FÂCİR:
1. Açıktan günâh işleyen, haram ve günâha dalmış. Fâsık.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kıyâmet gününde nice yüzler vardır ki (dünyâda iken geceleri ibâdetle geçirmek veya
alınan abdestler sebebiyle) parıl parıl parlar, (kavuştukları nîmetlerden dolayı) güler ve
sevinir (bunlar mü'minlerdir). Nice yüzleri de o gün, toz-toprak, karanlık ve siyahlık
kaplayacaktır. İşte bunlar, kâfirler ve fâcirlerdir. (Abese sûresi: 38-42)
Tüccârın, pazarcıların çoğu fâcirdir. Alış-verişleri helâl olmaz. Çünkü, çok yemin
ederek günâha girerler ve yalan söylerler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet, Zevâcir)
Allahü teâlâ bu dîni fâcir kimselerle de elbette kuvvetlendirir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Rabbânî)
Âlimlerin dünyâyı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine kara leke gibidir. Böyle
olan ilim adamlarının insanlara faydası olur ise de kendilerine olmaz. Dîni kuvvetlendirmek,
İslâmiyet'i yaymak şerefi bunlara âid ise de, bâzan kâfir ve fâcir de bu işi yapar. (İmâm-ı
Rabbânî)
2. Kâfir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Fâcirlerin amel defterleri, Siccîn denilen yerdedir. (Mutaffifîn sûresi: 7)
FADÎLE:
Peygamber efendimizin âhiretteki makamlarından biri.
Muhammed aleyhisselâm, Peygamberlerin en üstünü, âlemlere rahmettir. Onsekiz bin
âlem O'nun rahmet denizinden faydalanmaktadır... Âhirette kendisine; Makâm-ı Mahmûd,
Şefâ'at-i kübrâ, Kevser havuzu, Vesîle ve Fadîle adındaki makamlar verilecektir. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
FADL:
1. İhsân.
Allahü teâlâ, kullarına iyi olanı, faydalı olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb
yapmağa mecbûr değildir. Âsîlerin, günâh işleyenlerin hepsini Cennet'e koysa, fadlına yakışır.
İtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehennem'e atsa, adâletine uygun olur. Fakat müslümanları ve
ibâdet edenleri Cennet'e sokacağını, bunlara sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini; kâfirlere
ise, Cehennem'de sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez.
(Kemahlı Feyzullah Efendi)
Eğer ezelde beni kulluğa
Kabûl ettinse fadl senin, nîmet bana.
(Sinân Paşa)
2. Üstünlük, fazîlet. (Bkz. Fazîlet)
Fadl-i Cüz'î:
Bir bakımdan üstünlük.
Fadl-i Küllî:
Her bakımdan üstünlük.
FÂHİŞ FİYAT:
Piyasa fiyatının üstündeki fiyat. (Bkz. Gaben-i Fâhiş)
Esnâfın hepsi fiyatları, fâhiş olarak arttırdığı, millet zarar ve zulüm görür hâle geldiği
zaman, hükûmetin, tüccârlara danışarak uygun bir narh yâni kâr haddi koyması câiz olur.
(İbn-i Âbidîn)
FAHR-İ ÂLEM:
Âlemin kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için
kullanılan saygı ifâdesi.
Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de yok
dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevâb vermezdi. (İmâm-ı Ahmed
Kastalânî)
Fahr-i âlemin isimleri, hâlleri, Tevrât ve İncil'de yazılı idi. Yahûdî ve hıristiyanlar, teşrif
etmesini, gelmesini bekliyordu. Fakat kendi kavimlerinden gelmeyip, Arablardan geldiği için
kıskandılar ve O'na inanmadılar. (Kastalânî)
FAHR-İ ENÂM (Fahr-ül-enâm):
Yaratılmışların kendisiyle övündüğü zât. Sevgili Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâm için kullanılan hürmet ve saygı ifâdesi.
Gece-gündüz dilimde, salât-ü selâm,
O mübârek rûhuna, ey Fahr-ül-enâm.
(Lâ edrî)
FAHR-İ KÂİNÂT:
Kâinâtın kendisi ile övündüğü zât. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için
kullanılan saygı ifâdesi.
Fahr-i kâinâtın sallallahü aleyhi ve sellem mübârek yüzü ve bütün âzâları ve mübârek sesi,
bütün insanların yüzlerinden ve âzâsından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü, bir miktâr
yuvarlak idi. Neşeli olduğu zamanda, mübârek yüzü ay gibi nurlanırdı. Sevindiği mübârek
alnından belli olurdu. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
Bir kimse, her işinde Fahr-i kâinâta sallallahü aleyhi ve sellem tâbi olmazsa kâmil, olgun
mü'min olmaz. O'nu kendi cânından çok sevmezse, îmânı tamâm olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
FAHŞÂ:
Çirkin. Dînin ve aklın beğenmediği şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden herhâlde uzaklaştırır. (Ankebût
sûresi: 45)
Muhakkak ki şeytan size fahşâyı emreder. (Bakara sûresi: 268)
Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen kimse, fahşâdan korunmuş olur. İnsanı
kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir; görünüşte namazdır.
Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
FÂİL-İ MUHTÂR:
İstediğini yapan.
Allahü teâlâ fâil-i muhtârdır. Hiçbir işi yapmaya mecbûr değildir. Yaptıkları şey için de
kimse O'na bunu niçin yaptın diyemez. Eski Yunan felsefecileri, akılları ermediğinden,
Allahü teâlânın fâil-i muhtâr olduğunu inkâr ettiler. (Muhammed Ma'sûm)
Ey müslüman! İyi bil ki gördüğün, işittiğin her şey, meydana gelen bütün şeyler madde ve
cisim, bunların özellikleri, akıllar, fikirler, düşünceler, gökler, yıldızlar, elementler ve bileşik
cisimler yok idi. Hepsi fâil-i muhtâr olan Allahü teâlânın istemesi ve yaratması ile var oldu.
(İmâm-ı Rabbânî)
Beled ve Şems sûresinin sekizinci âyetleri Allahü teâlânın insanlara maddî ve mânevî
kuvvet verdiğini iyi ve fenâ yolları ayırdığını ve yaptığı işin mes'ûliyetinin (sorumluluğunun)
insana âit olacağını açıkça anlatmaktadır. Görülüyor ki, insan bir yönden fâil-i muhtârdır. Bu
sebeble her işinden dünyâda ve âhirette mes'ûldür. (Muhammed Ma'sûm)
FÂİTE:
Gaflet, uyku, unutmak, hastalık, düşman korkusu gibi bir özürle kaçırılan farz veya vâcib
namaz.
Özürsüz, tenbellikle kılınmayan namazlara metrûkât denir. Namazı özürsüz vaktinde
kılmamak büyük günâhdır. Kazâ etmekle bu günâh affolmaz. Ayrıca tövbe etmek lâzımdır.
İslâm âlimleri, müslümanın namazını özürsüz aslâ terk etmeyeceğini, ancak dinde bildirilen
bir özürle kaçırabileceğini nazar-ı îtibâra alarak, fıkıh kitablarında kazâ edilmesi gereken
namazlara; metrûkât (terk edilen namazlar) demeyip, fâite (kaçırılan namazlar) tâbirini
kullanmışlardır. (Alâüddîn Haskefî, S.Abdülhakîm Arvâsî)
Fâite namazları olan bir kimse, bunları kılacak güçte iken kılmamış ise, öleceği zaman,
namaz borçlarının fidye (fakirlere belli miktârda para veya başka bir şey) verilerek iskât
edilmesi (düşürülmesi) için vasiyyet etmesi lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)
FÂİZ:
Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda
veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin
ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaat. Ribâ. (Bkz. Ribâ)
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Fâiz yiyenler, kıyâmet günü mezarlarından, sar'a hastası gibi perişân kalkacaklardır.
(Bekara sûresi: 275)
Allahü teâlâ, fâiz alan ve verenlerin mallarının hepsini yok eder. İzini, eserini de
bırakmaz. Zekât verenlerin malını elbette artırır. (Bekara sûresi: 276)
Receb'in ilk Cumâ gecesini ihyâ edene (ibâdetle geçirene), Allahü teâlâ kabir azâbı
yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez: Fâiz
alan veya veren, müslümanları aşağı gören, anasına-babasına eziyet eden, karşı gelen
çocuk, müslüman olan ve dînin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, şarkı ve
çalgıcılığı san'at edinenler, livâta ve zinâ edenler, beş vakit namazı kılmayanlar. (Hadîs-i
şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Daha fazlasını ödemesi şartı ile ödünç vermek fâizdir. Yâni böyle olan sözleşme
haramdır. Haram anlaşma ile ele geçen malın hepsi haram olur. Meselâ on iki kile ödemesi
şartı ile, on kile buğday ödünç verilse, alınan on iki kilenin hepsi haram olur. Fâiz ile ödünç
vermek ve almak haram olduğu Kur'ân-ı kerîmde açık olarak bildirilmiştir... (İmâm-ı
Rabbânî)
İsrâfın yâni malı, dînin uygun görmediği yerlere dağıtmanın kötülüğünü gösteren
delillerden biri de, fâizin haram olmasıdır. Fâiz alıp vermek büyük günâhtır. Fâizin haram
olmasının sebebi, insanların malını alış-veriş yaparken ziyân olmaktan korumaktır. (İmâm-ı
Birgivî)
Son nefeste îmânsız gitmeye sebeb olan şeylerden biri de, fâiz alıp vermektir. (Hamzâ
Efendi)
Fâiz, yalnız İslâmiyet'te değil, semâvî dinlerin yâni daha önce gönderilen hak dinlerin
hepsinde haram idi. Fâizin azı da çoğu da haramdır. En büyük günâhlardandır. (Muhammed
Rebhâmî)
Her menfaat getiren borç fâizdir. (Alâeddîn Haskefî)
FAKÎH:
1. Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu
fukahâdır. (Bkz. Fıkıh)
2. Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri,
açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd
derecesine varmış âlim.
Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını ummadığı
yerlerden gönderir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Şeytana karşı bir fakîh bin âbidden (çok ibâdet edenden) daha kuvvetlidir. (Hadîs-i
şerîf-Hilye)
Fakihlerin başı İmâm-ı A'zam'dır ve fıkhın dörtte üçü ona âittir. (İbn-i Âbidîn)
FAKİR:
1. Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı
olmayan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
...Artık ondan (kesilen kurbandan) hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakîre yedirin.
(Hac sûresi: 28)
Üç şeyi yapan müslümanın îmânı kâmildir: Âilesine hizmet etmek, fakirler arasında
oturmak ve hizmetçisi ile birlikte yemek yemek. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Eshâbım için fakirlik seâdettir. Âhir zamandaki ümmetim için zenginlik seâdettir.
(Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Fakir olduğu için bir kimseyi aşağı, zengin olduğu için bir kimseyi yüksek tutan
mel'ûndur. (İbn-i Abbâs)
Bu ümmetin fakirlerinin, zenginlerinden yarım gün önce Cennet'e girecekleri bildirildi. Bu
yarım gün, beş yüz dünyâ senesidir. Çünkü, Allahü teâlânın bildirdiği bir gün,bin dünyâ
senesi kadar zamandır. Böyle olduğu Hac sûresinde açıkça bildirilmiştir. Cennet'e erken
girecekleri bildirilen fakirler, İslâmiyet'e uyan, sabreden fakirlerdir. İslâmiyet'e uymak demek,
İslâmiyet'in emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Fakir, nafakası olmayınca sabr ve kanâat eder. Allahü teâlânın kendisi hakkındaki
muâmelesinden râzı olur. Allahü teâlâ emrettiği için rızık kazanmaya çalışır. Çalışırken,
ibâdetlerini terk etmez, haram işlemez. Kazanırken de, harcarken de dînin emirlerine uyar.
Böyle kimseye zenginlik de fakirlik de faydalı olur. (Hâdimî)
2. Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu
bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.
Fakirlik, nefsin isteklerini yaptırmaz. Onu dinlemez, burnunu kırar. (İmâm-ı Rabbânî)
FAKR:
Fakirlik. Tasavvufta her zaman her işte Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmek.
Fakr ile öğünürüm. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
FAL:
Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve benzerlerine bakmak sûretiyle
gaybdan, gelecekten haber verme işi.
Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle
çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi? dediler, evet dedim. Bunlardan ancak
yetmiş bin adedi hesabsız Cennet'e girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine
sihr, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül (güvenip) ve
güvenmeyenlerdir denildi. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
FALCI:
Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara
mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere
bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.
Cebrâil (aleyhisselâm) bana geldi. Kalk namaz kıl ve duâ et! Bu gece, Şâban'ın on
beşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız kâfirleri,
büyücüleri, falcıları, kendini beğenenleri, içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları
affetmez. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Tevekkül edenler (sebeblere yapışıp Allahü teâlâya güvenenler), falcılık, efsûn ve
dağlamak ile hastalığı tedâvî etmezler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları
gaybleri (gizli şeyleri) bilir sanmamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)
FÂNÎ:
1. Yok olucu, geçici, devamlı olmayan.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Yer) üzerinde bulunan her canlı fânîdir. (Rahmân sûresi: 26)
Âhiret için lâzım olan şeyleri, bu fânî dünyâda hazırlamak lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
Fânî olanı ver ki, bâkî (sonsuz, devamlı) olanı alasın. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)
Âlemlerin hâdis olduğuna yâni sonradan yaratıldığına inanan, fânî olduklarına da inanır.
Müslüman olmak için; maddelerin ve cisimlerin yâni her varlığın, yoktan var edilmiş
olduklarına ve tekrar fânî olacaklarına inanmak lâzımdır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Ey insanoğlu! Bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd
alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan başka işlere
tutulmaktan kurtul. Devamlı kalacak işlerle meşgûl ol! (Akbıyık Sultan)
2. Tasavvufta Allahü teâlâdan başkasını unutan, bunların sevgisinden kurtulan kimse.
Dînin emirlerini en iyi şekilde yaparak süslenmek, ibâdetleri yapmakta ve yasaklardan
kaçmakta kolaylık hâsıl olması; nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da ancak, Ehl-i sünnet
âlimlerini sevmek ve onların muhabbetini (sevgisini) kazanmakla olur. (İmâm-ı Rabbânî)
FARÎDÂT-I ÂDİLE:
Dînimizin dört temel kaynağından icmâ' ve kıyâs. (Bkz. İcmâ', Kıyâs)
İlim üçtür: Âyet-i muhkeme (hükmü açık âyet-i kerîmeler), sünnet-i kâime (Peygamber
efendimizin hadîs-i şerîfleri, mübârek söz ve davranışları) ve farîdât-ı âdile. (Hadîs-i şerîf-
Ebû Dâvûd)
FARÎZA:
1. Namaz, oruç, zekât gibi kesin delil (mânâsı açık olan âyet-i kerîme) ile bildirilen
emirler.
Hac farîzası hem mâlî (mal ile), hem de beden ile yapılan bir ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)
2. Miktârı bildirilen vârislerden her birine düşen hisse. Mîrâs payı.
FARK:
Tasavvufta cem' denilen mertebeden sonra gelen bir makam. Buna cem'ül-cem' de denir.
(Bkz. Cem')
Fark makâmında olanın rahatlık ve huzûru kullukta, lezzeti tâatte yâni ibâdettedir. Cem'
makâmı sekirdir (muhabbet sarhoşluğudur). Fark makâmı, sahv (uyanıklık) olup, buraya
kavuşunca ârif hakîki İslâm'la şereflenip, insanları doğru yola kavuşturmaya ve terbiye
etmeye lâyık olur. (İmâm-ı Rabbânî)
FÂRÛK:
"Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran" mânâsına hazret-i Ömer'in lakabı.
Bir gün Peygamber efendimize bir münâfık (kalbi ile inanmayıp inanır görünen) ve bir
yahûdî bir dâvâ ile geldiler. Peygamber efendimiz aralarında hükmeyledi. Yahûdînin haklı
olduğu anlaşıldı. O münâfık râzı olmayınca, Resûlullah efendimiz onlara; "Ömer'e varın
sizin dâvânızı görsün" buyurdu. Onlar Ömer'e geldiler. Neye geldiniz? dedi. Münâfık, bu
yahûdî ile dâvâm vardır dedi. Hazret-i Ömer; "Resûlullah efendimiz varken ben bu dâvâyı
nasıl göreyim" dedi. Münâfık; "Biz Resûlullah'a (aleyhisselâm) vardık, yahûdînin haklı
olduğuna hükmeyledi. Ben râzı olmadım." dedi. O zaman hazret-i Ömer; "Siz az bekleyin,
ben dâvânızı şimdi hâllederim" dedi ve içeriye gitti. Biraz sonra eteğinin altında kılıcıyla
çıkıp yanlarına geldi. Kılıcı çektiği gibi o münâfığın kellesini uçurdu ve; "Resûlullah'ın
hükmüne râzı olmayanın hâli budur" dedi. İşte bundan dolayı, kendisine Ömer-ül-Fârûk
denildi. (Şemseddîn Sivâsî)
FARZ:
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapılmasını açıkca bildirdiği emirler.
Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile
ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle
her şeyi tutar.Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınırsa, onu korurum.
(Hadîs-i kudsî-Buhârî)
Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi (ibâdet edeni) olursun. Yasak
ettiğim haramlardan sakın, verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en
ganîsi (zengini) olursun, kimseye muhtâç kalmazsın. (Hadîs-i kudsî-Mişkât, Câmi-us-Sagîr)
Allahü teâlânın râzı olduğu işler, farzlar ve nâfilelerdir. Farzların yanında nâfilelerin hiç
kıymetleri yoktur. Bir farzı vaktinde kılmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok
fâidelidir. Hattâ bir farzı yaparken, bunun sünnetlerinden bir sünneti ve edeplerinden bir
edebi yapmak da, başka nâfileleri yapmaktan kat kat daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Farz-ı Ayn:
Her müslümanın yerine getirmesi lâzım olan farz.
Îmânı yâni Ehl-i sünnet îtikâdını, iyi ve kötü huyları öğrenmek farz-ı ayndır. Abdesti,
guslü, namazı ve orucu ve haramları da, her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayndır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Farz-ı Kifâye:
Müslümanların bir kısmının yerine getirmesi ile diğerlerinden düşen farz.
Kur'ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir ve okunmasından ve nâfile ibâdetlerden daha
sevâbdır. (Halebî-yi Kebîr)
Cenâze namazını kılmak, ölüye hizmeti ve san'at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün
silâhlarını yapmak ve kullanmak için fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. (Yûsuf
Sinâneddîn)
Bir âyet ezberlemek herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veya bir kısa sûre
ezberlemek vâcibdir. Kur'ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. (Alâüddîn-i
Haskefî)
FASD:
Damardan kan aldırma. (Bkz. Hacâmat)
FÂSIK:
Açıkça günah işlemekten çekinmeyen, âsî, günahkâr mü'min.
Fâsıkın fıskına mâni olmağa kudreti varken, kimse mâni olmazsa, Allahü teâlâ,
bunların hepsine, dünyâda ve âhirette azâb yapar. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Fâsık medh olunduğu zaman, Rabbimiz gadâba gelir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî, İbn-i Adî)
Kızını fâsığa veren mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Öğrenilmesi farz ve vâcib olan fıkıh (din) bilgilerini öğrenmemek fısktır, günahtır.
Fâsıkların şâhidliği kabûl olmadığı için, şâhidlere îtirâz olunduğu zaman, hâkim şâhidlere
fıkıhtan sorar. (İbn-i Âbidîn)
Fâsıkın, bid'at sâhibinin (inanışı bozuk olanın) ve âsînin evine, ziyâfetine, ancak zarûret
olunca veya bir kimsenin işini görmek için gidilir. (İmâm-ı Gazâlî)
FÂSİD:
Bozan, bozuk.
1. Bir ibâdetin, bâtıl olması, geçersiz olması. Bâtıl.
Namaz kılarken göğüs özürsüz olarak kıbleden çevrilirse, namaz hemen fâsid olur.
(Halebî)
Namazda konuşmak ve boğazından özürsüz öksürük gibi ses çıkarmak namazın fâsid
olmasına sebeb olur. (Halebî)
Oruçlu iken ve namaz kılarken boğaza yağmur, kar kaçsa, oruç da namaz da fâsid olur.
(Tahtâvî)
2. Aslı İslâmiyet'e uygun olup, sıfatı uygun olmayan muâmele, akid.
Veresiye yapılan satışta ödeme târihi belirtilmezse, fâsid olur. (Kâşânî)
Fâsid Akd:
Aslı İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan her çeşit sözleşme.
Fâsid Bey':
Aslı İslâmiyet'e uygun olup sıfatı uygun olmayan satış. (Bkz. Bey')
Fâsid bey aslında sahihdir, câizdir. Çünkü mütekavvim (kullanılması mübah ve
kullanılabilir) olan malın satışıdır. Fakat sıfatı dîne uygun olmayıp sahih (geçerli) değildir.
Semen (bedel) mütekavvim olmayınca veya mebîin (satılan malın) veya semenin miktarı veya
evsafı yahut veresiye satışta semenin verileceği zaman belli olmayınca bu satış fâsid olur.
(İbn-i Âbidîn)
Fâsid İcâre:
Aslı İslâmiyet'e uyduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan icâre (kirâya verme).
Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o maksadla kullanmak için kirâya verilir.
Kumaşı, ev ve mutfak eşyâsını, süs, gösteriş olarak bulundurmak için; evi, oturmayıp, köleyi,
altını, gümüşü ve otomobili kullanmayıp, başkasına gösteriş yapmak için kirâ ile almak fâsid
icâre olur. (Ali Haydar Efendi)
Koyun otlatmak için tarlayı, yünü için hayvanı kirâya vermek câiz değildir, fâsid icâredir.
(İbn-i Âbidîn)
Fâsid Kan:
Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan
(baliğa, ergen) olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni
olmayanlarda (kadınlarda) âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki günlerde
gelen kan, hâmile ve âyise (ihtiyar) kadınlardan ve dokuz yaşından küçük kızlardan gelen
kan. İstihâza kanı. (Bkz. İstihâza)
Fâsid Temizlik:
Sahîh olmayan temizlik.Kadınlarda hayız kanının kesilmesinden sonra on beş gün
geçmeden önce kan görme hâli.
Hayız müddeti dışında istihâza denilen kan görüldüğü günler, fâsid temizlik günleridir.
(İbn-i Âbidîn)
Hayız kanının durmadan akması lâzım değildir. İlk görülen kan kesilip, üç gün sonra
tekrar görülürse, aradaki temizlik, fâsid temizlik olup, sözbirliği ile hep aktı kabûl edilir.
(İbn-i Âbidîn)
FASL-I HİTÂB:
Kolay, açık ve anlaşılır söz söyleme.
Doğru söyliyenlerin en iyisi ve kendilerine Fasl-ı hitâb ve hikmet (ilim) verilenlerin en
üstünü olan sâhibimiz ve efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve O'nun temiz Âline
(akrabâsına) ve insanlar arasından O'nun için seçilmiş olan Eshâbına (arkadaşlarına) salât ve
selâm (hayırlı duâlar) olsun. (Ahmed Mekkî Efendi, Sekkâkî)
FÂTIMÎLER:
Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in
etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır,
Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, Eshâb-ı kirâm
düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân Ubeydîler.
İki yüz altmış sene müddetle Ehl-i sünnet müslümanlara zulmeden Fâtımîler, pek çok
mâsum (günâhsız) kimseyi öldürdüler. Abbâsî halîfelerinin hilâfetini kabûl etmeyerek İslâm
birliğini parçaladılar. Zaman zaman Abbâsî halîfelerine ve Selçuklulara karşı hıristiyanlarla
birleşerek müslümanlar aleyhine ittifak (birlik) kurdular. Fâtımîler kurdukları medreselerde
bâtınî (İsmâilî) dâî (propagandacı) yetiştirdiler. (İmâm-ı Süyûtî)
Fâtımî hükümdârlarından Muiz Lidînillah şimdiki Kâhire şehrinin bulunduğu yere
Kâhire-i Muizziyye adında bir şehir kurdu. Ezândaki Hayyealessalâh ibâresini kaldırarak,
yerine bâtınîliğin alâmeti olarak Hayyealâ hayr'il amel ibâresini koydurdu. (Nişâncızâde)
FÂTIR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz beşinci sûresi. Melâike sûresi de denilmektedir.
Fâtır sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk beş âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede
geçen ve yaratıcı mânâsı olan "Fâtır" kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede başlıca; Allahü
teâlânın üstün ve eşsiz yaratma kudreti, mü'min ile kâfir arasındaki fark, insan kalbinin
kötülüklerden temizlenmesi ve güzel ahlâk ile bezenmenin lüzûmu anlatılmaktadır. (İbn-i
Abbâs, Taberî)
Allahü teâlâ Fâtır sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allah dilediği kimseleri eğri, sapık yollara kor, dilediği kimselere hidâyet eder. Doğru,
iyi yolu gösterir. (Âyet: 8)
Kim Fâtır sûresini okursa, dilediğinden girmesi için Cennet'in sekiz kapısına dâvet
edilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî)
FÂTİHA SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin birinci sûresi.
Fâtiha sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yedi âyet-i kerîmedir. Kur'ân-ı kerîmin başında
olup, okumaya onunla başlandığı için Fâtiha, Kur'ân-ı kerîmdeki mânâların asl olduğundan,
Ümmü'l-Kur'ân, hadîs-i şerîfte şifâ olduğu bildirildiğinden Sûretü'ş-Şâfiye veya Sûretü'ş-Şifâ
denilmiştir. Diğer isimleri; el-Esâs, el-Vâfiye, el-Kâfiye, es-Seb-ül-mesânî ve el-Kenz'dir.
Sûre, Allahü teâlâya hamd ü senâyı (övgü ve şükrü), O'nun sıfatlarını ve mühim bir duâyı
içerisinde bulundurmaktadır. (Senâullah Dehlevî, Taberî)
Allahü teâlâ Fâtiha sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahim ve din günü (kıyâmet günü) nün sâhibi olan
Allahü teâlâya mahsustur. Yalnız sana ibâdet eder, yalnız senden yardım isteriz. Bizi doğru
yola, kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna ilet. Gazâba uğrayanlarınkine
(yahûdîlerinkine), sapıklarınkine (hıristiyanlarınkine) değil. (Âyet: 1-7)
Yatağına uzandığında Fâtiha ve İhlâs sûrelerini okuduğun zaman, ölüm dışında kalan
her şeyden emîn olursun. (Hadîs-i şerîf-Mecma-uz-Zevâid)
Kim Fâtiha'yı ve İhlâs sûresini okursa, sanki o kişi Kur'ân-ı kerîmin üçte birini
okumuş (gibi sevâb sâhibi) olur. (Hadîs-i şerîf-Metâlib-ül-Aliyye)
Fâtiha (sûresi) her hastalığın şifâsıdır. (Hadîs-i şerîf-Dârimî)
Yedi defâ Fâtiha sûresi okuyup dert ve ağrı olan uzva üflenirse, şifâ hâsıl olur. Âyet-i
kerîmenin ve duânın tesir etmesi için okuyanın ve okutanın, ehl-i sünnet îtikâdında olması,
haram işlemekten, kul hakkından sakınması, haram yiyip içmemesi ve karşılık olarak ücret
istememesi şarttır. (Ebü'l-Hasen-i Şâzilî)
FAZÎLET:
1. Üstünlük. İyi ahlâklılık.
Fazîlet ehlinin değerini, ancak fazîlet ehli bilir. (Hadîs-i şerîf-Bostân-ül-Ârifîn)
Namazı cemâat ile kılmak, yalnız kılmaktan yirmi yedi derece daha fazîletlidir. (Hadîs-i
şerîf-El-Fıkh alel Mezâhibi Erbe'a)
Dört halîfenin fazîlet ve üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. (İmâm-ı Gazâlî)
İlim sâhibleri, diğer mü'minlerden yedi yüz derece daha fazîletlidir. (İbn-i Abbâs)
İmâm-ı Şâfiî'ye bir mes'ele soruldu; sükût etti. "Niçin sustun?" dediklerinde; "Fazîletin
sükûtta mı cevapta mı, nerede olduğunu anlayıncaya kadar sükûtu tercîh ettim" buyurdu.
(İmâm-ı Gazâlî)
Hazret-i Ebû Bekr'in fazîleti; îmânda ve çok mal vermekte, nefsini bu yolda hizmetçi
etmekte, en önde olması sebebiyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Farz ve vâciblerin hâricindeki nâfile ibâdetler yâni müstehâb ve sünnetler.
Din üç kısımdır: Emirler, yasaklar ve fazîletler. (Muhammed Rebhâmî)
FECR:
Sabaha karşı, güneş doğmadan önce, ufkun gün doğusu tarafında görünen aydınlık, tan
yerinin ağarması.
Resûlullah efendimiz mîlâdın 571. senesi Nisan ayının 20. Pazartesi sabâhı fecr ağarırken,
Mekke şehrinde dünyâyı teşrîf etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Fecr-i Kâzib (Aldatıcı fecr):
Fecr-i sâdıktan iki derece kadar önce doğuda görülen ve sonra kaybolan geçici beyazlık.
İmsak vakti.
Fecr-i Sâdık (Gerçek fecr):
Fecr-i kâzibi tâkibeden tam karanlıktan sonraki beyazlık. Sabah namazının ve orucun
başlama vakti.
Sabah namazı, dört mezhebde de fecr-i sâdıkın şarktaki ufk-i mer'îden (görünen ufuktan)
aydınlanmaya yüz tutması ile başlar. (Kedüsî)
Orucun farzı üçtür: 1) Niyet etmek, 2) Niyeti ilk ve son vakitleri arasında yapmak, 3)
Fecr-i sâdıktan, güneşin batmasına kadar olan zaman içinde orucu bozan şeylerden sakınmak.
(Kutbüddîn-i İznikî)
Fecr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin seksen dokuzuncu sûresi.
Fecr sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Otuz âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen
Fecr kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede eski kavimlere âit kıssalar ve insanoğlunun
kötülüğe yönelmesi, bunun kötü sonuçları, dünyâ hayâtından sonraki hayât ve oradaki
durumlar kısaca bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)
Allahü teâlâ Fecr sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey mutmainne (İslâmiyet'e uymayan şeylerden uzaklaşmış) olan nefs! Râzı olmuş ve râzı
olunmuş olarak Rabbine dön! (Âyet: 28)
Kim her gün Fecr sûresini okursa, o, kıyâmet günü kendisi için bir nûr olur. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
FEDÂİL:
Farz ve vâcib olmayan nâfile ibâdetler.
Yâ Ali! İnsanlar fedâil ile meşgûl oldukları zaman, sen farzları tamamlamaya çalış.
(Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)
İbâdetler, ferâiz (farzlar) ve fedâil olmak üzere ikiye ayrılır. Beş vakit namazın sünnetleri,
farzlardaki noksanları, kusûrları tamamlar. Yoksa, sünnet namazı, kılınmayan farz namaz
yerine geçmez. (Abdülhakîm Arvâsî)
FEHM:
Anlayış; iyiyi kötüden ayıran anlama kuvveti.
Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında
olacak. Yaratılışında akıl ve fehimden mahrûm olanlar, bunları sonradan te'min edemezler.
(İmâm-ı Gazâlî)
FELÂH:
Kurtuluş, selâmet, mutluluk, hayır ve nîmetlerde, râhatta dâim olmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Sizden öyle bir cemâat (topluluk) bulunmalıdır ki, (onlar herkesi) hayra çağırsınlar,
iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeğe çalışsınlar. İşte onlar felâha erenlerin tâ
kendileridir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü'minler (Allahü teâlânın birliğine inananlar) muhakkak felâh bulmuştur. (Mü'minûn
sûresi: 1)
İlmi, kibirlenmek, kendini büyük göstermek için istiyenlerden hiç biri felâh bulmamıştır.
İlmi; tevâzû (alçak gönüllülük) ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felâh bulur. (İmâm-ı
Şâfiî)
Başkalarının zarar görmesine sevinen kişi felâha kavuşamaz. (Bennân el-Hammâl)
FELAK SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz on üçüncü sûresi.
Felak sûresi, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Beş âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i
kerîmede geçen Felak kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede Allahü teâlâ; görünen ve
görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün kötü şeylerden kullarının kendisine sığınmalarını,
güvenilecek ve sığınılacak tek varlığın kendisi olduğunu bildirmektedir. (Senâullah Dehlevî,
İbn-i Abbâs)
Allahü teâlâ, Felak sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Yâ Muhammed!) Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöküp bastığı zaman gecenin
şerrinden, (büyücülerin ipliklere bağladıkları) düğümlere üfüren (nefes)lerin (büyücü ve
üfürükcülerin) şerrinden, hased edenin, hased ettiği zaman şerrinden, karanlığı yırtan
nûrun Rabbine sığınırım de! (Âyet: 1-5)
Ey Ukbe! Felak sûresini oku. Zîrâ sen, Allahü teâlâya Felâk sûresinden daha sevimli
gelen ve daha beliğ olan hiç bir sûre okuyamazsın. Mümkün olursa onu çok oku. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
FELEK:
Yörünge.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri belli bir
felekte yüzmeye (akıp gitmeye) devâm ederler. (Yâsîn sûresi: 40)
FELS:
Altın ve gümüşten başka mâdenlerden basılmış para. Çoğulu fülûstur.
Satılan veya satın alınan malın, bir felsin îtibârî kıymetinden aşağı olmaması lâzımdır. Bir
felsten aşağı alış-veriş câiz değildir. (İbn-i Nüceym)
Para olarak felslerin îtibârî kıymetleri (râyic değerleri), şimdi kullanılan kâğıt paralarda
olduğu gibi, kendi değerlerinden katkat fazladır ve hep değişmektedir. Râyic değerleri altın ve
gümüş değerinden hesaplanır. Bir felsin îtibârî kıymeti şimdi bir altın liranın kıymeti olan
kâğıt lira adedinin on beşte biri kadar kuruş olmaktadır. Meselâ en ucuz altın liranın kıymeti
30.000 kâğıt lira ise, bu fülûsun îtibârî kıymeti 2000 kuruştur. Buna göre, 20 liradan aşağı
olan bir malın satılması câiz olmamaktadır. (İbn-i Âbidîn)
FELSEFE:
Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla
dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat
olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba
dayanmayan şahsî düşünceler.
Varlıklar yoktan yaratılmamış, böyle gelmiş böyle gider demek, îmân edilecek şeylere,
helal-haram olanlara inanmaya gericilik demek felsefedir. Eski Yunan felsefesi başlıbaşına
bir ilim değildir. Matematikçiler, geometri okuyanlar, mantık öğrenenler, tabiiyyeciler ve
tabibler arasında bu felsefeye kayanlar çok oldu. Felsefeciler ilâhiyyât üzerinde yâni Allahü
teâlâ ve onun sıfatları, emirleri yasakları üzerinde, kendi akılları, görüşleri ile konuştular.
Hesab, hendese, mantık, tabiat bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi öğrenmek mubahtır. Bunların
hepsi İslâm bilgileridir. Fakat bunları İslâmiyete karşı bozuk düşüncelerine âlet etmek,
gençleri aldatmak için kullanmak felsefe olur. (İmâm-ı Gazâlî)
İmâm-ı Muhammed Gazâlî, İmâm-ı Ahmed Rabbânî ve daha birçok İslâm büyükleri,
Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin ne kadar câhil olduklarını
bildirmişlerdir. Müslümanların, böyle kimseleri beğenmemelerini onlara aldanmamalarını
birçok kitaplarında yazmışlardır. (Abdülhakîm Arvâsî)
FEN YOBAZI:
Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman
olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet'i içerden yıkmağa çalışan
kimse.
Üniversiteden diploma alan bir kimse, sefâhete yâni zevk ve eğlenceye başlayıp,
bulunduğu ilim dalında çalışmaz, okuduklarını da unutursa, bu kimse ilim adamı, fen adamı
olamaz. İslâm düşmanlığı da yaparak, yalan ve yanlış sözlerini, yazılarını ilim ve fen olarak
saçmağa kalkışırsa, cemiyet için zararlı olur. Bu fen yobazlarına aldanarak sonsuz felâkete
sürüklenen zavallılara çok acınır. (Seâdet-i Ebediyye)
Fen yobazları, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve
böyle gidecektir. Hâşâ bu âlemin yaratanı yoktur. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip
sonsuz olarak sürecektir, demektedirler. İslâmiyet'i içerden yıkmak ve küfre sebeb olan
şeyleri isbâtlamak için çırpınan fen yobazları ne kadar zavallıdır. (Fâideli Bilgiler)
FENÂ:
Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her
şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü
teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.
Fenâya kavuşmak için lâzım olan on şey; tövbe, zühd (dünyâya düşkün olmamak),
tevekkül (Allahü teâlâya güvenmek), kanâat, uzlet yâni dîni, ahlâkı bozan kimselerden,
kitablardan sakınmak, zikr (her işte Allahü teâlâyı hâtırlamak), teveccüh (bütün arzu ve
isteklerden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmek, sabır, murâkabe (kendini hesâba çekme) ve
rızâ (Allahü teâlâdan gelen her şeye boyun eğme)dır. (Ahmed Fârûkî)
Mârifet (Allahü teâlâyı tanımak) ve hakîkî îmân, fenâ hâli meydana gelmesine ve ölmeden
önce olan ölmeye (gafletten uzak olup, her an Allahü teâlâyı hatırlamaya) bağlı olduğu için,
fenâ hâli çok olanın îmânı dâimâ kâmil (olgun) olur. Peygamber efendimiz buyurdular ki:
"Ebû Bekr'in îmânı bütün ümmetimin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekr'inki daha üstün olur."
Çünkü o, fenâda bütün ümmetten (her müslümândan) daha ileride idi. Eshâb-ı kirâmın hepsi
fenâ makâmına kavuşmuştu. (Muhammed Ma'sûm)
Fenâ ve bekâ, sâhibinin vicdânı ile ilgilidir, dil ile söz ile anlatılamaz. Tatmakla anlaşılır.
(Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir kimsede hâsıl olmazsa fenâ,
Hak teâlâya yol bulamaz aslâ.
(İmâm-ı Rabbânî)
Fenâ Fillah:
Kalbin yalnız Allahü teâlâyı sevmesi, O'nun beğendiği şeylerde fâni olmak yâni O'nun
sevdiklerini sevmek O'nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.
Fenâ fiş-Şeyh:
Tasavvuf ilminde talebenin velî olan hocasının arzû ve isteklerine tâbi olması, irâdesini
isteğini onun eline bırakması. Ölü yıkayıcının elindeki meyyit (ölü) gibi olması. Ona hiç bir
işinde muhâlefet etmemesi.
Fenâ-i Etemm:
Tam fenâ. Evliyâlık makamlarının sonu, velînin ben diyecek yer bulamamasıdır.
Fenâ-i İrâde:
İrâde ve isteklerin yok olması.
Fenâ-i Kalb:
Mahlûkların (yaratılmışların) varlığını, sevgisini kalbden çıkarmak. Kalbin Allahü
teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi, unutması.
Fenâ-i kalb hâsıl olunca, kalbde hatara (mahlûkların düşüncesi) kalmaz. Fakat dimağdan
gitmezler. (Ahmed Raûf)
Fenâ-i kalb sâhibi, istese de, kendisini zorlasa da, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi
hâtırına getiremez. Bu fenâ, kalb ile olan zikrin netîcesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Fenâ-i Nefs:
İnsanın kendine ve başkalarına bağlılığının kalmaması. Benliği unutup, bırakması. Yâni
Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi.
Fenâ-i nefs mertebesinde, mahlukların düşüncesi de dimağdan gider, kaybolur. (Ahmed
Râûf)
Fenâ-i kalbden sonra fenâ-i nefs, sonra itmi'nân-ı nefs, sonra İslâm-ı hakîkî hâsıl olur.
(Muhammed Ma'sûm)
Fenâ fiş-şeyh, hakîkî fenânın başlangıcıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
FERÂİZ:
1. Bir kimse vefât edince, bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını
öğreten ilim, mîrâs hukûku.
Ferâiz ilmini öğrenmeye çalışınız. Bu ilmi gençlere öğretiniz. Ferâiz ilmi din bilgisinin
yarısı demektir. Ümmetimin en önce unutacağı, bırakacağı şey, bu ilim olacaktır. (Hadîs-i
şerîf-İbn-i Mâce, Dâre Kutnî)
Ferâiz ilmi, İslâm hukûkunun bir bölümüdür. Şeref ve üstünlüğü sebebiyle başlı başına bir
ilim dalı sayıldı. (Kemâleddîn Muhammed)
2. Farzlar. Farîzanın çokluk şekli. (Bkz. Farz)
İbâdetler, ferâiz ve fedâil (nâfile ibâdetler) olmak üzere iki kısımdır. (Kudûrî)
FERDİYYET:
Tasavvufta yüksek bir mertebe.
Mevlânâ Ârif Kerânî hazretleri, ferdiyyet nisbetinin kemâllerini, olgunluklarını
Muhammed Pârisâ hazretlerine son günlerinde ihsân eylemiştir. Mevlânâ Ârif de bu ferdiyyet
nisbetini zevcesinin pederi Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî'den almıştı. (İmâm-ı Rabbânî)
FERSAH:
5760 metre. Bir saatte gidilen yol.
Âlimlerin hepsi, dinde seferî (yolcu) sayılmak için gidilmesi lâzım olan üç günlük yolu,
fersah dedikleri ölçü ile bildirdiler. Bir kısmı üç günlük yol, yirmi bir fersah, bir kısmı on
sekiz, bir kısmı ise on beş fersahtır dedi. Fetvâ (hüküm) ikinci söze göre verilmiştir. Yâni
seferîlik mesâfesinin on sekiz fersah olduğunu esas almışlardır. (İbn-i Âbidîn)
FESÂD:
Bozukluk, karışıklık, fitne, anarşi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allah'a ve Peygamberine karşı harp edenlerin ve yeryüzünde fesâd çıkarmaya
çalışanların cezâsı ancak öldürülmeleri veyâ asılmaları yâhut elleriyle ayaklarının çapraz
kesilmesi veya o yerden sürgün edilmeleridir. Bu cezâ onlara dünyâda bir kepâzeliktir.
Âhirette ise kendilerine büyük bir azâb vardır. (Mâide sûresi: 33)
Fitnenin, fesâdın çoğaldığı bir zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma
gelmek gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ümmetim arasına fesâd yayıldığı zaman, sünnetime yapışan için yüz şehîd sevâbı
vardır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
İnsanlığın ufuklarını saran fesâd karanlığı, hep şirkin, îmânsızlığın ve sevişmezliğin bir
netîcesidir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Fitne, fesâd zamânında İslâmiyet'e uymak, kâfirlerle harb etmek gibidir. (A. Nablüsî)
Fesâdların başı İslâmiyete uymamaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Halkın işi gücü fesâd olunca, şerliler (kötüler) başlarına geçer. (A'meş)
FESÂHAT:
Açık ve düzgün konuşma.
Arablarda şiir, edebiyât ve belâgat ve fesâhat her şeyden ileri gidip, en güvendikleri
başarıları olduğu hâlde Kur'ân-ı kerîm karşısında bir şey söyleyemediler.Kur'ân-ı kerîme
böyle galebe çalamayınca, çokları insafa gelip müslüman oldu. (M. Sıddîk bin Saîd)
FESH:
Alış-veriş veyâ başka bir akdi (sözleşmeyi) bozma veya böyle bir akdin bozulması.
Bir kimse, karşısındaki pişman olunca, satışı fesh eder geri alırsa, Allahü teâlâ onun
günâhlarını affeder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Erkek ve kadından biri mürted olunca (dinden dönünce) nikâhları fesh olur. (Abdülganî
Nablüsî, İmâm-ı Birgivî)
FETÂNET:
Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların
en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.
Peygamberler (aleyhimüsselâm) hakkında bilinmesi vâcib olan sıfatlar beştir. Sıdk
(doğruluk), Emânet (güvenilirlik), Tebliğ (Allahü teâlâdan aldıkları emir ve yasakları
insanlara bildirmek), İsmet (günahsızlık) ve Fetânet. (Kutbüddîn-i İznikî)
Peygamberler güzel ahlâk sâhibidirler. Mâlâyânîden (fâidesiz iş ve sözden), insan
tabiatının nefret ettiği şeylerden uzaktırlar. İnsanlar arasında asîl olmayan soydan peygamber
gelmemiştir. Çünkü peygamberlerin soy zinciri, asîl ve temiz kimselerdir. Kaba, görgüsüz,
aşağı tabîatlı, ahmak, geri zekâlı kimselerden peygamber gelmemiştir. Peygamberler çok
akıllı ve zekî olup, fetânet sâhibidirler. (Kâdızâde Ahmed bin Muhammed)
FETİH SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk sekizinci sûresi.
Fetih sûresi, hicretin altıncı yılında Hudeybiye andlaşması dönüşünde Mekke ile Medîne
arasında nâzil oldu (indi). Yirmi dokuz âyet-i kerîmedir. İslâmiyet'in yakında elde edeceği
fethi, başarı ve zaferi müjdelediğinden Sûret-ül-Fetih denilmiştir. Sûrede; Peygamber
efendimiz ve mü'minler için verilen ve verilecek olan nîmetler, münâfıkların ve müşriklerin
uğrayacağı azâb hatırlatılmakta ve cihâddan geri kalanlar ve daha başka konular
anlatılmaktadır.
Allahü teâlâ Fetih sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim) biz seni mü'minlerin (İnananların) îmânına, kâfirlerin (inkar edenlerin,
inanmayanların) küfrüne (inkârına) şâhid, mü'minleri Cennetle müjdeleyici, kâfirleri de
Cehennem ateşi ile korkutucu olarak gönderdik. (Âyet: 8)
Kim Allah'a ve peygamberine îmân etmezse, inanmazsa, muhakkak ki biz o kâfirler
için pek şiddetli bir azab hazırladık. (Âyet: 13)
Kim Fetih sûresini okursa, sanki Mekke'nin fethinde Resûlullah ile berâber bulunmuş
gibidir. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Kâdı Beydâvî)
Ramazan'ın birinci gecesi kim namazda, Fetih sûresini okursa, Allahü teâlâ o kimseyi
bütün sene korur. (Hadîs-i şerîf-Rûh-ul-Beyân)
FETRET:
1. Aynı cinsten iki hâdise (olay) arasındaki kesinti devresi.
Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem kırk yaşında iken ilk vahy gelerek
peygamberliği bildirildi. Kırk üç yaşına kadar geçen fetret devresinde vahiy gelmedi. Fakat
İsrâfil aleyhisselâm ara sıra gelip, Peygamber efendimize bâzı şeyleri öğretirdi. Bu hâl üç
sene kadar sürdü. Kırk üç yaşında iken Cebrâil aleyhisselâm gelerek Müddessir sûresinin ilk
âyetlerini getirdi. Böylece Peygamber efendimiz insanları dîne dâvet etmekle vazîfelendirildi.
İlk vahiyle bu zaman arasına fetret devri adı verildi. (Ahmed Cevdet Paşa, Halebî)
2. İki peygamber veya iki hükümdâr arasında peygambersiz ve hükümdârsız geçen zaman.
Şit aleyhisselâmın vefâtından sonra insanlar bozuldu. Âdem ve Şit aleyhimesselâmın
bildirdiği hükümler unutulup, terk edildi. Bu fetret döneminden sonra, hazret-i İdrîs
peygamber gönderildi. Ona otuz suhuf (forma) verildi. (Sa'lebî)
Hazret-i Îsâ ile Peygamber efendimiz arasındaki fetret devri bin senedir. (Abdülhakîm
Arvâsî)
Osmanlı târihinde, Ankara savaşından sonra Yıldırım Bâyezid'in ölümü ile oğlu Çelebi
Mehmed'in başa geçtiği târihler arasındaki zaman fetret devridir. (Osmanlı Târihi
Ansiklopedisi)
FETVÂ:
Herhangi bir işin dîne (İslâmiyet'e) uygun olup olmadığına dâir müftî tarafından verilen
cevâb.
Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkin olur. Harâm şeyde çarpıntı olur. Şübheye
düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Ma'sûmiyye)
Bir kimseye câhilâne bir sûrette fetvâ verilse, bunun günâhı, fetvâyı verene âit olur.
(Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Fetvâ veren âlime müftî denir. Müftînin müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden
hüküm çıkarabilen bir âlim) olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denmez, fetvâyı nakledici
denir. Bunlar fetvâları meşhûr fıkıh kitablarından alırlar, müctehidlerin sözlerini bildirirler.
(İbn-i Hümâm)
Fıkıh kitablarına uymayan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanılmaz. (Abdurrahmân Silhetî)
Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ
verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur.
(İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Yetmiş imâm (âlim) şâhidlik etmeden, fetvâ vermeğe başlamadım. (İmâm-ı Mâlik)
Din ve dünyâ işlerinde bilmiyerek fetvâ verene melekler lânet eder. (Hâdimî)
FETTÂH (El-Fettâh):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını,
dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının
elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına)
melekûtünün (gözle görülmeyen âlemin) kapılarını açıp, kalb gözlerinden perdeyi kaldıran.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Allahü teâlâ) Fettâh'tır. Alîm'dir. (Sebe' sûresi: 26)
FEVÂİT:
Kasten, bilerek terketmekle olmayıp, dînin kabûl ettiği herhangi bir sebeble, özürle
kaçırılmış farz veya vâcib namazlar. Fâitenin çoğuludur. (Bkz. Fâite)
FEY':
Dönmek. Muhârebe bittikten sonra, kâfirlerden zorla veya harp yapılmadan sulh yoluyla
alınan mal.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'ın, (fethedilen diğer kâfir) memleketlerin ahâlisinden Peygamberine verdiği fey';
Allah'a, Peygamberine, hısımlarına (Resûlullah'ın akrabâsı olan Hâşim, Muttaliboğullarına),
yetimlere (babaları ölmüş fakir müslüman çocuklarına), yoksullara (ihtiyâç sâhibi
müslümanlara), yolda kalanlara âiddir. Tâ ki (bu mallar) içinizden (yalnız) zenginler
arasında elden ele dolaşmasın (fakirler bundan mahrum edilmesin). Peygamber size ne
getirdiyse (ne emrettiyse) onu alın, size ne yasak etdiyse ondan da sakının. Allah'tan
korkun. Çünkü Allah'ın azâbı (Peygambere muhâlefet edenlere karşı) çetindir (pek
şiddetlidir)(Haşr sûresi: 7)
Fedek arâzisi, sulh (barış) ile alındığı için o da fey' idi. Düşman tarafından hediye olarak
gönderilen mallar da Resûlullah efendimiz için fey' olup, O'nun tasarrufunda (idâresinde) idi.
Dilediği gibi harcardı. (Ebû Ubeyd bin Sellâm)
Harâc (gayr-i müslim vatandaşlardan alınan vergi) ve cizye de (gayr-i müslim
vatandaşların hür ve mükellef olan erkeklerinden, seneden seneye alınan vergi) fey'dir.
(İmâm-ı Ebû Yûsuf)
Fey-i Zevâl:
Güneş, gün ortasında (Nısf-ün-nehârda), tam tepeye gelince görülen en kısa gölge
uzunluğu.
Asr-ı evvelin vakti; bir şeyin gölgesinin boyu, fey-i zevâl artı kendi boyu olunca başlar.
Asr-ı sâninin vakti, bir şeyin gölgesi, fey-i zevâl artı kendi boyunun iki misli olunca başlar.
Asr-ı evvel, İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e göre, Asr-ı sânî İmâm-ı A'zam'a göre
ikindinin başladığı vakittir. (İbn-i Hümâm, Ahmed Ziyâ Bey)
FEYLESOF:
Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya
çalışan kimse. Felsefeci.
Feylesoflar nakle değil akla inanırlar. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbat eden mü'minlere
Hukemâ denir. (M. Sıddîk bin Saîd)
İspanya fâciâsı olmasaydı, feylesof İbnü'r-Rüşd'ün ve İbn-i Hazm'ın bozuk fikirleri belki
din ve îmân hâlini alıp dünyâya yayılacak, bugünkü hazin levha yüzlerce sene önce meydana
çıkacaktı. (M. Sıddîk bin Saîd)
Âhiret azâbı hakkında peygamberlerin sözbirliği var iken, feylesofların sözlerine îtibâr
olunmaz. Bu azâb aklî değil, hissîdir (bizzat tadılacak şekildedir). (İmâm-ı Rabbânî)
FEYZ:
Akma. Peygamber efendimizin mübârek kalbinden, evliyânın kalbleri vâsıtasıyle akıp
gelen mânevî bilgiler.
Din büyüklerinin yanına boş olarak gelmelidir ki, dolmuş (faydalanmış) olarak
dönülebilsin. Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır.
Böylece feyz yolu açılır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve
bereketlerden mahrum kalır ve âlimlerdeki nûrlar kendinde görünmez. (Ebû Ali Sekafî)
Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyz ve
bereketinden faydalanamaz. (Abdullah binMenâzil)
Evliyâ mezarlarını ziyâret ederek, feyz vermeleri için yalvar. Fâtiha ve salevât okuyup
sevâblarını mübârek rûhlarına göndererek onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için
vesîle yap. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Gelince feyz ü ihsânın, günâhkâr kimseye bir an,
Onun râhı (yolu) dü-âlemde (dünyâ ve âhirette) selâmet yâ Resûlallah!
(Yaman Dede)
FIKH (Fıkıh):
Bilmek, anlamak. İslâmiyet'i bilmek. Dinde yapılması ve sakınılması lâzım gelen işleri
bildiren ilim.
İbâdetlerin en kıymetlisi, fıkıh ilmini öğrenmek ve öğretmektir. (Hadîs-i şerîf-Mecmûa-i
Zühdiyye)
Allahü teâlâya fıkıhtan daha üstün bir şeyle ibâdet edilmedi. Muhakkak ki, bir tek fıkıh
âlimi, şeytan üzerine bin âbidden daha şiddetlidir. Her şeyin bir direği vardır. Bu dînin
direği de fıkıhtır. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Fıkıh ilmini öğrenmek, her müslümanın üzerine farzdır. Ey müslümanlar, öğrenin
veya öğretin ve fıkıh öğrenin de câhil olarak ölmeyin. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ
ved-Dîn)
Fıkhın bânîsi (kurucusu) Ebû Hanîfe'dir (İmâm-ı a'zam). Fıkhın dörtte üçü ona âittir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Fıkıh ilmi dört büyük kola ayrılır: 1) İbâdât: Namaz, oruç gibi ibâdetler. 2) Münâkehât:
Evlenme ve boşanma ile ilgili hususlar. 3) Muâmelât: Alış-veriş, kirâ, şirketler vb. 4) Ukûbât:
Cezâlar. (Ahmed Zühdî Efendi)
Fıkhın ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât
kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. (İbn-i Âbidîn)
Fıkıh bilgisi, ekmek su gibi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Fıkıh Usûlü:
Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nâsıl çıkarıldığını öğreten ilim.
(Bkz. Usûl-i Fıkıh, Fıkıh)
FIRKA:
Cemâat, topluluk, bölük, grup.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey Peygamberim! Dinde fırka fırka ayrılanlarla senin hiç bir ilgin yoktur. Onların
cezâlarını Allahü teâlâ verecektir. Kıyâmet günü Allahü teâlâ, dünyâda işlediklerini onlara
hatırlatacaktır. (En'âm sûresi: 159)
Benî İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip, ancak
bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (hıristiyanlar) da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri
Cehennem'e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç kısma ayrılır.
Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem'e gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. Cehennem'den
kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Doğru yol Ehl-i sünnet yoludur.Peygamber efendimiz ve Eshâbının gittiği doğru yol, Ehl-i
sünnet âlimlerinin gösterdiği yoldur. Zamanla yanlış fırkalar unutuldu. Şimdi, İslâm
memleketlerinin çoğu bu doğru fırkadadır. (M. Sıddîk bin Saîd)
Fırka-i Dâlle:
Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi görüş ve akıllarına göre mânâ vererek, doğru
yoldan ayrılıp dalâlete (yanlış ve bozuk yollara) sapmış fırkalardan her biri.
Fırka-i dâlleden hiç kimseye evliyâlık kemâlleri (üstünlükleri), mânevî yüksek hâller,
tasavvuf zevkleri verilmemiştir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Fırka-i dâllenin ortaya çıkmasının sebebi Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ
vermeleridir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Fırka-i Nâciye:
Kurtuluş fırkası. Cehennem'den kurtulacağı bildirilen fırka. İslâm dîninde doğru îtikâd
üzere olanlar. Peygamber efendimiz ve Eshâbının ve bu büyüklere tâbi olan Ehl-i sünnet
âlimlerinin yolunda bulunanlar (Bkz. Ehl-i Sünnet ve Cemâat).
Ey mü'minler! Ehl-i sünnet ve cemâat denilen fırka-i nâciyenin yoluna sarılınız! Çünkü,
Allahü teâlânın yardımı, koruması ve saâdete ulaştırması, yalnız bu yolda bulunanlar içindir.
Allahü teâlânın gadabı ve azâbı, bu fırkadan ayrılanlar içindir. (Seyyid Ahmed Tahtâvî)
Hadîs-i şerîfte, müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu yetmiş üç
fırkadan herbiri kendilerinin fırka-i nâciye olduklarını söylemektedir... Hâlbuki fırka-i
nâciyenin alâmetini, işâretini Peygamber efendimiz şöyle bildirmektedir: "Bu fırkada
olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır." İslâmiyet'in sâhibi kendini
söyledikten sonra, Eshâb-ı kirâmı da söylemesine lüzûm olmadığı hâlde, bunları da
söylemesi; "Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Fırka-i nâciyenin yolu, yalnız Eshâbımın
gittiği yoldur" demektir. Eshâb-ı kirâmın yolunda giden, hiç şüphe yok ki, Ehl-i sünnet ve
cemâat fırkasıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
FISK:
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymama, isyân, günâh.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ size îmânı sevdirdi, onu kalbinize yerleştirdi ve size; küfrü, fısk olan işleri
ve isyânı çirkin gösterdi. (Hücurât sûresi: 7)
Bir müslümanın evlâdı ibâdet edince kazandığı sevâb kadar, babasına da verilir. Bir
kimse, çocuğuna fısk, günâh öğretirse, bu çocuk ne kadar günâh işlerse, babasına da o
kadar günâh yazılır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Her işte nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid'ate,
dinden olmayan bir işin içine yâhut fıska düşer. (Muhammed Hâdimî)
FITR BAYRAMI:
Müslümanların iki dînî bayramından birisi olan Ramazan bayramı.
Fıtr bayramında, bayram namazından önce tatlı (hurma veya şeker) yemek, gusül abdesti
almak, misvâk kullanmak (dişleri fırçalamak), en yeni elbisesini giymek, fıtrayı namazdan
önce vermek, yolda yavaşca tekbir söylemek müstehabdır (dînen iyi ve güzel işlerdir).
(İbrâhim Halebî)
FITRA:
Fitre; ihtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak nisab (dinde zenginlik ölçüsü)
miktârı malı, parası olan her hür müslümanın Ramazan bayramının birinci günü sabahı
fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktardaki buğday veya arpa yahut hurma veya
kuru üzüm veya kıymetleri kadar altın veya gümüş. Buna sadaka-i fıtr veya fitre de denir.
(Bkz. Sadaka-i Fıtr)
Fıtra olarak 1750 gr buğday veya buğday unu veya 3500 gr arpa veya bu miktar hurma
veya kuru üzüm verilir. Bunların kendisi verilebildiği gibi, kıymeti kadar altın veya gümüş de
verilebilir. Buğday, un vermek gücü olursa bunların kıymeti kadar ekmek verilebilir. Ekmek
verirken, ağırlığına değil, parasına, kıymetine bakılır. Hanefîde kıymeti çok olanı, Şâfiîde
buğday vermek efdaldir, daha iyidir. (Tahtâvî)
Fıtra, Ramazân-ı şerîfte veya Ramazan'dan önce veya bayramdan sonra da verilebilir.
(İbn-i Âbidîn)
Misâfir olanın da fıtra vermesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde zevc (koca), zevcenin (hanımın) fıtrasını kendi mülkünden onun izni
olmadan vermesi câizdir. Yine zevc, zevcesinin ve evinde olanların fıtralarını izinleri
olmadan karıştırıp verebileceği gibi, toplamı kadar buğdayı veya değeri olan altını bir defâda
ölçüp bir veya birkaç fakire verebilir. Fakat ayrı ayrı hazırlayıp sonra karıştırması veya ayrı
ayrı vermesi ihtiyatlı olur. (İbn-i Âbidîn)
FITRAT:
1. Hilkat, yaratılış.
El, ayak, göz, kulak, dil ve diğer âzâlar (organlar); kalbin emrinde ve hizmetindedir. Bu
âzâlarda kalb dilediği gibi tasarruf eder (bunları kullanır) ve onları istediği yöne yöneltir. Bu
âzâlar, fıtraten kalbe itâate (uymaya) mecbûrdur. Ona aslâ karşı gelip, isyân etmezler. (İmâm-ı
Gazâlî)
2. İslâmiyet'e elverişli yaratılış.
Bütün çocuklar, fıtrat üzere dünyâya gelir. Bunları sonra anaları, babaları hıristiyan,
yahûdî ve mecûsî yapar. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
3. Peygamberlerin sünneti.
On şey fıtrattandır: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak, mazmaza
(ağızı yıkamak), istinşak (suyu burnuna çekmek), tırnak kesmek, ayak parmaklarını
yıkamak, koltuk altını temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile istincâ (önden ve arkadan
çıkan necâseti temizlemek). (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî)
Fıtratullah:
Allahü teâlânın dîni, İslâmiyet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O hâlde (Ey Resûlüm!) yüzünü hanîf (muvahhid olarak yâni tevhîd inancı üzere olduğun
hâlde) dîne, fıtratullaha çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yarattığı
bu dîni değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların
çoğu (hak dînin İslâm olduğunu) bilmezler. (Rûm sûresi: 30)
FİDYE:
Bir şeyin yerine geçmek üzere verilen bedel.
1. Çok yaşlı ve hasta olan kimsenin tutamadığı oruç, ölüm hastalığına yakalananın
kılamadığı namaz, vefât etmiş kimsenin namaz ve oruç borçları için ve hacda, ihramlının
hastalık özründen dolayı ihramın bâzı yasaklarını işlemesine karşılık vermesi gereken bedel.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O, size farz kılınan oruç, sayılı günlerdir. O günlerde sizden kim hasta, yâhut seferde
olur da iftâr ederse, tutamadığı günler sayısınca sıhhat bulduğu ve râhat ettiği başka
günlerde oruç tutar. Fazla ihtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeplerle oruç tutmaya güç
getiremeyenler üzerine bir yoksul doyuracak kadar fidye vermek lâzımdır. Bununla
berâber kim fidyeyi çok verir, yâhut hem oruç tutar, hem de fidye verirse, onun için daha
hayırlı olur. Size seferde (yolculukta) oruç bozmak ve yaşlı hâlinizde fidye vermek izni
verilmişken, yine oruç tutsanız hakkınızda hayırlıdır, eğer orucun fazîletini bilirseniz.
(Bekara sûresi: 184)
Bir kimseyi namaz ve oruç borcundan kurtarmak için yapılan muâmeleye iskat denir. Her
günlük oruç ve her vakit namaza karşılık verilmesi gereken fidye bir fıtradır. Hacda
ihramlının işlediği yasak sebebiyle vermesi gereken fidye ya oruç, ya sadaka, yahut nüsuktur.
Oruç fidyesi üç gün oruç tutmaktır, sadaka fidyesi, altı fakire birer fıtra (meselâ 1750 gr
buğday) vermektir, nüsuk fidyesi ise, kurban kesmektir. (İbn-i Âbidîn)
İhtiyar olup, ölünceye kadar Ramazan veya kazâya kalmış oruçlarını tutamıyacak kimse
ve iyi olmasından ümîd kesilen hasta gizli yemelidir.Zengin ise, her gün için bir fıtra yâni
beşyüz yirmi dirhem (bin yedi yüz elli gram) buğday veya un veya kıymeti kadar altın veya
gümüş para, bir veya bir kaç fakire fidye olarak verir. Ramazanın başında veya sonunda
toptan hepsi bir fakire de verilebilir. Fidye verdikten sonra kuvvetlenirse, Ramazan oruçlarını
ve kazâ oruçlarını tutar. Fidye vermeden ölürse, ıskat yapılması için vasiyet eder. Fakir ise,
fidye vermez. Duâ eder. (İbn-i Âbidîn)
Namaz ve oruç borçlarının iskâtı (düşürülmesi) için vasiyet eden meyyitin (ölünün) velîsi
yâni mîrâsını yerine sarf için vasiyet ettiği vasîsi, vasîsi yoksa vârisi (mîrascısı), mîrâsın üçte
birinden, herbir vakit namaz için, vitr namazı için ve kazâ edilmesi lâzım olan bir günlük
oruç için birer fıtra meselâ bin yedi yüz elli gram) buğdayı fakirlere (veya fakirlerin
vekillerine) fidye olarak sadaka verir. (Tahtâvî)
2. Bir kimsenin harpte esirlikten kurtulması için verilen bedel (para, mal).
Hanefî mezhebinde, esirler fidye karşılığında salıverilmez. Fakat İmâm-ı Muhammed'e
göre, müslümanların mal ve paraya ihtiyaçları varsa, fidye karşılığında serbest bırakılabilir.
(İbn-i Hümâm)
FÎL SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz beşinci sûresi.
Fîl sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Beş âyet-i kerîmedir. Sûreye, Kâbe'yi yıkmak isteyen
Yemen vâlisi Ebrehe'nin, arasında fillerin de bulunduğu bir orduyla hücûmunu anlattığı için,
Sûret-ül-Fîl denilmiştir. Sûrede, İslâmiyet'ten önce de kutsal sayılan Kâbe-i muazzamaya
karşı girişilen bir saldırının fecî âkıbeti anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Kurtubî)
Allahü teâlâ Fîl sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) Rabbinin, fil sâhiblerine neler ettiğini görmedin mi? O, bunların
hîlelerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine bölük bölük kuşlar gönderdi. Ki bunlar,
onlara (fil sâhiblerine) pişkin tuğladan (yapılmış) taşlar atıyordu. Derken (Allahü teâlâ)
onları yenik ekin yaprağı gibi yapıverdi. (Âyet: 1-5)
FİNÂ:
Şehir kenarı, büyük mezarlıklar (fabrika, mektep, kışlalar) ve kasabadakilerin harman
yapmak, hayvan koşturmak, eğlenmek için devamlı kullandıkları yerler.
Finâ ve kasabadakilerin kullandıkları deniz ve göl kısımları şehirden sayılır. Seferî
sayılmak için buraları da aşmak lâzımdır. Finâ iki yüz metreden daha uzakta ise, veya arada
tarla varsa şehirden sayılmaz. Böyle köyleri aşmak lâzım değildir. Yalnız finâyı aşmakla
seferî olunur. Finâ büyük şehirlerde ikiyüz metreden uzak olunca da şehirden sayılır. (İbn-i
Âbidîn)
FİRÂSET:
Allahü teâlânın, mü'minlere ihsân ettiği işlerin iç yüzüne vâkıf olma kuvveti.
Mü'minin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânın nûru ile bakar. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî, Taberânî)
Mürşid-i kâmiller (rehber zâtlar), firâsetleri ile talebenin kâbiliyetini anlarlar. (Abdullah
Ensârî)
Harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsin arzularına kapılmaktan
koruyanın, sünnete uyarak zâhirini (dışını) süsleyenin, helâl lokma yemeyi alışkanlık edinenin
firâseti şaşmaz. (Şah Şücâ Kirmânî)
Firâset, îmân kuvvetinden doğar. Kimin îmânı daha kuvvetli ise o nisbette firâseti keskin
yâni isâbetli ve doğru olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
FİRDEVS CENNETİ:
Sekiz Cennet'in altıncısı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Hakîkaten îmân edip de iyi amel ve harekette bulunanlar (var ya), onların konakları da
Firdevs Cenneti'dir. (Kehf sûresi: 107)
Cennet'te yukarıya doğru birbirlerinin üstünde bulunmak sûretiyle yüz derece ve
mertebe vardır. Genişlikleri de çok fazladır. Firdevs, makam bakımından en âlâsıdır.
Cennet'in dört nehri olan bal, süt, su, şarap (Cennet şarabı) Firdevs'ten akar ve o
Firdevs'in üstünde arş-ı âlâ vardır. Öyle ise Allahü teâlâdan Cennet'i istediğiniz zaman,
Firdevs'i isteyiniz. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Dünyâda alçak gönüllü olanlara müjdeler olsun; kıyâmet günü onlar kürsî sâhibleridir.
Dünyâda ara bulup barıştıranlara müjdeler olsun; kıyâmette Firdevs Cenneti'ne onlar vâris
olacaklardır. (Hazret-i Îsâ)
FÎSEBÎLİLLÂH:
Allah yolunda. Bir işin karşılıksız, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapıldığını ifâde eden
bir tâbir.
FİTNE:
Ayrılık, karışıklık, kargaşa; insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey. İnsanları sıkıntıya,
belâya düşüren, müslümanların zararına sebeb olan iş. Düşmanlığa sebeb olan şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
... Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür... (Bekara sûresi: 191)
Kıyâmet kopmadan önce, her yeri fitneler kaplıyacak. Fitnelerin zulmeti, ortalığı
karanlık gece gibi yapacak. O zaman evinden mü'min olarak çıkan kimse, akşama kâfir
olarak evine dönecek. Akşam mü'min olarak evine gelen, sabaha kâfir olarak çıkacak. O
zaman oturmak, ayakta kalmaktan hayırlıdır. Yürüyen koşandan daha iyidir. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ahmed İbni Hanbel)
Fitne uykudadır, uyandırana Allah lânet etsin! (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Zamânımız fitne zamânıdır ve yakındır ki, fitneler dünyâyı sarar. (İmâm-ı Rabbânî)
Fitne çıkaran âlimden ve câhil âbidden (çok ibâdet edenden) sakınınız. Bunların hâline
meftûn olan (gönlünü kaptıran) için ikisi de fitnedir. Hem de çok tehlikelidir. (İmâm-ı Şa'bî)
FİYAT:
Değer, kıymet. Bir malın piyasa değeri. Satan ile alan arasında uyuşulan, anlaşılan kıymet.
Bir kimse bakkala fiyat söyleyerek bin liradan üç kilo patetes tart dese, bakkal da bir şey
söylemeden tartsa, satış yapılmış olur. (İbn-i Âbidîn)
FUDÛL:
İhtiyâçtan fazla, lüzumsuz ve boş şeyler.
Fudûl olan şeyleri kullanmak, tahrîmen mekrûh, farza mâni olursa haram, yâni büyük
günâh olur. (Abdullah Mûsulî)
Zarûrî lâzım olanları bırakıp, fudûllerle uğraşmak, kıymetli ömrü faydasız şeylere harc
etmek olur. Hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlânın bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun
mâlâyânî (faydasız şeyler) ile vakit geçirmesidir" buyruldu. Dinde zarûrî olan bilgiler o
kadar çoktur ki, insan fudûl ile uğraşmaya vakit bulamaz. Her şeyden önce îtikâdı düzeltmek
lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
FUHŞ (Fuhuş):
Çirkin söz. İş ve ayb şeyler. Çirkin olan işleri başkalarına açık kelimelerle anlatmak.
Hayâ îmândandır, fuhuş söylemek cefâdandır. Îmân Cennet'e, cefâ Cehennem'e
götürür. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Fuhuş insanın lekesi, hayâ zînetidir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Fuhuş söyleyenlerin Cennet'e girmeleri haramdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Ebiddünyâ)
On şey, son nefeste îmânsız gitmeğe sebeb olur: 1)Allahü teâlânın emirlerini ve
yasaklarını öğrenmemek, 2) Îmânını Ehl-i sünnet îtikâdına göre düzeltmemek, 3) Dünyâ
malına, rütbesine düşkün olmak, 4)İnsanlara, hayvanlara, kendine zulmetmek, eziyet etmek,
5)Allahü teâlâya şükür ve iyilik edenlere teşekkür etmemek, 6)Îmânsız olmaktan korkmamak,
7)Beş vakit namazı vaktinde kılmamak, 8)Fâiz alıp vermek, 9)Dînine bağlı müslümanları
aşağı görmek. Bunlara gerici gibi sözler söylemek, 10)Fuhş sözleri, yazıları ve resimleri
söylemek, yazmak, yapmak. (İmâm-ı Birgivî)
Fuhuş sözleri, yazıları ve resimleri söylemek, yazmak ve yapmak son nefeste îmânsız
gitmeye sebeb olur. (Hamza Efendi)
Cimâ ve abdest bozmak gibi çirkin olan işleri başkalarına açık kelimelerle anlatmak
fuhuştur, harama yakın mekrûhtur. Bunları söylemek hayâyı, utanmayı giderir. Edebli ve sâlih
olan, fuhuş söylemeye mecbûr olunca, açık mânâları başka olan kelimelerle anlatır. Meselâ,
Kur'ân-ı kerîmde, cimâ için dokunmak anlamına gelen lems kelimesi buyurulmuştur.
(Abdülganî Nablüsî)
FUHŞİYÂT:
Çirkin, ayb şeyler, sözler. (Bkz. Fuhş)
FUKAHÂ:
Fıkıh âlimleri. Fakîhin çokluk şekli. (Bkz. Fakîh)
Fukahâ-i Seb'a:
Medîne'de yetişen yedi büyük fakîh (âlim).
Medîne-i münevverede yetişen fukahâ-i seb'a şunlardır: Sa'îd bin Müseyyib, Kâsım bin
Muhammed bin Ebî Bekr-i Sıddîk, Urve bin Zübeyr, Hârice bin Zeyd, Ebû Seleme bin
Abdurrahmân bin Avf, Ubeydullah bin Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân (r.anhüm). (Ahmed
Nâim Efendi)
FUKARÂ-YI SÂBİRÎN:
Dilenmeyip sabreden ve şerî'ate (İslâmiyet'e) uyan fakirler.
Fukarâ-yı sâbirîn ve agniyâ-yı şâkirîn (şükreden zenginler)den hangisinin efdal (daha
üstün) olduğu ihtilâflıdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, fakirliği ihtiyâr (tercih)
etmişti. "Rabbim beni doyuruyor, içiriyor" buyururdu. Fakirlik, ibâdete ve hizmete mâni
olursa, taât (ibâdet) yapmağa kuvvet kazanmak için zengin olmak efdâldir, daha iyidir. Böyle
zenginlik büyük nîmettir. (Abdullah-ı Dehlevî)
FURKÂN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi beşinci sûresi.
Furkân sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yetmiş yedi âyet-i kerîmedir. Hakkı bâtıldan
ayıran mânâsına Kur'ân-ı kerîmin isimlerinden olan ve birinci âyet-i kerîmede geçen Furkân
kelimesi, sûreye isim olmuştur. Sûrede; Kur'ân-ı kerîmin gönderilmesinin hikmetleri,
müşriklerin (Allahü teâlâya ortak koşanların) Kur'ân-ı kerîm ve Resûl-i ekremin karşısındaki
inatçı tutumları, Allahü teâlânın kudret ve azameti (büyüklüğü, ululuğu), peygamberlik,
kıyâmet hâlleri, hâlis mü'minlerin özellikleri anlatılmaktadır. (Kurtubî, Taberî)
Allahü teâlâ Furkân sûresinde meâlen buyuruyor ki:
İnsanı sudan yaratarak soy-sop veren Allah'tır. (Âyet: 54)
Kim Furkân sûresini okursa, geleceği şüphesiz ve muhakkak olan kıyâmet
gününde,Allahü teâlâya mü'min olarak kavuşur ve hesâbsız olarak Cennet'e girer.
(Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
FUSSİLET SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk birinci sûresi. Secde sûresi ve Hâ mîm de denir.
Fussilet sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli dört âyet-i kerîmedir. Üçüncü âyet-i
kerîmede, açıklandı mânâsına olan Fussilet kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; Kur'ân-ı
kerîme inanmayan müşriklerin (puta tapanların) lâyık oldukları cezâlar, geçmişteki inkârcı
kavimlerin başlarına gelen musîbetler, Allahü teâlânın varlığı ve birliği, Kur'ân-ı kerîmin
indirilişindeki hikmetler, müslümanların ahlâkı, dünyâ ve âhiret mertebeleri anlatılmaktadır.
(İbn-i Abbâs, Râzî)
Allahü teâlâ Fussilet sûresinde meâlen buyuruyor ki:
O Kur'ân'a hiç bir taraftan değişiklik gelmez. Çünkü O'nu, her işi hikmetli ve
Mahmûd olan indirmiştir. (Âyet: 42)
Kim Fussilet sûresini okursa, Allahü teâlâ her harfine on sevâb verir. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
FÜCÛR:
Günâh işlemek.
Yalandan sakının, o fücûr ile berâberdir ve her ikisi de Cehennem'dedir. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Fücûr sâhibleri dünyâ lezzetlerine düşkün olur. İslâmiyet'in ve aklın beğenmediği
taşkınlıkları yapar. Yimekte, içmekte ve evlenmekte dinde mekruhlara ve haramlara sapar.
Çirkin, kötü işlerden zevk alır. (Ali bin Emrullah)
FÜLÛS:
Altın ve gümüşten olmayan mâdenî paralar, pul. Fels'in çoğulu. (Bkz. Fels)
Değerini, kıymetini kayb eden fülûslar kıymetlerinden ödenir. (İmâm Ebû Yûsuf)
FÜRÛ':
Dal, asıldan türeyen. Fer'in çokluk şeklidir.
1. Fıkıh ilminde (İslâm hukûkunda) çocuklar, torunlar ve onların çocukları.
Mîrâs hukûkunda Zevil-erham denilen akrabâlar on sınıftır. Birinci sınıfı ölenin fürû'u
olup şunlardır: Kızının çocukları ve oğlunun kızının çocukları ve bunların çocuklarıdır. (M.
Mevkûfâtî)
2. Ahkâm-ı şer'iyye yâni İslâm dîninde ibâdet, münâkehât (nikâh, boşanma, nafaka),
muâmelât (alış-veriş, ticâret, kirâlama v.b) ve ukûbâtla (cezâlarla) ilgili hükümler.
Müctehid denilen büyük âlimlerin birbirlerinden ayrılmaları yalnız dînin fürû'undadır.
Usûl-i dinde yâni îtikâd ve îmân (inanç) bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktur. (Şehristânî)
FÜTÜVVET:
Cömertlik. Başkasını, kendisine tercih etmek. Başkalarının işlerini düzeltmeye çalışmak
ve faydasına koşmak. Fütüvvetin başka değişik târifleri de yapılmıştır. Bunlardan bâzıları
şöyledir: Kendi nefsinde başkasının üzerine bir meziyet, üstünlük görmemek. Hatâlarını îtirâf
edenleri affetmek, hiç kimseye şahsî düşmanlık beslememek. Ahlâk güzelliği.
Dostların aybını örtmesi, bilhassa, düşmanlarının başına gelen belâlara sevinmekten
sakınması fütüvvetin îcâblarından, gereklerindendir. (Er-Riyâdü't-Tasavvufiyye)
Fütüvvetin en üstünü, kemâli, kâinâtın efendisi, cezâ gününün şefâatçısı, sevgili
Peygamberimize mahsûstur ki; o günde herkesin, "Nefsim! Nefsim!.." diyerek kendi
hâlleriyle meşgûl ve telâş içinde oldukları o dehşetli günde; "Ümmetim! Ümmetim!"
niyâzını, şefâat kapılarının anahtarı yapacak ve kalblerin mahşer korkusuyla müthiş bir
ızdırap içinde titrediği o vakitte, aslâ kendisini düşünmiyerek, ümmetinin başları üstüne
himâye kanatlarını açacak ve bütün mahşer meydanını fütüvvet gölgesinin himâyesine
alacaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)