EBÂBÎL KUŞLARI:
Kâbe'yi yıkmaya gelen Yemen vâlisi Ebrehe'yi ve ordusunu Allahü teâlânın izni ve
emriyle perişân eden kuşlar (kırlangıçlar). (Bkz. Eshâb-ı Fil)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Üzerlerine Ebâbîl kuşlarını gönderdik. O kuşların her biri onların üzerine çamurdan
yapılmış ve ateşte pişirilmiş taş atarlardı. (Fil sûresi: 3-4)
Ebrehe Mekke'ye yaklaştığında, Allahü teâlâ Eshâb-ı fil (Ebrehe ve ordusunun) üzerine
denizden Ebâbîl kuşlarını gönderdi. Her bir kuşta, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak
üzere üç taş bulunuyordu. Nohut ve mercimek tânesi kadar olan bu taşlar kime isâbet etse,
helâk oluyordu. (İbn-i Hişâm)
EBCED HESÂBI:
Her harfi bir rakamı gösteren arabî harflerle yazılı sekiz kelimeden meydana gelen bir
hesab sistemi. Hâdiselerin zamânının tesbiti ve hatırda daha kolay kalması için rakamları harf
olan târih düşürme sanatı.
Ebced hesâbında, harflerin sayı olarak değerleri şöyle hesaplanır: Ebced (elif):1, be:2,
cim:3, dal:4, hevvez (he):5, vav:6, ze:7, huttî (ha):8, tı:9, ye:10, kelemen (kef):20, lam:30,
mim:40, nun:50, safes (sin):60, ayın:70, fe:80, sad:90, karaşet (kaf):100, re:200, şin:300,
te:400, şehaz (se):500, hı:600, zel:700, dazığ (dad):800, zı:900, gayın:1000. (Yeni Rehber
Ansiklopedisi)
Arabî bir ayın ilk günü ebced hesâbına göre de bulunabilir. On iki arabî ayın her harfine
mahsus rakamlar şu beytteki on iki kelimenin birinci harfleridir. Her büyük harf, ebced hesâbı
ile bir adedi gösterir:
Hilmi bu dünyâya hiç zahmet etme
Cemâl-i dünyâyı, vefâsız zen buldu cümle
(M. Sıddîk bin Saîd)
İslâm dîninde ebced hesâbından faydalanarak, hâdiselerin oluşu, câmi, çeşme ve türbenin
vs. yapılışının târihini düşürmek yasaklanmadı. Fakat hastanın adını, anasının adını ebced
hesâbı ile hesâb edip, sana şöyle muska lâzım deyip onu yazıp para almak haramdır. (Osmanlı
Târihi Ansiklopedisi)
Besmelede bulunan on dokuz harfin ebced hesâbı ile olan değerlerinin toplamı 786'dır.
Bâzı memleketlerde müslümanlar, kitaplarının mektuplarının başına, Besmele yerine ebced
hesâbı ile olan değerlerinin toplamını ve bundan başka bâzı şifâ âyetleri ve duâlar yerine de
ebced hesâbına göre rakamlar yazmaktadırlar. Bunların bu şekilde yazmalarını İslâm dîninin
temel kitapları uygun bulmamaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)
EBDÂL:
Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği
büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara
Ricâlü'l-Gayb da denir.
Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalbleri İbrâhim'in
(aleyhisselâm) kalbi gibidir. Allahü teâlâ onların sebebi ile kullarından belâları giderir.
Bunlara Ebdâl denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile erişmediler. İbn-i Mes'ûd
radıyallahü anh; "Yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye ulaştılar?" diye sorunca; "Cömertlikle ve
müslümanlara nasîhat etmekle eriştiler" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Ebdâllerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğu bildirilmiştir. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Ebdâllerin makâmını istiyen kimsenin hâlini düzeltmesi, nefsine uymaması lâzımdır.
(Behâeddîn-i Buhârî)
EBED:
Sonsuz, sonu olmayan. (Bkz. Ebedî)
EBEDÎ:
Sonsuz, sonu olmayan.
Önce müslüman olanlardan, muhâcirlerin ve ensârın önce gelenlerinden ve bunların
yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Ve bunlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü
teâlâ, bunlar için, cennetler hazırladı. Bu cennetlerin altından nehirler akmaktadır.
Bunlar Cennet'te ebedî olarak kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)
Allahü teâlâ kadîm olan (öncesi, başlangıcı olmayan) zâtı ile vardır. O sonsuz olarak var
idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. O ebedîdir. (Ahmed Fârûkî)
Cennet ve Cehennem vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan vâr etmiştir. Kıyâmette her
şey yok edilip tekrar yaratıldıktan sonra ebedî olarak varlıkta kalacaklar hiç yok
olmayacaklardır. Kıyâmet günü hesâbdan sonra bir çokları Cennet'e gönderilecek, bir çoğu da
Cehennem'e sokulacaktır. Cennet'in sevâbı, nîmetleri ve Cehennem'in azâbı ebedîdir. Bunlar,
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Cehennem'de ebedî olarak yanmak küfrün, îmânsızlığın karşılığıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Ebedî Mahrem:
Dinde kendileriyle evlenilmesi ölünceye kadar haram, yasak olan kimseler.
Erkek için; yedisi kan ile olan, nesebden (soydan) akrabâ, yedisi süt sebebiyle, dördü de
nikâh sebebi ile sonradan akrabâ olan toplam on sekiz kadın ebedî mahremdir. Bunlar: 1)
Anne, 2) Annesinin ve babasının annesi, 3) Kızı, kızının kızı, 4) Kız kardeşi, 5) Kız
kardeşinin kızı, 6) Erkek kardeşinin kızı, 7) Hala ve teyze, 8) Süt anne, 9) Süt annesinin ve
süt babalarının anneleri, 10) Süt kızı, 11) Süt kızkardeşi, 12) Süt kızkardeşinin kızı, 13) Süt
erkek kardeşinin kızı, 14) Süt hala ve teyze, 15) Kaynana, 16) Üvey kızı, 17) Üvey anne, 18)
Gelin. Kadın için de aynı özeliklerde on sekiz erkek ebedî mahremdir. Bunlar: 1) Baba, 2)
Babasının ve annesinin babası, 3) Oğlu, oğlunun oğlu, 4) Erkek kardeşi, 5) Erkek kardeşinin
oğlu. 6) Kızkardeşinin oğlu, 7) Amca ve dayı, 8) Süt baba, 9) Süt babasının ve süt annesinin
babaları, 10) Süt oğlu, 11) Süt erkek kardeşi, 12) Süt kız kardeşinin oğlu, 13) Süt erkek
kardeşinin oğlu, 14) Süt amca ve dayı, 15) Kayın baba, 16) Üvey oğlu, 17) Üvey baba, 18)
Dâmat. (Hacı Zihni Efendi-Dâmat)
Erkeklerin, ebedî mahrem olan on sekiz kadınla halvet etmeleri (tenhâ yerde yalnız
kalmaları) ve sefere meselâ hacca gitmeleri câizdir. (İbn-i Nüceym)
Bir erkeğin ebedî mahrem olan on sekiz kadından biri ile halvet etmesi (tenhâ yerde yalnız
kalması) câiz ise de, yalnız süt kardeş ile genç kaynana veya gelin ile fitne şüphesi olunca
mekrûh olur. (İbn-i Âbidîn)
EBLEH:
Aklı az, anlayışı kıt, ahmak.
Belâdet eblehliktir, aklı kullanmamaktır. Ahmaklık da denir. (Kınalızâde Ali)
Aklı olan kimse, cansız bir cismin hareket ettiğini görünce, bunu hareket ettiren bir
kuvvetin varlığını anlar. Hareket eden cismin cansız olması, hareket ettiren bir kuvvet
sâhibinin mevcûd (var) olduğunu, akıl sâhiblerine haber veriyor. Bütün sebebler, vâsıtalar,
Allahü teâlânın varlığını, kudretini îlân ediyor, bildiriyor. Fakat eblehler, cismin hareketini
görünce, kendiliğinden hareket ediyor sanarak, kuvvet sâhibini göremeyip, anlıyamıyor.
(İmâm-ı Rabbânî)
EBRÂR:
1) İyi kimseler. Îmânlarında sâdık (doğru), Allahü teâlânın yasak kıldığı şeylerden sakınıp,
emirlerine uyan, bozuk inanışlardan, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden uzak duranlar. Teklik
şekli berr'dir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Muhakkak ki ebrâr, nîmetleri devamlı olan Naîm Cenneti'ndedirler. (Mutaffifîn sûresi:
22)
Allahü teâlâ ebrâra, anne ve babalarına ve çocuklarına iyilik yapmaları sebebiyle bu
ismi verdi. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Asâkir)
2) Nefislerinin sevgisinden kurtulmamış olup, nefislerini azâbdan korumak ve nîmetlere
kavuşturmak için ibâdet eden; tasavvufta sona varmamış.
Ebrâr bana kavuşmayı çok istiyor. Ben de onları çok istiyorum. (Hadîs-i kudsî-Deylemî,
İhyâ)
Ebrâr, Allahü teâlâya nîmetlerine kavuşmak için ve azâbından korktukları için ibâdet
ederler. Bu iki dilekleri ise nefislerinin arzularıdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlânın zâtını
sevmek seâdetine kavuşmamışlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
EBTER:
Nesil ve hayırdan kesilmiş.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Habîbim) gerçekten biz sana Kevser'i verdik. O hâlde (buna şükür olarak) namaz kıl ve
kurban kes. Sana buğzeden, düşmanlık eden yok mu? İşte asıl ebter odur. (Sana gelince
Habîbim; senin temiz neslin, şân ve şerefin kıyâmete kadar devâm edecektir.) (Kevser sûresi:
1-3)
Resûlullah efendimizin Hadîcet-ül-Kübrâ'dan olan son erkek çocuğu vefât edince, Âs bin
Vâil'in; "Muhammed ebter oldu" demesi üzerine; Kevser sûresi gelerek, Allahü teâlâ Âs bin
Vâil kâfirine, cevâb verdi. (İbn-i Abbâs, Taberî, Kurtubî)
EBÛ HANÎFE:
Ehl-i Sünnetin reisi, Hanefî mezhebinin İmâmı. İmâm-ı A'zam. (Bkz. İmâm-ı A'zam Ebû
Hanîfe)
EBÛ TÜRÂB:
Peygamber efendimizin amcasının oğlu, dâmâdı, Cennet'le müjdelenen on kişinin ve dört
büyük halîfenin dördüncüsü, Allahü teâlânın arslanı hazret-i Ali'nin "Toprağın babası"
mânâsına gelen lakabı.
Peygamber efendimiz bir gün mescide girdiğinde, hazret-i Ali'yi uyumuş ve ridâsı
(paltosu) düştüğü için sırtına toprak bulaşmış gördüler. Mübârek elleriyle toprağı silip; "Kalk
yâ Ebâ Türâb (Toprağın babası)! Kalk yâ Ebâ Türâb!" diye iltifât buyurdular. (Hadîs-i
şerîf-Şevâhid-ün-Nübüvve)
Hazret-i Ali, kendisinin Ebû Türâb lakabıyla anılmasını ve çağırılmasını çok severdi.
(Zerkânî)
EBÜ'L-VAKT:
Tasavvufta kalb makâmından yukarı çıkıp, kalbin sâhibine varan, hallerden kurtulup,
halleri verene ulaşan. Bunlara Erbâb-üt-temkîn de denir.
Ebü'l-vaktin vakitleri değişmez. Halleri değişmez. Vakit onlara değil, onlar vakte
hâkimdirler. Onlar zamanla değil, zaman onlarla bereketlenmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
ECEL:
Belli vakit. Hayâtın sonu. Hayat sâhibinin, canlının ölümü için Allahü teâlânın takdir ve
tâyin ettiği vakit.
Allahü teâlâ insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdir etmiştir.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hadîs-i şerîfte; "İlâçların en iyisi, Kur'ân-ı kerîmdir" buyruldu. Hastaya okunursa
hastalığı hafifler. Eceli gelmemiş ise iyi olur. Eceli gelmiş ise, rûhunu teslim etmesi kolay
olur. (Senâullah Dehlevî)
Herkesin belli bir eceli vardır. Bu ecel hiç değişmez. Onun için hastalıkta sıkılmamalı,
telâşa düşmemelidir. Böyle derd ve belâlar gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi,
kurtarması için duâ etmelidir. (Ahmed Fârûkî)
Ecel geldi cihâna
Baş ağrısı bahâne.
(Atasözü)
Ecel-i Kazâ:
Kazây-ı muallak, kesin olmayıp sebebe bağlı kılınan ecel.
Bir kimseye takdir edilen belâ, kazây-ı muallak ise, yâni o kimsenin duâ etmesi de takdîr
edilmiş ise, duâ eder, kabûl olunca belâyı önler. Ecel-i kazâyı da iyilik etmek geciktirir. Ecel-i
kazâ meselâ; eğer iyi iş yapar, yâhut sadaka verir, haccederse, ömrü altmış sene, bunları
yapmazsa kırk sene diye takdir edilmesi gibidir. Birinin üç gün ömrü kalmış iken akrabâsını,
Allah rızâsı için ziyâret etmesi ile ömrü otuz sene uzar. Otuz yıl ömrü olan kimse de
akrabâsını terk ettiği için ömrü üç güne iner. Vakit tamam olunca eceli bir an gecikmez.
(İmâm-ı Gazâlî)
Ecel-i Müsemmâ:
Belli vakit, bilinen ecel, Allahü teâlânın bir kimse için ezelde takdir ve tâyin buyurduğu
(belirlediği) hiç bir şekilde değişmeyen ecel, hayâtın sonu.
Vebâ olan yerden kaçmayan ve ölmeyen kimse de, gâzîler, mücâhidler ve belâlara sabr
edenler gibidir. Herkesin bir ecel-i müsemmâsı vardır ki, azalmaz ve çoğalmaz. Kaçıp da
kurtulanlar ecel-i müsemmâları gelmediği için ölmemiştir. Yoksa kaçmak onları ölümden
kurtarmış değildir. Kaçmayıp, sabredip ölenler de ecelleri geldiği için ölmüşlerdir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Ecel-i müsemmâ değişmez. (İmâm-ı Gazâlî)
ECÎR:
Bir işi yapmak için kendi kuvvetini veya san'atını kirâya veren, çalışan kimse, işçi.
Ecîr-i Hâs:
Belli zamanda, belli işi yapmak için husûsî tutulan işçi.
Ecîr-i hâs olarak tutulan işçi iş yaparken elindeki mal kasıtsız helâk olursa
(kullanılmayacak hâle gelirse, kırılırsa v.s.) ödemesi lâzım olmaz. Ecîr-i hâs olarak tutulan
işçiye farklı ücret ile iki veya üç iş gösterilip, hangisini yaparsa onun ücretini vermek câizdir.
Dört iş göstermek olmaz. Sözleşilen zaman iyi bilinmezse de, ücret verilir. Ücret söylemedi
ise, tutulan kimse işçi veya san'at sâhibi olarak çalışan biri ise, o memleketteki ücret
üzerinden hakkı verilir. Eğer böyle biri değilse, yardıma gelmiş olacağından bir şey verilmez.
Çağırmadan gelene de ücret verilmez. (İbn-i Âbidîn)
Ecîr-i Müşterek:
Serbest işçi. Kirâlıyanından (işvereninden) başkasına çalışmaması şartı koşulmamış
hamal, terzi, saatçi gibi işçi.
Ecîr-i müşterek, ancak işini bitirince ücretini alır. Eşyâ, elinde emânet olup, helâk olursa
(kullanılmayacak hâle gelirse) ödemez. Fakat helâk olmasına ecîr-i müşterek kendi sebeb
olursa, kast bulunmasa dahi öder. Doktor, dişçi, eczâcı fen hâricinde, yanlış iş yapıp hasta
zarar görürse öderler. (İbn-i Âbidîn)
ECR (Ecir):
İyilik, mükâfât, ücret, karşılık. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği işleri yapanlara
verdiği sevâb.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizi imtihân etmek için verildi. Allahü teâlâ
iyiliklerinize karşılık, size çok büyük ecr verecektir. (Tegâbün sûresi: 15)
Allahü teâlâ, insanların yaptığı işleri iki kısma ayırdı. Bir kısmını beğendiğini, bunları
yapanlardan râzı olduğunu, her iş karşılığında, bunlara nîmetler, râhatlıklar, iyilikler
vereceğini vâd etti. İşte iyiliklerin ölçü birimi ecr ve sevâbdır. Dünyâda yapılan her iyiliğe
karşılık olarak, âhirette çeşitli miktârlarda nîmetler verilecektir. Nîmetlerin verileceği yere
Cennet denir. (Şehristânî, Nesefî)
Haramlara hiçbir zaman ecr verilmeyeceği gibi, özürsüz haram işleyen muhakkak günâha
girer. Haramlardan, Allahü teâlâdan korktuğu için sakınıp vaz geçen sevâb kazanır. (Nablüsî,
Muhammed bin Ebî Bekr)
Ecr-i Misil:
Âdil iki ehl-i vükûfun (bilir kişinin) takdîr ettikleri ücret.
Alacaklısına (borçlu olduğu kimseye), evini verip ücretsiz otur demek, fâsiddir (dînen
uygun değildir). Alacaklının ecr-i misil vermesi lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
Bir kadın, oğlunu evinde, tâmir etmek şartı ile oturtsa, senelerce oturup, tâmir etmeden
çıksa, anasına ecr-i misil ödemesi lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
EDÂ:
Yerine getirme, yapma. Namaz, oruç, hac, zekât gibi bir ibâdeti vaktinde yapmak.
Allahü teâlânın sana farz kıldıklarını edâ et, insanların en âbidi (ibâdet edeni) olursun.
Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakın, insanların en zâhidi, dünyâya rağbet
etmiyeni olursun. Allahü teâlânın verdiği rızka râzı ol, insanların en zengini olursun.
(Hadîs-i şerîf-Hadîka, Künûz-ül-Hakâyık)
Edâ niyyeti ile kılınan bir namaz, vakti girmeden kılınmış ise, nâfile olur. Vakti çıktıktan
sonra kılınmış ise, kazâ olur. "Bugünün öğle namazını edâ etmeye" diye niyet eden kimse,
vakit çıkmış ise, öğleyi kazâ etmiş olur. Öğle vakti çıktı sanarak, bugünkü öğleyi kazâ etme
niyeti ile kılınca, vakit çıkmadığı anlaşılınca, öğleyi edâ etmiş olur. (İbn-i Âbidîn)
Edâ Şartları:
Bir işin, ibâdetin sahîh ve mûteber olması için lâzım olan şartlar.
Cumâ namazının edâ şartları yedidir: 1) Namazı şehirde kılmak. 2) Hükûmet reisi veya
vâlinin izni ile kılmak. 3) Öğle namazının vaktinde kılmak. 4) Vakit içinde hutbe okumak. 5)
Hutbeyi namazdan önce okumak. 6) Cumâ namazını cemâatle kılmak. 7) Câminin herkese
açık olmasıdır. (İbn-i Âbidîn)
EDEB:
1. Güzel hallere ve huylara sâhib olma ve utanılacak hareketlerden sakınma, her hususta
haddini bilip, sınırı gözetme hâli.
Edebi gözetmek, zikirden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk'a kavuşamaz. (İmâm-ı
Rabbânî)
Allahü teâlâya karşı edeb, O'nun emirlerini yerine getirmekle olur. Avâmın, halkın edebi,
dînin emirlerine uymak, havâssın, seçilmişlerin edebi, dînin emirlerine uymakla berâber kalbi
zikr (Allahü teâlâyı anmak) nûru ile aydınlatmak, gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi
çıkarmaktır. (İmâm-ı Gazâli)
Âdemoğlunun edebden nasîbi yok ise insan değildir. Âdemoğlu ile hayvan arasındaki fark
budur. Gözünü aç ve gör ki bütün Allahü teâlânın kelâmının mânâsı, âyet âyet edebden
ibârettir. (Şems-i Tebrîzî)
İnsanlar edebe ilimden çok daha fazla muhtacdır. (Abdullah bin Menâzil)
En büyük edeb, ilâhî hududu muhâfaza etmek, gözetmek, Allahü teâlânın emirlerine
uymak, yasaklarından sakınmaktır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Din büyüklerinin yolu baştan sona edebdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimsenin edebli olması, iyi kalblilik ve akıllılık alâmetidir. (Sırrîy-i Sekatî)
Kul için güzel edebden daha iyi mertebe görmedim. Çünkü aklın hayâtı edebdir. İnsan
edeb ile dünyâ ve âhirette yüksek derecelere kavuşur. (Ebû Osman Hîrî)
Edeb ehli edebden hâli olmaz,
Edebsiz ilim öğrenen âlim olmaz.
(M.Sıddîk bin Saîd)
İlim meclislerinde aradım, kıldım taleb,
İlim geride kaldı ille edeb ille edeb.
Edeb bir tâc imiş nûr-i Hüdâ'dan
Giy ol tâcı emin ol her belâdan
(Yûnus Emre)
2. Namazda müstehab ve mendup olan şeyler.
Namazın sünnet ve edeblerinden birini gözetmek ve tenzîhi bir mekruhtan sakınmak; zikir
ve tefekkürden üstündür. (İmâm-ı Rabbânî)
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri namaz abdestinin edeblerinden bir edebi terk ettiği
için kırk senelik namazını kazâ etmiş, yeniden kılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)
EDÎB:
1. Güzel hasletleri kendinde toplayan, haddini bilen. (Bkz. Edeb)
2. Düzgün, güzel ve pürüzsüz söz söyleyen ve yazan, edebiyatçı.
EDİLLE-İ ŞER'İYYE:
Din bilgilerinin elde edilmesine esâs olan ve bunlara bağlı bulunan deliller.
Edille-i şer'iyye dörttür: Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), Sünnet (Peygamber efendimizin söz, fiil
ve takrirleri, bir iş yapılırken görüp de ona mâni olmadıkları şeyler), İcmâ (müctehid
âlimlerin dînî bir işin hükmünde söz birliği etmeleri) Kıyâs (hükmü bilinmeyen bir şeyi
hükmü bilinene benzeterek anlamak). (Abdülganî Nablüsî)
İslâmiyet, edille-i şer'iyye ve ona bağlı ikinci derecedeki delil ve vesîkalar ile bize
gelmiştir. Bu delîllere dayanmayan, bunların dışında kalan her şey bid'attir, red olunur.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Din ile ilgili hükümlerin isbâtında edille-i şer'iyye, mû'teberdir. Tasavvufçuların keşif ve
kerâmetleri değil. (İmâm-ı Rabbânî)
Edille-i şer'iyyenin dört olması müctehidler içindir. Mukallidler yâni dört mezhebden
birinde olanlar için delil, sened, bulunduğu mezheb reisinin ictihadı ve sözüdür. (Hâdimî)
EF'ÂL-İ İLÂHİYYE:
Allahü teâlânın işleri.
Rızk; maâşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak lâzımdır.
Çünkü ef'âl-i ilâhiyye, sebebler ile meydana gelir. Âdet-i ilâhiyye (Allahü teâlânın kânunu)
böyledir. Fakat bâzan bir işin meydana gelmesinde lâzım olan sebepler bulunduğu hâlde, o
fiil (iş) meydana gelmiyebilir. Yâhut sebepsiz de hâsıl olabilir. (Muhammed Rebhâmî)
EF'ÂL-i MÜKELLEFÎN:
İslâm dîninde mükelleflerin (dînî vazîfeleri yerine getirmekle yükümlü, sorumlu
kimselerin) yapmaları ve sakınmaları lâzım olan emirler ve yasaklar. Ahkâm-ı İslâmiyye
(fıkıh bilgileri), din bilgileri.
Ef'âl-i mükellefîn sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mubâh, harâm, mekrûh, müfsid.
Bunları fıkıh ilmi öğretir. (Bkz. İlgili maddeler) (İbn-i Âbidîn)
İki cihân (dünyâ ve âhiret) seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin
efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa (uymağa) bağlıdır. O'na tâbi olmak için
îmân etmek ve ef'âl-i mükellefîni öğrenmek ve yapmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ef'âl-i mükellefîni yerine getirmek çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Bir çok işler
vardır ki, sağlam insanlara kolaydır. Hastalara ise güçtür. Kalbin bozuk olması, şerî'ate,
İslâmiyete tam olarak inanmaması demektir. Bu gibi insanlar, inandım dese de hakîkî tasdîk
(inanma) değildir. Laf (dil) ile tasdîkdir. Kalbde hakîkî tasdîkin, doğru îmânın bulunmasına
bir alâmet, Ef'âl-i mükellefîni yerine getirmekte kolaylık duymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
EFSÛN:
Fen yolu ile tecrübe edilmemiş maddeler ve Kur'ân-ı kerîmden olmayan, mânâsız yazılar
kullanmak. Mânâsı bilinmeyen ve îmânın gitmesine sebeb olan şeyleri okumak.
Efsûn yapan ve ateş ile dağlayan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş olur. (Hadîs-i
şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Tevekkül edenler (herşeyi Allahü teâlâdan bekliyenler), falcılık, efsûn ve dağlamak ile
hastalığı tedâvi etmez! (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
EGOİST:
Kendi menfaatini düşünen bencil, hodbîn, enâniyet sâhibi. (Bkz. Enâniyet)
EHAD (El-Ehad):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiç bir yönden benzeri
olmayan, tek olan, ikilik tasavvur edilmeyen, hiç bir şeye muhtaç olmayan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
De ki: O, Allah'tır, Ehad'dır. (İhlâs sûresi: 1)
Bilâl-i Habeşî radıyallahü anh, Ümeyye bin Halef'in kölesi iken İslâmiyet'le şereflenmişti.
Hazret-i Bilâl'in müslüman olduğunu duyan Ümeyye, ona çok eziyet ve işkence yapardı.
"İslâm dîninden dön! Lât ve Uzzâ putlarına tap" diye zorladıkça, Bilâl radıyallahü anh da;
"Ehad Ehad" diyerek îmânını bildirdi. (İbn-i Sa'd)
EHÂDÎS:
Hadîs-i şerîfler. Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de bir şey
demedikleri, mâni olmadıkları şeyler. Hadîs'in çokluk şeklidir. (Bkz. Hadîs)
EHL-İ ABÂ:
Resûl-i ekrem ile birlikte hazret-i Ali, hazret-i Fâtıma, hazret-i Hasen ve Hüseyn'in
hepsine verilen isim. (Bkz. Ehl-i Beyt)
Bir gün Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali ile Fâtıma, Hasen ve Hüseyn'i mübârek abâları
ile örterek; "İşte benim ehl-i abâm bunlardır. Yâ Rabbî! Bunlardan kötülüğü kaldır ve
hepsini temiz eyle" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
EHL-İ BEYT:
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün âile fertleri. Mübârek zevceleri,
çocukları, kızı hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali ve bunların mübârek evlâdları olan hazret-i
Hasen ve hazret-i Hüseyn'den kıyâmete kadar gelecek nesilleri.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey Habîbimin ehl-i beyti! Allahü teâlâ, sizin günâhtan uzak olmanızı istiyor. (Ahzâb
sûresi: 33)
Ehl-i beytim, Nûh'un (aleyhisselâm) gemisi gibidir. Binen kurtulur, binmeyen boğulur.
(Hadîs-i şerîf-Câmi-us-Sagîr-Müstedrek)
Sırat köprüsünden ayakları kaymadan geçenler, ehl-i beytimi ve eshâbımı çok
sevenlerdir. (Hadîs-i şerîf-Resâil-i İbn-i Âbidîn)
Zâhir ve bâtın ilimlerinde yâni kalb ilimlerinde büyük âlim olan babam, her zaman ehl-i
beyti sevmeği tavsiye ve teşvik ederdi. Bu sevginin, son nefeste îmânla gitmeye çok yardımı
vardır derdi. Ehl-i beytin sevgisi, Ehl-i sünnetin sermâyesidir. Âhiret kazançlarını hep bu
sermâye getirecektir. (İmâm-ı Rabbânî)
İlâhi! Fâtımâ evlâdı hâtırına,
Son sözüm kelime-i tevhîd ola,
Eğer bu duâmı edersen red ya kabûl,
Sarıldım Ehl-i Beyt-i Nebî eteğine.
(Ahmed Fârûkî)
EHL-İ BİD'AT:
Bid'at sâhipleri. Peygamber efendimizin ve eshâbının bildirdiği doğru îtikâddan
(inanıştan) ayrılanlar. (Bkz. Bid'at)
EHL-İ DÜNYÂ:
Âhireti unutup, dünyâya sarılanlar. Dünyâya düşkün olanlar. (Bkz. Dünyâ)
EHL-İ GAFLET:
Dünyâya dalıp, âhireti unutanlar.
Kastedip halkın özüne
Toprak doldurup gözüne
Ehl-i gafletin yüzüne
Gülen dünyâ değil misin?
(Azîz Mahmûd Hüdâî)
EHL-İ HAK:
Doğru yolda olanlar. (Bkz. Ehl-i Sünnet)
EHL-İ HÂL:
Hâl sâhibi. Mânevî zevklere kavuşmuş kişi. (Bkz. Ehlullah)
EHL-İ HEVÂ:
1. Nefsine uyan, nefsinin arzu ve istekleri peşinde koşan. (Bkz. Hevâ)
2. Bid'at (dinde olmayan inanış ve işler) sâhibi.
Ehl-i hevâ, kısa akıllarına, nefslerine uyarlar. Bunlardan, aslandan kaçar gibi kaçmalıdır.
Yetmiş iki sapık fı__________rka böyledir. (İmâm-ı Rabbânî, Tahtâvî)
EHL-İ İSLÂM:
Müslümanlar. Peygamber efendimizin bildirdiklerinin hepsini beğenen, kalbiyle inanıp,
diliyle söyleyen müslüman. (Bkz. Müsliman)
EHL-İ KEŞF:
His ve akılla anlaşılamayan şeylerin, kalbine doğduğu velî zâtlar. (Bkz. Keşf)
Müctehidlerin (dinde söz sâhibi âlimlerin) ve onların mezheblerinde bulunanların da
hatâlı işlerine sevap verilir. Ehl-i keşfin hatâsı kendileri için affedilir ise de, mukallidleri,
onları taklid edenler, mâzûr değildir, affedilmezler. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
EHL-İ KIBLE:
Kâbeyi kıble edinenler, müslümanım diyenler. İş ve sözünde açıkça küfür görülmeyen
dalâlet (sapık) fırkalarında olanlar.
Cehennem'e girecekleri bildirilmiş olan yetmişiki bid'at fırkası, ehl-i kıble oldukları için
bunların hiçbirine kâfir dememelidir. Fakat bunların, dinde inanılması zarûrî, lâzım olan
şeylere inanmayanları ve Ahkâm-ı Şer'iyyeden her müslümanın işittiği, bildiği şeyleri te'vilini
bilmeden red edenleri kâfir olur. (İmâm-ı Rabbânî)
EHL-İ KİTÂB:
Hazret-i Îsâ veya Mûsâ aleyhimesselâmdan birine ve bunlara gönderilen kitâblara inanan
kâfirler, yahûdîler ve hıristiyanlar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey Habîbim! Ehl-i kitâb olan yahûdî ve hıristiyanlara söyle: Semâvî kitaplar ve
Resûllerde ihtilâf (ayrılık) olmayıp, bizimle sizin aranızda berâber olan kelimeye gelin.
Şöyle ki: "Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyelim ve hiçbir şeyi O'na şerik, ortak
koşmayalım, Allah'ı bırakıp da içimizden hiç kimseyi (kimimiz kimimizi) Rab'lar
edinmiyelim" deyiniz. Eğer Ehl-i kitâb bu kelimeden yüz çevirirlerse (o halde) şöyle deyin:
"Şâhid olun, biz gerçek müslümanlarız." (Âl-i İmrân sûresi: 64)
Yâ Muâz bin Cebel! Sen, ehl-i kitâbdan bir kavme gidiyorsun. Onları ilk dâvet edeceğin
şey, Allahü teâlâya ibâdet etmeleri olsun. Allahü teâlâyı tanıdıkları zaman, onlara beş
vakit namazın farz olduğunu söyle. Bunu da yaparlarsa, mallarından alıp, fakirlerine
vereceğin zekâtın farz olduğunu söyle. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Ehl-i kitâb, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin peygamber olduğunu bilirler.
Fakat inadları ve hasedleri yüzünden inanmazlardı. (İmâm-ı Rabbânî)
EHL-İ KUBÛR:
Kabir ehli. Kabirdekiler, ölüler.
Ne kendi etdi râhat ne âlem etdi huzur,
Yıkıldı gitti cihândan dayansın ehl-i kubûr.
(Lâ Edrî)
EHL-İ RE'Y:
İçtihadda, dînî hükümleri bildirmede İmâm-ı A'zam ve Irâk âlimlerinin yoluna tâbi
olanlar. Bunlara ehl-i kıyâs, eshâb-ı re'y de denir.
Bir işin nasıl yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş ise,
buna benziyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur. Bu iş de, onun gibi yapılır. Bunu
müctehidler yapar. Eshâb-ı kirâmdan (Resûlullah efendimizi görüp sohbet eden
arkadaşlarından) sonra, ehl-i re'y olan müctehidlerin reîsi, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'dir.
(Abdülhakîm Arvâsî)
EHL-İ RİVÂYET:
Dînî kaynaklardan hüküm çıkarırken Hicâz âlimlerinin yoluna tâbi olanlar. Bunlara; ehl-i
hadîs, ehl-i eser de denir.
Ehl-i rivâyet, Medîne-i münevvere ahâlisinin âdetlerini, kıyâstan yâni ictihâd yaparak
mes'eleyi çözmekten üstün tutar. Rivâyet yolunda olan müctehidlerin büyüğü, İmâm-ı
Mâlik'tir. (Abdülhakîm Arvâsî)
EHL-İ SALÎB:
Haç sâhipleri. Târihte papalığın teşvikiyle müslümanlara karşı birleşerek seferler
tertipleyen, milyonlarca insanın canına kıyan, devletlerin yıkılmasına sebeb olan hıristiyan
milletler topluluğu, haçlılar, hıristiyanlar.
1099 (H. 492) senesinde Ehl-i salîb orduları Kudüs'e girmeye muvaffak oldular. Şehre
girince müslüman ve yahûdî 70.000 kişiyi boğazladılar. Câmilere sığınan müslüman kadınları
ve çocukları hiç acımadan öldürdüler. Sokaklardan sel gibi kan aktı. Sokakları dolduran
ölüler yüzünden yollar tıkandı. Ehl-i salîb o kadar vahşîleştiler ki, daha Almanya'da Ren nehri
kıyılarında iken, rastladıkları on bin yahûdîyi orada boğazladılar. (Târihçi Michaudnun)
EHL-İ SUFFA:
Medîne-i münevverede, akrabâları ve evleri bulunmayan, Peygamber efendimizin
mescidinin suffa denilen ve üzeri hurma dallarıyla örtülü bölümünde kalan eshâb-ı kirâm.
Ey Ehl-i Suffa! Size müjdeler olsun. Eğer ümmetimden sizin içinde bulunduğunuz bu
zor şartlara râzı bir kimse kalmış olursa, o, elbette benim arkadaşlarımdandır. (Hadîs-i
şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Ehl-i Suffa'nın hepsi hayatlarını dîne bağlamış, kendilerini ilme vermişlerdi. Suffa ehline
kurrâ da denilirdi. Burada yetişenler, yeni müslüman olan kabîlelere muallim olarak
gönderilirdi. Pekçok fazîletlere sâhib olan bu mübârek sahâbîler, büyük bir irfân ordusu
idiler. Peygamber efendimiz onları çok sever, oturup sohbet eder ve birlikte yemek yerlerdi.
(Ebû Nuaym, Nişancızâde)
EHL-İ SÜNNET:
Îtikâdda (inanılacak şeylerde) ve yapılacak işlerde Peygamber efendimizin ve O'nun
Eshâbının (arkadaşlarının) ve sonra gelen müctehid İslâm âlimlerinin yolunda bulunan
müslümanlar, sünnîler.
Resûlullah efendimiz, ümmetinin başına gelecekleri bildirirken; "Benî İsrâil yetmiş iki
kısma ayrıldı. Ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yalnız biri
kurtulacak, diğerlerinin hepsi Cehennem'e gidecektir." Eshâb-ı kirâm bunu işitince, "O
hangisidir yâ Resûlallah!" dediler. "Benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır" buyurdu.
İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfte bildirilen tek kurtuluş fırkasının Ehl-i sünnet olduğunu
bildirdiler. (Abdülhak-ı Dehlevî, İmâm-ı Rabbânî)
Ehl-i sünnet olanlar bugün dört mezhebde toplanmış olup, bunlar: Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve
Hanbelî mezhepleridir. (Tahtâvî)
Ehl-i beyti (Peygamber efendimizin soyundan gelenleri) sevmek, Ehl-i sünnetin
sermâyesidir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Ehl-i sünnete uymadan kurtuluş imkânsızdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ehl-i Sünnet Âlimleri:
İnanılması lâzım olan din bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin
arkadaşlarından) doğru olarak öğrenip, kitablara yazan ve Ehl-i sünnet îtikâdında olan İslâm
âlimleri.
Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda gitmedikçe, kurtuluş olamaz, seâdete kavuşulamaz.
(İmâm-ı Rabbânî)
Akıllı ve ergenlik çağına ulaşan her erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet
âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini (îmân bilgilerini) öğrenmek ve bunlara uygun olarak
inanmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Cüneyd-i Bağdâdî, Sırrî-yi Sekatî, Fudayl bin Iyâd, İbrâhim bin Edhem, Şâh-ı Nakşibend,
Ubeydullah-ı Ahrâr, Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rufâî, Ahmed-i Bedevî, İmâm-ı Rabbânî
gibi tasavvuf büyükleri aynı zamanda Ehl-i sünnet âlimidirler. (S. Abdülhakîm bin Mustafâ)
Ehl-i Sünnet Îtikâdı:
Peygamber efendimizin veEshâb-ı kirâmın (arkadaşlarının) ve onların yolunda bulunan
İslâm âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikâd, inanış.
Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan din adamlarının yazılarını okuyanın kalbi kararır.
(Süleymân bin Cezâ)
Kalbe gelen bütün keşifleri, hâlleri bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile
süslemeseler, kendimi mahvolmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri
üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet îtikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem.
(Ubeydullah-ı Ahrâr)
Ehl-i sünnet îtikâdından hardal tânesi kadar ayrılanla sohbet, arkadaşlık, öldürücü
zehirdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan hiç kimse evliyâ olamamıştır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ehl-i sünnet îtikâdı sana önce lâzım olan,
Yetmiş üç fırka var amma, Cehennemlik geri kalan,
Müslümanlar hep sünnîdir, cümlenin reîsi Nu'mân,
Cennet ile müjdelendi, îmânda bunlara uyan.
(İmâm-ı Rabbânî)
EHL-İ TARÎK:
Tasavvuf yollarından birine girmiş olan.
EHL-İ TERTÎB:
Vitirle berâber en çok beş vakit namazı kazâya kalmış kimse. (Bkz. Sâhib-i Tertîb)
EHL-İ VUKÛF:
Bir mes'ele hakkında ihtisâs ve bilgi sâhibi olan, bilirkişi.
Bir san'at sâhibine bir şey târif ederek iş yaptırmak olan istisnâ (ısmarlama) sözleşmesi
yapılırken, fiyatın tâyin (belli) edilmesi şart değildir. Tâyin edilmiş ise, san'at sâhibinin
sonradan fazla para istemesi câiz ise de, müşteri bunu kabûl etmediği takdirde, ehl-i vukûfun
tesbit edeceği piyasa değerinde anlaşmaları lâzım olur. (İbn-i Nüceym)
Vâsi velî, yetimin malını başka birine kirâya verdikten sonra bir kimse çıkıp, bu kirâ
sözleşmesinin gaben-i fâhiş (çok aldanma) ile vukû bulduğunu iddiâ etse, bu gibi sırf iddiâ ile
kirâlamanın sahîh olmadığına (geçersizliğine) hükmedilemez. Ancak ehl-i vukûfa başvurulur.
Ehl-i vukûf, gaben-i fâhiş olduğunu söylerse, hâkim sözleşmeyi fesheder. (Ali Haydar Efendi)
EHL-İ ZİMMET:
Cizye (vergi) vermek şartıyla İslâm devleti içerisinde yaşayan gayr-i müslim vatandaş.
Zımmî.
Ehl-i zimmeti sevmemek ve düşman bilmek lâzım ise de, bunlara eziyet etmek ve
incitmek harâmdır. (Hayreddîn-i Remlî)
Ehl-i zimmete zulmetmek, müslümana zulmetmekten daha fenâdır. Hayvana zulüm,
işkence etmek ise, ehl-i zimmete zulmetmekten daha fenâdır. (Alâeddîn Haskefî)
EHLİYET:
Salâhiyet, elverişlilik. Kişinin borçlandırma ve borçlanmaya elverişli olması. Akıllı
olmak, iyiyi kötüden ayırabilmek.
Alış-verişin sahîh (dînen doğru, mûteber) olması için, alıcı ve satıcıda ehliyet şartı aranır.
Akıllı olmayan çocuk, velîsinin (meselâ babasının) izni olsa da, alış-veriş ehliyeti olmadığı
için, yaptığı alış-veriş sahîh değildir. Çocuk yedi yaşında akıllı olur. (Hamza Efendi)
Ehliyet-i Edâ:
Şahsın dînen geçerli olacak şekilde iş yapabilmeye elverişli olması.
Ehliyet-i edâ, bizzat iş yapabilmeyi te'min eden aktif bir ehliyet çeşididir. İnsan bu ehliyeti
sâyesinde başkaları ile tek başına hukûkî muâmelelerde bulunur. İşleri üzerine, mes'ûl olmak,
alacaklı veya borçlu olmak gibi bir takım netîceler doğar. Ehliyet-i edâ, mecnunlarda
(delilerde) ve çocuklarda vs. eksikdir. Akıllı olan ve bülûğ (erginlik) çağına gelenlerde
tamdır. (Serahsî)
Ehliyet-i Vücûb:
İnsanın, lehine ve aleyhine olan hakların doğmasına elverişli olması. Vücûb ehliyeti
Her insanda zimmet (mükellef, yükümlü olma) özelliği bulunur. İnsanlar daha rûhlar
âleminde iken Allahü teâlâ; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyurunca, onlar da; "Evet
sen bizim Rabbimizsin" diyerek bir ahd, sorumluluk altına girmişlerdir. İşte zimmet bu ezelî
(sonsuz öncelerdeki) ahdin, söz vermenin bir netîcesidir. Bunun içindir ki, ana karnındaki
cenin (çocuk) için de ehliyet-i vücûb vardır. Fakat onun ehliyet-i vücûbu eksiktir, noksandır.
Mîrâsçı olma, adına alınan şeylerin mülkiyetine sâhib olması gibi, sâdece lehine olan haklar
sâbit olur. Bu haklardan faydalanır. Aleyhine olan şeylerden mes'ûl, sorumlu olmaz. Velîsi
(meselâ babası) cenin için bir şey satın alsa, onun parasını ödemekle mükellef, yükümlü
değildir, bu velîsine âit bir borç olur. Cenin dışında ister yeni doğmuş olsun, ister büyük
olsun, diğer bütün insanlarda ehliyet-i vücûb tamdır. (Serahsî)
EHLULLAH:
Allah adamları, Allahü teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve ism-i şerîfini
gönlünden hiç çıkarmayan evliyâ zâtlar. (Bkz. Evliyâ)
Ehlullah Allah'tan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gönüllerinde
onların heybeti, korkusu yer etmiştir. (Timur Han)
Ehlullah ile sohbete devâm, âhireti düşünüp ona hazırlanma arzusunu artırır, günahlardan
sakınmaya sebeb olur. (Şâh-ı Nakşibend)
EHVEN-İ ŞERREYN:
İki şer (kötülük)den zararı en az olanı. Bu kelime, halk arasında Ehven-i şer olarak
kullanılmaktadır.
Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur, yâni iki zarar ile karşı karşıya kalınırsa bunun zararca hafif
olanı seçilir. Bir kimsenin yüz bin lira kıymetindeki incisi düşüp diğerinin bin lira
kıymetindeki tavuğu onu yutsa, incinin sâhibi ehven-i şerreyn olarak bin lira verip tavuğu
satın alır. (Mecelle ve Ali Haydar Efendi)
EKBER-İ KEBÂİR:
En büyük günâh.
Ekber-i kebâir; bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek, adam öldürmek, anaya, babaya
karşı gelmek, yalancı şâhidlik yapmaktır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hanefî mezhebinde; namazı özürsüz kazâya bırakmak ekber-i kebâirdir. Bu çok büyük
günâh, her namaz kılacak kadar boş zaman geçince, bir misli artmaktadır. Çünkü, namazı boş
zamanlarda hemen kazâ etmek de farzdır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
ELEM:
Keder, dert, üzüntü, sıkıntı, acı.
Rabbini sevmekle şereflenenlere, sevgilinin (Allahü teâlânın) verdiği elemler,
iyiliklerinden daha çok lezzet verir ve ferahlandırır. Bu makam rızâ makâmından da üstündür.
Çünkü rızâ makâmında olan, sevgilinin yaptığı elemi çirkin görmez. Bu makamda elemden
lezzet almak vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâ, elem ve meşakkat, âhiret ise, zevk ve lezzet yeridir. Dolayısıyla dünyâ ile âhiret
birbirinin zıddıdır, tersidir. Birini sevindirmek ötekinin gücenmesine sebeb olur. Yâni birinde
zevk aramak diğerinde elem çekmeye yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)
Musîbetlere, elemlere sevâb olmaz. Bunlara sabr etmeğe sevâb verilir. Fakat elemlere sabr
edilmese de günahların affına sebeb olurlar. (İmâm-ı Nevevî)
ELEST GÜNÜ:
Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini
(çocuklarını) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp onlara; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim"
diye hitâb buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevâb verdikleri gün, zaman.
ELFÂZ-I KÜFR:
Söylendiği zaman, îmânı gideren, müslümanlıktan çıkmaya sebeb olan sözler. (Bkz. Küfr)
ELHAMDÜLİLLAH:
"Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur, bütün nîmetler O'ndandır" mânâsına mübârek,
kıymetli bir söz. Buna hamdele de denir.
Bir gün Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme sıcak bir yemek getirildi. Yedi ve
yemekten sonra; "Elhamdülillah. Şu ve şu kadar zamandan beri karnıma sıcak bir yemek
girmedi" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Elhamdülillah demek, şükürlerin başıdır. Allahü teâlâya şükretmeyen O'na hamd
etmemiş (senâ etmemiş, O'nu övmemiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Zikrin (Allahü teâlâyı anmanın) en üstünü, Elhamdülillah demektir. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır:Selâmına cevap vermek, hastasını
dolaşmak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırdığı zaman Elhamdülillah
deyince, Yerhamükallah demek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Yemeğe ve içmeğe başlarken Besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm) okumalıdır.
Yimek-içmek sonunda Elhamdülillah demelidir. (Seyyid Alizâde)
ELHÂN:
Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri
değiştirerek, sesi alçaltıp yükselterek, çeneyi oynatarak okumak. Lahn'in çokluk şeklidir.
Kur'ân-ı kerîmi, zikri, duâyı elhân ile okumak söz birliği ile haramdır. (Bezzâzî)
Elhân ile tecvîdi (Kur'ân-ı kerîmi şartlarına ve usûlüne uygun olarak okumayı) bozmak
bid'at (dinde sonradan ortaya çıkan bir şey) olup, dinlenmesi de büyük günâhtır. (Abdülganî
Nablüsî)
Elhân ile, tagannî ederek okuyan imâmın arkasında kılınan namazı iâde etmek lâzımdır.
(İbrâhim Halebî)
Namaz vakitlerini bilmeyen, tegannî, elhân ederek okuyan kimse, ezân okumağa ehil
değildir. Böyle kimseyi müezzin yapmak câiz değildir. (Bezzâzî)
ELLİ DÖRT FARZ:
İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle
bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.
Elli dört farzdan bâzıları şunlardır: Allahü teâlâyı bir bilip, O'nu hiç unutmamak.
Helâlinden yemek ve içmek. Her gün vakti gelince beş vakit namaz kılmak, onları kazâya
bırakmamak. Hayz (âdet görme) hâli bitmiş ise ve cünüp ise gusl (boy abdesti) almak.
Belâlara sabretmek yâni isyân etmemek. Allahü teâlâdan gelen her şeye râzı olmak.
Günâhlardan tövbe etmek. Ölümü hak bilip, ona hazırlanmak. Babaya, anaya iyilik etmek.
Farzları haramları öğrenmek. Malının zekâtını, mahsûlünün (tarladan gelen ürünün)
uşrunu(zekâtını) vermek. Kibirli olmaktan sakınmak. Yok yere yemin etmemek. Zulümle
kimsenin malını almamak. Şarab ve alkollü içkileri içmemek. Akrabâyı ziyâret etmek.
Harama bakmamak. Kimseyi alaya almamak... (Kutbüddîn-i İznikî, Hasen-i Basrî)
ELSAĞ:
Sin harfini peltek se okuyan kimse.
Elsağ olan kimse, elsağ olmayana imâm olup cemâatle namaz kıldıramaz. Başka harfleri
doğru okuyamayan da, doğru okuyanlara imâm olamaz. Harfleri doğru okuyan bir imâma
uyarak cemâat ile kılması mümkün iken, yalnız kılarsa, harfi doğru okumadığı için namazı
kabûl olmaz. Doğru olarak okuduğu bir âyet varsa, bunu veya böyle bir kaç âyet-i kerîmeyi
ezberlemesi ve namazlarda, bunları okuması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
ELYESA' ALEYHİSSELÂM;
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. İlyâs aleyhisselâmdan sonra peygamber
olarak gönderilmiş ve Mûsâ aleyhisselâmın dînini yaymakla vazîfelendirilmişti. İsmi Kur'ân-ı
kerîmde bildirilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) İsmâil'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de hâtırla (kavmine anlat). Bunlar,
hayırlılardan idiler. (Sad sûresi:48)
Genç iken İlyâs aleyhisselâmın duâsıyla hastalıktan kurtulan Elyesa' aleyhisselâm, İlyâs
aleyhisselâmdan Tevrât'ı öğrendi. Onun yanından ayrılmadı. İlyâs aleyhisselâmdan sonra,
Allahü teâlâ tarafından peygamber olarak gönderildi. Azgınlık ve taşkınlık yapan
İsrâiloğullarını Allahü teâlânın dînine dâvet etti. İsrâiloğulları, ona inanmadıkları gibi, kendi
aralarında büyük anlaşmazlıklara düştüler. Allahü teâlâ üzerlerine Âsûrluları gönderdi.
İsrâiloğulları, Âsûrlulara esir olup, zelîl ve perişân bir hayât sürdüler. Elyesa' aleyhisselâm
vefâtına yakın, Zülkifl aleyhisselâmı yanına çağırıp, kendinden sonra onu yerine halîfe tâyin
etti. (Taberî-Sa'lebî, Kisâî)
EMÂN:
Korkusuzluk, emniyet, güven.
1. Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet
(güven) altında olduğunu bildirme.
İlticâ edenlere emân vermekte bütün müslümanlar eşittir. Halktan herhangi biri de bu
hakka sâhiptir. O hâlde kim bir müslümanın ahdini (verdiği sözü) bozarsa, ona ihânet
ederse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Kıyâmet
gününde Allah onun ne farz, ne nâfile ibâdetlerini, ne de tövbesini kabûl eder. (Hadîs-i
şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
2. Müslüman olmayan bir kimsenin İslâm memleketine girmesi için kendisine verilen
müsâade, izin.
Müslümanlardan aldığı emânla, dâr-ül-İslâm'a (İslâm memleketine) gelen kâfir
(müslüman olmayan) bir kimse, burada yaşamakta olan zımmî (gayr-i müslim vatandaş) gibi
korkusuz yaşar. Onun haklarına sâhip olur. (Serahsî)
EMÂNÂT-I MUKADDESE:
İslâm dîni ve târihi bakımından büyük önem taşıyan, Peygamber efendimize ve diğer din
büyüklerine âit bâzı mübârek şahsî eşyâ ve hâtıralar. Mukaddes emânetler. Bunlar: Hırka-i
Saâdet, Seyf-i Nebevî, Nâme-i Saâdet, Mühr-i Seâdet, Dendân-ı Seâdet, Lıhye-i Seâdet,
Nakş-ı Kadem-i şerîf, Sancak-ı şerîf, Teyemmüm taşı.
Emânât-ı mukaddesenin Osmanlı Devletine intikâli, geçişi Yavuz Sultan Selîm Hanın
1517 târihinde Mısır'ı fethedip halîfe ünvânını aldığı sırada oldu. Mısır'dan getirilen ve
Sûriye, Filistin, İran'dan toplanan diğer emânetler ve teberrükât eşyâsı da Topkapı Sarayında
önce iç hazîneye kondu. Sonra Hasodaya alındı. Hırka-i Saâdet dâiresi kurulunca, bunların
saklanması ve bakımları özel usûle bağlandı. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Yavuz Sultan Selîm Han, Emânât-ı mukaddesenin muhâfazasını kırklar diye bilinen
Hasodalılara vermişti. Kırk kişiden meydana gelen Hasodalılar, Hırka-i Seâdet dâiresinde
nöbet tutar, burada devamlı Kur'ân-ı kerîm okurlardı. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
EMÂNET:
1. Emîn, güvenilir olmak. Peygamberlerde bulunması lâzım olan yedi sıfattan biri.
Peygamberler emîndirler. Bir kimsenin malına ve canına hıyânet etmekten uzaktırlar. Aslâ
emânete hıyânet etmezler. Peygamber olmadan önce de böyledirler. Sevgili Peygamberimiz,
kendisine peygamberlik bildirilmeden önce de, Muhammed-ül-emîn lakabı ile tanınıyordu.
Allahü teâlâ, peygamberleri, hatâ ve günâhtan emin kılmıştır. (İmâm-ı Kastalânî)
2. Fıkıh ilminde, güvenilen kimseye bırakılan mal.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Emânetlerine ve verdikleri söze riâyet edenler, namazlarına devâm edenler, işte onlar
Firdevs Cennet'ine vâris olacaklar ve orada ebedî olarak kalacaklardır. (Mü'minûn sûresi:
8)
Münâfıkın üç alâmeti vardır: Yalan söyler, emânete hıyânet eder ve sözünde durmaz.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allah yolunda savaşmak bütün günahları affettirir. Fakat emânete hıyâneti affettirmez.
Emânete hıyânet eden kul, Allah yolunda ölse bile, kıyâmet günü yakalanır; "Emâneti
sâhibine ver" denir. O da bunu yerine getiremeyeceği için Cehennem'in derinliklerine atılır.
(İbn-i Mes'ûd)
EMEL:
Arzû, hırs, tamah. (Bkz. Tûl-i Emel)
Çalış ibâdet et bırak emeli,
Son nefese kadar bırakma ameli.
(Abdülehad Serhendî)
EMÎN:
1. Kendisine güvenilen.
Şerrinden ve zarârından emîn olunmayan kimsenin, dîni, namazları, zekâtları
kendisine fayda vermez. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Âlimler devlet adamlarına karışmadıkça ve dünyâlık peşinde olmadıkça,
peygamberlerin emînleridir. Dünyâlık toplamaya başlayınca hükûmet adamlarının arasına
karışınca, bu emânete hıyânet etmiş olurlar. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
2. Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de, Kureyş
kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir, inanır ve;
"Muhammed-ül-emîn" derlerdi.
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, muhakkak ben gökte de emînim, yerde de. (Hadîs-i
şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Resûl-i ekrem, hayra dâvet eden bir emîn idi. (Hazret-i Ebû Bekr)
3. Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde kullanan.
Vücuttaki bütün âzâlar emânettir. Bu emânetleri uygunsuz yerlerde kullanan, emîn
değildir. Allahü teâlâya isyân ve hıyânet etmiş olur. (Süleymân bin Cezâ)
EMÎR:
1. Bir kavmin, bir topluluğun başı, beyi, emredeni. Vâli, kumandan, devlet başkanı, melik.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Allah'a itâat edin. Peygambere ve sizden olan emir sâhiplerine de
itâat edin. (Nisâ sûresi: 59)
Allahü teâlâdan korkunuz! Başınızdaki emîr, habeşli köle bile olsa, itâat ediniz!..
(Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
2. Hazret-i Ali'nin lakabı.
Hazret-i Muâviye'nin Emîr ile muhârebesi, ictihâd sebebi ile idi. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
Hazret-i Emîr'in ismi, Cennet kapısının üstünde yazılıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Emîr-ül-Mü'minîn:
Müslümanların reîsi, devlet başkanı. (Bkz. Halîfe)
Hazret-i Ömer zamânından sonraki halîfelere emîr-ül-mü'minîn denildi. (İbn-i Sa'd)
Emîr-ül-mü'minîn Ömer radıyallahü anh bir sabah namazını cemâatle kıldıktan sonra
cemâate bakıp bir kimseyi göremeyince sordu. Eshâbı dediler ki: "Geceleri sabaha kadar
ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır." Emîr-ül-mü'minîn buyurdu ki: "Keşki bütün
gece uyuyup da sabah namazını cemâatle kılsaydı, daha iyi olurdu." (İmâm-ı Rabbânî)
Emîr-ül-mü'minîn hazret-i Ali buyurdu ki:
Kalbler kablara benzer. Hayırlı olan, hayırla dolu olanıdır. (Abdülganî bin Abdülvâhid)
EMN-ÜL-AZL:
Peygamberlere mahsûs sıfatlardan biri. Peygamberlerin peygamberlikten azl edilmemesi,
atılmaması.
Peygamberlik sıfatı, peygamberlerin zâtlarından dünyâda ve âhirette ayrılmaz. Önce gelen
peygamberlerin dinleri nesh olmakla, peygamberlikten azlleri lâzım gelmez. Zîrâ emn-ül-azl
onların sıfatlarıdır. Bu, Allahü teâlânın onlara ihsânıdır. (Kemahlı Feyzullah Efendi)
EMR:
1. Buyruk; emredenin, emrolunandan bir işin yapılmasını istemesi veya bu sûretle
yapılması istenen şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O hâlde bana uyunuz. Emrime itâat ediniz. (Tâhâ sûresi: 90)
İnsan her hareketinde, her işinde, Allahü teâlânın emrini ve yasağını gözetince, emr ve
yasakların sâhibini unutmaktan kurtulur, devamlı zikretmiş, Allahü teâlâyı hatırlamış olur.
(İmâm-ı Rabbânî)
Emre uymak, edebi gözetmekten önce gelir. (Abdullah-ı Dehlevî)
2. İş.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben emrimi Allahü teâlâya
ısmarlıyorum. Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir. (Mü'min sûresi: 44)
Bütün emrler Allah'a döndürülür. (Bekara sûresi: 210)
Emr-i Ma'rûf:
Dinde emredilen şeyleri öğretmek, yaptırmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey mü'min kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma'rûf ve nehy-i
münker eder iseniz, (günahlardan, kötülüklerden alıkorsanız) başkalarının yoldan çıkması
size zarar vermez. (Mâide sûresi: 108)
Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i ma'rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ en
kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehennem'e atın emri gelir. Bağırsakları dışarı
çıkar. Merkebin dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem'de
olanlar, kendisine, sen emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir?
Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim, fakat kendim
yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını verir. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî, Müslim)
Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz
yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker
sevâbı yanında denize nazaran bir damla su gibidir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Emr-i ma'rûf iki sûretle yapılır. Birincisi, söz, yazı ve her nevî yayın vâsıtası iledir. Bunu
yaparken bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kânunlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebeb
olabilir. İkinci yol, hâl ile İslâm'ın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil,
güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, en tesirli,
en faydalı emr-i ma'rûf yapmak olur. (İmâm-ı Birgivî)
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapanın niyetinin hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü
teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabırlı olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak
şekilde tatlı dil ve yazı ile yapması lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)
Emr-i Teklîfî:
Allahü teâlânın insanlara yapmaları veya sakınmaları için verdiği emirler. Buna Emr-i
teşrîî de denir.
Emr-i teklîfîlerin yapılması, insanın irâdesine, dilemesine bağlıdır. Allahü teâlâ insanı
irâdesinde, dilemesinde serbest bırakmıştır. Fakat, insanın dilediği şeyi yaratan, yine Allahü
teâlâdır. İnsan diledikten sonra, O da dilerse, yaratır. Dilerse yaratmaz. Her şeyi yaratan,
maddelere çeşitli tesirler, özellikler veren, yalnız O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O'ndan
başkasına yaratıcı, yarattı demek, O'na karşı saygısızlık olur. Başkasını O'na şerîk, ortak
yapmak olur. Başkasını kendisine ortak yapanı, kıyâmette hiç affetmeyeceğini, ona sonsuz ve
çok acı azablar yapacağını bildirmiştir. İnsan, O'nun emrini yapmak, iyilik yapmak dileyince,
O da merhamet ederek diliyor ve yaratıyor. Kendisine inanmıyanlar, karşı gelenler bir kötülük
yapmak isteyince O da diliyor ve yaratıyor. Kendisine inananlar, yalvaranlar, bir kötülük
yapmak isteyince, O merhamet ederek dilemiyor ve yaratmıyor. Böylece düşmanlarının her
istedikleri hâsıl olduğundan, onlar daha da azıp kuduruyorlar. (M. Sıddîk bin Saîd)
Allahü teâlânın emr-i teklîfîleri, ehemmiyetlerine göre, derecelere ayrılmıştır:
1) Bütün insanlara, îmân etmelerini, müslüman olmalarını emretmiştir.
2) Îmân etmiş olanlara, harâm işlememelerini, kötülük yapmamalarını emretmiştir.
3) Îmân etmiş olanlara farzları yapmalarını emretmiştir.
4) Haramlardan sakınan ve farzları yapan müslümanlara, mekrûhlardan sakınmağı,
sünnetleri, nâfile ibâdetleri yapmağı emr etmiştir. (Bursalı İsmâil Hakkı)
Emr-i Tekvînî:
Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "kün" yâni "ol" demesi.
Emr-i tekvînî ile, Allahü teâlânın dilediği şey hemen var olur. Hiç bir kimse, bu şeyin var
olmasına mâni (engel) olamaz. Allahü teâlâ her şeyin yaratılması için, belli şeyleri sebeb
yapmıştır. Belli maddeleri, belli maddelerin yaratılmalarına sebeb yaptığı gibi, insanın maddî
ve mânevî gücü, çeşitli enerjiler de, bir çok şeylerin yaratılmalarına sebeptirler. Bir kuluna bir
şey ihsân etmek, iyilik vermek ister ve o kimseyi o şeyin sebebine kavuşturur. Sebeb te'sir
ettiği zaman, O da, dilerse, "Ol!" derse, o şey vâr olur. O dilemezse, hiç bir şey vâr olmaz.
Hikmetini, yaratmasını sebeplerle örtmüş, gizlemiştir. Çok kimse yalnız sebepleri görmekte,
sebepler arkasındaki hikmeti, O'nun yaratmasını anlayamamaktadır. Bu anlayışsızlığı da onun
felâketine sebeb olmaktadır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
EMRED:
Bâliğ olmamış (ergenlik çağına gelmemiş), sakalı çıkmamış parlak genç.
Emred'in imâm olması, âlim olsa bile mekrûhtur (dînen uygun değildir). Çünkü fitneye
sebeb olur. Parlak olmayan köse (sakalsız) arkasında kılmak mekrûh değildir. (Alâüddîn
Haskefî)
EMVÂL-İBÂTINA:
Gizlenmesi mümkün olan altın, gümüş ve ticâret eşyâsı cinsinden olan zekât malları.
Emvâl-i bâtınanın miktârını sâhibine sormak câiz değildir. Bunların zekâtını mal sâhibi,
yedi sınıftan dilediğine, kendi verir. Böyle verilmiş olan zekâtları, hükûmet ayrıca isteyemez.
Bir şehirdeki zenginlerin hiç zekât vermedikleri anlaşılırsa, emvâl-i bâtınalarının zekâtını da
hükûmet toplayabilir. (İbn-i Âbidîn)
Hazret-i Osman'ın hilâfeti zamânına kadar, emvâl-i bâtınanın zekâtını da devlet
topluyordu. Hazret-i Osman halîfe olunca, emvâl-i bâtınanın zekâtını vermek herkesin
kendisine bırakıldı. (Serahsî)
EMVÂL-İ ZÂHİRE:
Zekât hayvanları ve topraktan elde edilen mahsûl gibi gizlenmesi mümkün olmayan
mallar. (Bkz. Zekât)
Emvâl-i zâhirenin zekâtını fakîrlere dağıtmak, bunların sâhiblerine bırakılmamıştır. Bu
işleri müslümanların devlet başkanı tarafından görevlendirilen ve âmil denilen zekat me'mûru
yapar. (Muhammed Esâd)
EMVÂT:
Ölüler. Meyyitin çoğulu. (Bkz. Ölüm)
EN'ÂM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altıncı sûresi.
En'âm sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz altmış beş âyet-i kerîmedir. En'âm, deve,
koyun ve sığır gibi hayvanlara denir. Allahü teâlâ bunları ve daha nice hayvanı insanların
faydalanması için yarattığı hâlde, inanmayanların âciz varlıklar olan bir kısım hayvanlara
tapınmalarından bahsedildiği için sûre bu ismi almıştır. En'âm sûresinde; İslâm dîninin îmân
esasları, dünyâ hayâtının fânî (geçici), oyun ve eğlenceden ibâret olduğu, âhiretin daha hayırlı
olduğu, hazret-i İbrâhim'in üvey babası ve kavmi ile olan mücâdelesi, hazret-i İshâk, Yâkûb,
Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ, Hârûn, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, İlyâs, İsmâil, Elyesa',
Yûnus ve Lût'un aleyhimüsselâm fazîletleri (üstünlükleri), Allahü teâlânın adı anılmadan
(Besmele çekilmeden) kesilen hayvanların etinden yememek, günahtan sakınmak, Allah'a
ortak koşmamak, Ana-babaya iyilikte bulunmak, yetim malı yememek, ölçü ve tartıyı
hakkıyla, eksiksiz yerine getirmek gibi hükümler bildirilmektedir. (Senâullah-ı Dehlevî, İbn-i
Abbâs)
En'âm sûresinde meâlen buyruldu ki:
Dünyâ hayâtı oyun ve boş şeylerdir. Allah'tan korkanlar için, âhiret hayâtı elbette
hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz? (Âyet: 32)
Gaybları ancak Allahü teâlâ bilir. O'ndan başka kimse bilmez. (Âyet: 59)
Îmân edip de îmânlarına şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) karıştırmayanlar, işte onlar
azabdan emin olup, doğru yolu bulanlardır. (Âyet: 82)
Açıkta olsun gizli olsun, günâhlardan sakınınız. (Âyet: 120)
Kim En'âm sûresini gece ve gündüz okursa, yetmiş bin melek ona salât (istiğfâr) eder
ve onun için af diler. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzîl)
ENÂNİYET:
Kendini beğenip büyük görme, bencillik. Egoistlik.
Kıyâmet günü Allahü teâlâ üç kimse ile konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları tezkiye
etmez (temizlemez) ve onlara çok acıklı bir azâb verir. Bu üç kişiden biri de yoksul veya
fakir olup da, enâniyet sâhibi olan kimsedir. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Ben yaptım, ben gördüm, ben söyledim diyen kimse, bununla enâniyetine işâret etmiştir.
Akıllı kimse ben yaptım, ben gördüm, ben söyledim nasıl diyebilir. (Abdülhak Dehlevî)
ENBİYÂ:
Nebîler, peygamberler. Yeni din ile gönderilmeyip, insanları önceki dîne dâvet eden
peygamberler Nebî kelimesinin çoğulu. Yeni bir din ile gönderilen peygambere ise, resûl
denir. (Bkz. Nebî, Peygamber)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Çünkü onlar (yahûdîler) Allah'ın âyetlerini inkâr etmişler, enbiyâyı haksız yere
öldürmüşlerdi. Çünkü onlar isyân etmişler ve aşırı gitmişlerdi. (Âl-i İmrân sûresi: 112)
Enbiyâdan birine inanmayan kimse, hiç birine inanmamış olur. (Kâdızâde)
Enbiyâ Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi birinci sûresi.
Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on iki âyet-i kerîmedir. Sûre, bâzı peygamberlerden
(İbrâhim, İshâk, Lût, Süleymân, Dâvûd, Eyyûb, Yûnus ve Zekeriyyâ aleyhimüsselâm) ve
bunların kavimlerini îmâna dâvet etmeleriyle ilgili husûslardan bahsettiği için bu adı almıştır.
Enbiyâ sûresinde diğer belli başlı konular, Allahü teâlânın birliği, öldükten sonra dirilme ve
âhiret hayâtına dâir hükümlerdir. (Beydâvî, Kurtubî, İbn-i Abbâs)
Enbiyâ sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
Allah'tan başka bir ilâh (yâni bir tanrı) daha bulunsaydı, âlemdeki nizâm (düzen)
bozulur, karma karışık olurdu. (Âyet: 22)
Kıyâmet günü adâlet ölçüsünü ortaya koyarız. Kimseye bir zulüm yapılmaz. Hardal
dânesi kadar iyilik eden karşılığına kavuşur. (Âyet: 17)
(Ey habîbim Muhammed aleyhisselâm!) Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik.
(Âyet: 107)
ENE'L-HAK:
Hallâc-ı Mansûr tarafından "Ben yokum, Hak teâlâ vardır." mânâsında söylendiği hâlde,
görünüşte; "Ben Hak'kım" manasına alınan söz.
Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hak" sözü ve buna benzerleri bu zâtların içerisinde
bulundukları makamda, kendi âlemlerinde, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey göremeyince
söyledikleri sözlerdir. Allahü teâlâ mahlûkları (yarattıkları) ile birleşik değildir. Onların aynı
ve benzeri değildir. O, hiç bir bakımdan yarattıklarına benzemez. Hallâc-ı Mansûr,
"Ene'l-Hak" demekle; "Ben Hakk'ım, Hak teâlâ ile birleştim" demek istemedi. Böyle diyen
kâfir olur. Onun sözünün mânâsı; "Ben yokum, Hak teâlâ vardır" demektir. (Ahmed Fârûkî
Serhendî)
Hallâc-ı Mansûr gibi, İslâm dînine uyanların Enel'l-Hak gibi sözlerine hüsn-i zân edilir.
Te'vîl edilir (iyiye yorumlanır). Hallâc-ı Mansûr, imâmdır (büyük bir âlimdir). Fakat
durumunu herkese söyledi. Zayıflara ağır yük yükledi. Halkın anlayamayacakları Ene'l-Hak
gibi şeyleri konuştu. (Muhammed Ma'sûm)
ENFÂL:
Devlet reîsinin, herkesin elde ettiği kendisinin diyerek, harbe teşvik için gâzilere (İslâm
askerlerine) ganîmet hisselerinden fazla olarak verdiği mallar. Tekîli nefeldir. Gâzileri böyle
teşvik etmeye tenfîl denir.
Tenfîl harb esnâsında veya harbin başında yapılır. Düşman mağlûb olup, muhârebe
bittikten veyâ ganîmetin taksîminden sonra yapılması câiz değildir. Gâzilerin bu şekilde
harbde elde ettiği enfâlin beşte biri alınmaz. (İbn-i Âbidîn)
Enfâl Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin sekizinci sûresi.
Medîne-i münevverede Bedr muhârebesinden sonra nâzil oldu (indi). Yetmiş beş âyet-i
kerîmedir. Sûre, ismini, birinci âyette geçen Enfâl kelimesinden almıştır. Bu sûrede belli başlı
konular; Bedr harbinde elde edilen ganîmetlerin dağıtılmasına dâir emirler, Peygamber
efendimiz ve diğer peygamberlerle ilgili bâzı hususlardır. (Senâullah Dehlevî, İbn-i Abbâs)
Enfâl sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
Îmânı kâmil olan mü'minler onlardır ki, Allahü teâlâ anıldığında, O'nun azametinden,
büyüklüğünden kalbleri titrer, ürperir. Âyetleri okunduğunda (bu) onların îmânlarını
artırır. Yalnız Rablerine tevekkül ederler, güvenirler. (Âyet: 2)
Kim Enfâl ve Berâe sûrelerini okursa, kıyâmet gününde ben ona şefâat ederim ve onun
nifâktan kurtulduğuna şehâdet ederim. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzîl)
ENFÜS:
İnsanın iç dünyâsı, iç âlemi.
Akla, hayâle gelen her şey, ister âfâkî (insanın dışında) olsunlar, ister enfüsî olsunlar,
hepsi mâsivâdır. Allahü teâlânın mahluklarıdır. Bunlara gönül bağlamak, oyun ve oyuncak
gibi şeylerle boş yere vakit geçirmektir. Fâidesiz şeylerle oynamaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
ENSÂR:
Yardımcılar. Mekke'den Medîne'ye hicretten sonra, Resûlullah efendimize ve Mekke'den
gelen müslümanlara yakın alâka gösterip, malları, mülkleri, bedenleri ve her şeyleri ile
yardım eden Medîneli müslümanlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Önce müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önce gelenlerinden ve bunların
yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü
teâlâ, bunlar için, cennetler hazırladı. Bu cennetlerin altından nehirler akmaktadır.
Bunlar cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)
Ensârı sevmek îmândandır. Onlara buğz etmek münâfıklık alâmetidir. (Hadîs-i
şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, siz Ensâr cemâatı bana insanların en
sevgililerindensiniz. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Ey Muhâcirler! Size vasiyyetim şudur ki, Ensâr'a iyilik ediniz! Onlar size iyilik etti.
Evlerinde barındırdı. Geçinmeleri sıkıntılı olduğu hâlde, sizi kendilerinden üstün tuttular.
Mallarına sizi ortak ettiler. Her kim Ensâr üzerine hâkim olursa, onları gözetsin, kusur
edenleri olursa affetsin. (Hadîs-i şerîf-Kısas-ı Enbiyâ)
Ey Ensâr! Sizin üstünlüğünüz hiç bir kabîlede yoktur. Muhammed aleyhisselâm on üç
sene Mekke'de kavmini dîne çağırdı. İçlerinden pek az kimse inandı. Fakat cihâd edecek
kadar olamadılar. Allahü teâlâ sizi müslüman yapmakla şereflendirince, Resûlü ile Eshâbının
korunmasını ve dini İslâm'ın cihâd ile kuvvetlenmesini ve yayılmasını nasîb etti. Resûl-i
ekrem sizden râzı olarak vefât etti. (Sa'd bin Ubâde)
ERAK AĞACI:
Arabistan'da yetişen, dallarından, diş temizliğinde faydalanılan, bir karış uzunluğunda,
misvâk denilen parçaların yapıldığı ağaç. (Bkz. Misvâk)
ERBÂB-I DİL:
Gönül sâhipleri Erbab-ı kulûb, İbn-ül-Vakt. (Bkz. Erbâb-ı Kulûb)
ERBÂB-I KULÛB:
Gönül sâhipleri. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman başka türlü olan,
bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (içerisinde bulundukları mânevî hallere dalıp kendilerini unutan)
kimseler. Bunlara İbn-ül-vakt de denir.
Erbâb-ı kulûba Allahü teâlânın sıfatları tecellî (tesir) eder. Her sıfatın tecellîsinde başka
bir hal alırlar. Sonsuz olan sıfatların ve isimlerin tecellîleri, tesirleri altında halden hale
dönerler. Halleri değişir, dilekleri hep değişir. Bunlar devamlı bir halde kalamaz. Bir zaman
kabz yâni sıkıntı, başka zaman bast yâni sevinç içindedirler. (İmâm-ı Rabbânî)
ERBÂB-I SEKR:
Sekr sâhipleri. (Bkz. Sekr)
ERBA'ÎN:
Kırk günlük riyâzet. Maddî bağları azaltıp, mânevî tarafı kuvvetlendirmek ve kalb
aynasını parlatmak için, tasavvuf büyükleri tarafından konan usûllerden biri; kırk gün az
yemek, az içmek, az konuşmak, çok ibâdet etmek. Buna çile de denir.
Ehl-i sünnet yolunun büyükleri, halvet yâni yalnız başına kalmak ve erba'în yerine,
insanlar arasında kalbini Allah ile bulundurmak seâdetine kavuşmuşlardır. Sünnetleri yaparak
çok kıymetli şeyler elde etmişler ve bid'atlerden (dîne sonradan sokulan hurâfelerden)
sakınarak yüksek derecelere kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
ERHAMÜRRÂHİMÎN:
Merhametlilerin en merhametlisi mânâsına, Allahü teâlânın mübârek isimlerinden.
Seâdet sâhibi o kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip; "Korkma, Erhamürrâhimîne
gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun.Büyük devlete erişiyorsun." der. Böyle kimseye
bundan daha şerefli bir gün yoktur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
ERKÂN:
Bir şeyin bir parçasını veya bütününü meydana getiren şeyler, esaslar. Rüknün çoğuludur.
(Bkz. Rükn)
ERMİYÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn aleyhisselâmın neslindendir. Mûsâ
aleyhisselâmın dîninin hükümlerini bildirmekle vazîfelendirilmişti.
Peygamber olan Şa'yâ aleyhisselâmın şehîd edilmesinden sonra, isyânları ve azgınlıkları
iyice fazlalaşan İsrâiloğullarına Ermiyâ aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Nâşiye bin
Emvâs adlı hükümdâra ve İsrâiloğullarına Allahü teâlânın emirlerini bildirdi. Îmân ve itâate
gelmezlerse, musîbetlere uğrayacaklarını söyleyince, azgınlık ve isyânlarına devâm eden
İsrâiloğulları onu hapsettiler. Bu sırada Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar büyük bir orduyla
Kudüs üzerine yürüdü. Şehre girerek İsrâiloğullarının askerlerini tamâmen öldürdü. Süleymân
aleyhisselâmın yaptırdığı Mescid-i Aksâ'yı yıkıp içindeki kıymetli eşyâyı, altınları, gümüşleri
ve mücevherleri aldı. Bütün şehri ateşe vererek Tevrât nüshalarını yaktırdı. Yetmiş bin
çocuğu da esir olarak götürdü. Buhtunnasar, Ermiyâ aleyhisselâmı hapisten çıkararak
kendisiyle birlikte gitmesini istediyse de Ermiyâ aleyhisselâm gitmeyerek Kudüs'te kaldı.
Buhtunnasar tarafından harâbe hâline getirilen Kudüs'te kaçıp saklanan İsrâiloğulları Ermiyâ
aleyhisselâmın yanına gelip toplandılar. Barınacak yerleri kalmadığından Mısır'a gittiler.
Ermiyâ aleyhisselâm onlara, olanlardan ibret almalarını ve Allahü teâlâya kulluk etmelerini
söyledi. İsrâiloğulları bu dâveti yine dinlemediler. Ermiyâ aleyhisselâm onların isyânlarından
vazgeçmeyeceklerini görerek Nil nehri kenarına gitti. Bir müddet sonra Mısır'ı da istilâ eden
Buhtunnasar, Mısır Fir'avnını mağlûb ettiği gibi, İsrâiloğullarını da esir aldı. Ermiyâ
aleyhisselâmı Mısır'da da gördü fakat ona dokunmayıp, emân (güven) verdi. Arzû ettiği yere
gitmesi için serbest bıraktı. (Nişâncızâde Mehmed Efendi, Taberî, Sa'lebî)
ERVÂH:
Ruhlar. (Bkz. Rûh)
ESAHH:
En sahîh, en sıhhatli, en doğru olan. Bir mes'elenin hükmü hakkında müctehid âlimlerin
kavillerinden (sözlerinden, ictihadlarından) en doğru olanı. "Esahh" sözü, "sahîh, doğru"
sözünden daha kuvvetlidir.
Bir müctehidden bir iş hakkında iki kavil (söz) bildirilip, birisinde "o esahhdır", diğerinde
ise "o sahîhdir" şeklinde söylenmiş ise, fetvâ (cevâb) esahh kavle göre verilir. (İbn-i Âbidîn)
İki ayrı imâmdan (müctehid âlimden) kaviller (ictihadlar, fetvâlar) bildirilir ve sonunda
da: "Bu ikinci birinciden esahhdır." denirse, esahh kavle göre fetvâ verilir. (Allâme Kâsım)
İki ayrı imâm (müctehid âlim) ikisi de bir mes'elede "esahh" veya "sahîh" demişlerse ve
ikisi de aynı tabakadan yâni ilim bakımından aynı derecede iseler, müftî (fetvâ veren âlim)
istediği ile fetvâ verebilir. (İbn-i Âbidîn)
Dişlerin arasında veya diş çukurunda bulunan şey, gusül abdestine zarar vermez diye fetvâ
veren varsa da, bu şey katı olup, altına su geçmez ise, gusül abdesti câiz olmaz. Yâni gusül
abdesti olmaz. Esahh olan da budur. (İbn-i Âbidîn)
ESBÂB-I NÜZÛL:
Kur'ân-ı kerîm âyetlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize indiriliş
sebebleri.
Tefsîr yapabilmek (kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi, yâni Allahü teâlânın âyet-i kerîmede
ne buyurmak istediğini) anlamak için bilinmesi lâzım olan on beş ilimden bir tânesi de
esbâb-ı nüzûldür. (Muhammed Hâdimî)
Âyet-i kerîmelerin esbâb-ı nüzûlünü ve bunlarla ilgili hâdiseleri bilmeden tefsîr yapmak
mümkün değildir. (Vâhidî)
Esbâb-ı nüzûlün bilinmesi, Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlamada en kuvvetli yoldur. (İbn-i
Dakîk-ul-Îyd)
ESER:
1. Nişan, alâmet. Çoğulu âsârdır.
Müslüman olmak ve Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini, sıfatlarını anlamak
için, kimseyi taklîde ihtiyâç yoktur. Fen bilgilerini iyi öğrenen aklı başında bir kimse, yalnız
düşünmekle O'nun var olduğunu anlar. Îmâna kavuşur. Eseri görerek müessirin yâni eseri
yapanın varlığını anlamamak akılsızlık olur. (Muhammed Hâdimî)
2. Haber, hadîs-i şerîf, Eshâb-ı kirâm ve tâbiîne âit iş, söz ve takrirler yâni görüp de mâni
olmadıkları hususlar.
Emr-i Ma'rûf hakkındaki eserlere gelince: Ebû Derdâ buyurdu ki: "Ya ma'rûf (iyilik) ile
emreder, münkerden yâni kötülüklerden nehy eder, sakındırırsınız veya Allahü teâlâ size
büyüklerinizi saymayan, küçüklerinize acımayan zâlim idârecileri musallat eder. İyileriniz
ona bedduâ ederler, ama duâları kabûl olunmaz. İstigfâr edersiniz bağışlanmazsınız."
(Taşköprüzâde)
ESFEL-İ SÂFİLÎN:
En aşağı yer. Zaiflik, yaşlılık, boy bos, akıl ve anlayışın gidip çocuk gibi olmak, amel ve
iş yapmaktan kesilip, sevâb kazanacak bir şey yapamaz hâle gelmek, erzel-i ömür.
Cehennem'in aşağısı.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz insanı ahsen-i takvîm üzere, en güzel şekilde yarattık. Sonra onu (İnsanların bir
kısmını bu güzel sûrette yaratılmaları nîmetinin şükrünü yerine getirmediklerinden, yâni
küfürleri (îmânsızlıkları) ve isyân etmeleri sebebiyle) Esfel-i Sâfilîn'e bırakırız. Îmân edip
sâlih (iyi) amel işliyenler bundan müstesnâ; onlar için kesilmeyecek bir mükâfât vardır.
(Tîn sûresi: 4-6)
(Âlimler buyurdular ki, gençliğinde, gücü kuvveti yerindeyken, Allahü teâlânın emirlerine
uyup, yasaklarından sakınanlar, iyi işlere devam edenler, yaşlanıp, bir şey yapamaz hâle
geldiklerinde esfel-i sâfilîn yâni erzel-i ömürlerinde ölünceye kadar, o iyi işleri yapıyormuş
gibi kendilerine sevap yazılır.) (Sâvî, Tıbyan)
ESHÂB (Ashâb):
Arkadaşlar. Sâhib kelimesinin çoğuludur.
1. Peygamber efendimizi görüp îmân eden ve mü'min olarak vefât eden mübârek kimseler.
(Bkz. Sahâbe)
Allahü teâlâ bütün insanlar arasından beni seçti, ayırdı. İnsanların en iyisini bana
Eshâb olarak seçti. Bunların arasından da, bana akrabâ ve yardımcı olarak en üstünlerini
ayırdı. Bir kimse beni sevdiği için Eshâbıma hürmet ederse, Allahü teâlâ onu her
tehlikeden korur. Onlara hakâret ederek beni incitenleri de incitir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Eshâbımın her biri gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, Allahü teâlânın
sevgisine kavuşursunuz. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Eshâbımın hiç birine dil uzatmayınız. Onların şanlarına yakışmayan bir şey
söylemeyiniz. Nefsim elinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden biriniz, Uhud dağı
kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd (875) gram) arpası kadar sevâb
alamaz. (Hadîs-i şerîf-Sevâik-ül-Muhrika)
Kıyâmet günü Eshâbımdan herbiri, kabirlerinden kalkarken, vefât ettiği memleketin
bütün mü'minlerinin önlerine düşerek onlara nûr ve ışık saçarak Arasât meydanına
götürür. (Hadîs-i şerîf-Sünen)
Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş
olur. (Hadîs-i şerîf-Hulâsâtü'l-Fetâvâ)
Eshâbımı severek, benim peygamberlik hakkımı gözetiniz. Benim hakkımı böylece
gözetenleri, Allahü teâlâ her işlerinde korur ve yardım eder. Benim peygamberlik hakkımı
gözetmiyenleri de Allahü teâlâ sevmez. Bunların cezâ görecekleri, sürünecekleri zaman
pek yakındır. (Hadîs-i şerîf-Sevâik-ül-Muhrika)
Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennet'e gidecektir.
Bunlar benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır. (Hadîs-i şerîf-Sünen)
2. Bir âlimin talebeleri.
İbn-i Hümâm, Ebû Hanîfe'nin eshâbından Ebû Yûsuf, Muhammed Züfer ve Hasen bin
Ziyâd gibilerin, "Bir mes'ele hakkında söylediğimiz her sözü Ebû Hanîfe'den duyduk" deyip
yemîn ettiklerini nakleder. (Şa'rânî)
Eshâb-ı Bedr:
İslâm târihinin ilk ve en önemli muhârebesi olan Bedr savaşında Peygamber efendimiz ile
birlikte Mekkeli müşriklere (puta tapanlara) karşı harbedip kıyâmete kadar unutulmayacak
şanlı bir zafer kazanan üç yüz on üç kahraman mücâhid.
Eshâb-ı Bedr, Medîne'den ayrıldıkları gün oruçlu idiler. Sevgili Peygamberimiz onların
İslâmiyet'i yaymak uğrundaki gayretlerini görüp şöyle duâ ettiler: "Allah'ım! Onlar
yayadırlar. Sen onlara binit ver! Allah'ım onlar açık ve çıplaktırlar. Sen onları giydir.
Allah'ım onlar açtırlar, onları doyur. Fakirdirler, fadl-ı kereminle (ihsan ve ikrâmınla)
onları zengin eyle." (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti başka peygamberlerin ümmetlerinden daha üstündür.
Bu ümmetin de üstünü O'na îmân ederek mübârek yüzünü görmekle şereflenen, O'na tâbi
olan ve O'nun uğrunda canlarını mallarını fedâ eden Eshâb-ı kirâmdır. Bu eshâbın da
(r.anhüm) en üstünü Hudeybiye'de O'na bîat edip (bağlanıp) O'nun için ölmeğe hazır
olduklarını bildiren kahramanlardır. Bunların da üstünü Bedr muhârebesinde bulunan Eshâb-ı
Bedr'dir. (Ahmed Fârûkî)
Eshâb-ı Ferâiz:
Ölen bir kimsenin mîrâsına (geriye bıraktığı mala) vâris (hak sâhibi) olan ve Allahü
teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini (paylarını) bildirdiği dördü erkek, sekizi kadın on iki
kişi.
Erkekler; 1) Baba, 2) Dedeler, 3) Erkek kardeşler, 4) Zevc (koca). Kadınlar ise şunlardır:
5) Ana bir kızkardeşler, 6) Zevce (hanım), 7) Kızlar, 8) Oğulun kızları, 9) Ana-baba bir kız
kardeşler, 10) Baba bir kız kardeşler, 11) Anne, 12) Nineler. (Muhammed Mevkûfâtî)
Eshâb-ı Fîl:
Peygamber efendimizin doğmasına yaklaşık iki ay kala Kâbe'yi yıkmak için Mekke
yakınlarına kadar gelen, fakat Allahü teâlânın gönderdiği Ebâbîl kuşlarının üzerlerine
bıraktıkları mercimek büyüklüğündeki taşlarla perişân olan Ebrehe ve içinde bir çok fillerin
de bulunduğu ordu.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm! Kâbe'yi tahrîb etmek, yıkmak isteyen) Eshâb-ı fîl'e Rabbinin nasıl
muâmele ettiğini görmedin mi? Onların hîlelerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürüler
hâlinde kuşlar gönderdi. O kuşların her biri onların üzerine çamurdan yapılmış ve ateşte
pişirilmiş taş atarlardı. Nihâyet Allahü teâlâ onları güve yemiş ekin yaprağı gibi, yok
ediverdi (yenik ekin yaprakları hâline getiriverdi) (Fîl sûresi)
Yemen vâlisi Ebrehe, Kâbe'ye gelen ziyâretçileri kendi memleketine çekmek üzere San'a
şehrinde Kuleys adında bir kilise yaptırmış ve herkesin gelip ziyâret etmesini istemişti. Fakat
Kâbe'yi bırakıp oraya giden olmadı. Üstelik kilisesi, Kâbe'ye hürmeti olanlar tarafından
kirletildi. Buna kızan Ebrehe, yanında getirdiği fillerle berâber Mekke üzerine yürüdü.
Eshâb-ı fîl Allahü teâlâ tarafından gönderilen ebâbîl kuşlarının attığı taşlarla perişan oldu.
(Savî, Süyûtî, İbn-i Hişâm)
Eshâb-ı Kehf:
Mağara arkadaşları; Îsâ aleyhisselâmdan sonra din düşmanları her tarafı kapladığı bir
zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip, hicret eden ve Efsûs (Tarsus)'daki
mağarada bulunan yedi kişi ile Kıtmîr adındaki köpekleri. Kur'ân-ı kerîmde Kehf sûresinde
kıssaları uzun bildirilmektedir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Habîbim! Şimdi biz) sana o Eshâb-ı Kehf'in haberini (ibretli kıssasını) doğru olarak
anlatalım. Onlar, Rablerine (Allahü teâlâya) îmân eden genç yiğitlerdi. Biz onların hidâyet
(îmân ve basîretlerini) ve sebatlarını artırmıştık. (Kehf sûresi: 13)
Eshâb-ı Kehf, Mehdî'nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ (aleyhisselâm) bunun zamânında
gökten inecektir. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)
Eshâb-ı Kehf, Allahü teâlânın düşmanları her tarafı kapladığı zaman, îmân nûru ile hicret
eylemeleri sebebiyle yüksek derecelere kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Eshâb-ı Kehf'in isimleri; Yemlîha, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenûş,
Kefeştatayyûş'tur. Bir kimse Eshâb-ı Kehf'in isimleri yazılı kâğıdı evinde, üstünde
bulundurursa kazâ ve belâdan korunur, bereket hâsıl olur. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Eshâb-ı Kirâm:
Mü'min olarak Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemi gören ve mü'min olarak öldüğü
bilinen mübârek insanlar ve cinler. (Bkz. Eshâb)
Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, peygamberlerden aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve dört
büyük melekten sonra yaratılmışların en üstünüdür. (Abdülganî Nablüsî)
Eshâb-ı kirâmı sevmek, onlara bağlı olmak, insanlar içinden beğenilmiş, süzülüp ayrılmış
olan bu çok kıymetli tabakanın hayat tarzlarına imrenip onlar gibi olmaya özenmek, Allahü
teâlânın en büyük nîmetidir. (Eyyûb bin Sıddık)
Eshâb-ı kirâmın herbirini büyük ve üstün bilmek, hepsine iyi gözle bakmak, herbirinin
âdil ve sâlih (iyi) olduğuna inanmak lâzımdır. Hiç birine dil uzatmamak, lânet etmemek,
düşmanlık etmemek ve bir kısmını sevmek için başka sahâbîlere düşman olmaktan sakınmak
lâzımdır. (Tâhir-i Buhârî)
Eshâb-ı Suffa:
Suffe ehli. Peygamber efendimizin Mekke'den hicretinden sonra, Medîne-i münevverede
yaptırdığı câminin (Mescid-i Nebevî'nin) örtülü bölümünde ilim ve ibâdetle meşgul olan fakir
ve kimsesiz müslümanlar. (Bkz. Ehli Suffa)
Eshâb-ı Şimâl:
Cehennem ehli. Âhirette amel defterleri sol ve arka tarafından verilecek olanlar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Eshâb-ı şimâl; (Vücûdun derinliklerine işliyen pek şiddetli bir) sıcak, kaynar su ve
kapkara dumandan bir gölge içindedirler. (Vâkıa sûresi: 41-42)
Eshâb-ı şimâl, amel defterlerini alınca, hâllerini anlayıp, büyük felâket, korkunç azâb,
sonsuz tehlike, bitmeyen elem, acı ve üzüntüye tutulacaklarını, elleri ve boğazları zincir ve
bukağılar ile bağlanıp, pek çirkin arkadaş olan şeytanlarla berâber Cehennem'in dibine
atılacaklarını ve devamlı orada kalacaklarını bilip, kendi kendine, eyvâh helâk oldum, eyvâh
mahv oldum! diye feryâd ederler. (Kâdızâde Ahmed Efendi)
Eshâb-ı Tahrîc:
Hanefî mezhebinde, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak bir
mânâsını seçen dördüncü tabaka âlimleri.
Ebû Bekr Ahmed Râzî ve Ebû Abdullah El-Cürcânî gibi âlimler, eshâb-ı tahrîcdendirler.
(İbn-i Kemâl Paşa)
Eshâb-ı Temyîz:
Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin altıncı tabakası. Bunlar kuvvetli hükümleri zayıf
olanlardan, zâhir haberleri (İmâm-ı Muhammed'in Hanefî mezhebinin temeli olan meşhûr altı
kitâbında bildirdiği haberleri), nâdir haberlerden (İmâm-ı Muhammed'in, İmâm-ı a'zâm ve
talebelerinin diğer kitâblarda bildirdiği haberlerden) ayıran mukallid âlimler.
Ebü'l-Berekât en-Nesefî, Abdullah-ı Mûsulî ve Tâc-üş-Şerîa gibi âlimler, eshâb-ı
temyîzdendirler. (İbn-i Kemâl Paşa)
Eshâb-ı Tercîh:
Hanefî mezhebinde, fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası. Bunlar, ictihâd gücüne sâhib
olmayan, sâdece bağlı oldukları mezhebdeki müctehidlerin ictihadları (verdikleri hükümleri)
arasından delili kuvvetli olan ictihâdı seçen âlimlerdir.
Kudûrî ve Burhâneddîn Mergînânî gibi âlimler, eshâb-ı tercîhdendirler. Eshâb-ı tercîh,
tercih ettikleri kaviller (hükümler) için; "Bu evlâdır (en iyidir).", "Bu daha sahîhdir
(doğrudur).", "Bu daha açıktır" gibi terimleri kullanır. (İbn-i Kemâl Paşa)
Eshâb-ı Yemîn:
Cennet ehli. Âhirette amel defterleri sağ taraflarından verilecek olan mü'minler.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Eshâb-ı Yemîn; Onlar ne mutlu Eshâb-ı Yemîndirler. Onlar dikensiz kiraz, meyveleri
tıklım tıklım muz ağaçları, yayılmış dâimî gölgeler, dâima akan sular, kesilmeyen, yasak
da edilmeyen bir çok meyveler arasında ve kadri yükseltilmiş döşeklerdedirler. (Vâkıa
sûresi: 27-34)
İbn-i Abbâs buyurdu ki: "Eshâb-ı Yemîn, Âdem aleyhisselâmın zürriyeti, sulbünden
(belinden) zerreler hâlinde çıkarıldığında sağ tarafında olanlar, sağ tarafından çıkanlardır."
(Mazhâr-ı Cân-ı Cânan)
ESÎR:
1) Köle. Savaşan iki taraftan birinin eline geçen karşı tarafa âit kimse.
İslâm hukûkunda harbde esîr alınmayan bir insanı satmak ve satın almak câiz değildir.
Esirden başkası köle olmaz. Köle âzâd etmek, serbest bırakmak ise çok sevâbdır. (İbn-i
Âbidîn)
2) Düşkün, mübtelâ, bir şeye vurgun.
Maddeden yapılmış olan, his organlarının esîri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve
his organları ile anlaşılamayandan ne söyleyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir
kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zamanlı ve mekânlı olan, maddesiz,
zamansız ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zavallı mahlûk, kendi âleminden dışarıya
nasıl çıkabilir? (İmâm-ı Rabbânî)
3) Allahü teâlâya kul, köle olma.
Hak teâlâ, hepimizi her an kendinin esîri olmak şerefine kavuştursun! Hakîkî kurtuluş
O'na esîr olmak, tutulmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
ESMÂ-İ HÜSNÂ:
Güzel isimler. Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen doksan dokuz ism-i şerîfi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsı vardır. O hâlde O'na bunlarla duâ edin. (A'râf sûresi:
180)
Hadîs-i şerîfte bildirilen Esmâ-i hüsnâ şunlardır.
1. Allah, 2. Er-Rahmân, 3. Er-Rahîm, 4. El-Melik, 5. El-Kuddûs, 6. Es-Selâm, 7.
El-Mü'min, 8. El-Müheymin, 9. El-Azîz, 10. El-Cebbâr, 11. El Mütekebbir, 12. El-Hâlık, 13.
El-Bârî, 14. El-Musavvir, 15. El-Gaffâr, 16. El-Kahhâr, 17. El-Vehhâb, 18. Er-Rezzâk, 19.
El-Fettâh, 20. El-Alîm, 21. El-Kâbid, 22. El-Bâsit, 23. El-Hâfıd, 24. Er-Râfi', 25. El-Muizz,
26. El-Müzill, 27. Es-Semî', 28. El-Basîr, 29. El-Hakem, 30. El-Adl, 31. El-Latîf, 32.
El-Habîr, 33. El-Halîm, 34. El-Azîm, 35. El-Gafûr, 36. Eş-Şekûr, 37. El-Aliyy, 38. El-Kebîr,
39. El-Hafîz, 40. El-Mukît, 41. El-Hasîb, 42. El-Celîl, 43. El-Kerîm, 44. Er-Rakîb, 45.
El-Mucîb, 46. El-Vâsi', 47. El-Hakîm, 48. El-Vedûd, 49. El-Mecîd, 50. El-Bâis, 51. Eş-Şehîd,
52. El-Hakk, 53. El-Vekîl, 54. El-Kaviyy, 55. El-Metîn, 56. El-Veliy, 57. El-Hamîd, 58.
El-Muhsî, 59. El-Mübdî, 60. El-Muîd, 61. El-Muhyî, 62. El-Mümît, 63. El-Hayy, 64.
El-Kayyûm, 65. El-Vâcid, 66. El-Mâcid, 67. El-Vâhid, (El-Ahad), 68. Es-Samed, 69.
El-Kadîr, 70. El-Muktedir, 71. El-Mukaddim, 72. El-Muahhir, 73. El-Evvel, 74. El-Âhir, 75.
Ez-Zâhir, 76. El-Bâtın, 77. El-Vâlî, 78. El-Müteâlî, 79. El-Berr, 80. Et-Tevvâb, 81.
El-Müntekım, 82. El-Afüvv, 83. Er-Raûf, 84. Mâlikü'l-Mülk, 85. Zül-Celâli ve'l-İkrâm, 86.
El-Muksit, 87. El-Câmi', 88. El-Ganiyy, 89. El-Muğnî, 90. El-Mâni', 91. Ed-Dârr, 92.
En-Nâfi', 93. En-Nûr, 94. El-Hâdî, 95. El-Bedî', 96. El-Bâkî, 97. El-Vâris, 98. Er-Reşîd, 99.
Es-Sabûr (celle celâlüh). (Bkz. İlgili Maddeler) (Câmi-us-Sagîr)
Esmâ-i hüsnâdan her birini söyledikten sonra celle celâlüh gibi tâzim, hürmet (saygı)
ifâdesini de söylemelidir. Yoksa edebe riâyet edilmemiş olur. (Abdülhakîm Arvâsî)
ESRÂR:
Sırlar, gizli ve akıl ermeyen şeyler. (Bkz. Sır)
Bâtın (kalb, rûh, hakîkat) ilmi, Allahü teâlânın esrârından bir sırdır. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Hak teâlânın bana ihsân eylediği esrârın tamâmını, Sıddîk'ın (hazret-i Ebû Bekr)
kalbine akıttım. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Resûlullah'tan iki ilim edindim ki, birini beyân eyledim (açıkladım). Diğerini açıklasam
öldürülürüm. O, esrâr ilmidir ki, herkes onu anlayamaz. (Ebû Hüreyre)
Hadîs-i şerîfte; "Âlimler peygamberlerin vârisleridir" buyruldu. Peygamberlerin
(aleyhimüsselâm) bıraktıkları ilim iki türlüdür. Biri ahkâm, yapılacak ve sakınılacak şeyler,
diğeri esrâr bilgileridir. (İmâm-ı Rabbânî)
Esrârın çoğu, kayda ve kitâba gelmez. Sohbet ve berâber bulunmağa bağlıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
ESTAĞFİRULLAH:
Allahü teâlâdan hatâ ve kusurlarımı bağışlamasını dilerim, mânâsına; mübârek, kıymetli
bir söz. (Bkz. İstiğfâr)
Bütün işlerde ve hâllerde istiğfârı (Allahü teâlâdan bağışlanmayı istemeyi) elde tutmalıdır.
İstiğfâr ederken, seyyid-ül istiğfâr denilen: "Estağfirullahel azîm ellezî lâ ilâhe illâ hû
El-Hayyel kayyûme ve etûbu ileyh: Azîm olan O'ndan başka ilâh bulunmayan, Hayy ve
Kayyûm olan Allahü teâlâdan günahlarımı bağışlamasını diler, O'na tövbe ederim" demelidir.
(Yûsuf Sinânüddîn)
İşlediği günâha pişmanlık duymadan ve bu günâhı bir daha yapmamaya karar vermeden
estağfirullah demeyiniz. Çünkü bu, günâh ve yalan olur. (Abdülganî Nablüsî)
EŞ'ARÎ:
1. Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunun iki büyük imâmından biri. Ebü'l-Hasen Ali bin İsmâil
Eş'arî. 879 (H. 266) yılında Basra'da doğdu. 941 (H. 330) yılında Bağdâd'da vefât etti.
İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî, selef-i sâlihînin (ilk devir müslümanlarının)
bildirdikleri îtikâd (îmân) bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, insanların
anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmâm-ı Eş'arî, İmâm-ı Şâfiî'nin talebesi zincirinde
bulunmaktadır. İmâm-ı Mâtürîdî de, İmâm-ı a'zamEbû Hanîfe'nin talebeleri zincirinin büyük
bir halkasıdır. Eş'arî ve Mâtürîdî, hocalarının îtikâddaki ortak olan mezheblerinden dışarı
çıkmamış, mezheb kurmamıştır. Bu ikisinin ve hocalarının ve dört mezheb imâmının tek bir
îtikâdı vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel-cemâat ismi ile meşhûr olan îtikâd mezhebidir. Bu
fırkada bulunanların îtikâdları, inanışları, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin ve Tebe-i tâbiînin
inanışlarıdır. (Taşköprüzâde)
2. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerinin açıkladığı şekilde
öğrenip inanan.
ETTEHIYYÂTÜ:
Namazların birinci ve ikinci oturuşlarında okunan duâ.
Mânâsı: "Mal, beden ve dil ile yapılan ibâdet, tâat ve hamd ve şükürlerin hepsi cenâb-ı
Hakk'a mahsustur. Allahü teâlânın selâmı rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Ey Nebiyyi
zîşân, dünyâ ve âhiret selâmeti bütün peygamberler ve cenâb-ı Hakk'ın iyi, itâatkâr kullarının
üzerine olsun. Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm
Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, peygamberidir.
Dört rek'atli namazlarda iki ka'de (oturuş) vardır. Evvelki ka'de-i ûlâdır ki, burada
Ettehiyyatü okumak sünnet, onu okuyacak kadar oturmak vâcibdir. İkincisi ise ka'de-i âhire
olup, bunda Ettehiyyâtü okumak vâcib, okuyacak kadar oturmak farzdır. (İbrâhim Halebî)
ETBAUTEBE-İ TÂBİÎN:
Sahâbe ve Tâbiînden sonra Peygamber efendimizin övdüğü nesillerden üçüncüsü olan
Tebe-i tâbiîni görenler.
Tebe-i tâbiînin asrı hicrî 220 (m.835)'de son bulur. Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin
Hanbel, İmâm-ı Buhârî, İmâm-ı Müslim ve İmâm-ı Tirmizî, Etba-u Tebe-i tâbiîn
neslindendir. (İbn-i Salâh)
E'ÛZÜ:
E'ûzübillâhimineşşeytânirracîm sözü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Habîbim!) Kur'ân-ı kerîm okuyacağın zaman E'ûzü... söyle (Nahl sûresi: 98)
Kur'ân-ı kerîme saygı göstermek, E'ûzü okuyarak başlamakla olur... (Hadîs-i
şerîf-Tefsîr-i Ya'kûb-ı Çerhî)
Allahü teâlâya yaklaşmak isteyenler, E'ûzü'ye yapışmakta, O'ndan korkanlar da, E'ûzü'ye
sarılmaktadır. Günâhı çok olanlar E'ûzü'ye sığınmıştır. E'ûzü'nün mânâsı; "Allah'ın
rahmetinden uzak olan ve gazâbına uğrayarak dünyâda ve âhirette helâk olan şeytandan,
Allahü teâlâya sığınırım, korunurum, O'ndan yardım beklerim. O'na yalvarır, imdâd isterim"
demektir. (Ya'kûb-ı Çerhî)
EVÂMİR-İAŞERE:
Allahü teâlânın Tûr dağında Mûsâ aleyhisselâma bildirdiği on emir. Yahûdîlikte uyulması
şart olan on kâide.
Mûsâ aleyhisselâm Tûr dağında Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâ ona Evâmîr-i
aşereyi bildirdi. O da bunları kavmine bildirdi. Onlara tek bir Allah'a îmânın lâzım olduğunu
anlattı ve Allahü teâlânın gönderdiği Tevrât kitabını getirdi. (Sa'lebî)
Bugünkü yahûdî kitablarında ve Tevrât'ın Tesniye ve Hurûç (çıkış) kısmında bildirilen
Evâmir-i aşere şunlardır:
1) Puta tapmayacaksın, tek Allah'ın varlığına inanacaksın.
2. Allah ismini hürmet ve muhabbet ile zikredeceksin.
3) Altı gün çalışıp yedinci gün dinleneceksin. Sebt yâni Cumartesi gününü dâimâ
hatırlayıp onu kutsal tutacaksın.
4) Anne ve babana hürmet ve itâat edeceksin.
5) Adam öldürmeyeceksin.
6) Zinâ etmeyeceksin.
7) Yalan söylemeyeceksin.
8) Kimsenin malını çalmayacaksın.
9) Komşuna yalan şehâdette bulunmayacaksın. Komşunun zevcesine (hanımına), evine,
tarlasına, kölesine, câriyesine, öküzüne, eşeğine ve hiç bir şeyine göz dikmeyeceksin.
10) Haram olan kurbânı kesmeyeceksin. (Nişâncızâde)
EVHÂM:
Vehmler, zanların esâsı olan kıyaslar. (Bkz. Vehm)
Allahü teâlâ, evhâm ve evhâm-ı beşeriyyenin çok fevkındadır (üstündedir). (Seyyid
Abdülhakîm-i Arvâsî)
Tasavvuf yolcularının o yolculukta gördükleri, tattıkları, hâller, vecdler, ilim ve ma'rifetler
imrenilecek, istenilecek şeyler değildir. Hepsi evhâm ve hayâlât gibi, geçici şeylerdir. (İmâm-ı
Rabbânî)
EVKÂF:
Vakıflar. Sâhibi tarafından İslâmiyet'e uygun olarak bir hayır işe tahsis edilmiş mülk veya
mallar. (Bkz. Vakf)
EVLÂ:
En iyi olan.
Küçük ve büyük abdest sıkıştırırken ve yel zorlarken namaza durmak mekruhtur (harama
yakındır). Bunlar namaz arasında zorlarsa, namazı bozmalıdır. Bozulmaz ise, günâha girilir.
Cemâat kaçırılacak bile olsa, namazı bozmak efdâldir. Çünkü kerâhetle (ibâdetin sevâbını
gideren bir hâlde) namaz kılmaktan ise, sünneti kaçırmak evlâdır. Ancak namaz vaktini veya
cenâze namazını kaçırmamak için böyle sıkışık bir hâlde namaz kılmak mekrûh olmaz. (İbn-i
Âbidîn)
Kur'ân-ı kerîm okurken cim harfi bulunan yerlerde durulabilir. Fakat evlâ olan
durmamaktır. (Ahmed ibni Kemâl Paşa)
EVLİYÂ:
Velî kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Velî)
1. Dostlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Mü'minler (inananlar), mü'minleri bırakıp da kâfirleri (inanmıyanları) evliyâ edinmesin.
(Âl-i İmrân sûresi: 28)
2. Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri
İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azâb korkusu ve nîmetlere kavuşmamak
üzüntüsü yoktur. (Yûnus sûresi: 62)
Allahü teâlâ buyurdu ki: "Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş
olur..." (Hadîs-i kudsî-Buhârî)
Evliyâ görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ).
Evliyânın alâmeti üçtür:Birincisi, derecesi yükseldikçe tevâzûsu, alçak gönüllülüğü artar.
İkincisi, elinde imkân bulunduğu halde dünyâya değer vermez. Üçüncüsü, intikam almaya
gücü yettiği halde merhametli ve insaflı davranarak intikam almaz. (Ebû Abdullah Seczî)
Bir kimse velîlik mertebesine ulaşsa, onun üzerine Hak teâlânın bir perde örtmemesi, onu
halkın gözünden gizlememesi mümkün değildir. "Evliyâm kubbelerim altında (saklı)dır.
Onları benden gayrısı tanıyamaz." hadîs-i kudsîsinin mânâsı da budur. Burada bildirilen
"Kubbeler", beşeriyyet sıfatlarıdır. Pamuktan veya başka maddelerden dokunmuş perde
değildir. İnsanlık sıfatları öyle bir şeydir ki, o velîde, Hak teâlâ hazretleri açık bir kusur kılar
veya bir hünerini ayıp sûretinde gösterir. "Onu Allah'tan başka kimse tanıyamaz." demek, "İçi
ilâhî irâde nûru ile dolu olmayan kimseler o velîyi anlıyamaz" demektir. Ancak o nûr ile
nurlanan kimseler anlayabilir. (Alâüddevle Semnânî)
Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an Allahü teâlâ ile berâber
olur. (Yahyâ bin Muâz)
Allahü teâlânın evliyâsı büyük günâh işlemekten mahfûzdurlar, korunmuşlardır. (Kuşeyrî)
Evliyânın huzûruna boş olarak gelmelidir ki, dolu olarak dönülebilsin. Onların acıması,
ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böylece feyz, ihsân yolu açılır.
(İmâm-ı Rabbânî)
EVRÂD:
Îtiyâd ve vazîfe olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbih ve duâlar. Vird kelimesinin
çoğuludur. (Bkz. Vird)
EVTÂD:
Allahü teâlâ tarafından dünyânın nizâmiyle vazîfelendirilen dört büyük zât. Herkes
tarafından bilinmedikleri için bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir.
Evtâd denilen evliyâ, dünyânın dört tarafında bulunurlar. Her biri bulunduğu yerde
dünyevî bakımdan huzûr ve rahatlığı sağlamakla vazîfelidir. Evtâddan dünyânın doğu
tarafında bulunan zâtın ismine Abdülhayy, batıdakinin ismine Abdülalîm, kuzeydeki zâtın
ismine Abdül-Mürîd, güneydeki zâtın ismine ise Abdülkâdir denir. (Molla Câmi)
EVVÂBÎN NAMAZI:
Akşam namazının farzından sonra kılınan altı rek'atlik namaz.
Kim ki akşam ile yatsı arasında namaz kılarsa işte o evvâbin namazıdır. (Hadîs-i
şerîf-Rekâik)
EVVEL (El-Evvelü):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Herşeyin başlangıcı olan,
varlığından önce yokluk geçmeyen, hiç bir şey yok iken, vâr olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O, Evvel'dir, Âhir'dir... (Hadîd sûresi: 3)
EYYÂM-I BİYD:
Ayın ışığının en aydınlık olduğu kamerî aylarının 13, 14 ve 15. günleri.
İlk insan ve ilk peygamber hazret-i Âdem Cennet'ten çıktığı zaman vücûdu birden bire
karardı. Hazret-i Cebrâil gelerek Âdem aleyhisselâma dedi ki: "Ey Âdem! Vücûdunun
eskisi gibi beyaz olmasını istersen, Eyyâm-ı Biydde oruç tut. Hazret-i Âdem bu tavsiyeyi
yerine getirmekle vücûdu eskisi gibi büsbütün beyaz olmuştur. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel
Veled)
Ey Ali! Cebrâil aleyhisselâm gelip bana dedi ki: "Yâ Resûlallah! Her ayda oruç tut."
Ben dedim ki: "Ey Cebrâil kardeşim! Hangi günlerde tutayım?" Cebrâil aleyhisselâm
cevâben buyurdular ki: "Her kim eyyâm-ı biydde oruç tutarsa, Hak teâlâ hazretleri o
tuttuğu orucun birinci gününe on yıl, ikinci gününe otuz yıl, üçüncü gününe yüz yıl oruç
tutmuş gibi sevâb verir. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel Veled)
EYYÂM-I NAHR:
Kurban kesme günleri. Kurban bayramında, kurbanın kesildiği birinci, ikinci ve üçüncü
günler.
EYYÂM-I TEŞRÎK:
Kurban bayramının 2, 3 ve 4. günleri.
Eyyâm-ı teşrîk günlerinde yeni ve temiz elbise giymek, sevindiğini belli etmek sünnettir.
(Mehmed Zihnî Efendi)
EYYÛB ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrâhim'e, İsmâil'e, İshâk'a
ve Yâkûb'a, evlâdlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a vahy
eylediğimiz ve Dâvûd'a Zebûr verdiğimiz gibi (Habîbim) şüphesiz sana da biz vahyettik.
(Nisâ sûresi: 163)
Bir kimse Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mescidine girdi veEyyûb aleyhisselâm
ile ilgili bâzı sorular sordu. Peygamber efendimiz ağladı ve buyurdu ki: "Allahü teâlâya
yemîn ederim ki, Eyyûb (aleyhisselâm) belâdan inlemedi, sızlanmadı. Ayakta namaz kılmak
istedi. Duramadı düştü. Hizmette kusur görünce; "Bana gerçekten hastalık isâbet etti"
dedi. (Hadîs-i şerîf-Hamîd-i Tavîl)
Hazret-i Eyyûb, insanların en uysalı, en sabırlısı ve en çok gadabını (öfkesini) yenen
idi. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Hazret-i İshâk'ın oğlu Iys'ın neslindendir. Şam civârında yaşayan İsrâiloğullarına
peygamber gönderildi. Onları Allahü teâlâya îmân etmeye ve ibâdete çağırdı. Bu uğurda çok
zahmet çekti. Kendisine yedi kişi îmân etti. Malı ve serveti çok olan Eyyûb aleyhisselâm
Allahü teâlâya çok şükrederdi. Allahü teâlâ onu imtihân etmeyi diledi. Mallarını, çeşitli
vesîlelerle elinden aldı. Oğullarının bir zelzele ile canlarını aldı. Şeytanın değişik sûretlere
girerek ona vesvese vermeye çalışması karşısında şükür, sabır ve metânetinden hiç bir şey
eksilmedi. Daha çok sabır ve şükretmeye başladı. Allahü teâlâ onun bedenine hastalık vererek
imtihân etmeyi murâd etti. Eyyûb aleyhisselâmın hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi. Hanımı
Rahime hâtundan başka bütün yakınları ve dostları onu terk ettiler. Hanımı onu şehrin dışına
çıkararak hizmetine devâm etti. Hazret-i Eyyûb hastalığına rağmen, gelip geçen insanlara
Allahü teâlâyı hatırlatarak sabır ve şükrü tavsiye etti. Yedi yıl dert ve belâ içinde kaldığı
hâlde, hâlinden hiç şikâyet etmedi. Sabrı darb-ı mesel oldu. Allahü teâlâ onu tekrar sağlığına
kavuşturdu. Hastalıktan kurtulduğu gecenin seherinde âh edip ağladığında, sebebi soruldu.
Her gece seher vaktinde "Ey bizim hastamız, nasılsınız?" diyen sesi artık duymaz oldum.
Onun için ağlıyorum" buyurdu. Malları kendisine yeniden ihsân edildi. Vefât eden çocukları
kadar çocuğu oldu. Ömrünün sonunda en olgun evlâdı olan Havmel'i vasî tâyin etti. Vefât
ettiğinde techîz ve tekfîninin (kefenleme) onun tarafından yapılmasını vasiyet etti. Yüz kırk
yaşında iken Şam civârındaki Beseniyye denilen yerde vefât etti. Kabri oradadır. (İbn-ül-Esîr,
Taberî)
EZÂN:
Bildirmek. Namaz vakitlerini bildirmek, müslümanları namaza dâvet etmek (çağırmak)
için yüksek bir yerde belli olan Arabca kelimeleri sırası ile okumak.
Her kim yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezân, sol kulağına da ikâmet okursa, ümmü
sıbyan denilen havâle hastalığından korunmuş olur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Ezân okumak, hicretin birinci senesinde Medîne'de başladı. Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber
efendimizin mübârek arkadaşlarından) Abdullah bin Zeyd bin Sa'lebe ve hazret-i Ömer
rüyâda ezân okunmasını görüp Peygamber efendimize bildirdiler. Peygamberimiz;
"İnşâallah hak, gerçek bir rüyâdır. O kelimeleri Bilâl'e öğretin okusun" buyurdu. (Serahsî,
İbn-i Âbidîn)
Ezân sesini duyduğunuzda müezzinin (ezân okuyan kimsenin) dediği gibi siz de
söyleyin. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Ezânın tercemesini okumak, ezân olmaz. Manâsı anlaşılsa da başka dillerle okunmaz.
(İbn-i Âbidîn)
Ezân, câmi, fıkıh kitapları gibi İslâmiyet'in kıymet verdiği şeyleri aşağılamak küfürdür.
(M. Hâdimî)
Ezân-ı Cavk:
Bir kaç müezzinin bir ezânı birlikte okumaları.
Ezân-ı cavkta, müezzinlerin bir arada okudukları yanık, hazîn sesler uzaktan işitildiğinde,
kalblere ve rûhlara te'sir etmekte, insanları vecde getirmekte, mânevî coşkunluk vermektedir.
Asırlardan beri yapıldığı için İslâm âdeti olmuştur. (İbn-i Âbidîn)
EZEL:
Başlangıcı olmamak, öncesizlik.
Ezelde Allahü teâlâ tarafından takdir edilen şeyler bu takdire uygun olarak meydana gelir.
(İmâm-ı Gazâlî)
EZELÎ:
Öncesi, başlangıcı olmayan.
Allahü teâlâ kadîmdir, ezelîdir. Varlığının başlangıcı yoktur, varlığından önce yok değildi.
Hep var idi. Hiç bir zaman da yok olmaz. O'ndan başka hiç bir varlık, kadîm, ezelî değildir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Biliniz ki, Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. O'ndan başka her şey O'nun var etmesi
ile olmuş, O'nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, kadîmdir, ezelîdir. Hep var idi,
varlığından evvel yokluk olamaz. O'ndan başka her şey yoktu. Bunların hepsini O sonradan
yarattı. (Ahmed Fârûkî)
Allahü teâlânın sıfatları zâtı gibi ezelîdir, ebedîdir. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler.
Akıl ile, zan ile ve dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
EZKÂR:
Zikirler. (Bkz. Zikr)
EZLÂM:
Câhiliye devri Arablarının kullandıkları fal okları.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
... ve dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanan hayvanlar ve ezlâm ile kısmet istemeniz
haram kılınmıştır. (Mâide sûresi: 3)
Ey îmân edenler! Muhakkak ki içki, kumar, (ibâdet etmek için hazırlanmış) putlar ve
ezlâm şeytanın işinden olan birer pis şeydir. Artık ondan kaçınınız ki, felâh (kurtuluş)
bulabilesiniz. (Mâide sûresi: 90)
Câhiliye devrinde, mühim bir işi yapıp yapmamak husûsunda ezlâm denilen oklar ile kur'â
çekerlerdi. Bu oklardan birinin üzerine "Rabbim bana emr etti", diğerinin üzerine "Rabbim
beni nehyetti (yasakladı)", üçüncünün üzerine de "gaflet etti" diye yazılırdı. Bu okları bir
torba içine korlar, putlarından en büyüğünün önüne gelerek ey tanrımız biz şöyle şöyle
istiyoruz diyerek bu oklardan rast gele birini seçip çıkarırlardı. Eğer "Rabbim bana emr etti"
yazılı ok çıkarsa, o işe başlanır, "Rabbim beni nehyetti" yazılı ok çıkarsa, o işten vaz geçilirdi.
"Gaflet etti" diye yazılı ok çıkarsa, tekrar çekiliş yapılırdı. İşte böyle bir muâmele ile
yapılacak işi tâyin etmeye kalkışmak haramdır. (Muhammed bin Hamza, Senâullah Dehlevî,
İbn-i Abbâs)
EZVÂC-I TÂHİRÂT:
Peygamber efendimizin temiz ve çok mübârek hanımları, mü'minlerin anneleri.
Peygamber efendimiz, ezvâc-ı tâhirâtının ilki olan hazret-i Hadîce'nin vefâtından bir yıl
sonra, elli beş yaşında iken Allahü teâlânın emri ile ikinci olarak hazret-i Ebû Bekr'in kızı
Âişe (r.anhâ) ile evlendi. Diğerlerini hep Âişe'den (r.anhünne) sonra dînî, siyâsî sebeplerle
veyâ merhamet ve ihsân ederek nikâh etti. Bunların hepsi dul idi. Çoğu yaşlı idi. (Muhammed
Nişancı)
Peygamber efendimiz kadınlara âit yüzlerle nâzik bilgileri müslüman kadınlarına ezvâc-ı
tâhirâtı yolu ile bildirdi. Hanımları bir olsaydı, bütün kadınların o tek hanımından sorması
güç ve hattâ imkânsız olurdu. Peygamber efendimiz Allahü teâlânın dînini tam olarak
bildirmek için çok evlenmek yükünü de omuzlarına aldı. (Muhammed Nişancı)