂZ:
Varlıkta kalabilmesi için başka bir şeye muhtâc olan hâssalar (özellikler), sıfatlar. Araz'ın
çokluk şeklidir.
Her mahlûk (yaratık), ya cevher (varlıkta kalabilmesi için başka bir şeye muhtâc olmayan)
dir, yâhut a'râzdır. Madde, cisim, meselâ elma, altın birer cevherdir. Bunların rengi, kokusu,
şekli ise a'râzdır. Renk cisim ile vardır, onun üzerinde görünür, cisim olmazsa, renk olmaz.
(Seyyid Şerîf Cürcânî)
ARÂZİ-İHARÂCİYYE:
Harac vergisine tâbi olan topraklar. Müslüman olmayanlardan sulh ile alınıp harac vergisi
karşılığında mülkiyeti eski sâhiplerine bırakılan veya harbde zorla alınıp müslüman olmayan
sâhiplerinin elinde bırakılan, yâhut zımmînin (müslüman olmayan vatandaşın) müslüman
hükümdârın izni ile işlediği ölü topraklar.
Arâzi-i harâciyyenin sâhibi müslümana dahî vakf etse ve satsa böyle toprakların
mahsûlünden (ürününden) yine harac alınır. (İbn-i Âbidîn)
ARÂZİ-İ MÎRİYYE:
Mîrî yâni devlete âit topraklar. Harp ile alınarak, gâziler arasında taksim edilmeyip,
beytülmâle (devlet hazînesine) bırakılan veya uşr yâhut harac toprağı iken sâhibi ölüp, hiç
mîrasçısı bulunmayan topraklar. Arâzi-i Memleket, Arâzi-i Emîriyye de denir.
Memleketimizde arâzi-i mirîyyenin çoğu devlet tarafından vakıf edildiğinden veyâ millete
satıldığından, her iki şekilde de, Anadolu ve Trakya'daki toprakların hemen hepsi milletin
mülkü olup, uşurlu olmuştur. Herkesin tarlası, bahçesi, kendi mülküdür. Bu sebeble mahsûlün
uşrunu vermeleri farzdır. (Seâdet-i Ebediyye)
Arâzi-i mîriyye sultânın tesbit edeceği bedel ile satılır veya kirâya verilir. Bedel ve ücret,
harac vergisi sayılır. Yâhud her sene mahsûlün yüzdesi alınmak üzere tapu ile müslüman ve
müslüman olmayan vatandaşlara kirâya verilir. Osmanlılar zamânında kirâlar, hizmetlerine
karşılık askere ve subaylara verilirdi. (Ebüssüûd Efendi)
ARÂZİ-İ UŞRİYYE:
Mahsûlünden (ürününden) uşur denilen zekatın alındığı topraklar. Müslüman devletlerde
harb ile alınıp gâzîlere (askerlere) taksim edilen veya isteyerek İslâm'ı kabûl edenlerin
ellerinde bırakılan yâhut devlet reisinin (başkanının) izni ile müslümanlar tarafından işlenip
faydalanılır hâle getirilen mevât (ölü, faydalanılmayan) topraklar.
Arâzi-i uşriyyeden elde edilen mahsûlün (ürünün) uşrunu yâni onda birini vermek farzdır.
Hayvan gücü ile veya dolap, motor ile sulanan yerdeki mahsûl elde edilince yirmide bir
verilir. (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse arâzi-i uşriyyesini kirâya verirse, mahsûlün uşrunu İmâm-ı a'zam'a göre mal
sâhibi verir. Kirâ ücreti yüksek olan yerlerde, böyle fetvâ(hüküm) verilir. İmâmeyne (İmâm-ı
Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'e) göre, kirâcı verir. Kirâ az olan yerlerde ise, böyle fetvâ
verilir. (İbn-i Âbidîn)
AREFE GÜNÜ:
Zilhicce ayının dokuzuncu günü, kurban bayramından bir önceki gün.
Arefe gününe hürmet ediniz!Çünkü Arefe, Allahü teâlânın kıymet verdiği bir gündür.
(Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Arefe günü oruç tutanların, iki senelik günâhları affolur. Biri geçmiş senenin, diğeri
gelecek senenin günâhıdır. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Arefe günü bin İhlâs okuyanın her duâsı kabûl ve bütün günâhları affolur. Hepsini
besmele ile okumalıdır. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Kurban bayramının birinci günü ve arefe günü, hesapla, takvimle anlaşılan gün veya
bundan bir gün sonra olur. Bundan bir gün önce olmaz. (İbn-i Âbidîn)
ÂRİF:
Bilen, tanıyan, ilim ve irfân sâhibi.
1. Allahü teâlânın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini kalbinden çıkarmış,
tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât. Ârif-i billah da denir.
Her şeyin kaynağı vardır. Takvânın (Allahü teâlâdan korkarak haramlardan, günâhlardan
sakınmanın) kaynağı âriflerin kalbleridir. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâik)
Ârif olan kimsenin alâmeti; susması, tefekkürü (Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünmesi),
gördüklerinden ibret (ders) alması ve Allahü teâlânın râzı olduğu (beğendiği) şeyleri
istemesidir. (Süleymân bin Cezâ))
Resûlullah efendimizin sünnetini terk edeni ve O'ndan gelen edebleri gözetmekte
gevşeklik göstereni ârif zannetme. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Ârif boş yere konuşmaz. Devamlı Allahü teâlânın rızâsını kazanmayı düşünür. (Bâyezîd-i
Bistâmî)
Âriflerin kalbleri Hak teâlânın azâmet ve kibriyâsına (büyüklük ve ululuğuna) hayrandır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Ârif kendini herkesten aşağı bilir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Mütehassıs olduğu ilmi, zorlanmadan tatbik eden, kullanabilen kimse.
Âlim ile ârif arasında fark vardır. Meselâ Arabî nahv ilminin, dil bilgisinin küllî
kâidelerini bilen, bu ilmin âlimidir. Fakat bu bilgiyi yerinde zorlanmadan kullanabilen ise
âriftir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
ÂRİYET:
Bir malın menfeatini, istifâdesini bedelsiz olarak temlik etmek, vermek.
Belli bir yerde ve zamanda, istifâde etme şekli sınırlı olarak âriyet vermek câizdir.
(İbrâhim Halebî)
Âriyet olarak alınan hayvanın yiyeceği kullanana (âriyet alana) âittir. (Ali HaydarEfendi)
Şartsız olarak âriyet verilen eve, dükkâna, tarlaya; alan (kimse) dilediğini koyabilir. Âriyet
alan, bunu vedîa olarak yâni güvenilen kimseye saklaması için verebilir. Âriyeti alan kirâya
ve rehine veremez. Sâhibi isteyince ve sözleşmedeki müddeti bitince, âriyet alınan şeyin geri
verilmesi lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
ARŞ:
Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlık. Yedi kat göklerin ve kürsînin üstünde olup, halk
(madde) âleminin sonu, emr (maddesizlik) âleminin başlangıcı. Arşullah, Arş-ı mecîd ve
Arş-ı a'lâ da denir.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Bundan evvel ise) Arş'ı su üzerinde idi.
(Hûd sûresi: 7)
Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve göklerden önce yaratıldığını gösteriyor. Demek ki,
Arş, yerin yapısında olmadığı gibi, göklerin yapısına da benzemez. Yere ve göke benzer tarafı
yoktur. Ancak Arş, yerden ziyâde göklere benzer. Bunun için göklerden sayılmaktadır.
(Ahmed Fârûkî)
Yedi sınıf kimseyi Allahü teâlâ hiç bir gölge bulunmayan günde, Arş'ın gölgesinde
gölgelendirir: (Bu kimseler) Adâletli devlet başkanı, gençliğini ibâdetle geçiren, kalbi
mescidlere bağlı olan, Allah rızâsı için birbirini sevip bir araya gelen ve bu sevgi ile
ayrılan, güzel bir kadın kendini çağırdığı zaman; "Ben Allah'tan korkarım!" diyen, sağ
elinin verdiği sadakayı, sol eli bilmeyecek şekilde gizli veren ve yalnız iken Allahü teâlâyı
zikredince (anınca), Allah korkusundan ağlayan. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Arş-ı a'lâ, Allahü teâlânın şaşılacak mahlûklarından (yarattıklarından) biridir ve
mahlûkların en şereflisidir. Her şeyden daha sâf ve nûrludur. (İmâm-ı Rabbânî)
Namazın kıblesi Kâbe olduğu gibi, duânın kıblesi de, Arş'tır. Bunun için duâda eller
kaldırılıp, avuç içleri semâya doğru açılır. (İmâm-ı Gazâlî)
ARTIK:
Bir kaptan veya alanı yirmi beş metre kareden az olan küçük havuzdan bir canlı
yiyip-içtikten sonra geriye kalan su.
Mü'minin artığı şifâdır. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Domuzun, köpeğin ve yırtıcı hayvanların ve henüz fâre yiyen kedinin artıkları, etleri ve
sütleri kaba necâsettir. Bunları yemek içmek haramdır. İlâç olarak da kullanılmaz. Henüz
şarap ve alkollü içki içmiş insanın da artığı böyledir. Eşek ve katır artığı temizdir. Fakat
temizleyici olup olmadığı yâni bu artık su ile gusül ve namaz abdesti alınıp alınmıyacağı,
necâseti (pisliği) temizleyip temizlemiyeceği şüphelidir. Yaban eşeğini yemek câizdir ve
artığı temizdir. (İbn-i Âbidîn)
Eti yenen hayvanların ağzına necs (pislik) sürülmedikçe artıkları temizdir. Denizde ve
karada yaşayan, akıcı kanı olmayan hayvanlar da böyledir, artıkları temizdir. (Abdullah
Mûsulî)
ARZ-TALEB:
Üreticinin piyasaya belli fiyatla mal sürmesi ve tüketicinin de piyasadan mal çekmesi
hâdisesi.
İslâmiyet'te bey' ve şirâ (satış ve alış), arz ve taleb esâsına göre yürür. (M.Sıddık bin Saîd)
Bir malın arz ve talebi, belli bir piyasa fiyâtında dengeye gelir. Bu fiyatın altındaki
fiyatlarda talep fazlası, üstündeki fiyatlarda arz fazlası meydana gelir. Talep fazlası
durumunda arz yeterli olmayacak, tükeciler istediği malı temin etmek için daha yüksek
fiyatlarla aynı miktârda malı satın almaya hazır olacaklardır. Arz fazlası olunca bu durumda
üreticiler ellerindeki stokları önlemek için daha düşük fiyatlarda aynı miktar malı satmayı
kabul edecekler, böylece fiyatlar düşecektir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Bir ekonomide tek bir malın arz ve talebinin yanısıra, toplam arz ve talepten de söz
edilebilir. Toplam arz ve talep dengesi, belirli bir fiyatlar genel seviyesinde sağlanır. Toplam
arz fazlası işsizliğe, toplam talep fazlası ise enflasyona yol açar. Toplam arz talep dengesine,
iktisâdî istikrâr adı verilir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
ASÂ:
Baston.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz Mûsâ'ya dedik ki: Korkma! Sen onlara elbette gâlip geleceksin. Elindeki asânı yere
bırakıver. (Onların asâlarının iplerinin çokluğuna, bunların yılan şeklinde görünmelerine
aldırma ki) senin asân, onların yaptıklarının hepsini yutar. Zîrâ onların yaptıkları şeyler
(ip ve asâların yılan şeklinde görünmesi), sihirbazlık hîlesidir. Sâhir (sihir, büyü yapan)
nerede olsa felâh bulamaz. (Tâhâ sûresi: 68, 69)
Gök yüzünde Îsâ ile,
Tûr Dağı'nda Mûsâ ile,
Elindeki asâ ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
(Yûnus Emre)
ASABE:
Baba tarafından akrabâ, hısım. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisse (pay) takdîr edip
bildirdiği vârislerden (Eshâb-ı ferâizden) sonra gelen ve belli bir payı olmayıp artan malı
almaya hak kazanan, ölene erkek vâsıtasıyla bağlanan erkek akrabâ veya bâzı durumlarda
bunlar gibi vâris olan kadınlar.
Hak sâhiplerine paylarını veriniz. Arta kalan asabeye âittir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Kendileri Eshâb-ı ferâizden iken erkek kardeşleri ile berâber bulunduklarında asabe olan
kadınlar şunlardır: Kızlar, oğlun kızları, anababa bir kız kardeşler ve baba bir kız kardeşler.
Oğul en kuvvetli asabe olup, oğul bulunduğu zaman, diğer asabelerin hiç biri asabe olmaz.
(Mevkûfât)
ASÂLET:
1. Soy temizliği, köklülük.
Kibrin, yâni kendini büyük, üstün görmenin bir alâmeti de asâletle övünmektir. Babaları,
dedeleri ile övünmek, câhilliktir. (MuhammedHâdimî)
2. Güzel huy.
Mü'minin kerem ve iyiliği, dîni; şeref ve asâleti, güzel huyu; mürüvvet ve insanlığı ise
aklıdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)
Tedbîr gibi akıl, güzel huy gibi asâlet olamaz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
ÂSÂR:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden veya O'nun huzûrunda bulunmakla şereflenen
arkadaşlarından (Sahâbe) ve onları görmekle şereflenen müslümanlardan (Tâbiînden)
bildirilen haberler. (Bkz. Eser)
Âsâr-ı Şerîfe:
Peygamber efendimiz ve diğer din büyüklerine âit bâzı mübârek şahsî eşyâ ve hâtıralar.
(Bkz. Emânât-ı Mukaddese)
ASFİYÂ:
Sâflar, temizler; Allahü teâlânın evliyâ kulları. Tekili safiyy'dir.
ASHÂB:
Peygamber efendimizi sağlığında peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ ise (gözleri
görmüyorsa) bir ân konuşan büyük ve küçük müslümanlar. Tekili sâhib'dir. (Bkz. Eshâb,
Sahâbe)
ÂSÎ:
İsyân eden, emre karşı gelen, itâatsizlik eden.
1- Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, günâhkâr.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlânın ve Resûlünün (Muhammed aleyhisselâmın) emirlerine âsî olanlar,
beğenmeyenler, (asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyaçlara kâfi değildir diyenler)
kıyâmette Cehennem ateşinden kurtulamayacaklardır. Bunlara Cehennem'de, çok acı
azâb vardır. (Nisâ sûresi: 14)
Melekler emrolundukları şeyde Allahü teâlâya âsî olmazlar ve emr olundukları şeyi
yaparlar. (Tahrîm sûresi: 6)
Ana-babaya iyilik etmek; nâfile namaz, oruç ve hac ibâdetlerinden daha üstündür.
Ana-babasına hizmet edenlerin ömrü bereketli ve uzun olur. Ana-babasına karşı gelip,
onlara âsî olanların ömürleri bereketsiz ve kısa olur. Ana-babasına âsî olan mel'ûndur.
(Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Îmânsız gitmenin sebepleri kırk kadar olup, bunlardan birisi de anaya babaya âsî olmak,
yâni İslâmiyet'e uygun olan emirlerini dinlememektir. (Kutbuddîn İznikî)
Âsî mü'min tövbe etmezse veya şefâate kavuşmazsa yâhut Allahü teâlâ affetmezse,
Cehennem'e girip yanar ise de îmânı olduğu için Cehennem'de sonsuz kalmaz. (Reyhâvî)
2. Hükûmete, devlete baş kaldıran. Bâgî.
Müslümanlar devlete âsî olmaz. Fitneye, isyâna karışmaz. Kânunlara karşı gelmez.
(Abdülganî Nablüsî)
ASL:
1. Kök, temel, esas.
Nefsin hastalıklarını tedâvî eden şeylerin aslı beştir. 1) Az yemek, mideyi fazla
doldurmamak, 2)Başa gelen işlerden Allahü teâlâya sığınmak, 3) Fitne yerlerinden kaçmak,
4) Devamlı istiğfar ve Resûlullah efendimize salât ve selâm okumak, 5) Allahü teâlânın
emirlerini yerine getirmeye, rızâsını kazanmaya çağıran kimse ile berâber olmak. (Ahmed
Zerrûk)
2-Soy, neseb.
Zevil-erhâm adı verilen vârisler beş sınıf olup, ikinci sınıf meyyitin aslıdır. Bunlar fâsid
cedler (dedeler) ve fâsid ceddeler (büyük anneler) ve bunların anaları ve babalarıdır. Meyyitin
anasının babası ve bunun babası veya anası fâsid ced ve ceddelerdir. (Muhammed Secâvendî)
ASR (Asır):
1. Zaman, devir, yüz yıllık zaman.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Zamanların en hayırlısı benim asrımdır. Ondan sonra kıymetli olan, benim asrımdan
sonra gelen asırdır. Daha sonra kıymetlisi, onlardan sonra gelen asrın müslümanlarıdır.
Bunlardan sonra, yalancılık yayılır. Şâhid olmaları istenmediği hâlde, yalancı şâhidlik
yapılır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Benden sonra her asırda bir âlim çıkar, dînimi kuvvetlendirir. (Hadîs-i şerîf-Ebû
Dâvûd)
2. İkindi vakti.
Asr-ı Evvel:
İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'e) göre ikindi vaktinin başlama
zamânı.
Asr-ı Sânî:
İmâm-ı a'zam'a göre ikindi namazının başlama zamânı.
İslâm memleketlerinde ikindi ezânları, asr-ı evvele göre okunmaktadır. İkindi namazı,
asr-ı sânîde yâni bu ezândan kışın 36, yazın ise 72 dakîka sonra kılınırsa, İmâm-ı a'zâm'a
uyulmuş olur. (İbn-i Nüceym)
Asr-ı Seâdet:
Mutluluk devri. Peygamber efendimizin yaşadığı mübârek, bereketli ve hayırlı devir.
Zamân-ı seâdet ve vakt-i seâdet de denir.
Asr-ı seâdet, zamanların en iyisidir.Sevgili Peygamberimiz; "Asırların en iyisi benim
asrımdır." buyurmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûl-i ekrem efendimizin eshâbı (arkadaşları) buyurdu ki: "Sizin gözünüzde kıl kadar
önem vermediğiniz öyle işleriniz var ki, asr-ı seâdette biz bunları büyük günâhlardan
sayardık." (İmâm-ı Gazâlî)
En mes'ûd en kazançlı kimse, dinsizliğin çoğaldığı zamanda unutulmuş sünnetlerden
birini meydana çıkaran ve yayılmış bid'atleri yok eden kimsedir. şimdi öyle bir zamandayız
ki, insanların en iyisinden yâni Peygamberimizin asr-ı seâdetinden uzaklaştıkça, sünnetler
örtülmekte, yalanlar çoğaldığı için bid'atler yayılmaktadır. Bir kahraman lâzımdır ki, sünnete
yardım edip, bid'atı durdursun. Bid'atı yaymak, İslâm dînini yıkmaktır. Bid'at çıkarana ve
işleyenlere hürmet etmek, onları büyük bilmek, İslâmiyet'in yok olmasına sebep olur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Asr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yüz üçüncü sûresi.
Asr sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Üç âyettir. Sûrede insanların zararda
oldukları, bu kötü durumdan kimlerin kurtulacakları haber veriliyor. (Taberî, İbn-i Abbâs)
Asr sûresinde meâlen buyruldu ki:
Asra yemin olsun ki, muhakkak insan (ömrünü yalnız geçici dünyâ isteklerine kavuşmak
için harcadığından) büyük bir (zarar ve) ziyândadır. Ancak îmân edenlerle, sâlih (iyi işler)
amel yapanlar, birbirlerine hakkı, (inanılması ve yapılması lâzım olan şeyleri ve ibâdetleri
yapmak, günâhlardan sakınmak husûsunda) sabrı tavsiye edenler böyle değil (onlar zararda
ve ziyânda değildirler). (Âyet: 1-3)
Kim Asr sûresini okursa, Allahü teâlâ onun günahlarını affeder. Hakkı ve sabrı tavsiye
edenlerden olur. (Hadîs-i şerîf-Envâr-ut-Tenzîl ve Esrâr-üt-Te'vîl)
Kur'ân-ı kerîmde başka hiç bir sûre nâzil olmasaydı, inmeseydi şu pek kısa olan Asr sûresi
bile, insanların dünyâ ve âhiret seâdetlerini te'mine yeterdi. Bu sûre, Kur'ân-ı kerîmin bütün
ilimlerini içine alır. (İmâm-ı Şâfiî)
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE:
Peygamber efendimiz tarafından Cennet'e girecekleri dünyâda iken müjdelenen on sahâbî.
Ebû Bekr Cennet'tedir. Ömer Cennet'tedir. Osman Cennet'tedir. Ali Cennet'tedir.
Talhâ Cennet'tedir. Zübeyr Cennet'tedir. Abdurrahmân ibni Avf Cennet'tedir. Sa'd ibni
Ebî Vakkâs Cennet'tedir. Saîd ibni Zeyd Cennet'tedir. Ebû Ubeyde ibni Cerrah
Cennet'tedir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin en üstünleri, O'na îmân ederek, mübârek yüzünü
görmekle şereflenen Eshâb-ı kirâmdır. Bu Eshâbın da en üstünü Hudeybiye'de Resûlullah
efendimize bî'at edip söz verenlerdir. Bunların da en üstünü Bedr muhârebesinde
bulunanlardır. Bunların da en üstünü ilk müslüman olan kırk kişidir. Bunların da üstünü
Aşere-i mübeşşeredir. (Teftâzânî)
ÂŞİR:
İslâm devletlerinde, şehir dışında durarak; müslüman tüccârdan o anda yanında bulunan
ticâret malının zekâtını, müslüman olmayanlardan ise, gümrük denilen vergiyi toplayan
me'mur.
Hükûmetin âşirlerle müslüman tüccardan zekâtları toplaması, onların bu ibâdeti yerine
getirmelerine yardımcı olmak içindir. (İbn-i Hümâm)
İslâm devletlerinde yaşayan zımmî (gayr-i müslim vatandaş) ve harbî (İslâm
hükûmetinden izin alarak, müslüman memleketine giden pasaportlu gayr-i müslim) tüccârın,
mal ve can güvenliklerinin korunmasına karşılık her çeşit ticâret mallarından alınan vergiler
de âşirler tarafından toplanırdı. (İbn-i Âbidîn)
Amr bin Şuayb şöyle rivâyet etti: Müslüman olmayan Menbic halkı, hazret-i Ömer'e
mektûb yazarak; "Bize memleketine girmemize izin ver, ticâret yapalım. Biz kazanır size de
vergi veririz" dediler. Hazret-i Ömer, Eshâb-ı kirâmı (Peygamber efendimizin arkadaşlarını)
toplayıp, mes'eleyi istişâre etti, görüştü. Uygun görülünce, âşirler vâsıtasıyla uşr (gümrük
vergisi) denilen bir vergi almaya karar verdiler. Harbîlerden ilk gümrük vergisi, hazret-i Ömer
zamânında alındı. (İmâm-ı Ebû Yûsuf)
AŞK:
Şiddetli sevgi. Allahü teâlâyı ve O'nun sevdiklerini çok sevmek. Buna hakîkî aşk denir.
Hakîkî aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir; insanın kalbinde bir ateş olup, Allah
sevgisinden başka her şeyi yakar, yok eder. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi doğru ve
saftır. (İbrâhim Hakkı Erzurûmî)
Aşk-ı İlâhî:
Allahü teâlâyı çok sevme hâli.
Aşk-ı ilâhînin alâmeti, Allahü teâlânın emirlerine çok uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
AŞR (Aşır):
On. Bir cemâat içerisinde ve daha çok cemâatle kılınan namazlardan sonra Kur'ân-ı
kerîmden sesli olarak okunan on âyet veya bu mikdara yakın bir bölüm.
ÂŞÛRE GÜNÜ:
Hicrî senenin ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu günü.
Bir kimse Âşûre günü oruç tutsa, Allahü teâlâ ona bir şehîd sevâbı verir. Âşûre günü
oruçlu olan için, yedi gök ehlinin sevâbını yazar. Âşûre günü, bir mü'mine iftâr verene,
ümmet-i Muhammed'in hepsine iftâr ettirmiş gibi sevâb yazılır. Âşûre günü bir yetimin
başını okşıyana, Allahü teâlâ o yetimin başındaki kıllar kadar Cennet'te derece verir.
(Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Muharrem ayı, İslâm dîninde kıymetli olduğu bildirilen dört aydan biridir. Aşûre gecesi bu
ayın en kıymetli gecesidir. Nûh aleyhisselâm tûfânda gemisinde aşûre tatlısı pişirdiği için
müslümanların, Muharrem'in onuncu günü aşûre pişirmesi ibâdet olmaz. Bugün aşûre
pişirmeyi ibâdet sanmak günâhtır. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
ATÂ:
İhsân, lütuf, bağış. Buna atiyye de denir. (Bkz. Atiyye)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Biz (dünyâyı isteyenlerin de, âhireti isteyenlerin de) her birine, kısmet ettiğimiz rızkı
veririz. Bu, Rabbinin atâsındandır. (İsrâ sûresi: 20)
ATEİST:
Dehrî, dinsiz.
Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak (ateist olmak)tır. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
Ateistler, Allahü teâlâya inanmazlar. "Her şey tabîat kânunları ile vâr oluyor. Bir yaratıcı
yoktur. Dehr yâni zaman ilerledikçe, her şey değişmektedir" derler. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Kitablarında din ile mücâdele eden ve "Dinleri yok etmek, materyalizmin, marksizmin
alfâbesidir" diyen Lenin, iktidârı ele geçirdikten sonra Rusya'da ateistler birliğini kurmuştur.
(Seâdet-i Ebediyye)
Kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizler üç kısımdır: 1) Ateistler. 2)
Herşeyi tabîat yapıyor diyen tabî'iyyeciler. 3) Yunan filozofları ve bu arada Sokrat ile talebesi
Eflâtun ve onun da talebesi Aristo'nun yolunda olanlar. (İmâm-ı Gazâlî)
ATEŞPEREST:
Ateşe tapan, mecûsî. Zerdüşt tarafından kurulan bâtıl dîne inanan.
Ateşperestler Cehennem'in Hutame denilen beşinci tabakasında yanacaklardır. Birini
görünce kendi elini veya onun elini öpmek ve eli göğse koymak ve eğilmek ve yere
kapanmak ateşperest âdetidir. (Muhammed Rebhâmî)
Horoz, tavuk ve vahşî hayvanları, meselâ geyiği kurban etmek haramdır. Ateşperestlere
benzemek olur. (İbn-i Âbidîn)
Nevrûz günü, ateşperestlerin bayramıdır. O gün, onların yaptıklarını yapan, bayram yapan
müslümanın îmânı gider de haberi olmaz. (Kerderî)
ATEŞPERESTLİK:
Mecûsîlik, ateşe tapma.
Ateşperestliğin (mecûsîliğin) kurucusu Zerdüşt, mîlâddan altı yüz sene önce Hindistan'da
doğdu. Brehmen din adamları tarafından kovuldu. Ateşperestliği Belh şehrinde yaydı. "İyilik
tanrısı (Îzed) veya (Ormüzd) ile kötülük karanlık tanrısı (Ehrimen) olmak üzere iki tanrı
vardır" dedi. (Zend) adlı kitabı ve (Avesta) denilen şerhi Avrupa'da basılmıştır. Ateşperestlik
İran Şâhı İsfendiyâr tarafından İran'da yayıldı. Hazret-i Ömer İran'ı fethedince acemler
müslüman oldu. Ateşperestlik Hindistan'da kaldı. (Şemseddîn Sâmî)
ATİYYE:
İhsan, lütuf, muhtaç olanlara yapılan bağış. (Bkz. Atâ)
Kim dilencilik kapısını açarsa, Allahü teâlâ dünyâda ve âhirette ona fakirlik kapısını
açar. Kim Allahü teâlânın rızâsını kasdederek atiyye kapısını açarsa, Cenâb-ı Hak ona
hem dünyâ, hem âhiret seâdeti ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Peygamberler, ümmetleri için Allahü teâlânın atiyyesidir. Fakat Resûl-i ekrem efendimiz
hediyyedir. Hediyye ile atiyye arasında fark vardır. Atiyye muhtaçlara, hediyye ise sevilenlere
verilir. (Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî)
AVÂM:
Amme'nin çoğulu, halk, topluluk.
1. Müctehid (âyet ve hadîslerden şer'î yâni dînî hükümler çıkaran İslâm âlimi) olmayan,
mukallid (yâni mezhebinin usûl ve kâidelerini anlayıp taklîd eden).
Müctehid olmayan âlime nâkil, yâni haber iletici denir. Müctehid olmayan müftîler
mukalliddir. Avâm, hadîs-i şerîflerden doğru mânâ çıkaramaz. Bunun için müctehidlerin
anladıklarına uymaları, yâni onları taklîd etmeleri lâzımdır. (Feth-ul-kadîr)
Dînî mes'elelerde, şöyle veya böyle yapılabilir şeklinde ruhsat (izin vermek) avâmın sözü
ile olamaz. Burada ancak müctehidler yetkilidir. (Reddül-Muhtâr)
2. Dînî ilimlerden haberi olmayan câhiller.
Avâm, fetvâ kitablarını anlıyamaz. Bunların, îmân ve ibâdet bilgilerini arayıp, sorup,
öğrenmeleri farzdır. Müctehid âlimlerin de, sözleri, vâzları ve yazıları ile önce îmân, sonra
dînin temeli olan beş ibâdeti öğretmeleri farzdır. (Muhammed Es'ad)
Sultanlar, milletin malını, zâlimler ve haydutlardan korudukları gibi; havâss yâni
müctehid âlimler de, avâmın îtikâdını (inancını) bid'atçilerin (sapıkların) şerrinden korurlar.
(İmâm-ı Gazâlî)
3. Olgunlaşmamış, irşâda (öğrenip, aydınlanmaya) muhtaç. Kulluk zevkini tatmamış;
nefs-i emmâresinin te'sirinden kurtulamamış olan. Tasavvufta; takvâ, ihlâs derecelerinin en
aşağısında bulunan kimseler.
Avâmın orucu, yemek içmek gibi şeylerden sakınmaktır. (İmâm-ı Gazâlî)
AVL:
İslâm mîrâs hukûkunda belirli hisse (pay) sâhiplerinin (Eshâb-ı ferâizin) mîrâstan
alacakları payların toplamının ortak paydadan fazla olma hâli.
Avlde, hisse sâhibi mîrâscıların hisseleri orantılı olarak eksilir. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Zevce, ana, iki kız kardeş ve anadan iki kız kardeş bulunduğu zaman, mîrâs on ikiye
taksim edilip, zevceye 3 hisse, anaya iki hisse, iki kız kardeşe sekiz hisse (her birine dörder
hisse), ana bir iki kız kardeşe dört hisse (her birine ikişer hisse) verilir ki, hisseler toplamı on
yedi oluyor. Şu hâlde problemin aslı on yediye (Avl) etti denir ve mîrâs on yediye taksim
edilir. (Mevkûfât)
AVRET:
1. İslâmiyet'te akıllı ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş) olan kimsenin namaz
kılarken açması veya her zaman başkasına göstermesi ve başkasının bakması haram (günâh)
olan yerleri.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Resûlüm (sallallahü aleyhi ve sellem)! Mü'min erkeklere söyle, harama bakmasınlar
ve avret yerlerini haramdan korusunlar. Îmânı olan kadınlara da söyle, harama
bakmasınlar ve avret yerlerini haram işlemekten korusunlar. (Nûr sûresi: 30)
Avret yerinizi açmayınız (yâni yalnız iken de açmayınız). Çünkü yanınızdan hiç
ayrılmayan kimseler (melekler) vardır. Onlardan utanınız ve onlara saygılı olunuz.
(Hadîs-i şerîf Eşi'at-ül-Lemeât)
Hanefî mezhebinde erkeklerin avret yeri göbek altından diz altına kadardır. Diz avrettir.
Kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının altı
avrettir. Ancak, kadınların elleri örtecek kadar uzun kollu namazlık veya geniş baş örtüsü ile
elleri örtülü olarak kılmaları daha iyi olur. (İbn-i Âbidîn)
Konuşmaya başlamamış olan küçük çocukların avret yerleri yalnız sev'eteyn'i yâni önü ile
arkasıdır. Erkek çocukların on yaşına kadar, kızların ise gösterişli oluncaya kadar galîz (kaba)
avretlerine (göğüs, koltuk, böğür, uyluk, diz ve sırtlarına), bundan sonra bütün avretlerine
bakmak câiz değildir, günâhtır. (İbn-i Hümâm)
Hamamda çok oturma. Hamamda göbeğin ile dizlerinin arasını açma. Erkeklerin ve
kadınların, hamamda da avret yerlerini açmaları haramdır, günâhtır. Açan da, bakan da
mel'ûndur. (Süleymân bin
Cezâ)
2. Kadın, hanım.
Bir erkek, avretini döğerse, ben onun dâvâcısı olurum. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
ÂYÂT-I HIRZ:
Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına)
kavuşmaya vesîle (sebeb) olan âyet-i kerîmeler.
Bir köylü, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına geldi. Kardeşinin ağır hasta
olduğunu söyledi. "Hastalığı nedir?" buyurdukta, cin çarpması dedi. "Kardeşini buraya
getir" buyurdu. Resûl-i ekrem bâzı âyetleri okuyup, hastaya üfledi. Hemen iyi olup kalktı. Bu
âyet-i kerîmeler şunlardır:Fâtiha, Bekara sûresi başından dört âyet, (Ve ilâhiküm)'den
başlayarak (Ya'kılûn'e) kadar, iki defâ 163 ve 164. âyetleri, Âyet-el kürsî (Hâlidûn'e) kadar,
Bekara sûresi sonundaki (Lillahi)'den başlayan üç âyet, Âl-i İmrân sûresinin (şehidallahü) ile
başlayan on sekizinci âyeti, A'râf sûresinin (İnne Rabbeküm) ile başlayan elli dördüncü âyeti,
Mü'minûn sûresinin (Fe-teâlellahü) ile başlayan yüz on altıncı âyeti, Cin sûresinin (Ve
ennehû teâlâ) ile başlayan üçüncü âyeti, Sâffât sûresinin başından on âyet, Haşr sûresinin
sonunda (Hüvallâhü) ile başlayan üç âyet, İhlâs ve Mu'avvizeteyn sûreleridir. Abdest alıp,
yedi istigfâr ve on bir salevât okuyup hastanın sıhhatine niyyet ederek,güneş doğduktan ve
ikindi namazından sonra günde iki defâ âyet-i hırzı okuyup hasta üzerine üflemeli, şifâ
buluncaya kadar (kırk gün kadar) devâm etmelidir. (Abdülazîz Dehlevî)
AYB:
Kusur ve utanılacak şey.
Her kim bir müslüman kardeşinin ayblarını, kusurlarını, kimsenin görmesini ve
işitmesini istemediği şeylerini örterse, Allahü teâlâ da kıyâmet gününde onun ayblarını
örter. Her kim müslüman kardeşinin meydana çıkmasını istemediği bir şeyini ortaya
çıkarır ve dile verirse, Allahü teâlâ da onun ayblarını, kimsenin bilmesini istemediği
hallerini meydana çıkarır ve bu sûretle kendi evi içinde de olsa onu rezil eder. Müslüman
kardeşinin ayblarını örten, bir ölüyü diriltmiş gibidir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
İnsanların ayblarını görme. İnsanların ayblarını gören onların hedefi olur. (Câfer-i Sâdık)
Kendisinde gördüğün bir aybdan dolayı, müslüman kardeşini kötüleme. Olur ki, aynı
hataya sen de düşersin ve ondan da kötü olursun. (Ebû Câfer bin Sinân)
Bir kimse satın aldığı bir malda ayb bulsa, tam fiyatı ile almakta veya red etmekte
muhayyerdir, serbesttir (alış verişten vaz geçebilir). (İbn-i Âbidîn)
ÂYET:
Alâmet, işâret, mûcize, ibret.
1- Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri.
Çoğulu âyâttır.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Biz sana apaçık âyetler (helâl ile haramı, doğru ile yanlışı açıklayan) indirdik. Onları
fâsıklardan (kâfirlerden) başkası inkâr etmez." (Bekara sûresi: 99)
Kur'ân-ı kerîmde 114 sûre, 6236 âyet vardır. Âyetlerin sayısının 6236'dan az veya daha
çok olduğu bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, bir kaç küçük âyet sayılmasından
veya bir kaç kısa âyetin bir büyük âyet yâhut sûrelerin evvelindeki besmelelerin bir veya ayrı
ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir. (Ebülleys Semerkandî)
Âyet-i kerîmeler kısa ve tam tercüme edilemez. Müfessirler âyet-i kerîmeleri tercüme
değil, uzun tefsîr ederek açıklamaya çalışmışlardır. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
Âyet-i kerîme yazılı herhangi bir kâğıdın âyet kısmına abdestsiz dokunmamalı, o kâğıdı
belden aşağı koymamalıdır. (Hâdimî)
Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini, sübhâne rabbinâ şeklinde değiştirmeden okumak
lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde
insanlara yarar şeyleri, denizde akıtıp taşıyan o gemilerde, Allah'ın semâdan indirdiği
suyla ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde, deprenen her hayvanı orada üretip
yaymasında, gökle yer arasında (Allahü teâlânın emrine) boyun eğmiş olan rüzgârları ve
bulutları evirip çevirmesinde aklı ile düşünen bir kavm (topluluk) için nice âyetler vardır.
(Bekara sûresi: 164)
3. Mûcize.
(Hakîkati) bilmeyenler (veya bilip de bilmez gözükenler); "Ne olur, Allah bizimle (senin
hak peygamber olduğuna dâir) konuşsa, yâhut (bu hususta) bize bir âyet gelse" dediler.
Onlardan evvelkiler de, tıpkı onların söyledikleri gibi söylemiş(ler)di. Kalbleri birbirine ne
kadar da benzemiş. Bu hakîkatleri iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık
göstermişizdir. (Bekara sûresi: 118)
Âyet-el Kürsî:
Kur'ân-ı kerîmde Bekara sûresinin, fazîletiyle bilinen 255. âyet-i kerîmesi.
Kur'ân-ı kerîmdeki âyetlerin en üstünü Bekara sûresinde bulunan Âyet-el-kürsî'dir.
Bu âyet, bir evde okunduğu zaman, şeytan muhakkak oradan uzaklaşır. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî)
Farz namazlardan sonra Âyet-el-kürsî okuyan kimse ile Cennet arasında ölümden
başka mâni yoktur. (Hadîs-i şerîf-Rûh-ul-Beyân)
Evinden çıkarken Âyet-el-kürsî'yi oku. Zîrâ, her işinde muvaffak olur ve hayırlı işler
başarırsın. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Bir kimse,
evinden çıkarken Âyet-el-kürsî'yi okursa, Hak teâlâ, yetmiş meleğe emreder, o kimse evine
gelinceye kadar, ona duâ ile istigfâr ederler. (Allahü teâlâdan günâhının bağışlanmasını
isterler)" Evine gelince de okursan iki Âyet-el-kürsî arasındaki işlerin hayırlı olur ve
fakirliğin önlenir. (Süleymân bin Cezâ)
Namazlardan sonra hemen Âyet-el-kürsî okumak lâzım iken, önce selâten tüncinâyı ve
başka duâları okumak bid'attır, sapıklıktır. Bunları Âyet-el-kürsî'den ve tesbihlerden sonra
okumalıdır. (Ali Mahfûz)
Fâtiha, Âyet-el-kürsî, Kâfirûn, İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okumak hastaya şifâ
verir. (Muhammed Osman Dehlevî)
Âyet-i Muhkeme:
Muhkem âyet. Çoğulu âyât-ı muhkemât'tır.
1. Kur'ân-ı kerîm.
İlim üçtür: Âyet-i Muhkeme, Sünnet-i Kâime (Hadîs-i şerîf) ve Fârîdat-ı Âdile (Kitaba
ve sünnete uygun ilim, yâni icmâ ve kıyas). (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
2. Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olan âyet-i kerîmelere verilen ad. (Bkz. Muhkem)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Habîbim) sana kitâbı indiren O'dur. O'ndan bir kısmı âyât-ı muhkemâttır ki, bunlar
Ümmül-kitâbdır (Kur'ân-ı kerîmin aslıdır, temelidir. Hükümlerde bunlara dayanılır). (Âl-i
İmrân sûresi: 7)
ÂYİSE:
Âdet yâni hayz görmekten ümidini kesmiş yaşlı kadın.
Kadın elli beş yaşlarında âyise olur. Hâmile (gebe) ve âyise kadınlardan ve dokuz
yaşından küçük kızlardan gelen kanlar, hayz (âdet) kanı olmaz. Hastalık sebebiyle gelen bu
kan istihâza yâni özür kanıdır. (İmâm-ı Birgivî)
AYN:
Birşeyin kendisi.
1. Boşlukta yer kaplayan ve ağırlığı olan yâni tartılabilen her şey, madde, cisim.
Dünyâ ayn ve araz (özellikler) dan meydana gelmiştir. Meselâ kalem, silgi birer ayndır.
Bunların rengi, kokusu ise, arazdır. (Seyyid Şerîf Cürcânî, Teftezânî)
2. Alış-verişte, belli, meydanda, mevcut ve hâzır olan veya hâzır olmayıp da bulunduğu
yeri, cinsi, miktârı belli edilen mal.
Alış-verişte söz kesilirken, ayn olan malın kendisini vermek lâzımdır. Benzeri hattâ daha
iyisi olması için müşteri (alıcı) zorlanamaz. Fakat müşteri rızâsı ile alırsa mukâyada satışı,
yâni belli bir malı, başka belli bir mal, ile değiştirmek olur. (İbn-i Âbidîn)
Altın ve gümüşten başka mallar, söz kesilirken tâyin etmekle (belirlemekle) ayn olurlar.
Deyn olan (tâyin edilmeyen) mal altın ve gümüş, sözleşmede ayrılmadan önce kabz
olunmakla (eline almak ve cebine koymakla) ayn olurlar. (İbn-i Âbidîn)
3. İnsanın zekât için ayırdığı ve yanında hazır bulunan malı.
Ayn olan malın zekâtını ayn olarak vermek lâzımdır. Ayn olan malın kırkta biri ayrılıp
verilir. (İbn-i Âbidîn)
Deyn olan (başkasında bulunan) malın zekâtı, ayn olarak verilir. Yâni, başkasında bulunan
malının zekâtını, hazır olan malından vermek lâzımdır. Hâzır malı yoksa başkasındaki
malından zekât miktârını isteyip, teslim alıp, sonra bu fakire verilir. (İbn-i Âbidîn)
Ayn olan malın zekâtını deyn olarak vermek câiz değildir. Yâni hâzır olan malın zekâtı
olarak fakirdeki alacağını bu fakire bağışlamak câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Ayn Harfi:
Kur'ân-ı kerîmde Ömer-ül-Fârûk'un radıyallahü anh namaz kıldırırken, ayakta okumayı
bitirip, rükû'a eğildiği yeri gösteren işâret. Ayn harfi hep âyet-i kerîmelerin sonunda
bulunmaktadır.
Ayn-el-Yakîn:
1. Görerek bilme.
Ekvator gibi sıcak memleketlerde yaşayan kar görmemiş bir kimsenin kitabdan okuyarak
veya birisinden dinleyerek karın ne olduğunu öğrenmesi, ilm-ül-yakîn, karı görerek tanıması,
ayn-el-yakîn, karı eline ve ağzına alıp tadarak tanıması hakkü'l-yakîn olur. (Ahmed Mekkî
Efendi)
2. Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme)
mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse,
kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe
olmaz sanıyor. İlm-ül-yakîne saplanıp, ayn-ül-yakînden mahrum kalmışlardır. (İmam-ı
Rabbânî)
Ayn-ül-yakîn mertebesi ümmetin seçilmişlerine mahsûstur. (İmâm-ı Rabbânî)
AZÂB:
İşlenen günahlar sebebiyle âhirette çekilecek cezâ.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Nîmetlerimin kıymetlerini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım.
Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim. (İbrâhim
sûresi: 7)
Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmiyeceğine, ona gadab ve azâb edeceğine alâmet,
dünyâya ve âhirete faydası olmayan şeylerle meşgûl olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle
öldürmesidir... (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Yâ Rabbî! Bizi gadabınla öldürme, azâbınla helâk etme ve bundan önce bize âfiyet
ihsân eyle. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Lâ ilâhe illallah diyenler, dünyâyı dinden üstün tutmadıkça, Allahü teâlânın
gadabından, azâbından kurtulurlar. Dîni bırakıp, dünyâya sarılırlarsa, bu kelime-i tevhîdi
söyleyince, Allahü teâlâ onlara, yalan söylüyorsunuz! buyurur. (Hadîs-i şerîf-Kimyâ-i
Seâdet)
Nasîhatların başı şudur ki: İslâmiyet'in sâhibi olan Peygamber efendimize uymak lâzımdır.
Resûlullah'a uymayanlar, âhirette azâbdan kurtulamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmiyeceğine, ona gazâb ve azab edeceğine alâmet,
dünyâya ve âhirete fâidesi dokunmayan şeylerle meşgul olması, zamanlarını lüzumsuz
şeylerle öldürmesidir. Bir kimse, ömründen bir saati Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde
geçirirse, ne kadar çok pişman olsa yeridir. (İmâm-ı Gazâlî)
ÂZÂD:
Kurtulmuş, serbest.
İnsanoğlu, gönül verdiği şeyin kulu olur. Ârifler, Allahü teâlâdan başkasına kalblerini
bağlamadıklarından, O'ndan başkasının kulu olmaktan âzâd olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk'a tam
anlamıyla kul olan, O'ndan başkasına kul olmaktan âzâd olur. (İbn-i Arabî)
Âzâd Etmek:
Serbest bırakmak, hürriyetine kavuşturmak, kölelikten kurtarmak.
Kim kölesine bir tokat atsa yâhut onu döğse, onun keffâreti, köleyi âzâd etmesidir.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Bir kimse Ramazân-ı şerîf ayında bir oruçluya iftar verirse günahları affolur. Hak
teâlâ onu Cehennem azâbından âzâd eder. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb, Sahîh-i
Buhârî)
Köle âzâd etmek çok sevâbdır. İslâmiyet, öldürmeğe gelen düşmandan başka kimseyi köle
yapmaz. Bu köleleri âzâd edenleri de çok beğenir. İslâmiyet, köle yapmak dîni değil, köle
âzâd etmek dînidir. (İbn-i Âbidîn)
Âzâd Olmak:
Serbest olma, kurtulma.
Ârefe gecesi ibâdet edenler âzâd olur. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Ramazan ayı öyle bir aydır ki ilk günleri rahmet, ortası af ve mağfiret ve sonu
Cehennem'den âzâd olmaktır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
AZAMET:
1. Büyüklük, Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü.
Kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı
Cehennem'e atarım, hiç acımam. (Hadîs-i Kudsî-Ebû Dâvûd)
(Kıyâmet günü) Allahü teâlâ buyurur ki: "İzzetim, kibriyâm, azametim ve celâlim hakkı
için yemin ederim ki ben "Lâ ilâhe illallah" diyenleri (Cehennem'den) muhakkak
çıkaracağım. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Allahü teâlânın mahlûkâtı üzerinde ne kadar çok düşünürsen O'nun azamet ve kudretini o
nisbette iyi anlarsın. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Kibirlenmek, insanları küçük görmek.
Yalan söyleyen, hîlekârlık yapan, insanları aldatan, zulmeden, haksızlık yapan, din
kardeşlerine yardım etmeyen, azamet satan, yalnız kendi çıkarlarını düşünen bir kimse, ne
kadar ibâdet ederse etsin hakîki müslüman sayılmaz. (Hadimî)
ÂZER:
İbrâhim aleyhisselâmın amcası ve üvey babası.
İbrâhim aleyhisselâmın babasının ismi Târûh idi. Târûh mü'min idi. Âzer putperest idi.
Nemrûd taraftarı idi. Târûh ölünce, Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın annesini aldı. Böylece üvey
babası oldu. (Senâullah Dehlevî)
Târûh ile Âzer iki kardeş idi. Arablar amcaya da baba derlerdi. (Abdülhakîm Arvâsî)
AZÎM (El-Azîm):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğüne, beşer (insan)
aklının ve hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) düşüncesinin erişemediği, hakîkatini kimsenin
bilemediği zât. Allahü teâlânın büyüklüğü bildiğimiz gördüğümüz şeylerdeki büyüklük ve
küçüklük gibi değildir. Bu bizim bilgimizin dışındadır. (Bkz. Sübhâne Rabbiyel Azîm)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allah) Aliyy'dir. (Mahlukların, yaratılmışların akıl, ilim ve anlayışlarının erişemediği
yüceliktedir.) Azîm'dir. (Bekara sûresi: 255)
El-Azîm ismi şerîfini söyliyen, elem ve kederden kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
AZÎMET:
Kuvvetli irâde, istek, arzu. Haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınmakla
berâber, mümkün olduğu kadar ruhsatlardan yâni dinde izin verilen kolaylıklardan uzak
durup; evlâyı, en iyi olduğu bildirilenleri, nefse zor gelenleri yapmak; takvâ yolu.
İslâmiyet'te ibâdetler için iki yol vardır: Biri ruhsat yâni, İslâmiyet'in ibâdetlerde tanıdığı,
izin verdiği kolaylıklar, diğeri azîmettir. Azîmet ile amel etmek, ruhsat ile amel etmekten
daha kıymetlidir. Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi nefse en zor gelenidir"
buyrulmaktadır. (Harputlu İshâk Efendi)
Âlimler, sâlihler azîmet ve takvâ ile hareket ettiklerinden; bir haram işlememek için
helâlları, mubahları bile terk ederlerdi. Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh buyurdu ki: "Biz
bir harama düşmek korkusundan, yetmiş helâli terk ederdik." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Halkın incitmesine sabr etmelidir. Onlara güzel davranmalıdır, bu azîmet yoludur.
Onlardan kesilmek, uzak durmak ise, ruhsat yoludur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kuvvetli, hâli elverişli olanın, azîmet olanı yapması efdaldir, daha iyidir. Güç olan işi
yapmak nefse daha ağır gelir. Nefsi daha çok ezer, zayıflatır. İbâdetler de nefsi zayıflatmak,
kırmak için emrolunmuştur. Zayıf, hasta, sıkışık hâlde olan kimsenin azîmet olanı yapamadığı
için ibâdetlerini, işlerini terk etmemesi, ruhsat yolu ile yapması lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)
Azîmeti yapmaktan âciz olan özürlü kimsenin, ruhsat olanı, dinde izin verileni yapması
câiz olur. Böyle kimsenin ruhsat olanı yapması azîmetleri yapmış gibi çok sevâb olur.
(Abdülvehhâb Şa'rânî)
AZÎZ (El-Azîz):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her zaman izzet ve şeref
sâhibi. Gâlib, benzeri olmayan, büyük ve küçük her şeyin O'na şiddetle ihtiyâcı olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bilin ki, Allahü teâlâ Azîz'dir. Hakîm'dir (hikmet sâhibidir). (Bekara sûresi: 209)
Bir kimse kırk gün ve her gün de kırk kerre el-Azîz ismi şerîfini söylerse Allahü teâlâ ona
yardım eder ve onu üstün kılar. Mahlûkattan hiç birine muhtaç olmaz. (Yûsuf Nebhânî)
2- Kıymetli, şerefli, üstün.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
Ey Muhammed! De ki: Ey mülkün sâhibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin,
dilediğinden alırsın. Dilediğini azîz kılar, dilediğini alçaltırsın. Hayır (iyilik) yalnız senin
elindedir. Doğrusu Sen her şeye kâdirsin. (Âl-i İmrân sûresi: 26)
Biz zelîl bir kavim idik. Allahü teâlâ bizi İslâm ile azîz eyledi. İzzeti, Allahü teâlânın bizi
azîz ettiği şeyden (İslâmiyet'ten) başkasında ararsak, Allahü teâlâ bizi eskisinden zelîl eder
(alçaltır). (Hazret-i Ömer)
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirirseniz azîz, getirmezseniz rezîl olursunuz.
Allahü teâlânın azîz ettiği kimseyi kimse küçültemez. (Ali Rızâ)
Allahü teâlâ bir kimseyi azîz etmek isterse, ona günah işletmez, küçük günahlarını
saymaz, affeder. Onu Cennet'ine kor. Cemâl-i ilâhîsini görmesini nasib eder. (Abdülhakîm
Arvâsî)
Üç şey vardır ki müslümanları çok azîz eder: 1) Kendisine zulüm edeni affetmek, 2)
Kendisine bir şey vermeyene vermek, iyilikte bulunmak, 3) Kendisini aramayanları arayıp,
hallerini sormak. (Ca'fer-i Sâdık)
Dünyâda azîz, âhirette kurtulmak istiyen, diline sâhib olsun. (Ca'fer-i Sâdık)
AZÎZAN:
Azizler. Kelimenin sonundaki ân takısı Arabça'da ikilik, Farsça'da çokluk ifâde eder.
1. "İki azîz (velî)" mânâsına İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ali Râmitenî
hazretlerine verilen lakab.
Bir defâsında Ali Râmitenî hazretlerinin evinde iki-üç gün yiyecek bir şey bulunmadı.
Evdekiler ve misâfirler açlık sebebiyle çok üzüldüler. O sırada Ali Râmitenî hazretlerinin
talebelerinden yiyecek satan bir genç ikrâm olarak bir şeyler getirdi. Bu nâzik anda gelen
yiyeceklerden Ali Râmitenî hazretleri çok memnun oldu, yiyecekleri ev halkına ve
misâfirlerine ikrâm ettikten sonra o talebesini çağırdı ve; "Getirdiğin bu yiyecekler sıkıntılı
bir ânımızda imdâdımıza yetişti. Sen de bizden ne murâdın varsa iste. Çünkü hâcet kapısı şu
anda açıktır." buyurdu. Talebe de; "Efendim ilimde ve evliyâlıkta size benzemek istiyorum."
dedi. Ali Râmitenî hazretleri; "Ağır bir iş arzu ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın." buyurdu.
Genç ise; "Tek murâdım evliyâlıkta aynen size benzemektir." dedi. Bunun üzerine Ali
Râmitenî hazretleri ona teveccüh etti, kalbini mânevî bakışlariyle temizledi Genç, Allahü
teâlânın izniyle Ali Râmitenî hazretlerinin derecesine kavuştu. Bu hâle kırk gün dayandı,
sonra vefât etti. Ona bir anda kendi mânevî makamlarını verip kendisi gibi yaptığı için, iki
azîz mânâsında kendisine Azîzân ismi verildi. (Molla Câmi, Muhammed Hânî)
2. Büyükler, evliyâ.
Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa
Kalbindeki dünyâ düşüncesini senden almazsa
Onun ile sohbetten etmez isen teberrî (uzak durma)
Sana yardıma gelmez azîzândan hiçbiri.
AZM ETMEK:
Kalbde devamlı kalan ve yapmaya kesin kararlı olunan düşünce, kasd, niyet, karar verme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
İşlerinde Eshâbın ile meşveret et. Onlara danış. Bundan sonra bir işe azmettiğin
zaman, Allahü teâlâya tevekkül et, O'na güven. (Âl-i İmrân sûresi: 159)
Tövbe; haram işledikten sonra, pişmân olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha
yapmamaya azm etmektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnsan haram işlemeyi kalbinden geçirir, azm ederse, sonra da Allah'tan korkarak
yapmazsa, günâh yazılmaz. Haram işleyince bir günah yazılır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Tövbenin kabul edilmesi için dört şart lâzımdır: 1) Günahı için istiğfârda bulunmak, 2)
İşlediği günâhı terk etmek ve pişmân olmak, 3) Bu günâhı tekrar işlememeye azm etmek, 4)
Günâh işlemeye sevk eden şeylerden uzaklaşmak. (Ahmed Nâmık-ı Câmî)
AZRÂİL:
Dört büyük melekten biri. Rûhları almakla vazîfeli melek, melek'ül-mevt, ölüm meleği de
denir.
İbrâhim (aleyhisselâm) Azrâil'e (aleyhisselâm); "Günâhkârların canını aldığın şekilde
seni görmek isterim" deyince, melek; "Dayanamazsın" dedi. Olsun istiyorum, dedi.
Kendini o sûrette gösterdi. Siyah yüzlü, tüyleri diken diken, siyah elbiseler giymiş,
burnundan ve ağzından ateşler çıkıyordu. İbrâhim (aleyhisselâm) kendinden geçip, düştü.
Kendine gelince meleği kendi şeklinde gördü ve; "Ey can alıcı melek, bir günahkâr senin
bu şeklini gördükten sonra bir şey görmese ona yeter" dedi. (Hadîs-i şerîf-Kimyâ-ı Seâdet)
İyi amel işleyen, Allahü teâlâya itâat eden kullar Azrâil aleyhisselâmı en güzel bir şekilde
görürler. Onun güzel yüzüne bakmaktan başka râhatlık bilmezler. (İmâm-ı Gazâlî).
Canlıları öldüren, ölüleri dirilten, sağlamları hasta yapan, hastaları iyi eden yalnız Allahü
teâlâdır. Azrâil aleyhisselâm ölüm husûsunda bir sebebdir, vâsıtadır. (Muhammed Ma'sûm
Fârûkî)
Azrâil aleyhisselâmın gelip, canını zorla alacağı, ecel arslanının pençesini sana takacağı,
can verme acılarının başına geleceği, şeytanın îmânını çalmaya çalışacağı, dostlarının "vah
vah öldü, sizler sağ olun", diye evlâdına ta'ziye edecekleri vakti düşün! (Muhammed
Rebhâmî)
Azrâil başına geldiği zaman
Kırılır ayakla kol, yavaş yavaş
Mevlâm nasîb etsin din ile îmân
Akar gözlerimden yaş, yavaş yavaş.
Bir gün terâzî kurulur, dünyâ işleri sorulur
Helal lokma yimeyipte, cevap vermek ne müşkildir
Hasta olup yıkılınca, gözler göke dikilince
Azrâil aleyhisselâm gelince necât (kurtuluş) bulmak nemümkündür?
(M. Sıddîk bin Saîd)
AZZE VECELLE:
Allahü teâlânın ismi söyleyince, işitince ve yazınca "O, Azîz ve Celîldir (yücedir)"
mânâsına söylenilen ve yazılan saygı ifâdesi.
Allahü teâlânın ism-i şerîfini söyleyince, işitince, yazınca (Sübhânellah), (Tebârekallah),
(Celle-celâlüh), (Azze-ismüh), (Celle-kudretuh) veya (teâlâ) gibi ta'zîm (hürmet ve saygı)
ifâdelerinden birini söylemek, yazmak; birincisinde vâcib, lâzım, tekrârında ise müstehabdır,
iyidir. (Allah buyurdu ki...) veya (Allah teâlâ buyurdu ki...) dememeli, (Allahü teâlâ buyurdu
ki...) demelidir. Bunun gibi, yalnız (Kur'ân) dememeli, dâimâ (Kur'ân-ı kerîm) demelidir.
(Kerderî, Birgivî ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)