Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İBÂDET:
Kulluk, kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine getirmek. Allahü teâlânın
emir ve yasaklarına uymak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Cinleri ve insanları, beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât sûresi:
56)
Allahü teâlâyı, görür gibi ibâdet et! Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor."
(Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)
Âlimin uykusu câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Eğer ibâdet bir kuş olsaydı, şüphesiz onun kanatları oruç ile namaz olurdu. (Yahyâ bin
Muâz)
İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin özü de; kalbin her zaman Allahü teâlâdan
gâfil olmamasıdır, unutmamasıdır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
İbâdet etmek bakımından dünyânın bir sâati, kıyâmetin bin senesinden daha iyidir. Zîrâ bu
bir sâatte; sâlih, faydalı amel işlenebilir. Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde bir şey yapılamaz.
O hâlde, ey mü'min kardeşim! Vaktini boş şeylerle geçirme! Zamânının kıymetini bil ve en
iyi şeyler için kullan! Namazlarını vaktinde kıl ki, kıyâmet günü pişman olmayasın!Çok
büyük sevâba kavuşasın!(Cüneyd-i Bağdâdî)
İbâdet-i Bedeniyye:
Beden ile yapılan ibâdetler.
Namaz, ibâdet-i bedeniyye olduğundan başkası yerine kılınamaz. Herkesin kendisi kılması
lâzımdır. Ağır hasta ve çok ihtiyâr kimse, namaz yerine fakire fidye (bedel, belli miktarda mal
veya para) veremez. Hâlbuki, oruc yerine fidye vermesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
İbâdet-i Mâliyye:
Zekat, sadaka-i fıtr gibi mal ile yapılan ibâdetler.
Bir kimse birkaç yemini bozarsa, hepsi için ayrı ayrı keffâret yapması lâzımdır.
Keffâretler, zekat gibi ibâdet-i mâliyyedir. Malını fakirlere bir vekil vâsıtası ile vermesi câiz
olur. Fakat kendisinin malı ayırırken veya fakire verilinceye kadar niyet etmesi lâzımdır.
(İbn-i Âbidîn)
İbâdethâne:
İbâdet yapmak için toplanılan yer. (Bkz. Ma'bed)
İbâdette Bid'at:
Peygamber efendimiz ve Eshâbı zamânında bulunmayıp da dîne sonradan katılan
reformlar, değişiklikler. (Bkz. Bid'at)
İBÂDİYYE:
Bozuk fırkalardan olan Hâriciyyenin kollarından biri. (Bkz. Hâricîlik)
Hâricîler yedi fırkadır. Bunlardan İbâdiyye fırkası, Abdullah bin İbâd adındaki kimseye
tâbi olanlardır. Bu şahıs, hazret-i Ali, hazret-i Muâviye ile hakem yapmak sûretiyle uyuştuğu
için hazret-i Ali'den ayrıldı. Trablusgarb'a gitti. Orada İbâdiyye fırkasını kurdu. Bundan sonra
adamları hicrî 153 yılında halîfeye isyân edip, Trablusgarb'ı ele geçirdiler. Kendilerinden
başka müslümanlara kâfir deyip, harb zamanlarında mallarını almak câizdir, büyük günâh
işleyen mü'min değildir dediler. Hazret-i Ali'yi ve Eshâb-ı kirâmdan çoğunu kâfir bildiler.
(Seyyid Şerîf Cürcânî-Şehristânî)
Kur'ân-ı kerîmin lafzına (zâhirî mânâsına) bağlanan İbâdîlere göre; îmân ve İslâm bir
bütündür. Amel îmândan bir parçadır. Bu sebeple günah işleyen kimse, îmândan çıkar,
Kur'ân-ı kerîm mahlûktur, yaratılmıştır. İbâdîler peygamberlere îmân ederler fakat şefâati
inkâr ederler. Allahü teâlânın âhirette görülmeyeceğini söylerler. (Abdülkâdir Bağdâdî)
İBÂHA:
1. Bir şeyin kullanılıp kullanılmaması, serbest olma hâli.
Bir kimseyi yemeğe çağırınca, önüne konan şey ibâha olur. Ancak yediği mülk olur.
Başkalarına veremez. (İbn-i Âbidîn)
2. Yedirme, doyurma.
Devamlı hasta veya çok yaşlı olan kimse, altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış
fakire bir gün taam (yemek) ibâha eder. (İbn-i Âbidîn)
İBÂHÎ:
Haramları mübah (serbest) sayan sapık İbâhiyye fırkasına mensûb olan kimse. (Bkz.
İbâhiyye)
İBÂHİYYE:
İslâmiyet'in haram ve yasak kıldığı şeyleri helâl ve mübâh sayan bozuk bir fırka.
Bâtiniyye, İsmâiliyye. Karâmita da denir.
İbâhiyye, haramlara helâl deyip, yetmiş-seksen sene hacıları soydular. Müslümanları
öldürdüler. Hükûmet kurdular. Hükûmetleri 983 (H. 372) senesinde yıkılınca dağıldıkları
yerlerde gizlendiler. Bunlardan Hasan Sabbâh'ın kurduğu İsmâiliyye devleti de 1256 (H.
654)'de yıkıldı. (M. Sıddîk bin Saîd)
Eshâb-ı kirâmın hepsini severiz deyip de onların yolunda bulunmayan, kendi bozuk
düşüncelerine Eshâbın yoludur diyen, Ehl-i sünnet âlimlerini ve tasavvuf büyüklerini
beğenmeyip kötüleyen kimseler kendileri gibi olmıyanlara müşrik (şirk koşan) diyorlar.
Bunların malı, canı kendilerine helâldir diyorlar. Böylece İbâhiyyeden oluyorlar. Kur'ân-ı
kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kendi görüşleriyle çıkardıkları bozuk mânâları müslümanlık
sanıyorlar. Edille-i şer'iyyeyi (dînî delilleri) ve hadîs-i şerîflerin çoğunu inkâr ediyorlar.
(Dâvûd bin Süleymân)
İBÂRET-İNASS:
Mânâya delâleti bakımından lafzın dört kısmından biri. Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîfin) yalnız ibâresinden anlaşılan mânâya delâlet etmesi.
Nûr sûresi yüz yirmi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; "Namaz kılın, zekât verin"
buyrulmaktadır. Burada ibâret-i nass, yalnız namaz ve zekâtın farz olduğunu ifâde etmekte,
başka bir mânâ bildirmemektedir. (Serahsî, Senâullah Dehlevî)
İBDÂD:
Ezân-ı Muhammedî okunduğu zaman, her işi terk edip, cemâatle namaz kılmağa gitmek.
Namazın kemâl mertebesinde (en güzel ve tam şekliyle) kabûl olmasının şartları;
haramlardan sakınmak, huşû (Allahü teâlâdan korkmak), takvâ (Allahü teâlâdan korkup
haramlardan sakınmak), mâlâyânîyi (dünyâ ve âhirete faydası olmayan şeyleri) terk etmek ve
namazı usûlüne, şartlarına uygun olarak kılmak husûsunda, üşenmekliği, gevşekliği
terketmek ve bir de ibdâddır. (Kutbüddîn İznikî)
İBLÎS:
Şeytanın isimlerinden biri veya şeytanların reisi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onu hâtırla ki meleklere, Âdem'e secde edin demiştik de, iblîsten başka bütün melekler
hemen secde etmişlerdi. Ancak iblîs yüz çevirip, kibirlendi ve kâfirlerden oldu. (Bekara
sûresi: 34)
Allahü teâlâ, iblîse; "Ben sana secde ile emr etmiş iken, seni secde etmekten alıkoyan
neydi?" buyurdu. İblîs şöyle dedi: "Ben Âdem'den hayırlıyım, çünkü beni ateşten, onu
çamurdan yarattın." (A'râf sûresi: 12)
Üç kimse iblîs ve iblîsin tâifesinin şerrinden korunurlar. Allahü teâlâyı gece gündüz
zikr eden (hatırlayan), seherde istigfâr eden (günahlarının bağışlanmasını isteyen)Allah
korkusundan dolayı ağlayan kimse. (Hadîs-i şerîf-Telbîs-ül-İblîs)
İblîs ve yardımcıları insanlara hep kötülükleri yaptırmağa çalışırlar. Bâzan iyi şeyleri
yapmağı da hatırlatırlar. Fakat bunları yaparken nefiste ucb (kendini ve işlerini beğenme), riyâ
(gösteriş) yaptırarak veya farzın kaçırılmasına sebeb olarak insanın günâha girmesine sebeb
olur. (Abdülgafûr-i Lârî)
Tekebbür yâni kendini büyük görmek kötü huylardandır. Vaktiyle iblîs de öyle tekebbür
etti. Meleklere Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emrolununca, toprağa karşı niçin
secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın diyerek
Rabbine karşı geldi. İblîs ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce onu sudan ve
topraktan üstün sandı. Halbuki üstünlük, kendini üstün görmekte değil tevâzû göstermektedir.
(M. Hâdimî)
İblisin rahat, sevinçli oturduğunu, kimseyi aldatmakla uğraşmadığını gören bir zât; "Niçin
insanları aldatmıyorsun, boş oturuyorsun?" dedikte, İblis; "Bu zamânın kötü din adamları,
benim işimi çok güzel yapıyorlar, insanları aldatmak için bana iş bırakmıyorlar" demiştir.
(İmâm-ı Rabbânî)
İBN-ÜL-VAKT:
Kalbi halden hâle değişen velî. Tasavvuf yolunda ilerlerken halleri değişen, her zaman
başka türlü olan, bâzan şuurlu, bâzan şuursuz (kendilerinden geçen, kendilerini unutan)
kimseler. Bunlara erbâb-ı kulûb da denir. (Bkz. Erbâb-ı Kulûb)
İBN-ÜS-SEBÎL:
Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında malı, parası kalmamış olan
ve çok alacağı varsa da, alamayıp, muhtâç kalan.
Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak; fakîrlere, miskinlere (bir günlük nafakası
olmayanlara), zekât me'murlarına, müellefet-ül-kulûba (kalbleri İslâm'a ısındırılmak
istenenlere), mükâteb (efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince, âzâd, serbest
olacak) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve ibn-üs-sebîle verilir. Allahü teâlâ
bilendir, hikmet sâhibidir. (Tevbe sûresi: 60)
Ganîmetlerin beşte biri yetimlere, miskinlere ve ibn-üs-sebîl'e verilir. Bunlardan herbirine
ayrı ayrı verilebildiği gibi tek bir sınıfa da verilebilir. (İbn-i Hümâm)
İBRÂ:
Alacağından vaz geçmek.
Bir kimse alacağını borçluya hibe etse veya borçluyu ibrâ etse borçlu borçtan kurtulur.
(Ali Haydar Efendi)
İBRÂHİM ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Kitabda (Kur'ân-ı kerîmde) İbrâhim'in kıssasını anlat. Çünkü o sıddîk
(doğruluğu tam) bir peygamber idi... (Meryem sûresi: 41)
Biz (ergenlik çağına ulaşmadan) önce İbrâhim'e tevhîde ve putlara tapmaktan
sakınmaya yol bulabilecek rüştünü verdik. Biz onun buna lâyık olduğunu biliyorduk.
(Enbiyâ sûresi: 51)
Ben babam (dedem) İbrâhim'in duâsı, kardeşim Îsâ'nın müjdesi ve annemin rüyâsıyım.
(Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
Keldânîlerin memleketi olan Bâbil'in doğu tarafında ve Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki
bölgede doğdu. Babası mü'min olan Târûh'tur. Âzer, amcası ve üvey babasıdır. Putlara ve
yıldızlara tapan Keldânî kavmine peygamber olarak gönderildi. Kendisine on suhuf (forma)
kitab verildi. Bu kavmin o devirdeki hükümdârı olan ve ilâhlık iddiâ eden Nemrûd'u da îmâna
dâvet etti. Nemrûd, İbrâhim aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmediği gibi ona ve inananlara
zulm ve işkence yaptırdı. İbrâhim aleyhisselâmı önce habs ettirip, sonra ateşe attırdı. Allahü
teâlâ, Halîl'i (dostu) olan İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmadı. İbrâhim aleyhisselâmın ateşe
atılmasını ibretle tâkib edenlerden bir kısmı îmâna geldi. İbrâhim aleyhisselâm, Nemrûd'u ve
Keldânîleri son bir defâ daha îmâna dâvet ettikten sonra, kendine inananlarla birlikte hicret
etmek üzere Bâbil'den ayrıldı.
İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emri ile Bâbil'den Harran'a (Urfa'nın güneyinde bir
yer) hicret etti. Bu yolculukta kardeşinin oğlu Lût aleyhisselâm ve zevcesi (hanımı) Sâre
Hâtun da bulundular. Harran'da bir müddet kaldıktan sonra Şam'a, oradan da Mısır'a gitti.
İbrâhim aleyhisselâm, hazret-i Sâre ve hazret-i Hâcer ile Mısır'dan ayrılıp, Filistin'e geldi.
Evlâdı olmadığı için Allahü teâlâdan sâlih bir evlâd istedi ve adakta bulundu. Sâre'den
çocuğu olmadığı için, onun tavsiyesi ile hazret-i Hâcer'le evlendi. Bu evlilikten İsmâil
aleyhisselâm dünyâya geldi. Ardından, Sâre Hâtun'dan İshâk aleyhisselâm doğdu.
İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Hâcer Hâtunu ve İsmâil aleyhisselâmı
yanına alıp, Şam'dan ayrılarak, o sırada susuz ve ıssız bir yer olan Mekke'ye bıraktı. Kendisi
Şam'a döndü. Gördüğü bir rüyâ üzerine oğlunu kurban etmek istedi. Tam kurban etmek
üzereyken Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma rüyâsına sadâkat (bağlılık) gösterdiğini
bildirerek kurbanlık bir koç ihsân etti. Beytullah'ı (Kâbe-i muazzamayı) oğlu İsmâil
aleyhisselâm ile inşâ etti. Ebû Kubeys dağında bulunan ve Cennet yâkutlarından olan
Hacer-ül-Esved adlı siyah taşı Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesiyle alarak Kâbe-i
muazzamanın duvarına yerleştirdi. Kâbe duvarını örerken şimdi Makâm-ı İbrâhim denilen
taşın üzerine bastı. Kâbe'yi yapıp bitirince, Allahü teâlânın emri ile oğlu İsmâil aleyhisselâm
ve Mekke'de yerleşmiş olan Cürhümlülerle birlikte hac ibâdetini yaptı ve Şam'a döndü. Şam'a
döndükten sonra yüz yetmiş beş yaşında Kudüs'de vefât etti. Kudüs civârındaki Habrun
kasabasında bulunan bir mağaraya defnedildi. Bu kasaba, Allah'ın dostu anlamında
Halîlürrahmân diye meşhûrdur. İbrâhim aleyhisselâmın dînine Hanîf dîni denilmektedir.
İbrâhim aleyhisselâm, sevgili Peygamberimizden sonra insanların en üstünüdür. (İbn-ül-Esîr,
Taberî, Nişancızâde, Ahmed Cevdet Paşa, Altıparmak)
İbrâhim aleyhisselâm, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin
ümmetinden olmayı temenni buyurmuştur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullah'tır (Allah'ın dostudur). (İmâm-ı Rabbânî)
İBRÂHİM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on dördüncü sûresi.
İbrâhim sûresinin 28 ve 29. âyetleri Medîne'de, diğerleri Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli
iki âyet-i kerîmedir. Otuz beşten kırk bire kadar olan âyetler İbrâhim aleyhisselâmın duâsını
ihtivâ ettiği için İbrâhim sûresi denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlâya, peygamberlerine ve âhiret
hayâtına îmân konuları ve İbrâhim aleyhisselâmın duâsı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs,
Taberî)
Allahü teâlâ İbrâhim sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allah'a îmân etmeyenlerin yaptıkları faydalı işler, fırtınalı bir günde rüzgârın
savurduğu küller gibidir. Âhirette o işlerin hiçbir faydasını bulamazlar. (Âyet: 18)
İbrâhim sûresini baştan sona kadar okuyana, sayısız çok sevâb verilir. (Hadîs-i
şerîf-Envâr-ut-Tenzîl)
İBRÂNÎ:
Eski yahûdî sülâlesi veya o soydan olan. Yahûdî topluluklarından birine mensûb kimse.
İBRET:
İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği hâdiselerden ders alması, kendi hâlini
düşünmesi.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Gerçekten onların (peygamberlerin) kıssalarında, akıl sâhibleri için birer ibret vardır.
(Bu Kur'ân) uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden evvel (inen kitabların) tastîki ve
(dîne âit) her şeyin tafsîlidir (beyânıdır). O, îmân edecek bir kavim için, bir hidâyet ve bir
rahmettir. (Yûsuf sûresi: 111)
Davarlarda (deve, sığır, koyun, keçide) da sizin için elbette bir ibret vardır.
Karınlarında bulunan sütten size içiririz. Sizin için onlarda daha birçok faydalar vardır.
Hem onları (etlerini) da yersiniz. (Mü'minûn sûresi: 21)
Allahü teâlâ, gece ile gündüzü değiştiriyor (biri gidiyor, yerine öbürü geliyor; birini
uzatıyor, öbürünü kısaltıyor; hâllerinde karanlık, aydınlık, sıcaklık, soğukluk gibi
değişiklikler yaratıyor). Bütün bunlarda, basîret sâhibleri (görür gözlere mâlik olanlar) için
elbette birer ibret vardır. (Nûr sûresi: 44)
Cenâb-ı Hak, kullarını küfürden (îmânsızlıktan), suçtan korumak için, herkesin
anlayamayacağı fen bilgilerini, kitaplarında açıklayıp, bunlara işâret buyurmuş; yer küresini,
güneşi, gökleri göründükleri gibi anlatarak bunlardan ibret alınmasını; varlığının,
büyüklüğünün anlaşılmasını emir buyurmuştur. (Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlânın adı bulunmayan söz, kıymetsizdir. Allahü teâlâyı hatırlamadan susmak,
boşuna vakit geçirmektir. İbret almadan bakmak, faydasızdır. (Ebü'l-Hüseyin bin Sem'ûn)
İbret almak istersen, hatâ sâhiblerinin ve günahkârların âkıbetlerine (sonlarının nasıl
olduklarına) bak da kalbini topla. (İmâm-ı Şâfiî)
Her kim gördüğünden ibret almazsa, onun görmemezliği görmesinden üstündür.
(Cüneyd-i Bağdâdî)
İBTİLÂ:
1. İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli sıkıntılar vermek sûretiyle imtihan etmesi,
denemesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İşte orada îmân sâhibleri ibtilâdan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardır.
(Ahzâb sûresi: 11)
2. Bir şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.
Amerika'da yapılan açıklamada, alkollü içkilerin, bu memlekette, senede iki yüz beş bin
kişinin ölümüne sebeb olduğu tesbit edilmiştir. Bunların çoğu karaciğer sirozundan ve içkili
araba kullanmaktan ölmüşlerdir. On dört ve on yedi yaşları arasında alkol ibtilâsının arttığı,
bu sebepten mekteplerde vurucu, kırıcı saldırıların çoğaldığı da bildirilmiştir. (M. Sıddîk
Gümüş)
ÎCÂB:
1. İhtiyaç.
İslâmiyet; kıyâmete kadar bütün îcâbları, karşılayacak en mükemmel ve en üstün bir
dindir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Teklif, bir sözleşme için alıcı veya satıcı tarafından ilk söylenen söz.
Îcâb ve kabûl, söz ile olduğu gibi, bir taraftan veya iki taraftan mektublaşma ile veya
adam göndermekle de olur. (Kâşânî)
Îcâb, karşıdakinin anlayacağı bir lisan ile, sattım, hediye ettim gibi; kabûl ise, aynen kabûl
ettim, râzı oldum gibi geçmiş zamân bildiren sözlerle olur. (Kâşânî)
İCÂBET ETMEK:
1. Kabûl etmek.
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını
yoklamak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine icâbet etmek, aksırıp elhamdülillah deyince,
yerhamükellah diyerek cevâb vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
2. Allahü teâlânın duâları kabûl buyurması.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bana duâ ediniz size icâbet edeyim. (Mü'minûn sûresi: 60)
(Ey Resûlüm!) Kullarım sana benden sorarlarsa, ben (ilim ve icâbetle) yakınım. Bana
duâ ettikleri zaman duâlarına icâbet ederim... (Bekara sûresi: 186)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ
ederler. Böyle duâya nasıl icâbet olunur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Arkadan yapılan duâ icâbete makrûndur (kabûle yakındır). (İbn-i Cezerî)
ÎCÂD:
Yoktan var etme, vücûda getirme, yaratma.
İnsanlar, mahlûk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de Allahü teâlânın mahlûkudur.
Çünkü O'ndan başka, kimse bir şey yaratamaz. Kendi mahlûk, yaratılmış olan, başkasını nasıl
yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretinin az olduğuna alâmettir ve ilmin noksan olduğuna
işârettir. Bilgisi kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay,
kendi kesbidir. Yâni o iş, kendi cüz'î, sınırlı kudreti ve irâdesi ve istemesi ile olmuştur. Fakat
o işi yaratan, yapan Allahü teâlâdır. Kesb eden kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri,
istiyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi, istemesi, seçmesi ile Allahü teâlânın yaratmasından
meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı yâni beğenmesi olmasa, o iş
titreme şeklini alır, mîdenin, kalbin hareketleri gibi olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey Âdemoğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz ne hepsiniz, ne de
hiçsiniz; herhâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz îcâd etmekten, her şeye hâkim ve gâlib
olmaktan şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan, bir hürriyet ve ihtiyârınız, serbest
hareketiniz sizi hâkim kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir
hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek
vazîfeler alan birer me'mursunuz!.. (Abdülhakîm Arvâsî)
ÎCÂR:
Kirâya verme, kirâya verilme, kirâ parası. (Bkz. İcâre)
İCÂRE:
Belli bir menfaati belli bir bedel karşılığında satmak, kirâlamak.
Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o maksatla icâreye verilir. İcârenin sahîh
(uygun, geçerli) olması için ücretin (kirâ olarak ödenecek bedelin) ve menfâatin bildirilmesi
şarttır. (İbn-i Âbidîn)
İcâre olarak verilen mal kirâcıya teslim edilince, emânet olup kirâcının elinde kastsız
(istemeyerek, elinde olmadan) telef olunca ödemez. Âdet hâricinde kullanmak kast sayılır.
Tarla icâreye verilirken ne ekileceği bildirilmeli veya her şey ekilebilir demelidir. (Fetâvâ-i
Hindiyye)
İcâredeki binânın ve eşyânın tâmiri ve zamanla tıkanmış boruların tâmiri ev sâhibine
âittir. Kirâcı, ev sâhibinin izni ile kendi yaparsa parasını kesebilir, ev sâhibinin izni olmadan
kendiliğinden yaparsa kesemez. (Tahtâvî)
İcâre müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise kirâcı çıkar. Malı, olduğu gibi teslim etmesi
gerekir. Teslim etmezse gasb etmiş olur. Fakat kullanma sebebi ile herkes için hâsıl olması
âdet olan harâblık, yıkılma ve dökülmeler kabahat sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)
ÎCÂZ:
Az söz ile pürüzsüz ve kusursuz olarak çok mânâ ifâde etme.
Muhammed aleyhisselâm; "Bu Kur'ân, Allah kelâmıdır, inanmıyorsanız bir âyeti kadar
siz de söyleyiniz. Söyleyemezsiniz" buyurdu. O kadar düşman oldukları, el ele verip
uğraştıkları hâlde söyleyemediler. Kimisi Kur'ân-ı kerîmin belâgat ve îcâzını görür görmez
îmân etti. Kimisi insan bunu söyleyemez diyerek ister istemez tastîk etti. (Sırrı Paşa)
Arapçayı iyi bilen kimse Kur'ân-ı kerîmin îcâzını açıkça anlar. Kâdı Bâkıllânî dedi ki:
"Îcâz, hem belâgatinin yüksek olmasından hem de nazmının (lafızlarının dizilişinin) garîb
olmasındandır. Yâni hiç görülmemiş bir nazm olduğu içindir. Bâzıları Kur'ân-ı kerîmin îcâzı
gaybden (gelecekten) haber vermesidir dediler. Bâzı âlimlere göre Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, çok
uzun ve tekrarlı olduğu hâlde hiçbir yerinde ihtilâf yâni uygunsuzluk bulunmamasıdır dediler.
(İmâm-ı Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğü Kur'ân-ı kerîmdir. Bugüne kadar
gelen bütün şâirler, edebiyâtçılar, Kur'ân-ı kerîmin nazmına ve mânâsına hayran kalmışlar, bir
âyetin benzerini söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâgati insan sözüne benzemiyor. Yâni bir
kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense; lafzındaki, mânâsındaki güzellik bozuluyor.
(Nişâncızâde Muhammed Efendi)
İ'CÂZ:
Âciz bırakma, benzerini ortaya koymada herkesi acze düşürme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin i'câzıyla ilgili olarak meâlen buyurdu ki: (Ey Resûlüm!) De
ki: Yemîn ederim bu Kur'ân'ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir
araya gelseler, birbirine destek olsalar da yine benzerini getiremezler. (İsrâ sûresi: 88)
(Muhammed bin Hamza)
İCÂZET:
İzin, diploma, şehâdetnâme. Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine, yetiştiğine dâir
verdiği belge, diploma.
İcâzet verilecek talebenin bâtınının (kalbinin) iyi hâllere kavuşmuş olması, kötü huylardan
temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması, sabr, tevekkül (sebeplere yapıştıktan sonra, işini
Allahü teâlânın taktirine bırakma), kanâat, rızâ, teslîmiyet sâhibi olması ve dünyâya düşkün
olmaması lâzımdır. (Abdullah-ı Dehlevî)
İcâzet-i Mutlaka:
Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine yetiştiğine ve başkalarını da
yetiştirebileceğine dâir verdiği izin veya bu izni ifâde eden belge, diploma.
Hâce Bâki-billâh kuddise sirruh, İmâm-ı Rabbânî'yi icâzet-i mutlaka ile Serhend şehrine
gönderirken, kendisi makâmından çekilip, bütün talebesinin, hattâ kendi oğullarının
terbiyesini ve yetişmesini ona havâle etti ve; "Ahmed, bizim gibi binlerce yıldızı örten bir
güneştir. Bu ümmette onun gibi ancak iki üç tâne vardır. Şimdi ise gök kubbe altında onun
gibisi yoktur" buyurdu. (Muhammed Mazhâr)
İCBÂR-I NEFS:
İnsanın kendini bir işe zorlaması.
Kur'ân-ı kerîm okurken ağlayın, eğer ağlayamazsanız, ağlar gibi yapın yâni ağlamaya
icbâr-ı nefs edin. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İbn-i Abbâs radıyallahü anh buyurdu ki: "Sübhânellezî"nin (İsrâ sûresinin) secde âyetini
okuduğunuz zaman ağlamadan secde etmeyin. Eğer gözünüz ağlamıyorsa, buna üzülerek
kalbiniz ağlasın, sonra secde edin." Ağlamaya nefsini icbâr etmenin yolu, içinden hüzün
duymaktır. İnsan bu sâyede kolayca ağlar. Güzel ahlâka yönelmek isteyen meselâ cömerd
olmak isteyen kimse için çâre infâka (sadaka vermeye) icbâr-ı nefs etmesidir. Zorlaya zorlaya
bu hâl kendisinde tabiî hâle gelir ve nihâyet cömerd bir insan olur. (İmâm-ı Gazâlî)
İCMÂ':
1. Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir
asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri,
ictihadlarının birbirine uygun olması.
Hicrî dördüncü asırdan sonra mutlak müctehîd yetişmediği için icmâ' da kalmamıştır. Bu
sebeble icmâ' denilince Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının), Tâbiîn'in
(Eshâb-ı kirâmı gören büyüklerin) ve Tebe-i tâbiînin (Tâbiîn'i görenlerin) icmâ'ı anlaşılır.
(İbn-i Âbidîn)
Bir şeyi Eshâb-ı kirâm icmâ' ile bildirmedi ise, Tâbiîn'in sözbirliği bu şey için icmâ' olur.
Tâbiîn de bu şeyi icmâ' ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbiînin sözbirliği bu şey için icmâ' olur.
Çünkü bu üç asrın âlimleri yâni müctehidleri hadîs-i şerîf ile övülmüştür. Bunlara selef-i
sâlihîn denilir. (İbn-i Âbidîn)
Dinde zarûrî olan yâni câhillerin de bildikleri icmâ' bilgilerine inanmayan kimsenin îmânı
gider. (İbn-i Âbidîn)
2. Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzım olmayan ve dinde
açıkça bildirilen şeyleri âlim olan, olmayan her müslümanın bilmesi, böyle olduklarında
sözbirliği yapmaları.
Zarûriyyât-ı dîniyyeden yâni dînin temel bilgilerinden olup, her müslümanın mutlak
bilmesi lâzım olan bilgilerde müctehid olmayanların icmâ'ı da mûteberdir. Ancak bu, onların
icmâ'ı olmazsa, bu hükümler sâbit olmaz demek değildir. Bu kısım icmâ', üzerinde icmâ'
yapılan husûsun her müslüman tarafından bilindiğini, bu sebeple her müslümanın bunları
bilip öğrenmesinin lâzım olduğunu, bilmiyerek de olsa bunları yerine getirmemenin câiz
olmadığını ifâde içindir. (Molla Hüsrev, Serahsî, Hâdimî)
İCMÂLÎ ÎMÂN:
Kısaca inanmak. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm ne bildirmiş ise hepsine
inandım demek. (Bkz. Îmân)
İCTİBÂ:
Seçmek, seçilmek. Evliyâlıkta, vâsıtanın, aracının şart olmadığı cezbe (çekilme) ile
ilerleme.
İctibâ Yolu:
Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için peygamberlerin aleyhimüsselâm ve seçilmiş
evliyâların yolu. Mürid değil, murâdlar ve mahbûblar yolu. Sevilenleri, çabuk ilerletme yolu.
İctibâ yolunda riyâzetler çekmek (nefsin isteklerini yapmamak), kavuşmak nîmetine
şükretmek içindir. (İmâm-ı Rabbânî)
İctibâ yolunda kavuşmak, kavuşturulmak yolu ile hâsıl olduğu için sıkıntı ve meşakkat
(eziyet) çok azdır. O'nun riyâzeti ahkâm-ı şer'iyyeye (dînimizin emir ve yasaklarına) ve
sünnet-i seniyyeye uymak ve bid'atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında
olmayıp dînimize ibâdet olarak sonradan sokulan şeylerden) sakınmaktır. (Ubeydullah-ı
Ahrâr)
İCTİHÂD:
İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i
şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek
meydana çıkarma. (Bkz. Müctehid)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Muâz bin Cebel'i, Yemen'e hâkim olarak
gönderirken; "Orada nasıl hüküm edeceksin?" buyurunca; "Allahü teâlânın kitâbı ile" dedi.
"Allah'ın kitâbında bulamazsan?" buyurdu. "Allah'ın Resûlünün sünneti ile" dedi.
"Resûlullah'ın sünnetinde de bulamazsan?" buyurunca; "İctihâd ederek, anladığımla" dedi.
Resûlullah efendimiz, mübârek elini Muâz'ın göğsüne koyup; "Elhamdülillah! Allahü teâlâ,
Resûlünün resûlünü (elçisini), Resûlullah'ın rızâsına uygun eyledi" buyurdu. (Tirmizî, Ebû
Dâvûd, Dârimî)
İsâbet etmiyen, yâni doğruyu bulamamış olan müctehide (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerden hüküm çıkaran kimseye) bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır. İki
sevâbdan birincisi, ictihâd etmek sevâbıdır. İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır. (Hadîs-i
şerîf-Hadîka)
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen şeylerde, ictihâd edilemez. Nass
(Kur'ân-ı kerîm ve sahih hadîs-i şerîf) bulunan yerde ictihâda izin yoktur. (İbn-i Nüceym,
Hâdimî)
İslâm âlimlerinin söz birliği ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan, inanılacak ve yapılacak
din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir. (Abdülganî Nablüsî)
Mezheb imâmlarının hepsi bir mes'ele ile karşılaştıklarında cevâbını, önce Kur'ân-ı
kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Burada
da bulamazlarsa, icmâ-ı ümmette ararlardı. İcmâda da bulamayınca, bu mes'eleye benziyen
başka mes'elelerin, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet (hadîs-i şerîfler) ve icmâ'da bulunan
cevâblarını esas alıp mukâyese ederek, ictihâd edip benzeri cevâbı bulurlardı. (İmâm-ı
Şa'rânî)
Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete yakın bir zamanda, gökten inerek, Muhammed aleyhisselâmın
dînine göre hareket edecek ve Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkaracaktır. Îsâ aleyhisselâm gibi
büyük bir peygamberin ictihâd ile çıkaracağı bütün hükümler, Hanefî mezhebindeki
hükümlere benzeyecek yâni İmâm-ı a'zam'ın ictihâdına uygun olacaktır. (İmâm-ı Muhammed
Pârisâ)
Her müctehidin (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlimin), kendi
ictihâdıyla bulduğu bilgiye uygun iş yapması farzdır. (Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî)
Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş arkadaşlarının) hepsi
müctehîd olup, kendi ictihâdlarına uymaları farz idi. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
İctihâd, bir ibâdet yâni ehli olana Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid başka
bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez. Çünkü, her müctehide kendi ictihâdı haktır ve
doğrudur. Meselâ İmâm-ı Şâfiî hazretleri, Hanefî mezhebinde olmadığı hâlde; "İmâm-ı a'zâm
Ebû Hanîfe'nin ictihâdını beğenmeyene, Allahü teâlâ lânet etsin, yâni merhamet etmesin"
buyurmuştur. (İbn-i Âbidîn)
İctihâd ve kıyâs bid'at değildir. Çünkü kıyâs ve ictihâd, nassların mânâsını ortaya çıkarır.
Başka bir şeyi ortaya koymaz. (İmâm-ı Rabbânî)
İDDET:
Kocasının ölümüyle dul kalan veya talak (boşama) ve fesh (nikâhın bozulması) sebebiyle
evlilik bağı çözülen kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken zaman.
İddet bekleyen kadınlar beş çeşittir:
1) Hâmile olup, kocası vefât eden kadının iddeti, çocuğu olunca biter.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... Hâmile kadınların iddetleri ise çocuklarını doğurmaları ile son bulur. (Talâk sûresi:
4)
2) Hâmile olmayıp kocası ölen kadının iddeti dört ay on gündür.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Sizden vefât edenlerin geride bıraktıkları zevceler (hanımlar) kendi kendilerine dört ay
on gün beklerler (beklesinler)(Bekara sûresi: 234)
3) Hâmile olup, boşanan kadının iddeti, hamlini vad etmekle yâni çocuğu olunca tamam
olur. Kocası ölen, hâmile kadının durumu gibidir.
4) Kadın hayz (âdet) gören kadınlardan olup, hâmile olmadığı hâlde kocasının boşadığı
kadının iddeti, üç ay başı hâli veya üç temizlik müddetidir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç âdet müddeti beklerler ve Allah'ın
rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları kendilerine helâl olmaz. (Bekara sûresi: 228)
5) Hayzdan kesilen (âdet görmeyen) ve boşanmış kadının iddet zamânı boşanma
târihinden îtibâren üç aydır.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Yaşlılık dolayısı ile) hayzdan kesilmiş kadınlarınız (hakkındaki iddet, bekleme
hükmünden) şüphelendinizse (bunu bilmediğinize göre) onların iddeti de üç aydır. Henüz
hayz görmeyenler de öyle (boşandıkları zaman üç ay iddet beklerler)... (Talâk sûresi: 4)
(İbn-i Âbidîn, Kâşânî, Hacı Zihni Efendi, Abdurrahmân Cezîri)
Talak (boşama) iddeti zamânında kadına nafaka verilir. İddet zamânı bitince nafakası
kesilir. (Ubeydullah bin Mes'ûd)
İddet; Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, ilk temizlik başından, üçüncü hayzın sonuna
kadar olan zamandır. Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinde üç temizlik geçinceye kadardır. Hayz
görmüyorsa, talak için üç ay, ölüm için dört ay on gündür. (İbn-i Âbidîn)
Haccın edâ şartlarından birisi de kadın iddet hâlinde olmamaktır. (İbn-i Âbidîn)
İddet bekleyen kadınla iddeti bitinceye kadar evlenilmez. (İbn-i Âbidîn)
İDRÂK:
Bir şeyin aslını, mâhiyetini, hakîkatini bilmek, anlamak.
Kur'ân-ı kerîmde, meâlen buyruldu ki:
O'nu (Allahü teâlâyı) gözler (dünyâda) idrâk edemez. O ise, gözleri bilir anlar. O, ihsân
sâhibi bilicidir. (En'âm sûresi: 103)
İnsanı hayvandan ayıran, ilim ve idrâktir (Hâdimî)
İnsanların hâlet-i rûhiyeleri (rûhî durumları) farklı oduklarından, idrâk ve fehmleri
(anlamaları) da farklı olmaktadır. (İmâm-ı Gazâlî)
Şükür, şükürden âciz kalındığını idrâk etmektir. (Ebû Osman Mağribî)
Allahü teâlânın zâtı idrâk edilemez. Dünyâ yurdunda gözle görülmez. Kalb, O'nun
varlığını tastîk eder. Âhirette gözler O'nu görecektir. İnsanlar, Allahü teâlâyı âyet ve delîllerle
bilmektedir. Kalbler O'nu tanır, fakat akıllar O'nu idrâk edemez. (Sehl bin Abdullah)
İdrâk-i Basît:
Tasavvuf yolcusunun kendini müşâhedede (görmede) fâni (yok) olması.
İDRÎS ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İsmâil, İdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da hâtırla. Onların her biri sabr
edenlerdendi. (Enbiyâ sûresi: 85)
Kitabda İdrîs'i de an. Çünkü o, çok sâdık bir peygamberdi. (Meryem sûresi: 56)
Ben (Mîrâc gecesinde) dördüncü kat semâda (gökte) İdrîs (peygamber) ile karşılaştım.
Cibrîl bana; "Bu gördüğün İdrîs'dir. Ona selâm ver" dedi. Ben de ona selâm verdim. O da
benim selâmıma cevap verdi. Sonra bana; "Merhabâ sâlih kardeş, sâlih peygamber" dedi.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
İdrîs aleyhisselâm, Bâbil'de veya Mısır'da doğup yaşadı. Şit aleyhisselâmın
torunlarındandır. Babasının ismi Yerd'dir. Âdem aleyhisselâmın oğlu Kâbil'in evlâdından
olan bir topluluğa peygamber olarak gönderildi. Kendisine otuz suhuf (forma) kitâb verildi.
Cebrâil aleyhisselâm kendisine dört defâ gelerek Allahü teâlânın emir ve yasaklarını getirdi.
İdrîs aleyhisselâm da bunları insanlara bildirip, emirlere uymaya, yasaklardan sakınmaya
çağırdı. Yetmiş iki lisan ile konuştu. Her kavmi kendi lisanıyla hak dîne dâvet etti. Allahü
teâlâ ona mûcizeler ihsân etti. Mûcize olarak ağaçlarda ne kadar yaprak olduğunu bilirdi,
havadaki bulutlara dağılmaları için emir verirdi. Kavmine, kendisinden sonra gelecek
peygamberleri haber verdi. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın vasıflarını
anlattı. Kendisinden sonra gelecek olan Nûh tûfânını haber verdi. Bu kadar açık delîllere ve
mûcizelere rağmen kendisine, pek az kimse itâat etti. Harb âletleri yapıp, kâfirlerle cihâd
(savaş) yaptı. İnsanlara şehir kurma san'atını ve idârecilik ilmini öğretti. 100 şehir kurdu.
Ayrıca insanlara çeşitli ilimleri öğretti. Fen ilimleri, tıp, yıldızlarla ilgili ince ve derin
mes'eleleri anlattı. Kalem ile yazı yazmayı, iğne ile elbise dikip giymeyi öğretti. (Bunun için
terzilerin pîri, üstâdı olarak anılır). İnsanlara hikmetli sözler ile pek çok nasîhatta bulundu.
Yeryüzünün meskûn (yerleşilmiş) yerlerini dört bölgeye ayırarak her birine vekîl tâyin etti.
Bir müddet sonra Aşûre gününde diri olarak göğe kaldırıldı. Bu husus, Meryem sûresinin
"Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık" meâlindeki elli yedinci âyet-i kerîmesinde bildirildi.
Kalem ile ilk defâ yazı yazan ve iğne ile dikiş diken odur. (Taberî, Kisâî, İbn-ül-Esîr)
ÎFÂ:
Yerine getirme.
Hanımının ve çocuklarının haklarını îfâ etmiyenin namazları, oruçları kabûl olmaz
(Borçları ödenirse de sevâb alamazlar). (Hadîs-i şerîf-Mürşîd-ün-Nisâ)
Her sabah bir kere, "Allahümme mâ esbaha bî min ni'metin ev bi-ehadin min halkıke, fe
minke vahdeke, lâ şerîke leke, fe lekel hamdü ve lekeş-şükr" demeli ve her akşam "mâ
esbaha" yerine "mâ emsâ" diyerek hepsini aynen okumalıdır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi
ve sellem buyurdu ki: "Bu duâyı gündüz okuyan, o günün şükrünü, gece okuyan, o
gecenin şükrünü îfâ etmiş olur." Abdestli okumak şart değildir. Her gün ve her gece
okumalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
İFFET:
İnsan rûhundaki yapıcı kuvvetin, yâni şehvetin iyiye kullanılmasından ortaya çıkan huy.
Nefsi kötü isteklerinden men etmek. Âr, nâmus, hayâ duygusu.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Sizin sadakalarınız, fî-sebîlillah (Allah yolunda) cihâd eden, ilim tahsîl eden ve ibâdet
gibi hayırlı bir işle meşgûl olan ve yeryüzünde ticâret ve san'at gibi bir işle meşgûl olmaya
müsâit (elverişli) vakitleri olmayan fakirler içindir. Onlar dilenmekten çekindikleri için,
cahiller onları zengin zannederler. Ey Resûlüm! Sen onları sîmâlarından tanırsın. Onlar,
iffetlerinden dolayı insanları râhatsız edip sadaka istemezler. Malınızdan, bunlara infak
(sarf) ederseniz, muhakkak Allahü teâlâ verdiğinizi ve niçin verdiğinizi bilir... (Bekara
sûresi: 273-274)
Allahü teâlâ hayâ, hilm ve iffet sâhiblerini sever. Fuhş (çirkin) söyleyenleri ve
sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İffet sâhibi olunuz. Çirkin şeyler yapmayınız. Kadınlarınızı da, afîf (iffetli) yapınız.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
İffet sâhibi olursanız kadınlarınız da afîf (iffetli) olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İffet; kişiyi her türlü rezillikten koruyan bir haslettir. El, ayak ve diğer âzâyı her türlü
zarardan korur. Bu haslet güzel ahlâkın en üstünüdür. Âzânın iffetli olması demek; meselâ
gözün harama bakmaması ve kendisine yasak olan şeyleri terk etmesidir. (Abdurrahmân bin
Abdullah bin Nasr)
İFRÂT:
Bir işte, sözde veya davranışta haddi aşma, pek ileri gitme, aşırı olma.
Riyâ yâni gösteriş yapanlara karşı tekebbür etmek (kibirlenmek, büyüklenmek) câizdir.
Kendinden aşağı olanlara karşı tevâzû göstermek (kendini onlarla bir görmek) iyi ise de,
bunun ifrâta kaçmaması lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
İfrat ve tefrît'in ikisi de kötüdür. Doğru ve en iyisi ortada olandır. (İmâm-ı Rabbânî)
Şecâatın (kahramanlığın) ifrâtı, tehevvürdür (aşırı öfkedir). (Muhammed Hâdimî)
Kazâ-i hâcetin yâni abdest bozmanın edeplerinden biri de; necâset husûsunda vesveseye
kapılıp bunu ifrât derecesine götürmemektir. (İmâm-ı Gazâlî)
İFRÎT:
Cinlerin azgın, en zararlı, şerli, korkunç ve kuvvetli cinsi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Cinden bir ifrit (Süleymân aleyhisselâma); "Sen makâmından kalkmadan ben onu
(Belkıs'ın tahtını) sana getiririm. Ben buna karşı her hâlde güvenilecek bir kuvvete
mâlikim" dedi. (Neml sûresi: 39)
Hasen-i Basrî buyurdu ki: Bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi
ve sellem) gelerek; "Cinlerden bir ifrit sana hîle yapmak istiyor. Yatağına girdiğin vakit
Âyet-el-kürsî'yi oku!" dedi. (Senâullah Dehlevî)
İFSÂD:
Bozmak, fitne, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk yapmak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ ifsâd edenleri sevmez. (Mâide sûresi: 64)
Sarı sabır maddesi balı ifsâd ettiği gibi, kızgınlık da îmânı bozar. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
Şâyet sen, insanların kusûrlarını ve gizli hâllerini araştırırsan, onları ifsâd etmiş ve
ifsâdlarına sebep olmuş olursun. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı ifsâd ettiği gibi, kötü
huy, hayrâtı, hasenâtı (iyilikleri) yok eder. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ı Alâî)
Zamm-ı sûreleri rükûda tamamlamak, dört mezhebde de mekrûhtur. Fâtihayı tamamlamak
ise, hanefîde mekrûhtur. Diğer üç mezhebde namazı ifsâd eder. (Abdurrahmân Cezîrî)
İFTÂ:
Fetvâ vermek, dînî bir mes'elenin hükmünü sözlü veya yazılı olarak bildirmek. (Bkz.
Fetvâ)
İFTÂR:
1. Oruçlunun, akşam namazı vakti girdikten, yâni güneşin battığı iyice anlaşıldıktan sonra,
yiyerek veya içerek orucunu açması.
...İftâr zamânında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel
gelir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)
... Bir kimse, bu ayda (Ramazân-ı şerîfte) bir oruçluya iftâr verirse, günâhları affolur.
Hak teâlâ onu Cehennem ateşinden âzâd eder, kurtarır. O oruçlunun sevâbı kadar, ona
sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İftârda acele etmek demek, yıldızlar görünmeden önce iftâr etmek demektir (İbn-i Hibbân)
İftar edince, (Zehebazzama' vebtellet-il urûk ve sebet-el-ecr inşâallahü teâlâ: Susuzluk
gitti. Damarlar ıslandı sevâb hâsıl oldu inşâallah) duâsını okumak, terâvih kılmak ve hatm
okumak mühim sünnettir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Oruç tutmama, yime.
Ayı görünce oruç tutunuz! Tekrâr görünce iftâr ediniz (Hadîs-i şerîf-Merâkıl felâh)
Ey Ebü'd-Derdâ! Muhakkak senin üzerinde bedeninin hakkı vardır. Ehlinin (âilenin)
hakkı, Rabbi'nin hakkı vardır. Her hak sâhibine hakkını ver! İftâr et, oruç tut, namaz kıl,
uyu ve ehline yakın ol. (Hadîs-i şerîf-Kenz-ül-Ummâl)
İFTİKÂR:
Fakîr olmak, muhtâc olmak.
Hâlık (yaratıcı) ve râzık (rızıklandırıcı) Allahü teâlâdır. İnsana hâlık ve râzık demek
küfrdür. İnsanın sıfat-ı asliyesi (her zaman bulunan özelliği) acz (elinden birşey gelmeme) ve
iftikârdır (İmâm-ı Birgivî)
İFTİRÂ:
Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisine suç isnat etme
gösterme. Birine suç atma, bühtân.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan ve iftirâ ederler. Apaçık olan bu günâhları
onlara kâfidir. (Nisa sûresi: 50)
Bir kimse için söylenen kusur onda varsa, bu söz gîbet olur. Yoksa iftirâ olur. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
İftirâ etmek ve nemmâmlık yapmak yâni söz taşımak gîbet etmekten daha fenâdır.
(Muhammed Ma'sûm)
Birisine iftirâ etmek, gıybet etmekten (belli bir mü'minin aybını, kusurunu, onu kötülemek
için arkasından söylemekten) daha fenâdır. (Muhammed Hâdimî)
İftirâ büyük günâhtır ve çok fenâdır. Bunda yalan söylemek de vardır ki, yalan, her dinde
haram idi. İftirâda bir mü'mini incitmek de vardır, bu da ayrıca haramdır. Bunlardan başka,
iftirâ etmek, yeryüzünde fesâd çıkarmaya, ortalığı karıştırmaya sebeb olur ki, bu da haramdır.
Çok fenâ ve tehlikelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Beni, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'den üstün tutan; iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri
dövdükleri gibi onu döverim. (Hazret-i Ali)
İFTİTÂH TEKBÎRİ:
Başlama tekbîri. Namazın evvelinde "Allahü ekber" demek. Buna Tahrîme tekbîri de
denir.
Bir gün Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem namaz kılarken bir kimse sabah namazında
iftitâh tekbîrine yetişemedi. Bir köle âzâd etti (serbest bıraktı). Daha sonra Peygamber
efendimize gelerek; "Yâ Resûlallah! Ben bugün iftitâh tekbîrine yetişemedim. Bir köle âzâd
ettim. Acabâ iftitâh tekbîrinin sevâbına kavuşabildim mi?" diye sordu. Peygamber efendimiz,
hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali'ye iftitâh tekbîrinin
fazîletiyle ilgili soru sorup, değişik cevaplar aldıktan sonra; "Ey benim ümmetim ve
Eshâbım! Yedi kat yerler ve yedi kat gökler kâğıt olsa ve deryâlar (bütün denizler)
mürekkeb olsa ve bütün ağaçlar kalem olsa, bütün melekler kâtib olsalar ve kıyâmete
kadar yazsalar yine imâm ile alınan iftitâh tekbîrinin sevâbını yazamazlar" buyurdu.
(Hadîs-i şerîf-Cennet Yolu İlmihâli)
Bir kimse iftitâh tekbîrini imâm ile berâber alırsa; sonbahar günlerinde, ağaçların
yaprakları, rüzgâr estikçe nasıl dökülürse, o kişinin günâhları da öyle dökülür. (Muhammed
bin Kudbüddîn İznikî)
İftitâh tekbiri söylerken niyet edilir. Daha önce niyet etmek de câizdir. İftitâh tekbîrinden
sonra edilen niyet sahih (geçerli) olmaz ve o namaz olmaz. (Abdullah Mûsulî)
İĞFÂL:
Aldatma, doğru yoldan saptırma. Hakkı unutturma.
İslâm nîmetinin elden çıkmasına sebeb olan bir kısım kâfirler, kendilerine müslüman ismi
ve süsü verip, din adamı tanıttırıp, müslümanlığı kendi akılları ile, keyiflerine ve şehvetlerine
uygun bir şekle çevirmeğe uğraşıyor, müslümanlık ismi altında yeni, uydurma bir din kurmak
istiyorlar. Hîle ve yalanlarla, sözlerini isbât etmeğe, yaldızlı, yaltakçı yazılar ile,
müslümanları kandırmaya, iğfâle çalışıyorlar. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlerine ve akla tâbî olup, İslâm dînine uyarsa, nûrlanır,
temiz olur. Dünyâ ve âhirette rahat ve huzûra kavuşur. Kötü kimselerin iğfâl edici sözlerine,
yazılarına ve nefse, şeytana uyup, İslâmiyet'e uymayan kalb; kararır, bozulur... (Abdülhakîm
Arvâsî)
İĞTİSÂL:
Gusl (boy) abdesti almak. Ağız ve burun dâhil bütün vücûdu hiç kuru yer kalmayacak
şekilde baştan ayağa yıkamak. (Bkz. Gusl)
Abdestte ve iğtisâlde lüzûmundan fazla su kullanmak, isrâf olup, haramdır. (Tahtâvî)
İHÂNET:
1. Hâinlik etmek, güveni kötüye kullanmak, sadâkat göstermemek.
Siz emniyet içinde meclislerde oturursunuz. İhâneti yalnız altın ve gümüşte aramayın. En
büyük ihânet, kendisine güvenilerek yanında konuşulan sözleri ilgili kimselere götürmektir.
(Hasen-i Basrî)
2. İsyân etmek, karşı gelmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve Peygamberine ihânet etmeyin. Sonra bile bile kendi
emânetlerinize ihânet etmiş olursunuz. (Enfâl sûresi: 27)
Hükümete ihânet edene, Allahü teâlâ ihânet eder. (Hadîs-i şerîf-Nebras)
3. Küçük düşürmek, tahkîr etmek, hafife almak.
Bid'at sâhibine ihânet edeni Allahü teâlâ kıyâmet gününün korkusundan korur.
(Hadîs-i şerîf-Fetâvâl-Haremeyn)
Fâsık (günâhkâr) kimse, âlim olsa da imâm yapılması mekrûh olur. Çünkü, İslâmiyete
uymakta gevşek davranır. Buna ihânet vâcip olur. (Tahtâvî)
İHÂTA:
Kuşatma, çevirme.
Allahü teâlâ her şeyi ihâta etmiştir. Her şeye yakındır ve her şeyle berâberdir. Fakat, bizim
alıştığımız, bildiğimiz ve anladığımız ihâta, yakınlık ve berâberlik gibi değildir. Bunlar, O'na
lâyık değildir. Mahlûkların (yaratılmışların) hiçbiri O'nu ve sıfatlarını ve fiillerini (işlerini)
anlıyamaz, bilemez. Bunlara anlamadan inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
İHFÂ:
Örtmek, gizlemek; tecvidde bir terim. On beş ihfâ harflerinden önce gelen tenvin veya
sâkin nunu, izhâr (birbirinden ayırmak) ile idgâm (birbirine katmak) arasında, şeddeden uzak
olarak gunne ile genizden çıkarmak.
İHLÂS:
Hâlis, temiz etmek, niyyeti düzeltmek, temizlemek, dünyâ menfaatini düşünmeden bütün
işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak.
İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mu'âz bin Cebel'i (r.anh) Yemen'e vâli
olarak gönderirken:
"İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir"
buyurdu. (Hilyet-ül-Evliyâ)
İhlâs ile yapılan bir iş, senelerle yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder. (İmâm-ı Rabbânî)
İhlâssız amel, sahte para gibidir. Kabûl edilmez. (Seyyid Emîr Külâl)
Sehl-i Tüsterî'ye insanın nefsine en çok ağır gelen nedir? diye sorduklarında, ihlâstır
cevâbını verdi. Zîrâ ihlâsta nefsin nasîbi, payı yoktur.
İhlâs elde etmeye çalışanlara muhlis denir. İhlâsı tabiat hâline gelenlere muhlas denir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Bir de ihlâstır, her işte dâimâ,
Şöyle ki hiç olmaya ucb-u riyâ,
Hem bu ihlâs olmasa makbûl değil,
Tasavuftur ihlâsın kaynağı bil.
(İmâm-ı Rabbânî)
İhlâs Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yüz on ikinci sûresi. Tevhîd, Tefrîd, Tecrîd, Necâd, Vilâyet ve Mârifet
sûresi de denilmiştir.
İhlâs sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Dört âyet-i kerîmedir. Sûrede; İslâm dîninin
tevhîd (Allahü teâlâyı bir bilme) inancı en özlü ve en anlamlı şekilde ifâde edilmiştir.
İhlâs sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) de ki: O, Allah birdir, Sameddir. O doğurmamıştır, doğurulmamıştır.
Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir. (Âyet: 1-4)
Kim ölüm hastalığında, İhlâs sûresini okursa, kabir azâbı görmez. Kabrin sıkmasından
emîn olur. Melekler onu kanatlarıyla taşırlar ve sırattan sür'atli bir şekilde geçirirler.
(Hadîs-i şerîf-Hâşiyet-üs-Sâvî)
Kim bin defâ İhlâs sûresini okursa, Cennet'teki makâmını görmeden vefât etmez.
(Hadîs-i şerîf-Hâşiyet-üs-Sâvî)
Eve girerken İhlâs-ı şerîf okuyan fakirlik görmez. (Hadîs-i şerîf-Hâşiyet-üs-Sâvî)
Kim İhlâs sûresini besmele ile bin defâ okursa diş ağrısı görmez. (Süleymân bin Cezâ)
İHRÂM:
Mîkât denilen mahalde (yerde) hacca veya umreye niyet ederek, peştemal gibi dikişsiz iki
parça örtüyü giymek ve telbiye getirmek sûretiyle, daha önce mubah (serbest) olan bâzı
şeyleri kendine haram kılmak yâni bunları yapmaktan sakınmak. İhrâmlı kimseye muhrim
denir. İhrâm elbisesinin belden aşağı sarılan kısmına îzâr, omuzlara atılan kısmına da ridâ
denir. Kadınlar ihrâm elbisesi giymeyip, mestûre (örtülü) olarak hac ve umre ibâdetini yapar.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hac ayları bilinen, Şevval, Zilka'de ayları ile Zilhicce'den on gündür. İşte kim o
aylarda haccı, ihrâma girerek kendine farz yaparsa artık hacda kadına yaklaşmak, günah
işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (hac yâhut
âhiret için) azık edinin, muhakkak ki azığın hayırlısı takvâdır ve ey aklı tam olanlar,
benden korkun! (Bekara sûresi: 197)
İhrâma girerken temizlenmek ve gusül (boy abdesti) almak ve iki rek'at namaz kılmak
sünnettir. (M. Zihni Efendi)
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan gelenlerin, mîkât
denilen yerleri, ihrâmsız geçerek, Hareme yâni Mekke-i mükerremeye girmeleri, haramdır
(günahtır). Geçenin tekrar mîkâta gelip ihrâma girmesi lâzımdır. İhrâma girmezse kurban
kesmek lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
İhrâm giyen kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av hayvanlarını öldürmesi,
dikişli elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, cimâ etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, koku
sürünmesi, tırnak kesmesi, erkeğin mest ayakkabı giymesi, başını örtmesi, hıtmî çiçeği ile
başını yıkaması, eldiven çorap giymesi, kendiliğinden çıkan ot ve ağaçları koparması v.s.
Bunları bilerek veya bilmeyerek, unutarak yapanlara kurban ve sadaka cezâları lâzım olur.
(İbn-i Âbidîn)
İHSÂN:
1. İyilik etmek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
İhsân edenlere elbette rahmetim çok yakındır. (A'râf sûresi: 55)
İnsanlara, analarına - babalarına ihsân etmelerini söyledik. (Ahkâf sûresi: 15)
İhsânın karşılığı ancak ihsândır. (Rahmân sûresi: 60)
Ananıza-babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân eder. Din kardeşinin
özrünü kabûl etmeyen, Kevser havzından içmeyecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Resûl-i ekremin o kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardır ki, Rum imparatorları, İran
şahları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. (İmâm-ı
Rabbânî)
İhsân her yerde övülmeye değer. Bilhassa akrabâya ve komşulara olunca daha iyidir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Hamd olsun, nîmetleri bol Allah'a,
Önce, varlık nîmeti verdi bana!
İhsânlarını saymaya güç yetmez,
Güç de, her üstünlük de lâyık O'na!
(M. Sıddîk bin Saîd)
2. Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmek.
İhsân, Allahü teâlâya O'nu görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyor isen de, O
seni hep görmektedir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
İHTİDÂ:
Doğru yola girme, müslüman olma, din olarak İslâmiyet'i seçme; hidâyete erme. (Bkz.
Hidâyet)
İHTİKÂN:
Lavman yapmak.
İhtikan yapmak, kulağına yağ damlatmak orucu bozar ise de keffâret lâzım olmaz.
(Abdullah Mûsulî)
İHTİKÂR:
İnsan ve hayvan için lüzumlu gıdâ maddelerini şehre girmeden yâhut girince halka
satılmadan toplayıp, stok edip, pahalandığı zaman satmak.
Bir kimse gıdâ maddelerini kırk gün ihtikâr ederse, Allahü teâlâ ona darılır. O, Allahü
teâlâyı saymamış olur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Çalışıp kazanan rızıklanmıştır. İhtikâr yapan ise lânetlenmiştir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı
Seâdet)
İhtikâr haram olup, yapan mel'ûndûr. İhtikârın haramlığı müslümanlara zararlı olduğu
içindir. Çünkü gıdâ maddeleri, insanların ve hayvanların yaşayabilmesi için lâzımdır. (İmâm-ı
Gazâlî)
Köylü, tarlasından aldığı gıdâ maddesini istediği zaman satabilir. Acele satması vâcib
değildir. Fakat acele etmesi sevâbdır. Pahalı olunca satmayı düşünmesi çirkindir. İlâçlarda ve
gıdâ maddesi dışında herkese lâzım olmayan şeylerde ihtikâr haram değildir. (İmâm-ı a'zam
Ebû Hanîfe)
İHTİLÂF:
Farklılık, ayrılık. Aynı gâyeye ayrı ayrı yollardan gitme. Müctehid denilen âlimlerin amelî
(işle ilgili) mes'elelerdeki ictihad ayrılıkları.
Ümmetimin ihtilâfı rahmettir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Halîfe Hârûn Reşîd, İmâm-ı Mâlik hazretlerine; "Senin kitaplarını çoğaltıp her yere
göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emredeceğim" deyince; "Yâ Halîfe! Böyle
yapma, âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Her müslüman
dilediği âlime uyar" buyurdu. (Tahtâvî)
Bir kişi bir kişiye bedduâ ederek, Allahü teâlâ senin canını küfürle alsın dese, âlimler
böyle söyleyen kimsenin kâfir olmasında ihtilâf ettiler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri, usûl-i dinde (inanılacak bilgilerde) ittifâk, ahkâm-ı
ictihâdiyyede (iş ve ibâdetle ilgili hükümlerde) ihtilâf ettiler. (Şehristânî)
İHTİLÂM:
Uykuda cünüb olma. Çocuğun bülûğa, ergenlik çağına ulaştığının alâmeti, işâreti.
Bir kimse gece uykuda ihtilâm olup sabahlasa veya gündüz uyuyup ihtilâm olsa orucu
bozulmaz. (İbrâhim Halebî)
İHTİRÂ':
Evvelce olmayan bir şeyi ortaya çıkarma, îcâd etme, yaratma, yoktan var etme.
Allahü teâlâ her şeyi yaratırken kudret-i ilâhiyyesi, kendinden başka hiçbir şeye bağlı
olmadığından, O'nun işlerine ihtirâ' denir. İnsan ise, böyle olmayıp, kudret ve irâdesi kendi
elinde olmayan başka sebeplere bağlı olduğundan ve işleri Allahü teâlânın işlerine
benzemediğinden insanın işlerine yaratma ve ihtirâ' denmez. (İmâm-ı Gazâlî)
İHTİRÂS:
Şiddetli arzu, aşırı heves, istek, gözün ve gönlün doymaması. (Bkz. Hırs)
Âdemoğlu yaşlanır. Fakat onda iki haslet gençleşir: Mala ve ömre (yaşamaya) ihtirâs.
(Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)
Bu zamanda kendisinde şu beş sıfat bulunmayan kimsede mal toplanmaz. Tûl-i emel
(sonu gelmeyen istek), ihtirâs, şiddetli cimrilik, korku azlığı, âhireti unutmak. (Süfyân-ı Sevrî)
Para, mal ve mülk, kişinin zâhid olmasına (dünyâya düşkün olmamasına) mâni değildir.
Dünyâlığı bulunmayan da zâhid sayılmaz. Dünyânın faydasız şeylerine ihtirâsı olup olmadığı
araştırılıp, ona göre hüküm verilir. Bir kimsenin elinde dünyâlığı vardır. Fakat zâhiddir. Bir
kimsenin de dünyâlığı yoktur. Lâkin zâhid değildir. Mal, insanın silâhı gibidir. İnsan canını,
sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur. (Süfyân-ı Sevrî)
Âhirete îmânı olanın, dünyâya ihtirâsı olmaz. Âhirette cezâ göreceğini kesin olarak bilen
kimse, dünyâyı âhirete tercîh etmez. (İmâm-ı Mâverdî)
İHTİSÂB:
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmasının, ilim ve ehliyet sâhibi bir devlet me'muru
olan muhtesib tarafından sağlanması, emr-i ma'rûf nehy-i münkerin yâni iyiliği emretmek
kötülükten sakındırmak vazîfesinin el ile yapılması vazîfesi. (Bkz. Hisbet)
İHTİYÂÇ:
Ruh ve nafaka (yeme, içme, barınma) için ve bedeni sıkıntıdan korumak için lâzım olan
şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Yerde olan her şeyi sizin ihtiyâcınızı karşılamak için yarattım. (Bekara sûresi: 28)
Ümmetimden bir kardeşinin ihtiyâcını giderip, onu sevindiren kimse, beni sevindirmiş
olur. Kim beni sevindirirse, Allahü teâlâyı sevindirmiş olur. Kim Allahü teâlâyı
sevindirirse, Allahü teâlâ onu Cennet'e koyar. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Bir hastanın ihtiyâcını giderinceye kadar gayret sarfeden kimsenin günâhlarını Allahü
teâlâ affeder. Anasından doğduğu gibi temiz olur. (Hadîs-i şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Allahü teâlânın emir ve yasaklarının faydaları insanlar içindir. Allahü teâlâya hiç faydaları
yoktur. Allahü teâlânın bunlara ihtiyâcı da yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Din kardeşinin ihtiyâcını gidermek, hac sevâbından daha hayırlıdır. (Hazret-i Hasen)
İhtiyâç Eşyâsı:
Yiyecek, giyecek ve barınmada asgarî lâzım olan miktar.
İHTİYÂR:
1. İstediğini seçme. (Bkz. İrâde)
Kulun ihtiyârı zayıftır, demeleri, Allahü teâlânın ihtiyârına göre zayıftır mânâsında ise
doğrudur. Yok, eğer emr ve yasak olunan işleri yapmaya kâfi değildir demek istiyorlarsa bu
doğru değildir. Zîrâ kula, gücü yetmeyecek şey ve iş teklif edilmedi. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Yaşlı.
İhtiyarlara saygı gösteren ve yardım edene, ihtiyarlayınca, Allahü teâlâ ona da
yardımcılar nasib eder. (Hadîs-i şerîf)
İhtiyârî Fiiller:
İstek ile yapılan işler. (Bkz. İrâde)
Ehl-i sünnet âlimleri, insanın yaptığı işte kendi kuvveti de te'sir (etki) ediyor dediler ve bu
te'sire kesb ismini verdiler. Çünkü elin titremesi ile istekle kaldırılması arasında fark vardır.
Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî fiillere ise karışıyor. (İmâm-ı Rabbânî)
Söylemek, yürümek gibi ihtiyârî fiilleri incelemek güçtür. Bu fiilleri insan isterse yapıyor,
istemezse yapmıyor. Fakat insanın istemesi için o işi aklın beğenmesi, iyi demesi lâzımdır.
Hattâ yapıp yapmamağı bir zaman düşünüp iyi olduğunu bildikten sonra irâde, istek hâsıl
oluyor ve uzuvlar (organlar) hareket ediyor. Kul irâde edince Allahü teâlâ o fiili yaratıyor.
Böylece ihtiyârî fiiller meydana geliyor. (İmâm-ı Gazâlî)
İHTİYÂT:
Dîne uygun olmayan bir işi yapma şüphesinden kurtulmak için, tedbirli hareket etme.
Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğuna göre (sabahleyin) ufkun bir yerinde beyazlık
başlayınca, (imsak vakti) olup, oruca başlanır. Bundan (6-10 dakika) sonra beyazlık ufk
üzerine ip gibi yayılınca, sabah namazı vakti başlar. Ancak oruca imsâk vaktinde başlamak
ihtiyatlı olur. Bu taktirde, namaz da oruc da bütün âlimlere göre sahîh, doğru olur. Fakat
oruca birinci vakitten yâni imsâk vaktinden sonra başlanırsa, oruc şüpheli olur. Astronomik
hesaplar ile birinci vakit bulunmakta ve takvimlere birinci vakit yazılmaktadır. İkinci vakitte,
hattâ bundan sonra başlayan kızıllığın yayıldığı zaman oruca başlayanların orucları şüpheli
olmaktadır. Yemeyi-içmeyi bırakmayı, şüpheli zamâna tehir etmek, geciktirmek ise,
mekruhtur. Hele ikinci vakitten sonra başlayan kızıllığın sonunda başlanılan oruclar, sahîh
olmaz. (M. Sıddîk Gümüş)
Bulutlu gecelerde orucun bozulmasından korunmak için ihtiyatlı davranmalı, iftârı biraz
geciktirmelidir. Yıldızlar görünmeden önce iftâr eden de iftârda acele etmiş olur. (Şernblâlî)
Zevcin (kocanın), zevcesi (hanımı) için kendi mülkünden onun izni olmadan fıtrasını
vermesi câizdir, verebilir. Yine zevcesinin ve evinde olanların fıtralarını, izinleri olmadan
karıştırıp verebileceği gibi, toplamı kadar buğdayı ve değeri olan altını bir defâda ölçüp bir
veya birkaç fakire verebilir. Fakat ayrı ayrı hazırlayıp, sonra karıştırması veya ayrı ayrı
vermesi, ihtiyatlı olur. (İbn-i Âbidîn)
İHTİZÂR HÂLİ:
Ölüm sırasında can çekişme hâli.
İHVÂN-ÜS-SAFÂ:
On birinci asrın ikinci yarısında Basra'da ortaya çıkan; "İslâmiyete birçok vehimler
karışmış, onu bu vehimlerden temizlemek ancak felsefe ile mümkündür. İslâm dînini felsefe
vâsıtasıyla saf hâle getirmelidir" diyen sapık ve gizli bir cemiyet, ekol.
Bâtıniyye (İsmâiliyye)ye âit fikirlerin te'sirinde kalan ve zamanlarındaki bütün ilimleri
içine alan 52 risâleden (küçük kitabdan) bir ansiklopedi meydana getiren bu ekolün
mensûbları birbirlerine "saf kardeşler" mânâsına "İhvân-üs-Safâ" dedikleri için bu ad ile
meşhûr oldular. (Corci Zeydân)
İhvân-üs-Safâ cemiyeti metafizik (gözle görülmeyen ve akıl ötesi) konularda Eflâtun'un,
ahlâkta Sokrat'ın, matematikte Pisagor'un, mantıkta Aristo'nun, felsefî konularda Fârâbî'nin
fikirlerinden etkilenmişlerdir. Bütün ilimlerin yegâne gâyesinin kendi felsefî görüşlerini
gerçekleştirmek olduğunu söyleyen İhvân-üs-Safâ cemiyetinin önde gelen isimleri; Makdîsî
lakabıyla bilinen Ebû Süleymân Muhammed bin Ma'şer el Bustî, Ebü'l-Hasen Ali bin Hârûn
ez-Zencânî, Muhammed bin Ahmed en-Nehrecûrî, el-Avfî gibi felsefecilerdir. (Corci Zeydân)
İHYÂ:
1. Vaktini ibâdet ve iyi işler yaparak geçirmek, kıymetlendirmek.
Receb'in ilk Cumâ (Regâib) gecesini ihyâ edene, Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz.
Duâlarını kabûl eder. Yalnız yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez. (Hadîs-i
şerîf-Riyâdun-Nâsihîn)
Cebrâil aleyhisselâm bana geldi: "Kalk, namaz kıl ve duâ et! Bu gece, Şâban'ın on
beşinci (Berât) gecesidir" dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız
müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasîsleri (cimrileri), alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve
zinâ yapanları affetmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâdun-Nâsihîn)
Mübârek geceler İslâm dîninin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ kullarına çok
acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tövbeleri kabûl edeceğini
bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için bu geceleri sebeb
kılmıştır... Bu geceleri ihyâ etmeli, kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ,
tövbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de
göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermek, günâh işlememekle olur. (Seyyid Abdülhakîm-i
Arvâsî)
Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek
olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İmâm-ı Nevevî)
2. Ölüleri diriltmek.
Allahü teâlânın izniyle, ölüleri ihyâ bana zor gelmedi. Fakat ahmağa doğru sözü
anlatamadım. (Hazret-i Îsâ)
İhyâ-ı Mevât:
Faydalanılmayan ölü toprakları işlemek, faydalanılır hâle getirmek. (Bkz. Mevât Arâzî)
İKÂB:
Cezâ, azâb. Günâhın cezâsını vermek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki, muhakkak Allahü teâlânın (haram işleyenler için) ikâbı pek çetindir. Allahü
teâlânın, (haramları terk edenlere) mağfireti (bağışlaması bol) ve merhâmeti çoktur. (Mâide
sûresi: 98)
Mü'min ve kâfir herkes kıyâmette, dünyâda yapmış olduklarının karşılığını görür. Ehl-i
sünnet (Resûlullah efendimiz ve Eshâbının, arkadaşlarının yolunda) olan mü'minin, dünyâda
iken tövbe etmiş olduğu günâhları affolunup, hayırlarına (iyiliklerine) sevâb verilir. Kâfirlerin
ve bid'at sâhibi olanların yâni îtikâdı (inancı) bozuk olan mü'minlerin hayırları (iyilikleri) red
olunup (geri çevrilip), kötülükleri, günahları için de cezâ görürler. En büyük ve ebedî ikâb
küfürden (kâfirlikten, inanmamaktan) dolayı olur. (Kâdızâde, İmâm-ı Birgivî)
Melek-ül-mevt, ma'sûm olanların canını aldıktan sonra, o can alınıp, gökler seyrettirilir.
Cennet'e götürülürler. Orada yeşil zebercedden bir sahrâ vardır. Ma'sûm oraya geldikte; "Beni
buraya neden getirdiniz?" der. Melekler; "Yâ ma'sûm! Kıyâmet yeri vardır. Çok sıcaktır. İşbu
sahrâda, yetmiş bin rahmet pınarı vardır. Hazret-i Resûl-i ekremin havzının başında durup,
nûrdan bardakları görünüz! Atanız ve ananız kıyâmet yerine geldiklerinde, bu bardakları su
ile doldurup, onlara verirsiniz ve onları tutup salıvermeyesiniz ki, Cehennem yoluna
gitmeyeler azâb ve ikâb görmeyeler" derler. (Kutbuddîn İznikî)
Farzı (Allahü teâlânın yapınız diye buyurduğu kesin emirleri) terk eden veyâ haram
(Allahü teâlânın kesin olarak yasakladığı şeyleri) işleyen, tövbesiz ölür ve şefâate (Allahü
teâlânın sevdiklerinin yardımına), affa kavuşmazsa, ikâb olunur. (Muhammed Es'ad)
İKÂLE:
Bozma, yürürlükten kaldırma, feshetme; iki kişinin, aralarında yaptıkları herhangi bir
akdi, anlaşmayı bozmaları.
Ticârette ihsânın (iyiliğin) bir şekli de alışveriş ettiği kimse pişman olursa, ikâle etmek,
alış-verişi geri çevirmektir. (İmâm-ı Gazâlî)
İKÂMET:
1. Kâmet. Erkeklerin farz namaza başlamadan önce okuması sünnet olan ezâna benzer
sözlerin ismi. Ezândan farkı fazla olarak "Hayyealelfelâh"dan sonra iki defâ "Namaz başladı"
mânâsına olan "kad kâmet-issalâtü denir.
İmâm olmak, müezzinlik yapmaktan ve ikâmet okumak, ezân okumaktan efdaldir
(üstündür, kıymetlidir). (İbn-i Âbidîn)
Kadınların ezân ve ikâmet okuması mekruhtur.
Vakit girmeden önce okunan ezân ve ikâmet, vakit girince tekrar okunur. (İbn-i Âbidîn)
2. Oturmak, bir yerde kalmak. (Bkz. Vatan-ı İkâmet)
ÎKÂZ:
Uyarma. Tenbih etme.
Bir kimse bir müslümanı İslâmiyet'e muhâlif (uymayan) işten, doğru yola teşvîk ederek
îkâz ederse, kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri, o kimseyi peygamberlerle berâber
haşreder (toplar)(Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Ehl-i sünnet denilen hakîkî müslümanların birbirlerini sevmeleri, zarar vermemeleri,
yardımlaşmaları, tatlı dil ve yazılar ile birbirlerini îkâz etmeleri lâzımdır. (S. Abdülhakîm
Arvâsî)
İKBÂL:
1. Yönelme.
Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her an Allahü teâlâya
ikbâldir. Her an O'nu hatırlamaktır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
2. Kıymet verme, iyi karşılama, hürmet gösterme.
Evlâdım! Orhan'ım! Allahü teâlânın emirlerine uymayan bir iş işlemeyesin! Bilmediğini
din âlimlerinden sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri
hoş tutasın! Askerine in'âmı, ihsânı (iyiliği), eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır.
Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd (mutlu)
et! Âlimlere riâyet eyle (danışıp sözlerini dinleyerek saygı göster, haklarını gözet) ki, din
işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm (yumuşaklık)
göster! Askerine ve malına gurûr getirip (böbürlenip), İslâm âlimlerinden uzaklaşma! Bizim
mesleğimiz Allah yoludur ve maksâdımız Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve
cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket
işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum. (Osman Gâzî)
3. Baht açıklığı.
Gerçek bana oldu hayâl
Korkutuyor beni bu hâl
Kararmakta her gün ikbâl
Nefs elinden kurtar Rabbim
(M. Sıddîk bin Saîd)
İKİNDİ NAMAZI:
İslâm'ın şartlarından biri olan beş vakit namazın üçüncüsü, öğle vakti ile akşam vakti
arasında kılınan namaz. (Bkz. Asr)
Gökten yere iner kamû (bütün) melekler,
Meleklere müştâk olur (can atar) felekler,
Kabûl olur anda bütün dilekler,
İkindi namâzın kıldığın zaman.
(Yûnus Emre)
İKRÂH:
Bir insanı istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Cizye (vergi) vermeyi kabûl eden kitap ehlini (kitaplı kâfirleri) İslâm dînine girmek için
ikrâh etmek ve cebretmek yoktur... (Bekara sûresi: 256)
Mü'mini ve zımmîyi (İslâm idâresi altında yaşayan müslüman olmayan vatandaşı) ikrâh
etmek, korkutmak büyük günâhtır. (İbn-i Âbidîn)
Çocuğun ehl-i sünnet îtikâdını (doğru îmânı) Kur'ân-ı kerîmi, edebleri ve farzları,
haramları, öğrenmesi için babası ikrâh eder. (S. Alizâde)
İkrâh-ı Mülcî:
Mülcî ikrâh. Bir kimseyi ölümle veya bir uzvunu (organını) yok etmekle, şiddetli
dövmekle veya bütün malını telef etmekle (zarar vermekle) korkutarak rızâsı dışında bir işi
zorla yaptırmak.
Mülcî İkrâh ile, şarap, kan içmek, leş, domuz yimek halâl olur. Yimeyip ölmesi günâh
olur. Çünkü ikrâh-ı mülcî ile bunları yimek, zarûret (çâresizlik, başka çıkar yol bulamamak)
olur. (İbn-i Âbidîn)
İkrâh-ı mülcî ile başkasının malı telef edilince, ikrâh eden öder. (Ali Haydar Efendi)
İkrâh-ı Gayr-i Mülcî:
Mülcî olmayan ikrâh. Bir kimseyi istemediği bir sözü veya işi yapmaya zorlarken tam
şiddet kullanmama.
İkrâh-ı gayr-i mülcî ile kan, domuz yinmez, şarap içilmez ve müslümanın malı telef
edilmez (zarar verilmez). (Ali Haydar Efendi)
İkrâh-ı gayrî mülcî ile yapılan nikâh, talâk (boşama), nezr (adak), yemîn, ric'at yâni
boşadığı kadını tekrar alması sahîh olur. (Ali Haydar Efendi)
İKRÂM:
Hürmet ve saygı gösterme veya yiyecek, içecek, hediye yâhut başka bir şey sunma.
Kim mü'min kardeşine ikrâm ederse, Allahü teâlâ da ona ikrâm eder. (Hadîs-i
şerîf-Firdevs-ül-Ahyâr)
Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, komşusuna ezâ (eziyet) etmesin; kim
Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, misâfirine ikrâm etsin; kim Allah'a ve âhiret gününe
inanıyorsa, ya hayır (faydası bulunan şeyi) söylesin yâhut sussun. (Hadîs-i
şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Misâfire ikrâm sevâbdır. Hayvan, yalnız Allah için kesilir. Bir kimse gelince, kesilen
hayvan etinden, ona da ikrâm edilince, hayvanı Allah rızâsı için kesmiş, faydası misâfire
olmuş olur. (Ahmed Fârûkî)
Tanıdığın bir müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek
ikrâm eyle. Kapıya çık kendisini karşıla. Selâm verince selâmını al. Sohbetten sonra giderken,
onu uğurla ve duâ eyle. (Süleymân bin Cezâ)
Kim saçı sakalı ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona
ihtiyarladığında hürmet ve ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona da ikrâm ederler.
(Ahmed Rıfâî)
İKRÂR:
1. Îmânını açıkça, dil ile söylemek.
Îmân etmek için kelime-i şehâdeti dil ile ikrar edip, mânâsına kalb ile inanmak lâzımdır.
Kelime-i şehâdet ve mânâsı şöyledir: (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühü ve Resûlüh= Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka ibâdet edilmeye
hakkı olan ve tapılmaya lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki mâbûd ancak
Allahü teâlâdır. Muhammed aleyhisselâm adındaki yüce zât, Allahü teâlânın kulu ve
Resûlüdür, yâni peygamberidir). (İmâm-ı Gazâlî)
Ey oğul! Akşam, sabah Âmentüyü okuyarak îmânını tâzele!Âmentü, îmânın altı şartını
bildirmektedir. Âmentü'nün manâsını da ezberle ve çoluk-çocuğuna da ezberlet! Çünkü, ne
zaman öleceğiniz belli değildir. Dâimâ kelime-i tevhîd (lâ ilâhe illallâh sözünü) oku ve
inanılması lâzım olan altı şeyi iyi öğren, tasdîk (kalb ile inan) ve ikrâr eyle ve onlara da öğret!
Bunları bilmeyenlerin îmânı olmaz. (Süleymân bin Cezâ)
2. Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf
etmesi.
Süt emmek, mal ikrâr etmek gibi, evlenecek veya evli erkeğin söylemesi ve sözünde ısrar
etmesi ile veya âdil iki erkeğin ve bir erkekle iki kadının şâhid olması ile belli olur. (İbn-i
Nüceym)
İKRÂZ:
Borç verme, ödünç verme. Bir kimsenin nakid para, hacim ölçüsü ile alınıp satılan malını,
daha sonra mislini (benzerini) almak üzere bir şahsa vermesi. (Bkz. Borç ve Karz-ı Hasen)
İKTİDÂ:
Tâbi olmak, uymak. Taklid etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İşte o peygamberler Allahü teâlânın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onlara iktidâ et.
De ki: "Ben buna (peygamberlik vazîfemin îfâsına) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O
Kur'ân-ı kerîm âlemler için öğütten başka bir şey değildir. (En'âm sûresi: 90)
Benden sonra, Ebû Bekr'e ve Ömer'e iktidâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Hâkim)
Benden önce Allahü teâlânın bir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o
peygamberin ümmetinden Havârîleri ve sünnetine tâbi olan, emrine iktidâ eden eshâbı,
arkadaşları olmasın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bizim büyüklerimizin yolunun esâsı ikidir: Birincisi; Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve
sellem sünnetine yâni bildirdiği İslâm dîninin îmân ve amel ile ilgili hükümlerine iktidâ,
ikincisi tâbi olduğu âlim ve velîyi çok sevmek. (İmâm-ı Rabbânî)
Kendisinde imâmlık şartları bulunmadığı hâlde imâmlık yapan kimseye iktidâ
etmemelidir. (İbn-i Âbidîn)
İKTİSÂD:
1. Orta yol, orta hâl. Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama.
Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dîni tamâmen Allahü teâlâya hâs kılarak
(ihlâsla) O'na yalvarırlar. Allahü teâlâ onları karaya çıkararak kurtardığı vakit içlerinden
bir kısmı iktisâd yolunu tutar. (Lokman sûresi: 32)
İktisâd eden kimse, fakir ve muhtâç olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Mürüvvet)
İktisâd geçimin, güzel ahlâk da dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasîhat etti:
Oğlum! Masrafları gelirine göre ayarla! Îktisâd et! Aşırı gitme. Her şeyde îtidâl sâhibi ol,
yâni orta yolu tut! Cömertliği âdet edin!
2. Üretim ve tüketim faâliyetlerinin nasıl düzenlendiğini inceleyen ilim dalı.
İslâmiyet, ferdin iktisâdî hürriyetine saygı gösterir. Husûsî (özel) teşebbüslere ve
sermâyeye izin verir. Kısaca İslâmiyet, ferdî hürriyete elverişli bir iktisâd sistemini emr
etmektedir. (Seâdet-i Ebediyye)
İKTİZÂ-İ NASS:
Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün
anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli
hükmün taktir edilmesi.
"Ümmetimden hatâ (yanılma), nisyân (unutma) ve zor karşısında yaptıkları şeyler
kaldırıldı." hadîs-i şerîfinin lafzında yalnız hatâ ve nisyânın kaldırıldığı bildirilmektedir.
Hâlbuki bu haller insandan ayrılmaz. İnsanda her zaman görülebilmektedir. Bu sebeble
iktizâ-i nass, insandan kaldırılanın hatâ, nisyân olmayıp, hatâ ve nisyân ile yapılan işten
doğan günâh ve mes'ûliyet, sorumluluk olduğunu ifâde etmektedir. Yâni hadîs-i şerîfte
mes'ûliyet gibi bir kelimenin taktir edilmesini gerektirmektedir. (Serahsî)
ÎLÂ:
Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana
yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kadınlarına yaklaşmamaya îlâ edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekler (o
müddet içinde keffâret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki, Allahü teâlâ hakîkaten
bağışlayıcı ve çok merhametlidir. (Bekara sûresi: 226)
Yemîn eden kimse dört ay içinde hanımına yaklaşmazsa bir talâk-ı bâîn (tam boşanma) ile
boşanırlar. Dört aydan az zaman için yemîn ederse îlâ olmaz. Dört ay içinde îlâyı bozarsa
zevcesi (hanımı) boş olmaz. Yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)
Îlâda söz, açık ve açık olmayan olabildiği gibi, müddet de belirtilmemiş olabilir. Helâli
kendisine haram etmek yemîn olup, hanımına; "Sen bana haramsın" yâhut; "Sen bana haram
ol!" diyen kimse kendisine haram kılmayı kasd etmişse, îlâ etmiş olur. Îlâ etmek istememiş
ise hanımını bâîn (tam boşama) ile boşamış olur. (Mehmed Zihni Efendi)
Eğer kocası, karısına; "Ben sana yakınlıkta bulunursam hac etmek yâhut oruç tutmak,
sadaka vermek üzerime lâzım olsun" dese îlâ olur. Dört ay içinde karısına yakınlıkta
bulunursa yemîni bozulur; ne üzerine yemîn etmiş ise o şey lâzım olur ve îlâ düşer.
(Mevkûfâtî)
İLÂH:
Mâbud, tanrı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Onlar, (kâfirler, müşrikler) o kimselerdir ki, Allah ile berâber başka bir ilâh tanırlar.
Onlar, yakında (başlarına gelecek âkıbeti) bileceklerdir. (Hicr sûresi: 96)
Onlar, âlimlerini ve râhiplerini Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Meryem'in oğlu
Mesîh'i de (ilâh edindiler). Hâlbuki onlar da ancak bir olan Allah'a ibâdet etmekle
emrolunmuşlardı. Allahü teâlâdan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu
şeylerden tamâmen münezzehtir. (Tevbe sûresi: 31)
Kim Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü
teâlânın Resûlü olduğuna (gözüyle görmüş gibi) şehâdet ederse, Allahü teâlâ ona
Cehennem'i haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)
Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ilâh ve bütün
varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. (Kemahlı Feyzullah)
İLÂHÎ:
1. "Ey Allah'ım" mânâsına hitâb.
İlâhî! Dostlarını şöyle kıldın ki onları bilen seni buldu. Seni bulmayan onları bilmedi.
(Abdullah-ı Ensârî)
İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve âhirette sıkıntıda
bırakma. Muhtâçlara her şeyi gönderen yalnız sensin. Dünyâda ve âhirette hayırlı, faydalı olan
şeyleri bize gönder. Dünyâda ve âhirette kimseye muhtâc bırakma. Âmîn. (Muhammed
Rebhâmî)
Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî,
Kapından etme red bu pür günâhı (günâhı çok olanı).
Ümîdim kesmem hiç senden ilâhî,
Ki sensin cümle mahlûkun penâhı (sığınağı).
Yüzüm karasına bakma ilâhî
Cehennem nârında (ateşinde) yakma ilâhî.
(Beykozlu Muhammed bin Receb)
2. Allahü teâlâ ile alâkalı, O'na âit, O'ndan gelen, O'nun gönderdiği, indirdiği.
Tasavvuf, insanlık sıfatlarından çıkarak, melek sıfatları ile bezenmek ve ilâhî ahlâkı huy
edinmektir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlânın son ilâhî kitabı Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı kerîmden Allahü teâlânın
murâd ettiği mânâyı ve hadîs-i şerîflerden Peygamber efendimizin maksâdını en iyi
anlayabilenler, müctehîd denilen büyük İslâm âlimleridir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî
İlâhî Dinler:
Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş olan dinler. Hak dinler ve semâvî dinler de
denir.
Bugün yeryüzünde mensûbu bulunan üç tâne ilâhî din vardır. Bunlardan yahûdîlik ve
hıristiyanlık aslı bozulmuş, din adamları tarafından değiştirilmiştir. Aslı __________bozulmamış,
kıyâmete kadar da bozulmayacak olan tek ilâhî din İslâmiyet'tir. (M. Sıddîk Gümüş)
Allahü teâlânın var ve bir olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından
bozulmadan önce, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
İLÂHİYYÂT:
İnanılacak şeylerden bahseden kelâm ilminin; Allahü teâlânın varlığı, zâtı, sıfatları ve
fiillerinden (işlerinden) bahseden bölümü.
Kelâm kitaplarının ilâhiyyât bahislerinde Allahü teâlânın varlığını isbat için bildirilen
delillerden birisi şöyledir:
Şu âleme gözünü çevirip, üstünde, direksiz duran yıldızları, bilhassa belli bir yörüngede
ışık saçan, ziyâsıyla yıldızlarda gece ve gündüzün meydana gelmesine sebeb olan güneşe,
gökteki bulutlara ve yağan yağmurlara, altındaki yere ve üzerindeki nehirlere, denizlere,
karalardaki ağaçlara ve meyvalara, çeşitli özelliklere sâhip memleketlere ve şehirlere,
mâdenlere, bitkilere ve hayvanlara bilhassa âlem-i sagîr (küçük âlem) denilen insana ve
kâinattaki eşyânın eşsiz bir sûrette yaratılışına bakan bunlardaki çok ince olan nizam (düzen)
ve intizamı, âhengi (uyumu) gören, bunlardaki fâide ve hikmetleri iyi düşünen bir kimse,
âlemi yoktan var eden, hep var olan bir yaratıcının var olduğuna inanmak zorunda kalır.
(Abdüllatîf Harpûtî)
Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edileceğini anlattım. Şimdi
aklımıza, haklı olarak şu soru gelmektedir: "Bu muazzam kudreti, küçücük yere kim ve nasıl
koydu?" Buna ancak İslâm ilâhiyyâtı cevap verecektir. (W. Heisenberg)
İ'LÂ-YIKELİMETULLAH:
Allahü teâlânın ismini yüceltmek, İslâm dînini yaymak.
Kim i'lâ-yı kelimetullah için harbederse, o, Allah yolunda savaşmış olur. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin vefâtında, Eshâb-ı kirâmın hepsi, sonra da
evlâdları, cihâd için, i'lâ-yı kelimetullah için Arabistan'dan çıktı. İslâm ordusu, Asya'nın
ötelerine, Afrika'ya, Kıbrıs'a, İstanbul'a hâsılı her yere dağıldı. Allah'ın dînini, O'nun kullarına
tanıtmak için savaştılar ve canlarını fedâ ettiler. Ecdâdımız keyf için, tama' için cihâd
yapmadı. İ'lâ-yı kelimetullah için yaptı. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Muhârebeye gitmekten maksad, i'lâ-yı kelimetullah ve din düşmanlarını zayıflatmak ve
bozguna uğratmak olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
İLHÂD:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz
birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru
yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kim Mescid-i Harâm'da zulm ile ilhâda yeltenirse, biz ona pek acıklı bir azâb tattırırız.
(Hac sûresi: 25)
Amellerin, ibâdetlerin, kabûl edilmesi için, yâni sevâb verilmesi için hem şartlarına uygun
olması, hem de ihlâs ile niyet edilmesi lâzımdır. "İbâdet, sahîh olursa kabûl edilir. Niyete
bakılmaz" demek, ilhâd olur. (Muhammed Hâdimî)
Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin bildirdikleri bilgilerdir.
Bunlara uymamak, zındıklık ve ilhâddır. (İmâm-ı Rabbânî)
İLHÂM:
1. Peygamberlerin kalblerine, uyanık iken, melek görünmeden ilâhî vahyin bırakılması.
İlhâm, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve sâlih (iyi) müslümanların kalblerine gelir.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek kalbine gelen ilhâm, her müslüman için
seneddir. Herkesin bunlara uyması lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)
2. Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet'e uygun mânâlar.
Melekten gelen ilhâm, İslâmiyet'e uygundur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyet'ten
ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İslâmiyet'in hükümleri ilhâm ile anlaşılmaz. Evliyânın ilhâmı, başkalarına huccet, sened
olamaz. Evet, Ehlullahın (velîlerin) ilhâmları doğruluğu, İslâmiyet bilgilerine uygun
olmalarından anlaşılır. Fakat, Ehlullah, yâni velî olmak için, İslâmiyet bilgilerini öğrenmek ve
bunlara uymak şarttır. "Takvâ sâhiblerine (haramdan kaçınanlara) Allahü teâlâ ilim ihsân
eder" meâlindeki âyet-i kerîme bu husûsu bildirmektedir. Sünnete yâni İslâmiyet'e
sarılmayan, bid'atten sakınmayan kimsenin kalbine ilhâm gelmez. Böyle kimselerin
söyledikleri nefsten ve şeytandan gelen bozuk şeylerdir. (Abdülganî Nablüsî)
Mânevî bilgiler, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması
ve bütün İslâm bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İslâm bilgileri, ilhâm ile hâsıl
olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzûm olmazdı. (Abdülganî
Nablüsî)
İnsan, ilhâm olunan şeyleri yapmalı, vesveseyi yapmamak için gayret etmelidir. Nefse
uyan kimse vesveselere uyar. Nefsin hevâsına uymayanın, ilhâma uyması kolay olur.
(Muhammed Hâdimî)
3. Allahü teâlânın bildirmesi. Sevk-i tabîî. Bugün buna içgüdü denilmektedir.
Her sınıf hayvanın şahsının ve türünün korunması sağlanmıştır. Yaşamaları için, insan
aklını şaşırtan şeyler onlara ilhâm olunmuştur. Bal arısı mühendis gibi, altı köşe petek yapar.
Silindir yapsaydı aralarında boşluk kalırdı. Altıgen prizmalar arasında yer kaybı olmuyor.
Dörtgen olsaydı, hacimleri daha az olurdu. Bunu insanlar okumakla, öğrenmekle anlar.
Öğrenmeyen anlamaz. Arıya bunu bildiren kimdir? Allahü teâlâ ilhâm etmektedir. (Ali bin
Emrullah)
İLKA':
Atma, bırakma.
1. Öğretme.
Abdullah bin Zeyd radıyallahü anh şöyle anlattı: "Bir sabah Resûlullah'a geldim. O gece
gördüğüm ezânla ilgili rüyâyı O'na haber verdim. Buyurdu ki: "Gerçekten bu bir hak (doğru)
rüyâdır. Bilâl-i Habeşî ile kalk; çünkü o, senden daha yüksek ve uzun seslidir. Sonra
söyleneni ona ilka' et! Bilâl bununla (müslümanları namaza) çağırsın." (Hadîs-i
şerîf-Sünen-i Tirmizî)
2. Bırakma, yerleştirme.
Vahyin (Kur'ân-ı kerîmin) geliş (indiriliş) şekillerinden biri de; Peygamber efendimiz
uyanık iken, Cebrâil aleyhisselâm, görünmeksizin, Peygamberimizin kalbine ilâhî vahyi ilka'
ederdi. (İmâm-ı Süyûtî)
İLLET:
Bir şeyin veya hükmün meydana gelmesine doğrudan te'sir eden iş, sebeb.
İlletin bulunduğu yerde; te'sir ettiği, meydana getirdiği şey veya hüküm de bulunur. İllet
bulunmayınca bunlar da bulunmaz. Satış akdi, mülkiyet için illettir. Akd yapılınca, satıcı
sattığı eşyânın bedeli olan şeye, alıcı da mala sâhib olur. Satış akdi olmayınca, alıcı da, satıcı
da hiçbir şeye mâlik olamazlar. Yâni mülkiyet denen şey meydana gelmez. Aynı şekilde,
nikah da evliliğin meydana gelmesinin illetidir. Nikâh varsa, evlilik vardır. Nikâh yoksa,
evlilik de yoktur, yâni evlilik hâli yaşansa bile meşrû (dîne uygun) değildir. (Serahsî)
İLLİYYÎN:
1. Yedinci kat gökte, arşın altında bulunan bir yer veya Cennet.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hayır (o kâfirler gibi olmayın). Çünkü itâatkâr olan iyilerin kitâbları (amelleri), hiç
şüphesiz İlliyyîn'dedir. (Mutaffifîn sûresi: 18)
Hafaza (koruyucu melekler) yâni Kirâmen kâtibîn, bir kişinin amel defterini Allahü
teâlâya arz ettiklerinde; "Siz kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amelini
hâlis ettiğinden (yâni amellerini ihlâsla, Allah rızâsı için yaptığından), onun defterini İlliyyîn'e
koyun. Çünkü onu af ve mağfiret ettim" diye Allahü teâlâ vahyeder (bildirir). (Zemahşerî)
2. Mü'minlerin, öldükten sonra rûhlarının, nîmetler ve lezzetler içinde bulunduğu yer.
Mü'min ölüm döşeğine yattığı vakit, melekler çeşitli misk kokulu ipek mendil ile gelip,
yağdan kıl çeker gibi, rûhunu bedeninden ayırırlarken; "Ey mutmainne (Hakîkate ermiş,
bu sebeble kendisinde hiçbir şüphe ve tereddüt kalmamış) nefs, sen Rabbinden, Rabbin de
senden râzı olduğu hâlde, Allah'ın rahmet ve keremine dön!" derler. Rûh çıktığı vakit, o
kokular arasına konur, ipek mendil üzerine bağlanır ve İlliyyîn'e götürülür... (Hadîs-i
şerîf-İhyâ-ül-Ulûm)
Mü'min ölenlerin, İlliyyîn'deki rûhları, arasıra yâni Allahü teâlâ dileyince, mezarlardaki
cesedlerine red olunurlar (gönderilirler). En çok Cumâ geceleri böyle olur. Birbirleri ile
buluşur, konuşurlar. Rûhlar İlliyyîn'de iken, cesed olmaksızın da, nîmetlenir, lezzetlenir.
(İmâm-ı Yâfiî)
İnsanı, şehvetler, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin arzû ve istekleri kaplamıştır. O,
bunlarla mücâdele etmekle vazîfelidir. Şehvetlerin düşkünü oldukça, esfel-i sâfilîne
(aşağıların aşağısına, hayvanların ve şeytanların seviyesine) iner. Şehvetlerini yendikçe,
İlliyyîn'e ve meleklerin derecesine yükselir. (İmâm-ı Gazâlî)
İLM (İlim):
Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak. Cehlin zıddı.
1. Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından. Her şeyi bilmesi.
Allahü teâlânın sıfatları, işleri, kendi gibi akılla anlaşılmaz ve anlatılamaz. İnsanların
sıfatlarına, işlerine hiç benzemez ve uymaz. On sekiz sıfatı vardır. Bunlara sıfat-ı sübûtiyye
denir. Bunlardan biri İlim sıfatıdır.Bu sıfatı da kendi gibi kadîmdir, yâni sonradan olma
değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarlarsa,
Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri bunların üzerine olsun. (Nisâ sûresi: 30)
Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır.
(Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zîrâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana
farzdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini öğretir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İlim maldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, ilim ise seni korur. Mal sarf etmekle
azalır, ilim sarf etmekle çoğalır. (Hazret-i Ali)
Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise,
sultanlara hükmeder. (Ebü'l-Esved)
Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neş'elerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey
bulamadım. (Lokman Hakîm)
İlimsiz bir şey olmaz, ilim her şeye baştır.
Karanlık yollarda o, en aziz arkadaştır.
İlim, uçsuz bucaksız bir ummanı andırır.
İlimden başka her şey insanı usandırır.
(M. Sıddîk bin Saîd)
İlm-i Ahlâk:
İyi huylar edinme ve kötü huylardan sakınma yollarını öğreten ilim. (Bkz. Ahlâk)
İlm-i Âlet:
Ulûm-i âliyye denilen sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan yardımcı
ilimlerdir. Bunlara ulûm-i ibtidâiyye, başlangıç ilimleri de denir. Ulûm-i âliyye
şunlardır:Tefsîr, usûl-i kelâm, kelâm, usûl-i hadîs, ilm-i hadîs, usûl-i fıkh, fıkh, ilm-i
tasavvuf. Böylece din bilgileri yirmi olmaktadır.
İlm-i Bâtın:
Kalb ilmi, mânâ ilmi, tasavvuf ilmi.
İlm-i bâtın evliyânın yükseklerinin ilmidir. Bu ilim, kötü huylardan arınıldığında kalbe
doğan bir nurdan ibârettir. Bu sâyede çok şeyler görülür, derin ve ince mânâlara vâkıf olunur.
Geniş ufuklar açılır. (İmâm-ı Gazâlî)
İlm-i Bedî':
Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar yaparak sözün süslenmesini öğreten ilim.
İlm-i Belâgât:
Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten ilim.
İlm-i Beyân:
Belâgât ilminin hakîkat, mecaz, kinâye, teşbîh (benzetme) ve istiâre gibi konularından
bahseden ilim.
İlm-i Ezelî:
Allahü teâlânın başlangıcı olmayan ilmi.
Allahü teâlânın kazâsı, taktîri ve levh-i mahfûza yazması ilm-i ezelîsine uygundur. Her
şeyi ilerde ne zamanda ve nasıl olacak ise veya olmıyacak ise, ezelde (başlangıcı olmayan
öncelerde) öylece bilmiştir. Bu şeyler zamanı gelince ilm-i ezelisine uygun olarak meydana
gelmektedir. (Muhammed Akkermânî)
İlm-i Ferâiz:
Vefât eden kimsenin bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl taksim edileceğini
öğreten ilim (Bkz. Ferâiz).
İlm-i Fıkıh:
Dînimizin emir ve yasaklarını bildiren ilim. (Bkz. Fıkıh)
İlm-i Hadîs:
Peygamber efendimizin mübârek sözlerini, işlerini ve görüp de mâni olmadığı şeylerden
bahseden ilim. (Bkz. Hadîs)
İlm-i Hâl (İlmihâl):
Her müslümanın îmân, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bilmesi gereken şeyler veya bu bilgileri
anlatan kitap.
Dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluk-çocuğuna
öğretmesi, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren,
câhil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini
Cehennem'e atmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Önce ilm-i hâli öğren, çocuğuna da öğret
Din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişman
(M. Sıddîk Gümüş)
İlm-i Hey'et:
Astronomi ilmi.
İlm-i Hudûrî (İlm-i Huzûrî):
Bir şeyi, zihinde onun sûreti (görüntüsü) meydana gelmeksizin bilmek.
Bir kimsenin kendi dışında bulunan bir şeyi bilmesi için o şeyin sûretinin, şeklinin
görüntüsünün zihinde meydana gelmesi lâzımdır. Fakat ilm-i huzûrîde durum böyle değildir.
İnsan kendisini ilm-i hudûrî ile bilir. Çünkü kendisi zâten zihninde vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
İlm-i Husûlî:
Bir şeyi onun sûreti, görüntüsü zihinde bulunduğu müddetçe bilmek. O şeyin zihindeki
sûreti yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı ilm-i husûlî devamlı değildir.
İlm-i İlâhî:
Allahü teâlânın ezelî ilmi.
İlm-i Kelâm:
Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan îmânın altı temel bilgisini öğreten ilim.
İlm-i kelâm, inanılacak bilgileri, Ehl-i sünnet îtikâdına göre geniş olarak ve delilleriyle
anlattığı gibi, îtikâdı bozuk olanlara karşı Ehl-i sünnet îtikâdını da müdâfaa eder. (İmâm-ı
Gazâlî)
İlm-i Kesbî:
Çalışarak elde edilen ilim.
İlm-i Kırâat:
Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin doğru olarak okunuşundan bâzı kelimelerin ise, farklı
okunmasından bahseden ilim.
İlm-i kırâat, Allahü teâlânın kelâmını bozulmak ve değişmekten korur. (Taşköprüzâde
Ahmed Efendi)
İlm-i Ledünn:
Allahü teâlânın ihsânı olup, çalışmadan kavuşulan ilim.
İlm-i Ledünn verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır. (Muhammed
Pârisâ)
İlm-i Lügat:
Bir dilin kelimelerinin tamâmını inceleyen ilim.
İlm-i Meânî:
Sözün hâle uygunluğundan bahseden edebî ilim dallarından biri.
İlm-i Nâfi':
İnsana aczini, kusurunu, Rabbinin büyüklüğünü bildiren, kalbde Allah korkusunu ve
mahluklara karşı tevâzû, alçak gönüllülüğü artıran, kul haklarına ehemmiyet vermeyi temin
eden sonsuz seâdeti (mutluluğu) ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan ilim.
İlm-i Nahv:
Arabî cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içindeki yerlerini ve buna göre sonlarının aldığı
durumlardan (harekelerden) bahseden ilim.
İlimlerden bir kısmı diğer ilimlere bir mukaddime (başlangıç) olup, o ilimleri elde etmeğe
birer âlet, vâsıta durumundadırlar. Lugat ve nahv ilimleri de böyledir. Bunlar aslında dînî
ilimlerden değildir. Ancak Kur'ân-ı kerîm ve hadîs gibi dînî ilimlerin anlaşılmalarında
lüzumludurlar. Çünkü kitab (Kur'ân-ı kerîm) ve hadîs-i şerîfler, Arabça olduğundan, dînimizi
anlayabilmek için bu ilimlere ihtiyâc vardır. (İmâm-ı Gazâlî)
İlim öğrenirken, en mühim olanını öne almalıdır. İlmin en önemlisi sâhibine doğru yolu
gösterendir. Bu sebeple akâid, fıkıh, tefsîr, hadîs ilimleri en önemli ilimlerdir. Arabî
ilimlerden önemlileri de nahv ve meâni (edebiyât) ilimleridir. (Seyyid Alizâde)
İlm-i Sarf:
Kelime bilgisi. Arabîde kelimenin aldığı şekillerden bahseden ilim. Morfoloji.
İlm-i Sarfın konusu isim ve fiil çekimleridir. Bunların çekimlerinde alışkanlık
kazandırarak hatâya düşmekten korur. (Taşköprüzâde Ahmed Efendi)
İlm-i Tefsîr:
Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın kastettiği mânâyı açıklayan ilim.
İlm-i Usûl-i Fıkıh:
Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim.
İlm-i Usûl-i Hadîs:
Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini anlatan ilim.
İlm-i usûl-i hadîsin ortaya koyduğu metodlar ile hadîs-i şerîflerin nev'ileri, çeşidleri ayırd
edilir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
İlm-i Usûl-i Kelâm:
Kelâm ilminin, îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl
çıkarıldığını öğreten ilim.
İlm-i Usûl-i Tefsîr:
Tefsîr ilminin metodlarından, kâidelerinden, müfessirde bulunması gereken şartlarından,
âyet-i kerîmelerin; nâsih ve mensûhundan, hâss ve âmmından bahseden ilim.
İlm-i Vehbî:
Çalışmadan öğrenilen, Allahü teâlâ tarafından ihsân edilen ilim. (Bkz. İlm-i Ledünnî)
İlm-ül-Yakîn:
Eserden müessire yol bulmak. İşi görüp yapanı tanımak, bilmek. Dumanı görüp, orada
ateşin olduğunu anlamak böyledir.
İLTİCÂ:
Sığınma.
Teheccüd (gece namazı) ve sabah namazlarına uyanmak isteyen, yatsı namazını kılınca
hemen yatmalı, gece, boş şeylerle uykusuz kalmamalıdır. Teheccüd zamânında tövbe istiğfâr
etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günâhlarını düşünmek, ayıplarını, kusurlarını
hatırlamak, kıyâmetteki azâbları düşünüp korkmak, Cehennem'in sonsuz acılarından titremek
lâzımdır. Afv ve mağfiret için çok yalvarmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey âsîlerin, günâhkârların sığınağı! Sana sığındım; sayısız hatâlar işledim. Şimdi sana
ilticâ eyledim. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Bu dünyâ bir köprüdür gelen bir bir geçer durmaz
Hani âba u ecdâdın ne oldu kimseler sormaz
Hani annen baban nerde bu dünyâ kimseye kalmaz
Gelenler hep sefer eyler muhakkak dâr-ı Bekâya
Yüzün dön ilticâ eyle Cenâb-ı zât-ı Mevlâya
(Tâceddîn-i Velî)
İLYÂS ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden biri. Hârûn aleyhisselâmın neslindendir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İlyâs da, şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerden idi. O vakit kavmine (şöyle)
demişti; "Siz Allahü teâlânın azâbından korkmaz mısınız? Allahü teâlâ sizin de
Rabbinizdir, evvelki atalarınızın da Rabbidir." Fakat onlar İlyâs'ı (aleyhisselâm)
yalanladılar. Şüphesiz onlar hazırlanıp (Cehennem'e) götürüleceklerdir. Ancak Allah'ın
ihlâs sâhibi (mü'min) kulları müstesnâdır. (Sâffât sûresi: 123-128)
Zekeriyyâ, Yahya, Îsâ ve İlyâs'a da (aleyhimüsselâm) hidâyet (peygamberlik) verdik.
Onların hepsi sâlihlerden idiler. (En'âm sûresi: 85)
Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan sonra İsrâiloğullarına Yûşâ aleyhisselâm ve Hazkîl
aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiler. Onlara Tevrât'ın hükümlerini bildirdiler. Hazkîl
aleyhisselâmdan sonra İlyâs aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. İsrâiloğullarından
Ba'lbek'te yerleşen kabîleyi îmâna dâvet etti. Ba'lbek'te hüküm süren ve insanları Ba'l
adındaki puta tapmaya zorlayan zâlim hükümdârı ve ona tâbi insanları, puta tapmaktan
sakındırdı ve Allahü teâlâya îmân etmeye çağırdı. İnsanlar onu dinlemediler. İlyâs
aleyhisselâm onları azâbla korkuttu ise de karşı gelip onu memleketlerinden çıkardılar.
İsyânları sebebiyle Allahü teâlâ bereketi kaldırdı. Yağmurlar yağmaz oldu. Hayvanları
susuzluktan kırıldı. Başlarına çeşitli musîbet ve belâlar geldi. İlyâs aleyhisselâmı Ba'lbek'ten
çıkardıklarına pişman olan İsrâiloğulları, sonunda ondan af dilediler. Onların isteği üzerine,
İlyâs aleyhisselâm Ba'lbek'e geri döndü. İsrâiloğullarını puta tapmaktan sakındırdı. Onlar,
İlyâs aleyhisselâma îmân ettiler ve ona tâbi olacaklarına söz verdiler. İlyâs aleyhisselâm duâ
etti. Allahü teâlâ kıtlık ve musîbetleri kaldırıp bolluk ve bereket ihsân etti. Bir müddet İlyâs
aleyhisselâma tâbi oldular fakat sonunda isyân ederek eski sapıklıklarına döndüler. İlyâs
aleyhisselâmın yaptığı nasîhatleri dinlemediler. Doğru yola gelmeyeceklerini iyice anlayıp,
çok üzüldü ve bu azgın insanlardan ayrılması için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ onun
duâsını kabûl buyurdu. İlyâs aleyhisselâm o beldeden hicret edip başka yerlere gitti.
İsrâiloğullarına tekrar belâ ve musîbetler geldi. İlyâs aleyhisselâm gittiği beldelerden birinde
ihtiyâr bir kadının evine misâfir oldu. Bu kadının Elyesâ' isimli hasta oğluna duâ etti. Onun
duâsı bereketiyle Elyesa'nın hastalığı iyileşip, İlyâs aleyhisselâmın yanından ayrılmadı. Ondan
Tevrât'ı öğrendi. İlyâs aleyhisselâmdan sonra İsrâiloğullarına peygamber olarak Elyesa'
aleyhisselâm gönderildi. (Bkz. Elyesa' Aleyhisselâm) (İbn-ül-Esîr, Sa'lebî, Nişâncızâde)
ÎMÂ:
İşâret etme. Bir özür sebebiyle başını yere koyamayan kimsenin rükû' için biraz, secde için
rükû'dan daha çok eğilmesi.
Namazda rükû ve secdeleri yapamayan îmâ ile kılar. (Halebî)
Alnında yara olan, yalnız burnu ile, burnunda yara olan da yalnız alnı ile secde eder.
Alnında ve burnunda birlikte yara olup, başını yere veya böyle sert bir şey üzerine koyamıyan,
ayakta durabilse bile, yere oturarak îmâ ile kılar. (İbn-i Âbidîn)
Yatarak başı ile îmâ edemeyecek kadar ağır hastalığı yirmi dört saatten çok devâm eden
kimseden, aklı başında olsa bile, namaz sâkıt olur (düşer, kılması lâzım gelmez). (Halebî)
Îmâ ile dahî kılması mümkün iken kılmadan ölüm hâline gelen kimsenin, namazlarının
keffâreti için vasiyet etmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)
İMÂM:
1. Câmi, mescid veya başka yerlerde cemâate namaz kıldıran kimse.
Cemâate, Kur'ân-ı kerîmi iyi okuyanınız imâm olsun. Bunda eşit olunca sünneti en iyi
bileniniz, bunda da eşit olunca, en yaşlı olanınız imâm olsun! (Hadîs-i şerîf-Müslim,
Sünen-i Tirmizî)
İmâm kalkan gibidir. Namazı tam kıldırırsa; hem onun, hem sizin lehinize olur.
Noksan kıldırırsa, sizin namazınız yine tamdır. Noksanlık ondan sorulur. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
İmâmın namaza dururken ve rüknden rükne geçerken ve selâm verirken, cemâat işitecek
kadar sesini yükseltmesi sünnettir. Daha fazla yükseltmesi mekruhtur. Kırâeti güzel olan yâni
Kur'an-ı kerîmin harflerini tanıyan, tecvid ile okumasını bilen imâm olur. Sesi güzel ve
tegannî ile okuyan değil. (İbn-i Âbidîn)
2. Hadîs, fıkıh, kelâm ve tefsîr ilminde ve tasavvuf gibi İslâmî ilimlerden birinde en
yüksek mertebeye ulaşan âlim.
Dört büyük mezheb imâmına uymak, Kur'ân-ı kerîme ve sünnete (Peygamber efendimizin
emirlerine) uymanın tâ kendisidir. (Abdurrahmân Silhetî)
3. Müslümanların devlet reîsi. (Bkz. Halîfe)
Huzeyfe; "Yâ Resûlallah! Fitne devrine ulaşırsam ne yapmamı emredersiniz" deyince;
"Müslümanların cemâatına ve imâmına tâbi ol!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve
Müslim)
İmâm-ı Müslimîn: Müslümanların imâmı, devlet reîsi, halîfe. (Bkz. Halîfe)
İMÂME:
1. Eskiden müslümanların başlarına sardığı, bugün ise, sadece din görevlilerinin namaz
kıldırırken ve dînî vazîfeleri yerine getirirken giydikleri başlık üzerine sarılan sarık.
İmâme ile kılınan iki rek'at namaz, imâmesiz kılınan yetmiş rek'at namazdan efdâldir,
üstündür. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mescidlere imâmesiz olarak da imâmeli olarak da geliniz. Ancak imâmeli olmak
mü'minlerin alâmetlerindendir. (Hadîs-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem imâmeyi sarar ve ucunu arkadan iki
kürek arasına sarkıtırdı. (Râmûz-ül-Ehâdîs)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hicretin sekizinci senesi Ramazan-ı şerîfin onuncu
Pazartesi günü, on iki bin kahraman ile birlikte Medîne'den çıkarak, Ramazânın yirminci
Perşembe günü Mekke-i mükerremeyi feth etti. Ertesi Cumâ günü hutbe okurken mübârek
başında siyâh imâme sarılı idi. (İmâm-ı Kastalânî)
2. Tesbîhin ucundaki uzun tâne.
İMÂMET:
İmâmlık, reislik, başkanlık, rehberlik.
İmâmet-i Kübrâ:
Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) vekâleten bütün müslümanlara imamlık ederek
İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı
yapılan her türlü müdâhaleye (saldırı ve sataşmaya) cevap vermek vazîfesi, hilâfet. (Bkz.
Hilâfet)
İmâmet-i Suğra:
Namaz kıldırmak için imâm olmak. (Bkz. İmâm)
İMÂMEYN:
İki imâm. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ders ve sohbetlerinde yetişmiş olan
İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e verilen lakab. İkisi de mezhebde müctehiddirler.
Müftî ve hâkim, İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe'nin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını
onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf'un sözünü alır. Onun sözlerinde de
bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin sözünü alır. İmâmeyn'in sözü bir tarafta, İmâm-ı
a'zam'ın sözü karşı tarafta ise, müftî her iki tarafa göre fetvâ verebilir. (İbn-i Âbidîn)
İMÂM-I AHMED BİN HANBEL:
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) amelde dört
hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin reîsi.
Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H. 164)'de Bağdâd'da doğdu. 855 (H. 241) senesinde bir
Cumâ günü Bağdâd'da vefât etti. İlim öğrenmek için birçok İslâm beldesini dolaştı. Çok
sayıda talebe yetiştirdi.
Ahmed bin Hanbel hiçbir zaman, insanların daldığı dünyâ işlerine dalmazdı. Ancak
ilimden bahis açılınca konuşurdu. (Ebû Dâvûd Sicistânî)
Ahmed bin Hanbel, her hayrı kendisinde toplamıştı. Çok âlim gördüm, fakat ilimde,
verâda (şüphelilerden kaçmada) ve zühdde (dünyâya rağbet etmemede) Ahmed bin Hanbel
pek yüksek idi. (Menha bin Yahyâ)
Ahmed bin Hanbel'in işi, hep âhiretle ilgili idi. Dünyâ menfaatleri ona yöneldi, fakat o
kabûl etmeyip geri çevirirdi. (Nadr bin Ali)
İMÂM-IA'ZAM EBÛ HANÎFE:
Ehl-i sünnet ve'l-cemâatın ameldeki dört mezhebinden biri. Hanefî mezhebinin kurucusu.
İsmi Nûmân bin Sâbit bin Zütâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı a'zam lakabıyla
meşhûr olmuştur. 699 (H. 80) senesinde Kûfe'de doğdu. 767 (H. 150) senesinde Bağdâd'da
şehîd edildi. Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh bilgilerini topladı. Yüzlerce talebesine öğretip,
kitaplara geçirilmesine sebeb oldu.
Fıkıh ilminde İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi mütehassıs görmedim. (Abdullah bin
Mübârek)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidâyete
kavuşur. (Dâvûd-i Tâî)
İMÂM-I MÂLİK:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin reîsi.
İmâm-ı Mâlik hazretleri Tebe-i tâbiîndendir. İsmi, Mâlik bin Enes, künyesi, Abdullah'tır.
711 (H.93 veya 95) senesinde Medîne'de doğdu. 795 (H. 179)'da yetmiş altı yaşında
Medîne'de vefât etti. Soyu, Yemenli Arap kabîlelerinden Benî Eshâb'a ve Himyerîlerden bir
hükümdâr âilesine ulaşır. İmâm-ı Mâlik, elli sene müddetle ders ve fetvâ vererek insanların
mes'elelerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir.
İmâm-ı Mâlik uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim,
keskin anlayış, doğru rivâyet, dindarlık, adâlet, sünnet-i seniyyeye tâbi bir zât idi. Fetvâ
vermede aceleciliği sevmez, çok kere "Bilmiyorum" der ve, "İlmin kalkanı, bilmiyorum
demektir" buyururdu. (Zehebî)
İmâm-ı Mâlik hazretleri bir hadîs-i şerîf okumak için abdest alır, edeble diz çökerdi.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin bulunduğu bir toprağa hayvanların ayakları ile basıp
geçmekten hayâ etdiğini, utandığını söyleyerek, Medîne-i münevverede hayvana binmezdi.
Haksız bir fetvâyı vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Muvattâ adındaki hadîs kitabı pek
kıymetlidir. (Taşköprüzâde)
İMÂM-I ŞÂFİÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin reîsi.
İsmi, Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osman bin Şâfiî bin Saîb'dir. Soyca Kureyş
kabîlesine dayanıp, anne ve baba tarafından Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve
sellemin mübârek soyu ile birleşmektedir. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Eshâb-ı kirâmdan ve
dördüncü göbekten dedesi olan Şâfiî'nin ismine izâfeten kendisine de Şâfiî denildi ve bu
isimle meşhûr oldu. 767 (H. 150)'de Gazze'de doğdu. 820 (H. 204)'de Mısır'da vefât etti.
Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi. Çok talebe yetiştirdi.
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı a'zam'ın kabrini ziyâret ettiği zaman ona hürmeten sabah namazında
kunut okumayı terk ederdi. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
İmâm-ı Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, rûhların şifâsıdır.
(Ahmed bin Hanbel)
Nice âlim ve fazîletli kimselerle görüştüm, İmâm-ı Şâfiî hazretleri gibi âlim ve fâdıl bir
kimse görmedim. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Selâm)
İMÂMİYYE:
Şiîliğin kollarından biri.
Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb bu emri yerine getirmediği
için, kafir oldu diyen, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra
hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû' imâm kabûl eden ve on iki imâma
inanmayı îmânın şartlarından sayan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka, topluluk. Bu
fırkaya, İsnâ aşeriyye de denir. (Bkz. İsnâ Aşeriyye)
İmâm-ı Ali'nin sözlerini, Ehl-i sünnet, İmâmiyye ve Zeydiyye fırkaları incelemiştir. Her
biri başka türlü anlamıştır. Zeydiyye ve İmâmiyye, evliyâlığı inkâr ettiler. (İmâm-ı Rabbânî)
ÎMÂN:
İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın
O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve O'nun Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile
söylemek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
...Fakat Allah size îmânı sevdirdi. Onu kalblerinizde süsledi. Küfrü (îmânsızlığı),
fâsıklığı (günâhkârlığı), isyânı size çirkin gösterdi. (Hucurât sûresi: 7)
Hakîkat şudur ki, îmân edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun
(şeytanın) hiçbir hâkimiyeti yoktur. (Nahl sûresi: 99)
Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize insan sûretinde gelerek; "İmânın ne olduğunu
bana bildir" dedi. Peygamber efendimiz de; "Allahü teâlâya inanmak, meleklerine
inanmak, indirdiği kitaplara inanmak, peygamberlere inanmak, âhiret gününe (öldükten
sonraki hayâta) inanmak, kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır"
buyurarak, îmânın altı şeye inanmak olduğunu bildirdi. (Hadîs-i Cibrîl-Müslim)
Sizin îmân yönünden en üstün olanınız, ahlâk yönünden güzel olup, insanlara iyilik
yapanlarınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslümanları sevmek ve müslümanlara
düşmanlık edenleri sevmemektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Îmân edenlerin farzları yapıp, haramlardan
kaçınması lâzımdır. Îmân etmek için kelime-i şehâdet söylemek ve bunların mânâsını Ehl-i
sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde öğrenip, inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Îmân muma benzer, Ahkâm-ı İslâmiyye yâni emirleri yapıp yasaklardan kaçmak fener
gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm
olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Îmânın alâmeti; küfürden (îmânı gideren şeylerden) uzak olmaktır. Sadece kelime-i
şehâdeti söylemek, îmân etmiş olmak için yetmez. Îmânlı veya îmânsız ölmek son nefese
bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Gaybî:
Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler, Cennet, Cehennem, Mîzân, Sırat gibi gözle
görülmeyen şeylere görmeden inanmak.
Îmân-ı gaybî, îmân-ı şühûdîden (görerek inanmak) daha üstündür. Çünkü peygamberlerin
îmânı, îmân-ı gaybîdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Biz gaybe îmân eyledik. Bizim îmânımız, îmân-ı gaybîdir. Zîrâ biz, Allahü teâlâyı
gözümüzle görmedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân ettik. Bunda aslâ şüphemiz yoktur.
(Kudbüddîn-i İznîkî)
Îmân-ı Hakîkî:
Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân.
Îmân-ı hakîkînin alâmeti, gevşeklik ve tembellik olmadan İslâmiyet'in emirlerini kolayca
yapma ve yasaklarından kaçınma hâlinin hâsıl olmasıdır.
Îmân-ı hakîkiye sâhib olan kimse, bütün âlem yâni dünyâdaki insanlar bir araya gelse,
Allahü teâlâyı inkâr etseler, o, inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. Onun îmânı,
enbiyâ (peygamberler) îmânı gibidir. Böyle îmân, îmân-ı taklîdî ve îmân-ı istidlâlîden üstün
ve kıymetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Tasavvuf yolunda ilerlemekten, nefsi ve kalbi kötülüklerden ve kötü düşüncelerden
temizlemekten maksat; mânevî âfetleri (tehlikeleri) gidermek, kalbi mânevî hastalıklardan
kurtarmaktır. Bekara sûresindeki; "Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki dokuzuncu âyet-i
kerîmede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe îmân-ı hakîkî ele geçmez. Bu âfetler var iken
elde edilen îmân, îmânın sûretidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Hılkî:
Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye
sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yâni evet diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip
inanmaları.
Kâbe yakınındaki Hacer-i Esved'i istilâm (selâmlama) esnâsında okunan "Allah'ım sana
inanır, kitâbını tasdîk eder ve ahdimizde, verdiğimiz sözde dururuz" duâsının mânâsı, îmân-ı
hılkîyi tâzelemektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Îmân-ı İcmâlî:
Kısaca inanmak, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Allahü teâlâdan ne
bildirmiş ise, hepsine inandım, demek.
Mü'min olmak için, inanılacak şeyleri ayrı ayrı bilmek lâzım değildir. Bunlara, îmân-ı
icmâlî ile îmân etmek, inanmak yeterlidir. Bir kimse böyle inanmakla müslüman olur. Bu
sebeble mukallidin yâni anasından babasından gördüğü, duyduğu gibi, inanıp buna göre
ibâdetini yapanların îmânı sahîhtir, doğrudur. Fakat, sağlam değildir, bunların îmânlarının
sarsılmasından korkulur. (Bkz. Îmân-ı İstidlâlî) (Kudbüddîn-i İznikî)
Îmân-ı İstidlâlî:
İslâm dîninin îmân ve ibâdet bilgilerini, emir ve yasakları bir âlimden veya kitaptan
okuyup, öğrenerek, bilerek inanmak.
Îmân-ı istidlâliye sâhib kişi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı hem bilir ve hem amel eder,
yâni yerine getirir. İnanılacak şeyleri hem bilir, hem başkalarına bildirir. Bu gibilerin îmânı
kuvvetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Peygamberleri aleyhimüsselâm taklid ederek hâsıl olan îmân, îmân-ı istidlâlîdir. Çünkü o
büyükleri taklid eden kimse, peygamberlerin bildirdiği her şeyin doğru olduğunu, delilleri
görerek aklı ve düşüncesi ile anlamıştır. Çünkü bir kimsenin gösterdiği yolun doğru olduğu
Allahü teâlânın ona mûcizeler vermesinden anlaşılır... Mantığa dayanarak akıl ile düşünce ile
hâsıl olan îmâna gelince; bu yoldan îmân elde edilebilir. Fakat peygamberleri
aleyhimüsselâm taklid etmeye dayanmadan yalnız istidlâl (akıl yürütme) ile elde edilen îmân
kıymetli değildir. Çünkü o kimse, peygamberlerin bildirdiklerine değil, akla inanmış
olmaktadır. (Ahmed Fârûkî)
Îmân-ı Kâmil:
Olgun îmân. Mü'minlerin ibâdet ederek Allahü teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan
kaçınmak sûretiyle, parlayan, kuvvetli ve olgun îmânı. En üstün derecedeki îmân.
Bir kimse kendi istediğini din kardeşi için de istemedikçe, îmânı kâmil olmaz. (Hadîs-i
şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Îmânın kâmil (olgun) veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet
çok olunca, îmân-ı kâmile kavuşuldu denir. (Ebû Hanîfe)
İbâdetleri, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmakla îmân cilâlanır, nûrlanır, parlar, yâni
îmân-ı kâmil olur. Haram işleyince bulanır. O hâlde çoğalmak ve azalmak, amellerden,
işlerden dolayı îmânın cilâsındadır. Kendisinde değildir. Bâzıları cilâlı, parlak îmâna çok dedi
ve parlak olmayan îmândan daha çoktur dedi. Bir hadîs-i şerîfte; "Ebû Bekr-i Sıddîk'in
îmânı bu ümmetin hepsinin toplamından daha ağırdır" buyruldu. Bu da îmânın nûru
parlaklığı bakımındandır. Fazlalık aslda, özde değil, sıfatlardadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı kâmil sâhibi; güzel ahlâklı ve ev halkına lütfu, ihsânı, şefkati çok olan kimsedir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Kesbî:
Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül, boy abdesti alacak yaşa
geldikten) sonra ettiği îmân.
Îmân-ı Makbûl:
Mü'minlerin (Peygamber efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip kalben kabûl
edenlerin) îmânı.
Îmân-ı Ma'sûm:
Peygamberlerin aleyhimüsselâm îmânı.
Îmân-ı Ma'sûm tafsîlîdir. Bunlar inanılacak husûslara ayrı ayrı îmân ederler. Dinlerinin
ilimlerini tafsîlen (geniş olarak) bilirler. Bâzı hükümlerde ictihâd ederler. Peygamberlere
Allahü teâlâdan doğrusu bildirildiğinden hatâ üzere kalmazlar. (İmâm-ı Birgivî)
Îmân-ı Merdûd:
Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların) yalnız dil ile
söyledikleri îmân. (Bkz. Münâfık)
Îmân-ı Metbû:
Meleklerin îmânı. (Bkz. Melek)
Îmân-ı Mevkûf:
Ehl-i bid'atin (yanlış, bozuk inançta olanların)îmânı.
Îmân-ı Şühûdî:
Basîret (kalb gözü) ile müşâhede ederek, görerek olan îmân.
Dünyâ durdukça ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkça gayba inanmaktan başka çâre yoktur.
Çünkü bu dünyâda hakîkî îmân-ı şühûdîye kavuşmak mümkün değildir. Âhiret hayâtı
başlayıp, vehm ve hayâlin kuvveti kalmayınca, görerek hâsıl olan îmân-ı şühûdî kıymetli olur.
Muhammed aleyhisselâm dünyâda iken yâni mîrâc gecesinde âhiret âlemine götürülerek baş
gözü ile Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için O'nun îmânı şühûdîdir demek güzel olur.
Çünkü başka mü'minlere Cennet'te ihsân edilecek olan nîmet, O yüce Peygambere bu
dünyâda nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Tafsîlî:
Îmân edilecek şeyleri ayrı ayrı öğrenerek, bilerek îmân.
Mü'min (inanan) olabilmek için, îmân-ı icmâlî yeterlidir. Îmânın altı şartına yâni Allahü
teâlâya, meleklerine, gönderdiği kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve
şerrin Allahü teâlâdan olduğuna, öldükten sonra dirilmeğe, namaz, oruç, hac ve diğer dînî
emirlerin her birine ayrı ayrı inanmakla ise, îmân-ı tafsîlî ile îmân edilmiş inanılmış olur.
(Kutbüddîn-i İznikî, Abdülhâk-ı Dehlevî)
Îmân-ı Taklîdî:
Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana, babasından ve etrâfından görüp
işittiği gibi inanmak.
Îmân üç kısımdır: İmân-ı taklîdî, îmân-ı istidlâlî, îmân-ı hakîkî. Îmân-ı taklîdî sâhibi,
farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez. Ana-babasından gördüğü gibi inanır ve yalnız
gördüğü gibi ibâdetlerini yapar. Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Îmân-ı taklîdînin kıymetsiz olması, peygamberlerin aleyhimüsselâm doğru söylediklerini,
bildirdikleri her şeyin doğru olduğunu düşünmeden yalnız anadan babadan ve etraftan
görerek hâsıl olduğu içindir. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Yakînî:
Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îmân, îtikâd.
İMSÂK VAKTİ:
Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit. Bundan (6-10)
dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah namazının vakti başlar.
Orucun farzı üçtür.
1- Niyet etmek.
2- Niyetin ilk ve son vaktini bilmek,
3- İmsâk vaktinden, güneşin batmasına kadar orucu bozan şeylerden sakınmaktır.
(Kutbüddîn-i İznikî)
İNÂBE (İnâbet):
Bir büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan tövbe.
İnâbetin haklarını ve şartlarını elden geldiği kadar gözetmelidir. Bu işin aslı Ehl-i sünnet
vel-cemâate (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî,
Kapından etme red, bu pûr günâhı.
İnâbet eyleyip geldim kapına,
Yüzüm yere sürüp durup bâbına (huzûruna).
(Muhammed bin Receb Efendi)
İnâbe Yolu:
Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin isteklerini yapmamak ve istemediklerini
yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara katlanarak Allahü teâlâya kavuşma yolu.
Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler (nefsin isteklerini yapmamak)
ve mücâhedeler (nefsinin istemediklerini yapmak) çekmek, uğraşmak inâbe yolunda olur. Bu
yol müridler (talebeler) yoludur. (Abdullah-ı Ensârî)
İnâbe yolunda kavuşmak az fakat ictibâ yolunda (Allahü teâlânın çekip götürmesi) pek
çoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)
İNÂD:
Direnmek, muhâlefette (karşı çıkmakta) ısrar etmek. Kendini büyük görüp, hakkı,
doğruyu kabul etmeme.
Allahü teâlânın en sevmediği kimse, hakkı kabûl etmemekte inâd edendir. (Hadîs-i
şerîf-Berîka)
İnâd, riyâdan (gösterişten), kin tutmaktan, hased etmekten (çekememekten) veya hırstan
doğar. (Hâdimî)
Ebû Cehl ve Ebû Leheb inâdlarından dolayı Muhammed aleyhisselâmın peygamber
olduğuna inanmadılar. (Şeyhzâde)
İNÂN ŞİRKETİ:
Ortakların birbirine vekil olup, kefil olmadıkları şirket.
İnân şirketinde ortakların birbirine kefîl olmaları da ayrıca şart edilebilir. Sermâye
hisselerinin eşit olması şart değildir. Kârın nasıl taksim edileceği bildirilmezse, şirket fâsid
olur. İnân şirketi bir veya çeşitli ticâret işleri yapabilir. Kâr nisbeti (oranı) hisseye göre değil,
şartnâmeye göredir. (İbn-i Âbidîn)
İNÂYET:
Lütuf, ihsân, iyilik, yardım.
Bu fakirde bu yola girmek arzusu belirince, Allahü teâlâ inâyetiyle onu Hâcegân yolunun
büyüklerinden birine ulaştırdı. Bu azîzin (Muhammed Bâkî-billâh'ın) sohbetiyle şereflendirip,
büyüklerin yolunu nasîb etti. (İmâm-ı Rabbânî)
Yine Allahü teâlânın inâyeti bu fakîrin hâllerini kapladı. Bundan sonra bu fakir daha
yüksek makâmlara yöneldi. Fenâ ve bekâ makamları nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)
İNBİSÂT:
Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim çehreli, sevinçli olmak. Gönül açıklığı,
kalb ferahlığı hâli. (Bkz. Bast)
İNCÎL:
Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve sonradan tahrif edilen, aslı değiştirilmiş
olan mukaddes kitab.
Bolüs isminde bir yahûdî Îsevî görünüp, yâni Îsâ aleyhisselâma inanmış gibi görünüp,
havârîler arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, Allahü teâlâ tarafından gelen hakîkî
İncîl'i yok etmek oldu. Havârîlerden Barnabas, Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve
işittiklerini doğru olarak yazdı ise de, Bolüs bunun yayılmasına mâni oldu. İncîl diyerek
uydurup yazdığı yanlış ve bozuk kitabları her yere yaydı. Şimdiki İncîller birbirine
benzemiyor. Katoliklerin, ortodoksların ve protestanların başka başka incîlleri vardır. Hepsi
insanlar tarafından sonradan yazılmıştır. Hakîkî Încîl'de Allahü teâlânın bir olduğu, Îsâ
aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu, âhir zamanda Ahmed isminde bir
peygamberin yâni Muhammed aleyhisselâmın geleceği yazılı idi. (Harputlu İshâk Efendi)
İNFÂK:
Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım olan malı hak
sâhibine verme.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Onlar, hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana soruyorlar. De ki:
"Maldan infâk edeceğiniz şey, (öncelikle) ananın, babanın, akrabânın, yetimlerin,
yoksulların, yolcunundur. Her ne hayır işlerseniz, şüphesiz Allah onu çok iyi bilen
(mükâfâtını veren)dir. (Bekara sûresi: 215)
Onlar ki, (sırf) Rablerinin rızâsını isteyerek (her zorluğa) katlanırlar, namazı dosdoğru
kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâr (hayır yoluna) infâk ederler,
kötülüğü de iyilikle savarlar. İşte bunlar (adı geçenler var ya), âhiret seâdeti onlar içindir.
(Ra'd sûresi: 22)
Onlar ki, infâk ettikleri zaman isrâf etmezler, sıkılık (cimrilik) da yapmazlar.
(Harcamalarında) bu ikisi arası orta bir yol üzerinde bulunurlar. (Furkân sûresi: 67)
Yâ Ebâ Hüreyre! Mü'minlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allahü teâlâ ona mal
verir, o da gizli ve âşikâre Hak yoluna infâk eder ve yaptığı iyilikleri kimsenin başına
kakmaz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İNFİTAR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen ikinci sûresi.
İnfitâr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On dokuz âyet-i kerîmedir. İlk âyetinde geçen ve
göğün yarılması mânâsına olan infitar kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûre, kıyâmet ve âhiret
hâllerini anlatmaktadır. (İbn-i Abbâs, Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ İnfitâr sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Göğün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok oldukları zaman, insanoğlu yaptıklarını ve
yapmadıklarını bir bir anlar. (Âyet: 1-5)
Kim kıyâmet gününe, sanki gözleriyle görüyormuşçasına bakmak isterse, Tekvîr,
İnfitar ve İnşikâk sûrelerini okusun. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
İN'İKAS:
Tasavvufta bir büyüğün kalbindeki feyz denilen mânevî ilimlerin talebenin kalbine
yansıması.
İNKÂR ETMEK:
İnanmamak, kabûl etmemek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bu bizim indirdiğimiz Kur'ân-ı kerîm insanlar için çok hayırlı ve faydalı bir kelâmdır
(sözdür)(Ey Mekkeliler!) Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz. (Enbiyâ sûresi: 50)
Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâyı inkâr etmek, dinsiz olmaktır. İnanılması lâzım olan
bir şeyi inkâr etmek, dinden çıkmaya sebeb olur. (Hâdimî)
Bir kimse, İslâm'ın beş şartından birini inkâr ederse, yâhut alay eder, saygı göstermezse,
neûzü billâh (Allahü teâlâya sığınırız) îmânı gider. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
İNKIYÂD:
Boyun eğme, itâat etme.
İnkıyâd, nefsin nehyedildiğinde (dînimizin yasak olarak bildirdiği şeyleri yapmaması
emredildiğinde) nefsânî arzûları bırakıp öğütleri kabûl etmesi ile mümkündür. (İmâm-ı
Mâverdî)
Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inadımız
(Bâkî)
İNKİSÂR:
Kırıklık, kırılma. Allahü teâlânın huzûrunda kalbin kırık olması.
Ben, kalbleri benim için inkisârda olanların yanındayım. (Hadîs-i kudsî-Keşf-ül-Hafâ)
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki, Allahü teâlâ ilim ve kudret gibi bütün sıfatlarından
kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı
hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Bunlar; kibriyâ, ganî olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriyâ,
büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtâç olmamak, her şey O'na muhtaç
olmak demektir. Buna karşılık kullarına üç aşağı sıfat vermiştir. Bunlar da, zül (aşağılık) ve
inkisâr ile ihtiyâç ve fâni olmak, yok olmaktır. Bunun için kula kibirlenmek yakışmaz. En
büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde; "Azamet ve kibriyâ bana mahsustur. Bu iki sıfatta, bana
ortak olmak isteyenlere, çok acı azâb ederim" buyruldu. (Osman bin Nâsır)
İNNÂ LİLLAHVE İNNÂ İLEYHİ RÂCİ'ÛN:
Belâ ve musîbet gelince veya kötü bir haber duyunca okunan, Bekara sûresinin; "Biz
Allahü teâlânın kullarıyız (vefât ettikten sonra diriltilip yine) O'na döneceğiz" meâlindeki
yüz elli altıncı âyet-i kerîmesi. (Bkz. İstirca')
Bir belâ gelince; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" demek yalnız bu ümmete mahsûs
bir ihsândır. Geçmiş ümmetlerden hiç birisine verilmemiştir. Yoksa Yâkûb aleyhisselâm,
Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığı musîbeti başına gelince; "Ey Yûsuf'un firâkıyla (ayrılığı ile)
beni kaplayan hüzün ve hasretim" demez; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" derdi.
(Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Abdullah bin Abbâs'ın kızı öldüğünde "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" dedikten sonra;
"Bu mahrem idi, Allahü teâlâ bunu örttü, yardıma muhtâc idi, himâyesine aldı; bizim için de
bir mükâfât idi onu bizden önce gönderdi" dedi. İki rek'at namaz kıldıktan sonra, Allahü
teâlânın; "Sabır ve namaz ile yardım isteyin(Bekara sûresi 45) meâlindeki emrini yerine
getirdik" dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
Namazda kötü habere "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn" demek namazı bozar. Bunu,
namaz dışında söylemek, sünnettir. (Alâüddîn Haskefî)
İNNÎN:
İhtiyârlık, tenâsül hastalığı veya sihir sebebi ile cimâ yapamayan. İktidârsız erkek.
Kendinde bir mâni, kusur bulunmayan kadın, kocanının innîn olduğunu anlarsa, nikâhın
feshi (bozulması) için, çok zaman sonra bile dâvâ açabilir. (İbn-i Âbidîn)
İNSÂF:
Adâlet, doğruluk. Hakkı gözetip adâletten ayrılmama.
İnsâf, dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Allah korkusu kalbine yerleşmiş olan kimse, insanlar hakkında insâflı muâmelede
bulunur. İnsanlar ise, kendilerine insâf ile iyi muâmelede bulunan kimseyi severler. İşte
bunun için, insanların sevgisi, kişinin kalbinde Allah korkusunun mevcûd olduğuna ve o
kişinin iyiliğine; insanların buğzu (kini) ise, o kimsenin kötülüğüne ve kalbinde Allah
korkusunun az olduğuna delîl gösterilmiştir. (Mâverdî)
İNSAN:
Rûh ve bedenden meydana gelen akıl sâhibi varlık.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Biz insanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini sağlam bir
yerde (rahimde) döllenmiş yumurta yaptık. Sonra o nutfeyi kan pıhtısı hâline getirdik.
Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler hâline çevirdik.
Sonra ona başka bir yaratılış (rûh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü
teâlânın şânı ne kadar yücedir. (Mü'minûn sûresi: 12-14)
Cinleri ve insanları yalnız beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât
sûresi: 56)
İnsanın hayırlısı haramlardan sakınan, akrabâyı ziyâret eden ve emr-i ma'rûf ve nehy-i
münker edendir. (Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayandır.) (Hadîs-i şerif-Mektûbât-ı
Ma'sûmiyye)
İnsanın sevmesi ve buğz etmesi, vermesi ve vermemesi Allah için olursa, îmânı kâmil
(tam, olgun) olmuştur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İnsanın yaratılmasından maksat, yağlı ve lezzetli yiyecekler, güzel ve nefis elbiseler, mal
ve mülk toplamak, nîmetlenmek, oyun ve eğlence değildir. Onun yaratılmasından maksât,
Allahü teâlâya kulluk etmek, O'na karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak ve yalvarmak
içindir. (İmâm-ı Rabbânî)
Şu insan dedikleri el ayakla baş değil
İnsan rûha denilir, surat ile kaş değil.
(M. Sıddîk bin Saîd)
İnsan-ı Kâmil:
Kemâle ermiş, olgun insan. İslâmiyet'in emrettiği bütün emirleri yapan, yasaklardan
sakınan, Peygamber efendimizin güzel ahlâkıyla ahlâklanan, hareketleri ve sözleri hep Allahü
teâlânın ilhâmı ile olan üstün insan.
Doğruyu tanı, doğru ol! İnsan-ı kâmilin her işi, düşünceleri, sözleri, ahlâkı, Resûlullah'a
tam uygun olur. Çünkü bütün seâdetlere, iyiliklere O'na uymakla kavuşulur. O'na uymak,
İslâmiyet'e yapışmak demektir. (Muhammed bin Muhammed Endülüsî)
İnsan Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş altıncı sûresi. (Bkz. Dehr Sûresi)
İNŞÂALLAH:
Her zaman Allahü teâlânın adını anmağa alışmak ve Allahü teâlâ dilerse olur mânâsına
bütün işlerini Allahü teâlânın dilemesine havâle etmek için söylenen söz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bir şeyi yarın yapmağa azmettiğin, karar verdiğin zaman, onu yarın yaparım deme.
İnşâallah yarın yaparım de! (Kehf sûresi: 23, 24)
Ey mü'minler! Elbette gelecek yıl, inşâallah, Mescid-i Harâm'a girersiniz. (Feth sûresi:
27)
Allahü teâlâ onların Mescid-i Harâm'a gireceklerini dilemiş ve bunu biliyordu. Fakat
kullarına öğretmek için inşâallah buyurmuştur. Nitekim Peygamber efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem de kabirdekilere kavuşacağını kesin olarak bildiği hâlde, mezarlığa
uğradığında; "Esselâmü aleyküm yâ ehle dâr-il-kavmil-mü'minîn ve innâ inşâallahü an
karîbin biküm lâhıkûn: Ey mü'minler diyârı! Size selam olsun. İnşâallah biz de size
yakında kavuşacağız" buyurarak ilâhî emre uyarak inşâallah demiştir. (İmâm-ı Gazâlî)
İNŞİKÂK SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen dördüncü sûresi.
İnşikâk sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi beş âyet-i kerîmedir. Göğün
yarılmasından bahsedildiğinden, Sûret-ül-İnşikak denilmiştir. Sûre, amel defterlerinin
kıyâmette sâhiplerine gösterileceğini bildirmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Ebû Hayyân)
Allahü teâlâ İnşikâk sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Îmân edip sâlih amel işleyenler için, arkası kesilmeyen bir mükâfât vardır. (Âyet: 25)
Kim İnşikâk sûresini okursa, kıyâmet günü amel defterinin arkasından verilmesinden
Allahü teâlâ onu muhâfaza eder (korur)(Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
İNŞİRÂH SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan dördüncü sûresi.
İnşirâh sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyet-i kerîmedir. Resûl-i ekremin
kalbinin açılma hâdisesine işâret edildiğinden, Sûret-ül-inşirâh denilmiştir. İnsanoğlunun
hayâtı ve çalışmanın esas olduğu bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ İnşirâh sûresinde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Senin için, senin zikrini yükselttik. (Âyet: 4)
Kim İnşirâh sûresini okursa, sanki ben elemli iken bana gelip, beni ferahlandırmış gibi
olur. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzîl ve Esrâr-üt-Te'vîl)
İNTİHÂR:
Kendini öldürme.
Bir kimse bir demirle intihâr etse, Cehennem'de ebedî olarak demiri elinde karnını
dürter durur. Bir kimse zehir içerek intihâr etse, Cehennem'de ebedî olarak onu içer
durur. Bir kimse de kendisini uçurumdan atarak intihâr etse, Cehennem'de ebedî kendini
atar durur. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İntihâr eden kimse hemen ölse bile, yıkanır ve namazı kılınır. (İbn-i Âbidîn)
Malını, mevkiini kaybettiği için veya düşman eline esir düştüğü için intihâr eden
ahmaklarda şecâat (yiğitlik) değil korkaklık vardır. (Muhammed Hâdimî)
İNTİKAM:
1. Öc alma.
İntikâm almağa gücü yeten kimseye yakışan; kızmamak, kin tutmamak ve bağışlamaktır.
(Ebû Ziyâd)
2. Allahü teâlânın; zâlim, inadcı ve kibirli (büyüklenen) kimseleri şiddetli bir azâb ile
cezâlandırması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) Biz senden önce, kendi kavimlerine (nice) peygamberler gönderdik
de, (o peygamberler) onlara (helâl ve harâmı bildiren, hak peygamber olduklarını isbât eden
apaçık) delillerle geldiklerinde, kavimleri onları yalanladılar. Fakat (îmân etmedikleri için)
biz o günâh işleyenlerden intikâm aldık... (Rûm sûresi: 47)
Vaktâ ki (Fir'avn ve kavmi inâd ve isyân ederek) bizi gazablandırdılar (kızdırdılar). Biz
de kendilerinden intikâm alıp, hepsini birden (denizde) boğarak helâk ettik. (Zührûf sûresi:
55)
Haramları (Allahü teâlânın yasaklarını), büyük ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise
de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek
gerekir. Çünkü, Allahü teâlâ intikâm alıcıdır. Gadabını, düşmanlığını günâhlar içinde
gizlemiştir. Küçük sayılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir. (Muhammed
Rebhâmî)
İNTİSÂB:
Mensûb olma, bağlanma. Bir işe, bir mesleğe girme. Bir mürşîd-i kâmile (rehbere)
bağlanma, talebe olma.
Hocam Şems-i Tebrîzi'ye intisâb edince, aklımı tamâmen bırakıp ona tâbi oldum.
(Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî)
İNTİSÂR:
Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak, fazlasını almamak.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir kimsenin zâlime (zulmedene) bedduâ
ettiğini görünce; "İntisâr eyledin" buyurdu. (Muhammed Hâdimî-Berîka)
İNZÂL:
1. İndirmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
İşte bu (Kur'ân-ı kerîm) bizim inzâl ettiğimiz mübârek bir kitabdır. O'na uyun, O'na
muhâlefet etmekten sakınınız ki merhamet olunasınız. (En'âm sûresi: 155)
2. Kur'ân-ı kerîmin, Ramazân-ı şerîf ayında Kadir gecesinde Levh-i mahfûzdan, dünyâ
semâsındaki Beyt-ül-izze denilen makâma bir defâda, topluca indirilmesi. (Bkz. Tenzîl)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ramazân ayı, Kur'ân-ı kerîmin inzâl edildiği aydır. (Bekara sûresi: 185)
Müfessirlerin (tefsîr âlimlerinin) çoğuna göre Kur'ân-ı kerîm, Ramazân ayının Kadir
gecesinde dünyâ semâsındaki Beyt-ül-izze denilen makâma inzâl olunmuş, sonra, buradan
hâdiselere ve ihtiyâca göre azar azar yirmi üç senede Peygamber efendimize indirilmiştir.
(Fahreddîn-i Râzî, Abdülhak-ı Dehlevî)
İNZİVÂ:
Bir köşeye çekilmek. Haramlardan ve günâhlardan korunmak, nefsini terbiye etmek ve
sâdece Allahü teâlâyı anmak ve âhireti düşünmek için bir yerde yalnız kalma.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin Kabr-i şerîflerini ziyâret edip selâm
verdiğinde, Kabr-i şeriften: "Allahü teâlânın selâmı da senin üzerine olsun ey müslümanların
imâmı (büyüğü) diye cevap verildi. İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe ziyâret dönüşü ilk fırsatta
inzivâya çekildi. (Ferîdüddîn-i Attâr)
İmâm-ı Gazâlî on sene kadar Şam'da Mescid-i Emevî'nin minâresinde inzivâ eyledi.
(Tâcüddîn Sübkî)
İRÂDE (İrâdet):
1. Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından. Allahü teâlânın dilemesi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerimde meâlen buyurdu ki:
(Muhakkak ki senin Rabbin) her neyi irâde ederse irâde ettiği gibi yapar. (O'nun irâdesi
hiç şaşmaz. Helâk etmek irâde ettiklerini muhakkak helâk eder, kurtuluşa erdirmeyi irâde
ettiklerini kurtuluşa erdirir.) (Burûc sûresi: 16)
Allahü teâlânın irâde ettiği olur. O, irâde etmezse hiçbir şey olmaz. Varlıkları irâde etmiş
yaratmıştır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Kâinâttaki her hâdise Allahü teâlânın irâdesi ile olmaktadır. Allahü teâlâ irâde etmeyince,
hiçbir şey hareket etmez. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâ her şeyin hâlıkı (yaratıcısı) ve sâhibidir. Mülkünde irâde ettiğini yapar. O'nun
irâdesi sonsuzdur. O'na niçin böyle irâde ettin ve böyle yaptın demeye kimsenin hakkı yoktur.
(Muhammed Hâdimî)
2. İstemek, seçmek, dilemek tercih etmek.
Allahü teâlâ kulların ihtiyârî yâni istekli hareketlerini, işlerini yaratması için kullarında
ihtiyâr (seçme, isteme özelliği) ve irâde yaratmış, bu irâde ve ihtiyârlarını işleri yaratmasına
sebeb kılmıştır. Bu yüzden yaptıkları işlerden mes'ûl tutulmuşlardır. Cansızların
hareketlerinde irâde yoktur. Ateş değdiği zaman, yakması, ateşin yakmağı irâde etmesi ve
istemesi ile değildir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
3.Tasavvuf yoluna yeni girenlerin başlangıç halleri. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya
azmedenler, karar verenler için ilk konak.
İrâde-i Cüz'iyye:
Allahü teâlânın, bir işi yapmak ve yapmamak husûsunda insanlara ihsân ettiği dileme ve
seçme kuvveti.
İrâde-i cüz'iyye kullarda bir hâldir. Kullar irâde-i cüz'iyyellerini kullanmakta serbesttir.
Mecbûr değildir. Allahü teâlânın kul irâde etmeden de yaratması câiz ise de ihtiyârî (istekli)
işleri yaratmaya, kulların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmesini sebeb kılmıştır. İrâde-i
cüz'iyyemizin sebeb olması da Allahü teâlânın irâdesi iledir. Kul bir işi yapmağı irâde-i
cüz'iyyesiyle dileyip tercih edince, Allahü teâlâ da o işi irâde ederse, onu yaratır. (İmâm-ı
a'zam Ebû Hanîfe)
İnsanların işleri yalnız irâde-i cüz'iyye ile meydana gelmez. İnsan işlerin olmasını irâde
eder, meselâ elinin hareket etmesini ister, kudretini kullanır, hareket meydana gelir. Fakat
insan bunu yarattı denilemez. İrâde-i cüz'iyye insanın kalbinde hâsıl olmaktadır. İnsanın işleri
ezeldeki (başlangıcı olmayan öncelerde) takdîr ile meydana geliyor ise de, meydana gelmeleri
için önce kul îrâde-i cüz'iyyesini kullanmaktadır. İşin yapılmasını veya yapılmamasını
istemektedir. Allahü teâlâ da o işi kulun irâdesine göre yaratmaktadır. Bu sebeple insan,
meydana gelen bu işten mes'ûl olmaktadır. (Muhammed Hâdimî)
İnsanlar kendilerine ihsân edilmiş olan irâde-i cüz'iyyelerini kullanarak iyilik yaratılmasını
ister ve sevâb kazanırlar. Kötülük yaratılmasını isteyen günâh kazanır. Bunun için hep iyilik
yapmayı düşünmeli, hep iyilik istemeliyiz. (İmâm-ı Gazâlî)
İrâde-i Külliyye:
Allahü teâlânın irâdesi. İrâde-i ilahiyye de denir.
Ehl-i sünnete göre bütün fiiller ve davranışlar irâde-i külliyyeye bağlı olarak meydana
gelir. İrâde-i külliyye ezelîdir, başlangıcı yoktur, yaratılmamıştır. Güneş, ay, yıldızlar, bulut,
yağmur, rüzgâr ve tabiattaki bütün kuvvetler Allahü teâlânın İrâde-i külliyyesinin emrindedir.
Allahü teâlâ irâde etmeyince hiçbir şey hareket etmez. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâ insanın ihtiyârî (istekli) hareketlerini yaratmak için insanın irâdesini şart,
sebeb kılmıştır. Bu şart olmasa da yaratır. Fakat bu şart ile, bu sebeb ile yaratması âdetidir.
Peygamberlerinde (aleyhimüsselâm) ve evliyâsında (rahmetullahi aleyhim) bu âdetini bozarak
sebepsiz yarattığı çok görülmüştür. (Muhammed Hâdimî)
Allahü teâlânın kul irâde etmeden de yaratması câiz ise de, ihtiyârî (istekli) olan işleri
yaratmağa kulların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmesini sebep kılmıştır. İrâde-i cüz'iyyenin
sebeb olması da Allahü teâlânın irâde-i külliyyesi iledir. Kul bir işi yapmağı ihtiyar ve irâde
edince, yâni tercih edip dileyince Allahü teâlâ da o işi irâde ederse o işi yaratır. (Muhammed
Akkermânî)
İRFÂN:
Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. Allahü teâlânın ihsânı olan mânevî, vehbî
ilim. Buna ma'rifet de denir.
Çalışarak elde edilen ilimler ile anlaşılan, bilinen şeylerden başka bilgiler de vardır,
bunlar irfân ile anlaşılır. Âlimlerin sâhib oldukları ilme mukâbil (karşılık) ârif denen Allahü
teâlânın sevdiği kullarında da irfân denen bir hâssa (özellik) vardır. İrfân, tasavvufta fenâ
mertebesiyle şereflenenlerde bulunur. (İmâm-ı Rabbânî)
Akıllı ve irfân sâhibi kimse, meyveli ağaç gibi mütevâzî olur. (Sa'dî Şîrâzî)
İRHÂS:
Bir peygamberden, peygamberliği bildirilmeden önce meydana gelen hârikulâde
(olağanüstü) haller.
Îsâ aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan tâze hurma isteyince, eline hurma
gelmesi, Muhammed aleyhisselâmın, çocuk iken, göğsünün yarılarak, kalbinin yıkanıp
temizlenmesi, başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri
gibi hâlleri hep irhâs idi. (Ahmed Fârûkî)
İRS:
Mîrâs. Vefât eden bir kimsenin geriye bıraktığı terekesinden (malından) evlât ve
akrabâsından sağ kalanlara düşen hisse, pay. (Bkz. Mîrâs)
İrs, karâbete (soy ile veya nikâh ile olan akrabâlığa, hısımlığa) dayanır. Böyle bir yakını,
akrabâsı bulunmazsa, vefât edenin vasiyetinden artan malı Beyt-ül-mâle (devlet hazînesine)
kalır. (İbn-i Âbidîn)
İRŞÂD:
Yol gösterme, rehberlik etme. İnsanları, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ve Resûlullah
efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, her zaman Allahü teâlâyı anmaya, O'nu
unutmamaya, kalbde O'ndan başkasının sevgisine yer vermemeye çağırmak, Allahü teâlânın
râzı olduğu yolu göstermek.
Din âlimleri, herkesi kitablarda yazılı olan emirleri yapmağa çağırıyor. Allahü teâlânın
sevdiği kulları olan evliyâ da, önce dînin emirlerini yapmaya çağırıyor, sonra Allahü teâlânın
ismini zikretmeği gösteriyor. Her zaman aralıksız olarak zikr-i ilâhî ile (Allahü teâlâyı anmak
hâli üzere) olmağı istiyorlar. Böylece vücûdu zikr kaplayıp, kalbde Allahü teâlâdan başka
birşey bulundurulmaz. Her şey öyle unutulur ki, insan kendini ne kadar zorlasa Allahü
teâlâdan başka bir şey hatırlayamaz. İşte irşâd etmek bu iki dâveti yapmaktır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî irşâda başladığı günlerde, Bağdâd vâlisi Saîd Paşa ziyârete geldi
ve nasîhat istedi. Buyurdular ki: "Kıyâmette herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise
kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork!.. Allahü
teâlânın azâbı çok şiddetlidir." (Haydarîzâde İbrâhim Fasih)
Kendisine ilk önce sofî denilen zât Ebû Hâşim-i Sûfî'dir. Kûfe şehrinden olup, Şam'da
insanları irşâd etmekle meşgul olurdu (rahimehullahü teâlâ). "Dağları iğne ile oyarak toz
etmek, kalblerden kibri çıkarmaktan kolaydır" sözü onundur. "Fâidesiz ilimden Allah'a
sığınırım" sözünü çok söylerdi. (Ebû Nuaym İsfehânî)
Ders verirken, yâni ilim öğretirken, sabırlı olup, gazâbını, kızgınlığını yenmeli, hemen
kızmamalıdır. Öğretirken, şaka ve lüzûmsuz şeyler söylememeli, ciddiyetten ayrılmamalıdır.
İlim öğretme sırasında bu tür hareketler kalbin kararmasına ve Allahü teâlâyı unutmasına
sebeb olur. Her zaman hilm (yumuşaklık), vakar (ağırbaşlılık), sabır, iyi huy ve güzel hareket
etmeyi âdet ve prensip hâline getirmelidir. Bâzı durumlarda sözü makbûl olmasa yâni kabûl
görmese bile, önem vermemeli, benim vazîfem bildirmek, irşâd etmektir, hidâyet ve tevfik
Allahü teâlâdandır, demelidir. (Taşköprüzâde)
İRTİCÂ:
Geriye dönme, geri dönücülük, gericilik.
Müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri hakîki doğru müslümanlıktan
bahsetmesine ve Muhammed aleyhisselâmın yolunu göstermesine irticâ ve taassub
(tutuculuk) gibi isimler takarak bölücülük şeklini vermeğe ve bu mâsûmları lekelemeye
kalkışmak, irticâ ve yobazlık değil midir? (M. Sıddîk bin Saîd)
Bir cemiyetin, dînine, diline, târihine, kültür ve medeniyetine sâhib çıkması,
yabancılaşmadan muâsırlaşmak istemesi irticâ mıdır? Fuhşa, edepsizliğe, soysuzlaşmaya
karşı tepki duymak irticâ değil, bilakis iffet ve ilericiliktir. (S. Ahmed Arvâsî)
İRTİDÂD:
Dinden çıkma. Müslüman iken, İslâm dînini terk etme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İçinizden kim irtidâd eder de kâfir olarak ölürse, yaptığı (iyi) işler dünyâda da âhirette
de boşa gitmiştir. Onlar o ateşin (Cehennem'in) arkadaşlarıdır. Onlar orada (bir daha
çıkmamak üzere) ebedî (sonsuz) kalıcıdırlar. (Bekara sûresi: 217)
Doğru yol gösterildikten sonra Peygambere (aleyhisselâm) uymayan ve îmânda ve
amelde mü'minlerden ayrılan kimseyi küfr ve irtidâdda bırakır ve Cehennem'e atarız. O
Cehennem çok kötü bir yerdir. (Nisâ sûresi: 104)
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından hemen sonra bütün
Arabistan Yarımadası'nı saran irtidâd hareketleri, Allahü teâlânın izniyle, hazret-i Ebû Bekr'in
üstün azmi, sarsılmaz irâdesi ve orduda yaptığı isâbetli düzenlemelerle bir sene gibi kısa bir
zaman içinde bastırıldı. Böylece İslâm birliğini bozmaya yönelik büyük bir fitne ateşi
söndürülmüş oldu. (İbn-ül-Esîr)
Müslüman kâfir olursa, yâni irtidâd ederek İslâmiyet'ten çıkarsa, önceki ibâdetleri ve
sevâbları yok olur. Tekrâr îmâna gelirse, yeniden hac etmesi lâzım olur. Namazlarını,
oruçlarını zekâtlarını kazâ etmesi lâzım olmaz. Önceden kazâya bırakmış olduklarını kazâ
etmesi lâzımdır. Çünkü irtidâd edince, önceki günahlar yok olmaz. İrtidâd edenin nikâhı fesh
olur, gider. (Muhammed Hâdimî)
ÎSÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yeni bir din getiren peygamber olup,
kendisine dört büyük kitaptan biri olan İncîl verildi (Bkz. İncîl). Annesinin adı Meryem'dir.
Allahü teâlâ onu babasız yarattı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmdan) sonra onların arkalarından Peygamberlerimizi
ard arda gönderdik. Hepsinden sonra da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) onlara tâbi
kıldık, peygamber olarak gönderdik. Ona İncîl'i verdik. Ona tâbi olan mü'minlerin
kalblerinde birbirlerine şefkat ve merhamet ihsân ettik. (Hadîd sûresi: 27)
Bir vakit Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları! Ben size
Allahü teâlânın peygamberiyim. Benden evvel Mûsâ'ya (aleyhisselâm) nâzil olan Tevrât'ı
tasdîk edici ve benden sonra gelecek Ahmed (Muhammed aleyhisselâm) ismindeki
peygamberin müjdecisiyim. (Sâf sûresi: 6)
Vallâhi Meryem'in oğlu Îsâ (aleyhisselâm) âdil bir hakem olarak mutlaka (yeryüzüne)
inecek ve mutlaka haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, genç-dişi develer
başıboş bırakılacak, onlara rağbet edilmeyecek, bütün düşmanlıklar, küsüşmeler ve
hasedlikler muhakkak sûrette kalkacak. Îsâ aleyhisselâm insanları mala dâvet edecek
fakat malı hiçbir kimse kabûl etmeyecek. (Hadîs-i şerîf-El-Cem'u Beyn-es-Sahîhayn)
Îsâ bin Meryem, Muhammed'i dîni üzere tasdîk ettiği hâlde iner. Deccâli öldürür.
Sonra kıyâmet kopar. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel, Bezzâr, Taberânî)
Îsâ aleyhisselâm, insan ve peygamber idi. Allahü teâlâ onu babasız yarattı. Kudüs'ün
Beyt-i Lahm kasabasında doğdu. Annesi, hazret-i Meryem'dir. Roma İmparatorunun Şam
vâlisi, babasız doğduğu için onu ve annesini öldürmek istedi. Annesi onu alarak Mısır'a
götürdü. Hazret-i Îsâ on iki yaşına gelinceye kadar Mısır'da kaldılar. Sonra tekrar Kudüs'e
gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler. Otuz yaşına girince, Allahü teâlâ tarafından İsrâiloğullarına
peygamber olarak gönderildi. Kendisine dört büyük kitabdan biri olan İncil verildi (Bkz.
İncil). İnsanların Allahü teâlâya inanmalarını ve O'nun emirlerini yapıp yasaklarından
sakınmalarını ve isyânda bulunmamalarını istedi. İsrâiloğulları bu dâveti kabûl etmediler. Îsâ
aleyhisselâm var gücü ile gayret göstermesine rağmen pek az kişi inandı. İsrâiloğulları ona
inanmadıkları gibi, dâvetine karşı çıktılar ve günden güne hırçınlaştılar. Îsâ aleyhisselâmın
yumuşaklığını görerek inanmadılar. Hattâ daha da ileri giderek hazret-i Îsâ'yı öldürmeye
teşebbüs ettiler. Bunun üzerine hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından seçtiği havârî
adı verilen on iki kişiden Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edeceklerine ve kendisine yardımcı
olacaklarına dâir söz aldı. İnanmayanlara mûcizeler gösterdi.
Yahûdîlerden bir topluluk, Îsâ aleyhisselâm ve annesi hazret-i Meryem'e dil uzattılar. Îsâ
aleyhisselâm bunu duyunca onlar hakkında bedduâda bulundu. Allahü teâlâ bu duâyı kabûl
edip, hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu gören
yahûdîler, hâdiseyi aralarında görüştüler. Hepsi hazret-i Îsâyı öldürmek üzere anlaştılar.
Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar. Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden Yehûda (Judas) birkaç
kuruş karşılığı Îsâ aleyhisselâmın yerini haber verdi. Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için
yahûdîlerle berâber eve girince, Allahü teâlâ, Yehûda'yı Îsâ aleyhisselâma benzetti. Yahûdîler
de onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar ve haça (çarmıha) gererek öldürdüler. Allahü teâlâ,
Îsâ aleyhisselâmı göğe kaldırdı. Îsâ aleyhisselâm bu sırada otuz üç yaşındaydı. Îsâ
aleyhisselâm göğe kaldırıldıktan kırk sene sonra, Romalılar Kudüs'e hücum etti. Yahûdîlerin
çoğunu öldürüp, bir kısmını esir ettiler. Şehri yağmaladılar.Kitaplarını yaktılar. Îsâ
aleyhisselâma yaptıklarının cezâsı olarak yahûdîler hakîr ve zelîl oldular.
Hıristiyanlar Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip orada öldüğüne, fakat sonra dirilip göğe
çıktığına inanırlar. Müslümanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine, doğrudan göğe
kaldırıldığına inanırlar. Bu husus Kur'ân-ı kerîmde Nisâ sûresi 158. âyetinde meâlen şöyle
bildirildi: "Onu asmadılar, onu öldürmediler. Bilakis Allahü teâlâ onu katına yükseltti..."
(Nişancızâde, Taberî, İbn-i Neccâr, Harputlu İshâk Efendi)
Îsâ aleyhisselâm kıyâmet yaklaşınca, Şam'da Ümeyye Câmii minâresine inecek.
Muhammed aleyhisselâmın şerîatine göre amel edecek. Evlenecek ve çocukları olacak.
Hazret-i Mehdî ile buluşacak, kırk sene yaşadıktan sonra Medîne'de vefât edecek. Hücre-i
Seâdete yâni Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu odaya gömülecektir. (Yûsuf
Nebhânî ve İbniHacer)
Îsâ aleyhisselâm, bu ümmetin imâmına uyup arkasında namaz kılacaktır. (Muhammed
Ma'sûm)
İSÂBET-İ AYN:
Nazar, göz değmesi. (Bkz. Nazar)
ÎSÂR:
Başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmek. Muhtac olduğu hâlde, elindeki
malı muhtâc din kardeşine verip, yokluğa katlanmak.
İnsana lâzım olan şeylerde îsâr yapılır. Kurbet ve ibâdetlerde îsâr yapılmaz. Meselâ
tahâretlenecek kadar suyu, setr-i avret edecek kadar örtüsü olan, bunları kendi kullanır.
Muhtâc olana vermez. (İbn-i Nüceym Mısrî)
Resûlullah'ın Eshâbının hâli cömerdlikten öte, îsâr idi. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerem ve ihsân sâhiblerinin âdeti, îsâr etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Îsârın en güzel örneği, Peygamber efendimizin mübârek sohbetinde yetişen Eshâb-ı
kirâmda görülmüştür. Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfe hazretleri şöyle anlatmıştır: "Yermük
savaşında yaralılar arasında amcamın oğlunu arıyordum. Yanımda biraz su vardı. Onu
buldum, su ister misin deyince, isterim dedi. Tam suyu vereceğim sırada biraz ilerden bir
yaralı "Su!" diye inledi. Amcamın oğlu îsâr edip suyu ona götürmem için işâret etti. Gittim
baktım ki, Hişâm bin Âs. Suyu tam ona vereceğim zaman biraz ilerden bir başka yaralı; "Su!"
diye feryâd etti. Hişâm bin Âs da îsâr edip suyu ona götürmem için işâret etti. Bu sefer suyu
ona vermek için yanına gittim. Yanına varıncaya kadar vefât etti. Hişâm'ın yanına geri
döndüm. O da vefât etmiş! Amcamın oğlunun yanına koştum, onu da vefât etmiş buldum. Su
elimde kaldı. Allahü teâlâ hepsine rahmet etsin. (İmâm-ı Gazâlî)
İSBÂT:
1. Sağlamlaştırma, dayanıklı hâle getirme. Delil ve şâhit göstererek bir sözün ve fikrin
doğruluğunu ortaya koyma.
Bütün varlıklar Allahü teâlânın varlığına alâmet olduğu, O'nun varlığını isbat ettiği için
mahlûkların (yaratılmışların) hepsine âlem denilmiştir. (Teftâzânî)
Müslümanlar, maddelerin ve sıfatlarının hâdis (sonradan yaratılmış) olduğunu çeşitli
yollarla isbât etmektedirler. Bunlardan birisi şöyledir: Maddeler ve bütün zerreler hep
değişmektedir. Değişmekte olan şey kadîm (başlangıçsız) olamaz, hâdis (sonradan yaratılmış)
olması lâzımdır. Çünkü her maddenin kendinden öncekinden meydana gelmesi, sonsuz
öncelere kadar gidemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı olması, yâni ilk maddelerin yoktan
var edilmiş olmaları lâzımdır... (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Allahü teâlânın var ve bir olduğu, hattâ Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu
ve O'nun getirdiği her emrin ve haberin doğru olduğu güneş gibi meydandadır. Düşünmeye ve
isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat, bunu görmek, anlamak için, kalbin bozuk olmaması,
mânevî hastalığı bulunmaması lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Tasavvuf yolunda ilerlerken Lâ ilâhe dedikten sonra illallah demek.
Tasavvuf ehli Nefy ve isbât zikri denilen "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle
yükselir. Lâ ilâhe "Nefy zikri" makâmında bulundukça yolcu mertebesindedir. "La ilâhe"yi
tamamlayıp Allahü teâlâdan başka hiçbir şey görmeyince, yolu tamamlamış ve fena
makâmına yetişmiş olur. Nefyden sonra isbât makâmına gelir ve Bekâ hâsıl olur. (Ahmed
Fârûkî)
Allahü teâlâya teveccüh, nefy ve isbât ve murâkabe, Resûlullah efendimizin zamânında da
vardı. (M. Ma'sûm Fârûkî)
ÎSEVÎ:
Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne inanan kimse.
Hıristiyanlık çıkmadan ve putperestlik karışmadan önce, îsevîler müşrik değildi (Allah'a
eş, ortak koşmazlardı). Bolüs adındaki bir yahûdî, îsevî görünüp, havârîler (Îsâ aleyhisselâma
inananlar) arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, hakîkî İncîl'i yok etmek oldu.
(Harputlu İshâk Efendi, Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî)
ÎSEVÎLİK:
Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak din, nasrânîlik.
Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Îsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti. Fakat, Îsâ
aleyhisselâm gelince, bunun dîni, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti, yâni Tevrât'ın
hükmünü kaldırdı. Bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, tâ
Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu.
Fakat, İsrâiloğullarının çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrât'a uymakta ısrar ettiler.
İşte yahûdîlik ile Îsevîlik böylece ayrıldı. (İshakEfendi-Ahmed Cevdet Paşa)
Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük düşmanlarından olan Paul, Îsevîliği
kabûl ettiğini, Îsâ aleyhisselâmın kendisini, yahûdî olmayan milletleri Îsevîliğe dâvet için
şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu. İsmini Pavlos (Bolüs) olarak değiştirdi. Çok iyi
bir Îsevî görünerek, Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu. Tevhîdi (tek Allah inancını), teslîse (üç
tanrı inancına= Baba-oğul-kutsal rûh); Îsevîliği hıristiyanlığa çevirdi. İncîl'i değiştirdi. Îsâ,
Allah'ın oğludur dedi... (Harputlu İshâk Efendi)
İSFÂR:
Sabah namazını ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirmek.
Sabah namazını isfâr ediniz. Bunun ecri, sevâbı çoktur. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye)
Sabah namazını her mevsimde isfâr etmek, müstehabdır. Bu geciktirmeler, hep cemâat ile
kılanlar içindir. Evinde yalnız kılan, her namazı vakti girer girmez kılmalıdır.
(Mergînânî-Halebî)
İSFİRÂR-I ŞEMS VAKTİ:
Güneşin sararması vakti. Tozsuz, dumansız, berrak bir havada güneş ışığının geldiği
yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmaya başlamasından (güneşin alt kenarının
görünen ufuktan bir mızrak boyu yükseklikte olduğu vakitten) güneş batıncaya kadar geçen
zaman. İslâm astronomi âlimleri, bir mızrak boyunu, güneş merkezinin hakîki ufka 5 derece
yaklaşması olarak tesbit etmişlerdir.
İkindi namazının vakti, öğle vakti bitince başlayarak, güneşin üst kenarının ufk-i mer'i
(görünen ufuk) den kaybolduğu görülünceye kadardır. İsfirâr-ı şems vaktinden sonra her
namazı kılmak ve ikindiyi bu vakte geciktirmek haramdır. Fakat o günün ikindi namazı
gecikmiş ise yine bu vakitte de kılınır. Kazâya bırakılmaz. Önceden hazırlanmış cenâzenin
namazı, secde-i tilâvet de bu vakitte câiz değildir. Hazırlanması bu vakitlerde biten cenâzenin
namazını, bu vakitlerde kılmak câiz olur. (İbn-i Âbidîn)
İSHÂK ALEYHİSSELÂM:
Şam ve Filistin ahâlisine (halkına) gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın
ikinci oğlu olup, annesi hazret-i Sâre'dir. İbrâhim aleyhisselâmın dînini insanlara tebliğ etti.
İsmi, Kur'ân-ı kerîmde on yedi yerde bildirilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Biz İbrâhim'e oğlu İshâk'ı ve İshâk'ın oğlu Yâkûb'u hibe ettik ve herbirine hidâyet ve
nübüvvet (peygamberlik) verdik. (En'âm sûresi: 84)
Kullarımız İbrâhim, İshâk ve Yâkûb'u da zikreyle (hatırla, an). Onlar tâat ve ibâdette
kuvvet, kudret ve dinde basîret (anlayış) sâhibleridir. (Sâd sûresi: 45)
İbrâhim aleyhisselâm hazret-i Hâcer ve oğlu İsmâil'i aleyhisselâm Mekke'ye bıraktıktan
sonra, rüyâsına sadâkat, bağlılık gösterip, İsmâil aleyhisselâmı kurban etmekle ilgili
imtihânda başarılı olunca, Allahü teâlâ ona ihtiyar yaşta bulunan hazret-i Sâre'den İshâk adlı
bir oğul ihsân etti. Şam diyârında (Filistin ve Sûriye) doğan İshâk aleyhisselâm büyüyünce
babası ve annesiyle Mekke'ye gitti. Kâbe-i muazzamayı ziyâret edip ağabeyi İsmâil
aleyhisselâmla görüştükten sonra, üçü birlikte Filistin'e döndüler. İshâk aleyhisselâm anne ve
babasına hizmet etti. Her sene hac zamânında Mekke'ye giderek hac ibâdetini yerine getirdi.
Şam ve Filistin ahâlisine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın dîninin
hükümlerini insanlara anlattı. Altmış yaşındaykenAllahü teâlâ ona Iys ve Yâkûb adında ikiz
olan iki oğul ihsân etti. Iys, amcası İsmâil aleyhisselâmın kızı ile evlendi. Babasının duâsı
bereketiyle, soyu bereketli olup, kısa zamanda çoğaldı. Yâkûb aleyhisselâma da peygamberlik
verildi. İshâk aleyhisselâm yüz yirmi sene veya daha fazla yaşadı. Vefât edince Filistin'de
Halîlürrahmân civârında baba ve annesinin de kabrinin bulunduğu mağaraya defnedildi.
(İbn-ül-Esîr-Sa'lebî, Nişancızâde)
İSKÂT VE DEVR:
Müslüman bir kimsenin ölünce, namaz, oruç ve diğer bâzı borçlarından kurtulması için
yapılan muâmele. (Bkz. Devr)
Tutulmamış oruçların ve ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin kazâ edemediği
namazları için iskât ve devr yapmanın lâzım olduğunda bütün âlimlerin söz birliği vardır.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" ve
"Mü'minlerin güzel gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir" buyurdu. (Tahtâvî, İbn-i
Âbidîn, Ebû Bekr Ali, Muhammed Hâdimî, Halebî, Alâüddîn Haskefî, İmâm-ı Birgivî)
Bugün, hemen her yerde, iskât ve devr işleri, dînimizin bildirdiği şekilde
yapılmamaktadır. İslâmiyet'te iskât yoktur diyenler, böyle söylemeyip de, bugün yapılmakta
olan iskât ve devrler dînimize uygun değildir deselerdi, çok iyi olurdu. (M. Sıddık Gümüş)
İSLÂM:
Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla
bildirdiği emirler ve yasakları. (Bkz. İslâmiyet)
İslâm Ahlâkı:
İslâm dîninin bildirdiği ahlâk. (Bkz. Ahlâk)
Müslümanlar birbirine hürmet eder, yardımlaşırlar. Din ve dünyâ işlerinde birbirlerinin
sıkıntılarını giderirler. Kul ve hayvan haklarını gözetirler. Kânunlara karşı gelmezler. İslâm
ahlâkı üzere yaşayarak herkesin sevgi ve saygısını toplarlar. (Ali bin Emrullah)
İslâm Âlimi:
Dînî ilimleri bütün incelikleri ile zamânın fen bilgilerini de lüzûmu kadar bilen âlim. (Bkz.
Âlim)
Emr-i ma'rûfu (iyiliği emr) ve nehy-i münkeri (kötülükten menetmeyi) el ile yapmak
hükûmet adamlarına, dil ile yapmak İslâm âlimlerine, kalb ile yapmak da her müslümana
farzdır. (Taşköprüzâde)
İslâm-ı Hakîkî:
Nefsin itminâna (Allahü teâlânın emirlerine itâate) kavuşmasından sonraki müslümanlık.
Bir müslüman Allahü teâlânın ihsânı ile şerîatin (İslâmiyet'in) hakîkatine kavuşur, İslâm-ı
hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uyar ve o büyüklere vâris olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Cümle âlem bir yere gelse ve Rabbini inkâr etse, İslâm-ı hakîkî sâhibi olan inkâr etmez ve
kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. (İmâm-ı Rabbânî)
İslâm-ı Mecâzî:
Nefsin, itminâna gelmeden yâni Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmeye
başlamadan önce, kişide bulunan ve Cennet'e girmek için yeterli olan İslâmiyet.
Vilâyet-i hâssa (evliyâlığın en yüksek makâmı) ile şereflenmedikçe, İslâm-ı mecâzîden
kurtulup, İslâm-ı hakîkiye kavuşulmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
İSLÂMİYYET (İslâmiyet):
Allahü teâlânın Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed
aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan
usûl ve kâideler, emirler ve yasaklar.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ Peygamberini hidâyet ve hak din İslâmiyet ile gönderdi. İslâm dînini diğer
dinler üzerine üstün kıldı. (Muhammed aleyhisselâmın hak) peygamber olduğuna şâhid
olarak Allahü teâlâ yeter. (Feth sûresi: 28)
Bir zaman gelir ki, İslâmiyet'e yapışmak, elinde ateş tutmak gibi güç olur. (Hadîs-i
şerîf-Sünen-i Beyhekî)
Dünyâ lezzetlerine kavuşmak için, İslâmiyet'in dışına çıkan kimse, âhiret lezzetlerine
kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
İzzet (şeref, îtibâr, üstünlük) İslâm'dadır. İslâmiyet'in ahkâmına (hükümlerine) uyan azîz
olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti, başka şeylerde arayan zelîl olur.
(Hazret-i Ömer)
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez
bütün iyiliklerini, İslâmiyet kendisinde toplamıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler ondadır.
(Abdülhakîm Arvâsî)
Îmân muma benzer, dînimizin emir ve yasakları mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile
birlikte fener de İslâmiyet'tir ve din-i İslâm'dır. Îmânsız mum çabuk söner, îmânsız İslâm
olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)
İSM (İsim):
Varlıklara ad olan kelime.
Sizler kıyâmet günü kendinizin ve babalarınızın adları ile çağırılırsınız. Öyle ise
çocuklarınıza güzel isimler veriniz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Ana-babanızı isimleri ile çağırmayınız. Onları yalanlamayınız. Onlarla yumuşak
konuşunuz. Onlara boş söz söylemeyiniz. (İmâm-ı Mücâhid)
Doğduğu zaman çocuğa güzel bir isim koymak, aklı erdiği zaman Kur'ân-ı kerîmi
öğretmek ve evlenecek yaşa gelince evlendirmek çocuğun babası üzerindeki üç hakkıdır.
(Muhammed Rebhâmî)
Çocuk dünyâya gelince, yedinci günü isim koymak ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı
kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için
bir akîka hayvanı kesmek, Hanefî mezhebinde müstehabdır. Akîka, her zaman kesilebilir.
(Muhammed Rabhâmî)
İsm-i A'zam:
En büyük isim. Allahü teâlânın bütün sıfatlarını kendinde toplayan ism-i şerîfi. Hadîs-i
şerîfte İsm-i A'zamın Bekara ve Âl-i İmrân sûrelerinde olduğu bildirilmiştir. Bâzı âlimler,
İsm-i A'zamın "Allahu lâ ilâhe illâ huvel hayy-ul-kayyûm" bâzıları "Lâ ilâhe illâ ente
sübhâneke innî küntü minezzâlimîn", bâzıları "Yâ ze'l-Celâli ve'l-ikrâm", bâzıları, sâdece
"Allah" ism-i şerîfi olduğunu bildirmişlerdir.
Mûsâ aleyhisselâm zamânında Bel'âm-ı Baûrâ, ism-i a'zamı biliyordu. Her duâsı kabûl
olurdu. İlmi ve ibâdeti o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, iki bin kişi hokka,
kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel'am, Allahü teâlânın az bir haramına meyl ettiği için
îmânsız gitti. (Senâullah Dehlevî)
İsm-i Celâl:
Allah ism-i şerîfi. (Bkz. Allah Celle Celâlühü)
İSMÂİL ALEYHİSSELÂM:
Yemen'den gelip Mekke ve civârına yerleşen Cürhüm kabîlesine gönderilen peygamber.
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Peygamber efendimizin dedelerindendir.
Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur. Annesi
Hacer Hâtun'dur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) Biz Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz gibi, sana
da vahy ettik ve İbrâhim'e, İsmâil'e, İshâk'a, Yâkûb'a ve oğullarına, Îsâ'ya, Eyyûb'e,
Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a da vahy ettik ve Dâvûd'a Zebûr'u verdik. (Nisâ sûresi:
163)
Allahü teâlâ Âdemoğullarından hazret-i İsmâil'i seçti. İsmâil'in evlâdından
(oğullarından) Kinâne'yi, Kinâneoğullarından Kureyş'i seçti ve ayırdı. Kureyş'ten
Hâşimoğullarını, Hâşimoğullarından da beni seçti ve ayırdı. (Hadîs-i şerîf-Kâdızâde)
İsmâil aleyhisselâm, Peygamber efendimizin dedelerindendir. Şam diyârında doğdu.
Babası İbrâhim aleyhisselâm, Allahü tealânın emriyle, annesi Hâcer Hâtun'la berâber onu
Mekke'ye götürdü. Yanlarına bir miktâr yiyecek ve su ile birlikte, şimdiki Kâbe'nin
bulunduğu yere bırakarak Şam'a döndü. Annesi su ararken, şimdiki zemzem kuyusunun
yerinde yatan çocuk tepindi. Ayaklarını vurduğu veya Cebrâil aleyhisselâmın vurduğu yerden
Zemzem suyu çıktı.
Hâcer Hâtun bu vâdide yaşarken, Yemen tarafından Cürhüm kabîlesi gelip Mekke'nin
bulunduğu yere yerleştiler. İbrâhim aleyhisselâm gördüğü bir rüyâ üzerine oğlu İsmâil
aleyhisselâmı kurban etmek istedi. Allahü teâlâ rüyâsına sadâkat (bağlılık) göstermesi üzerine
ona bir koç ihsân buyurdu. İsmâil aleyhisselâm böylece kurban edilmekten kurtuldu. İsmâil
aleyhisselâm gençlik çağına gelince, Cürhümlülerden iki defâ evlendi. Daha sonra tekrar
Mekke'ye gelen İbrâhim aleyhisselâmla birlikte Kâbe-i muazzamayı inşâ edip, hac ibâdetini
yaptılar. Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi. İnsanlara babası İbâhim
aleyhisselâma bildirilen dînin hükümlerini bildirdi ve dâveti elli yıl sürdü. Buna rağmen pek
az kimse îmân etti. İsmâil aleyhisselâm vefâtına yakın kardeşi İshâk aleyhisselâmı yanına
dâvet edip, kızını onun oğlu Iys'a nikâhladı ve bâzı vasiyetlerde bulundu. 133 veya 137
yaşlarında iken Mekke'de vefât etti. Rivâyetlerin çoğuna göre Mescid-i Haram'da Kâbe-i
muazzamanın kuzey duvarı önünde bulunan Hatîm denilen yere defnedildi.
İsmâil aleyhisselâmın on iki oğlundan çoğalan torunları, zamanla Arabistan
Yarımadası'nın her tarafına yayıldılar. Peygamber efendimizin yirminci dedesi Adnan ile
İsmâil aleyhisselâm arasında otuz baba vardır. (Molla Miskin-Nişancızâde)
İSMÂİLİYYE:
Sapık fırkalardan biri. Bâtıniyye de denir. Peygamber efendimizin torunlarından büyük
âlim İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil müslümanların imâmıdır ve
ondan sonra çocuklarıdır dedikleri için İsmâiliyye denilmiştir.
İsmâiliyye fırkası mensubları, Cennet, ibâdetlerden kurtulmak ve lezzetli şeyleri
yapmaktır; Cehennem ise, ibâdetlerin yüklerine katlanmak ve haramlardan sakınmaktır derler.
(Seyyid Şerîf)
Selçuklu veziri Nizâmülmülk ile şâir Ömer Hayyâm'ın talebelik arkadaşı olan Hasan
Sabbâh, Selçuklulara isyân ederek İran'da İsmâiliyye Devletini kurdu. Alamut kalesini alıp
merkez yaptı. Kurduğu Fedâyîn adlı terör örgütüyle pekçok müslüman devlet adamını ve
âlimi şehîd ettirdi. Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan)
âlimlerinin kitablarını okumayı ve onlarla görüşmeyi şiddetle yasakladı. (Şehristânî)
Bugün Hindistan'da Bohra veya Bohara adıyla tanınan İsmâiliyye mensûbları, Dâvûdî ve
Süleymânî olmak üzere iki kısımdırlar. Zamânımızda İslâm âlimi olarak tanıtılan, fakat
yetmiş iki bozuk fırkanın en zararlısı olan İsmâiliyye yolunda olanlar, görülmektedir. Bunlar
Peygamber efendimizin aleyhisselâm annelerinin ve babalarının kâfir olduğunu ve Peygamber
efendimizin peygamberlik bildirilmeden önce putlara kurban kestiğini söyleyerek temiz
gençleri aldatmaya çalışmaktadırlar. (M. Sıddîk bin Saîd)
İSMET:
1. Peygamberlerin sıfatlarından biri. Peygamberlerin, peygamber oldukları bildirilmeden
önce ve sonra; küçük olsun, büyük olsun bilerek veya bilmeyerek günah işlemekten
korunmuş olmaları.
Peygamberler aleyhimüsselâm hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar beştir. Sıdk,
Emânet, Tebliğ, İsmet ve Fetânet. (Kutbüddîn İznikî)
2. Günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma.
İSNÂ AŞERİYYE:
Şiîliğin kollarından biri. Hazret-i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb
(Peygamber efendimizin arkadaşları) bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu diyen,
Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını
meşrû (geçerli) imâm kabûl eden ve on iki imâma inanmayı îmânın şartlarından sayan bozuk
fırka. On iki imâmı kabûl ettikleri için Onikiciler mânâsına gelen İsnâ aşeriyye adı verilmiştir.
İsnâ aşeriyye fırkası, imâmlığın sâdece on iki imâma âit olduğuna, son imâmın İmâm-ı
Mehdî olduğuna ve bunun hâlen sağ olduğuna, kıyâmetten önce ortaya çıkarak zulümle
dolmuş olan dünyâyı adâletle düzelteceğine inanırlar. Bunu bir inanç esâsı olarak kabûl
ederler. (Şâh Abdülazîz Dehlevî)
İmâmiyye adı da verilen İsnâ aşeriyye fırkasına göre; mutlak olarak temiz toprağa secde
etmek vâciptir. Halıya, kilime, yünden ve pamuktan örülmüş yaygılara secde etmek câiz
değildir. Kerbela toprağından yapılmış türbet veya mühür denilen bir parça üzerine secde
etmek daha fazîletlidir. Abdestte çıplak ayak üzerine mesh etmek vacibdir. Bu sebeble
ayaklar yıkanmaz ve mest üzerine kesinlikle mesh edilmez. (Şâh Abdülazîz Dehlevî)
İSNÂD:
Dayandırma, sened gösterme.
1. Söylediği sözü bir başkasına dayandırmak, bir şeyi, birisi için yaptı demek.
Benden işittiğiniz şeyleri rivâyet ediniz. Ancak hakkı söyleyiniz. Kim benim
söylemediğimi bana isnâd ederse, onun için Cehennem'de bir ev binâ edilir ve o kimse, o
evin içine tıkılır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Bir kimseye küfür isnâd edildiğinde eğer o kimse kâfir değilse, küfür isnâd edenin kendisi
kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)
2. Hadîs ilminde hadîs-i şerîf metninin sırasıyla kimler tarafından nakledile geldiğini
bildirme.
İSRÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on yedinci sûresi.
İsrâ sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on bir âyet-i kerîmedir. Peygamber
efendimizin mîrâc (göklere çıkarılma) mûcizesinin Mekke'den Kudüs'e kadar olan kısmı bu
sürenin birinci âyetinde anlatıldığı için sûreye İsrâ adı verilmiştir. İsrâ'yı inkâr küfürdür.
Mîrâcı yâni Kudüs'ten sonrasını inkâr ise bid'attir. İsrâ sûresindeki belli başlı konular mîrâc
mûcizesi, Benî İsrâil'in (İsrâiloğullarının) nankörlükleri ve başlarına gelenler, Allahü teâlânın
kudreti, kıyâmet ve âhiret hayâtına dâir hükümlerdir. (İsmâil Hakkı Bursevî)
İsrâ sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
Menfaatleri ve lezzetleri çabuk geçen, tükenen dünyâyı isteyenlerden dilediğimize,
istediğimizi veririz. Âhiret menfaatleri için çalışan mü'minlerin mükafâtları boldur. (Âyet:
18)
Herkes kendine uygun iş yapar. (Âyet: 84)
Peygamber efendimiz, Zümer ve İsrâ sûrelerini okumadıkça uyumazdı. (Hazret-i Âişe)
İSRÂF:
Malı, İslâmiyet'in ve mürüvvetin uygun görmediği yâni lüzumsuz, fâidesiz yerlere
dağıtmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ekini hasat ettiğiniz zaman fakirlerin hakkını verin ve isrâf etmeyin. Allahü teâlâ isrâf
edenleri elbette sevmez. (En'âm sûresi: 141)
İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, isrâf ve tekebbürdür
(büyüklenmedir)(Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İsrâf, malı telef etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyânın mübâh olan işlerine
faydalı olmayacak şekilde sarf etmektir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebeb
olan yerlere atmak onu helâk etmektir ve isrâftır. (İmâm-ı Birgivî)
Başkasının malını telef etmek zulüm olur. Ödemek lâzım olur. Kendi malını helâk etmek,
isrâf olur. Günâh işlemek için ve günâh işlenilmesi için verilen mal ve paralar da isrâf olur.
(Abdülganî Nablüsî)
İSRÂFİL ALEYHİSSELÂM:
Dört büyük melekten biri. Kıyâmet kopacağı vakit sûr denilen boruya üfürmekle vazîfeli
olan melek.
İsrâfil aleyhisselâm Sûr'a iki defâ üfürecektir. Birincisinde Allahü teâlâdan başka her diri
ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
İsrâfil aleyhisselâm Sûr'a üfürünce Sûr'dan büyük bir ses çıkacak ve yedi kat göklere ve
yerin her tarafına ulaşacaktır. İşitenlerin hepsi yerde olsun göklerde olsun ölecektir.
Vasiyetlerini bile edemezler. Çarşıda olanlar evlerine dönemezler. (İmâm-ı Birgivî)
İSRÂİL:
İshâk aleyhisselâmın oğullarından Yâkûb aleyhisselâmın diğer adı. (Bkz. Benî İsrâil)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Tevrât indirilmeden önce, İsrâil'in kendisine haram kıldığı şeylerden başka yiyeceğin
her türlüsü İsrâiloğulları için helâl idi. De ki, eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrât'ı
getirip onu okuyun. (Âl-i İmrân sûresi: 93)
İbrâhim aleyhisselâmın vefâtından sonra, oğlu İshâk aleyhisselâm, ondan sonra oğlu
Yâkûb aleyhisselâm peygamber oldular. Yâkûb aleyhisselâmın bir ismi de İsrâil olduğundan.
On iki oğlundan gelenlere İsrâiloğulları denilmiştir. (Taberî)
İsrâîloğulları:
Bir ismi de İsrâil olan Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlunun soyundan gelenler. (Bkz. Benî
İsrâil)
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Ey İsrâiloğulları! Size ihsân ettiğim bunca nîmetlerimi hatırlayın! (Peygambere îman
husûsundaki tavsiyemi yerine getirin.) Ben de size karşı olan ahdimi (size söz verdiklerimi)
yapayım. (Bekara sûresi: 40)
Mûsâ aleyhisselâm, kendinden önce gönderilen Âdem, Nûh, İdrîs, İbrâhim, İshâk ve
Yâkûb (aleyhimüsselâm) gibi peygamberlerin, kendi zamanlarında, kendi kavimlerine
öğrettikleri, Allahü teâlânın varlığı ve birliği akîdesini ve îmân edilecek diğer şeyleri
İsrâîloğullarına öğretti. Farz olan ibâdetleri ve muâmelâta âit hükümleri de her yere yayarak
İsrâîloğullarını şirkten sakındırmaya çalıştı.
İSRÂİLİYYÂT:
İsrâiloğullarına âit haberler.
İsrâiliyyât denilen haberler üç kısımdır.
1) Hurâfe ve uydurma özelliğinde olan ve nakl edilmesi yasaklanan haberler.
2) Ehl-i kitâbın (yahûdî ve hıristiyanların) anlattıklarından, müslümanlar tarafından tasdîk
veya tekzîb (yalanlama) edilmemesi bildirilenler.
3) İslâmî akîdelere (îmân esaslara) ve dînî hükümlere ters düşmeyen ve nakl edilmesine
izin verilen haberler. (Zehebî, Süyûtî, İbn-i Allân)
İSTAVROZ:
Hıristiyanlığın alâmeti, işâreti sayılan şekil ve bu şekilde yapılmış put, haç. (Bkz. Haç)
İSTİÂZE: Sığınmak, Kur'ân-ı kerîmi başından veya herhangi bir yerinden okumaya
başlarken, şeytanın vesvesesinden (insanın kalbine attığı şüphe ve tereddütten) Allahü teâlâya
sığınırım mânâsına olan ve daha çok "E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm" şeklinde okunan söz.
Buna E'ûzü de denir. İstiâze, kısaca Esteîzü billâh diye de söylenebilir. (Bkz. Eûzü)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kur'ân-ı kerîm okumak istediğinde, koğulmuş şeytanın vesvesesinden Allahü teâlâya
istiâze et (yâni E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm de)(Nahl sûresi: 37)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kırâetten önce E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm
diye istiâze eylerdi. (Nafî bin Cübeyr)
İstiâzenin, E'ûzü billâhimineşşeytânirracîm şeklinde okunması, Kitab (Kur'ân-ı kerîm) ve
Sünnete uygunluğu sebebiyle tercih edilmiş, onda müslümanların sözbirliği meydana
gelmiştir. (Fahreddîn Râzî, Ebû Şâme)
Diğer istiâze şekilleri arasında E'ûzü billâhissemîil alîmimineşşeytânirracîm'in bir
husûsiyeti vardır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kim sabahleyin üç defâ E'ûzü billâhissemîil
alîmimineşşeytânirracîm dedikten sonra Haşr sûresinin sonundaki üç âyeti okursa, Allahü
teâlâ onun için akşama kadar istiğfâr edecek yetmiş bin melek tevkîl eder (vazîfelendirir).
O kimse, o gün ölürse, şehîd olarak ölür. Akşama çıktığı zaman okursa, yine böyledir.
(Feth-ur-Rabbânî, Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
İSTİBDÂL:
Değiştirmek. Hâkimin harâb olmuş vakıf binâsını satıp, semeni (bedeli) ile başkasını
alarak mütevellîye (vakfın idârecisine) teslim etmesi.
Vakıf binâlarının tâmirleri, içinde parasız oturmaya hakkı olanların malları ile
yapılır.Yapmazlarsa, hâkim istibdâl eder. (İbn-i Âbidîn)
İSTİBRÂ:
Temizlenme.
1. Erkeklerin küçük abdesti yaptıktan sonra yürüyerek, öksürerek veya sol tarafa yatarak,
idrar yolunda damlalar bırakmaması. Kadınlar istibrâ yapmaz.
Erkeklerin istibrâ yapması yâni idrâr yollarında idrâr bırakmaması vâcibdir. (Molla
Hüsrev)
İstibrâda güçlük çekenler, arpa kadar pamuk fitili idrâr deliğine koymalıdır. Sızan idrarı
pamuk emer. Hem abdest bozulmaz, hem don kirlenmez. Yalnız pamuğun ucu dışarda
kalmamalıdır. Ucu dışarıda kalır ve idrâr ile ıslanırsa, abdest bozulur. (İbn-i Âbidîn)
Prostat (idrar yolu bezi şişmesi), istibrâ yapmayanlarda daha fazla görülür. (M. Sıddîk bin
Saîd)
2. Nikâhla alınacak dul bir câriyenin hâmile olup olmadığını bilmek ve şüpheye yer
vermemek için bir temizlik müddeti geçip tekrar hayız görünceye kadar yaklaşmaktan
çekinmek.
İSTİ'DÂD:
Bir şeyin alınmasına, elde edilmesine ve kazanılmasına olan yatkınlık, doğuştan gelen
kâbiliyet, kavrayış, anlayış.
İsti'dâd Allahü teâlânın ihsânıdır. Hazret-i Ebû Bekr isti'dâdı sebebi ile Peygamberimize
sallallahü aleyhi ve sellem bir şey sormadan inanıverdi. Ebû Cehl'de isti'dâd kuvveti
bulunmadığından, o kadar alâmet ve mûcizeler (peygamberlere mahsus âdet dışı hâdiseler)
gördüğü hâlde, Peygamberliğe inanmak seâdeti (mutluluğu) ile şereflenemedi. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kur'ân-ı kerîmi anlamak için yetmiş iki yardımcı ilmi ve sekiz temel ilmi öğrenmek
lâzımdır. Ancak bundan sonra Kur'ân-ı kerîmi anlamağa isti'dâd hâsıl olup cenâb-ı Hak ihsân
ederse anlaşılabilir. Herkes anlamalıdır demek dinde müdâhene yâni gevşeklik olur. Kur'ân-ı
kerîmi anlamak için isti'dâdı çok olan on sene, orta olan elli sene çalışmak lâzımdır. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
İSTİDLÂL:
Delîl getirme. Akıl ile, düşünerek, inceleyerek eseri (yapılan işi) görerek yapanı;
yaratılmışları görerek yaratanı anlamak.
Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allahü teâlânın var
olduğunu anlar. Îmâna kavuşur. Eseri görerek müessirin, yâni eseri yapanın varlığını
anlamamak ahmaklık olur. Her insanın böyle düşünerek îmâna gelmesini dînimiz
emretmektedir. Selef-i sâlihîn (ilk iki asrın müslümanları), bu emri sözbirliği ile
bildirmişlerdir. Hicretin 400 senesinden sonra çıkan bâzı sapık fırkadakiler, nazar (inceleme)
ve istidlâl etmeye lüzum yoktur dediler ise de bunların sözlerinin kıymeti yoktur. (Hâdimî)
İstidlâl ile kazanılan bilgiler kesbîdir yâni çalışmak, sebeblere yapışmak, düşünmek, aklı
kullanmak sûretiyle elde edilir. Meselâ; duman görülen yerde ateşin bulunduğunun veya
ateşin bulunduğu yerde dumanın da bulunacağının bilinmesi istidlâl yoluyla bilmektir.
(Teftâzânî)
İSTİDRÂC:
Kâfir ve fâsıklarda görülen hârikulâde, olağanüstü haller.
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Allahü teâlâ sevdiği insanlara, iyilik
ve ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara âdetini bozarak sebebsiz
şeyler yaratıyor. Bunlar kâfirlerden, fâsıklardan ve günâhı çok olanlardan zuhûr ederse,
istidrâc olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kimse peygamberlere tâbi olmadan doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola
sapar. Eğer eline birşeyler geçerse, istidrâcdır. Sonu zarar ve ziyândır. (İmâm-ı Rabbânî)
İSTİFSÂR:
Açıklanmasını istemek, sormak.
Melekler, Allahü teâlâdan Âdem aleyhisselâmın niçin yeryüzünde halîfe olduğunu istifsâr
ederek anlamak istediler; "Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan
kulları mı yaratacaksın? Biz seni tesbîh ediyoruz, hamd ediyoruz. Seni her türlü aybdan,
kusurdan takdîs ediyoruz, her türlü noksanlıktan uzak tutuyoruz" dediler. (Bekara sûresi:
30) (Kurtubî)
İSTİGÂSE:
Şefâat dileme, yardım isteme; Allahü teâlâdan bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için,
Peygamberleri ve evliyâyı, sevdiği kullarını vesîle ederek (araya koyarak) isteme, yalvarma,
duâ etme. (Bkz. Tevessül ve Teşeffü')
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O vakit Rabbinizden istigâsede bulunuyordunuz da; O size; "Gerçekten ben arka
arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu. (Enfâl sûresi: 9)
Kıyâmet günü insanlar, önce Âdem ile, sonra Mûsâ ile ve sonra Muhammed
(aleyhimüsselâm) ile istigâse ederler. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
İstigâse olunan, yardım istenilen yalnız Allahü teâlâdır. Ancak peygamberler, velîler, sâlih
kullar ve benzerleri vâsıtadır, vesîledir (sebebdir). İstenilen şeyi yaratan, îcâd ederek yardım
eden ise yalnız Allahü teâlâdır. (Yûsuf Nebhânî)
İSTİĞRÂK:
Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin içinde bulunduğu mânevî hallere dalması sebebiyle
kendisini ve çevresinde olanları unutması.
İSTİĞFÂR:
Mağfiret (bağışlanmak) istemek. Allahü teâlâdan kusurlarının ve günâhlarının
affedilmesini bağışlanmasını dilemek. Tövbe etmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Biri günah işler veya kendine zulm eder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfârda
bulunursa, Allahü teâlâyı çok merhametli, afv ve mağfiret edici bulur. (Nisâ sûresi: 109)
Günâh işlemiş kimse, abdest alır, iki rek'at namaz kılar, sonra istiğfâr ederse günâhı
affolur. (Hadîs-i şerîf-Kurret-ül-Ayneyn)
İstiğfâr, belâ ve sıkıntıların giderilmesi için faydalıdır ve denenmiştir. (Muhammed
Ma'sûm)
İstiğfâr, insanı her murâda (arzuya), âfiyete kavuşturur. (Hâdimî)
Üç kimse şeytanın ve askerinin şerrinden korunmuştur. Onlar da, gece gündüz çok zikr
edenler, Allahü teâlâyı ananlar, seherlerde (sabah namazı vakti girmeden önce) kalkıp istiğfâr
edenler ve Allahü teâlânın korkusundan ağlayanlardır. (Dârendeli Hilmi Efendi)
Sıkıntısı olan kimse çok istiğfâr okusun. (Hazret-i Ömer)
İSTİHÂRE:
Hayır istemek.
1. Bir işin hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp iki rek'at namaz
kıldıktan sonra bu husustaki duâyı okuyarak o işle ilgili rüyâ görmek üzere hiç konuşmadan
uykuya yatmak.
İstişâre eden (danışan) pişmân olmaz, istihâre eden zarar etmez. (Hadîs-i
şerîf-el-Ikd-ül-Ferîd)
Dört şeyi yapan dört şeyden mahrum kalmaz. Şükreden, nîmetin artmasından; tövbe eden,
kabûlden; istihâre eden, hayırdan; istişâre eden, doğruyu bulmaktan, hakîkate ulaşmaktan
mahrûm olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Her mü'minin istihâre yapması sünnettir. İstihâre yedi gece yapılır. Rüyâda beyaz veya
yeşil görmek hayra, siyâh veya kırmızı görmek şerre alâmettir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2. Her gün evden çıkmadan iki rek'at namaz kılıp Allahü teâlâdan o günün ve işinin din ve
dünyâsı için hayırlı olmasını istemek.
İSTİHÂZA:
Kadınlarda âdet ve lohusalık dışında gelen ve oruç ile namaza mânî olmayan kan.
Hanefî mezhebinde, üç günden (72 saattan) beş dakika bile az olan ve yeni başlayan için
on günden çok sürünce, onuncu günden sonra ve yeni olmayanlarda âdetten çok olup, on
günü de aşınca, âdetten sonraki günlerde gelmiş olan ve hâmile ve âyise (ihtiyâr) kadından,
dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kan hayz olmaz. Buna istihâza veya fâsid kan denir.
İstihâza günlerinde bulunan bir kadın, idrârını tutamayan ve sık sık burnu kanayan kimse gibi,
özür sâhibi olur. Orucunu tutar, namazlarını kılar. (İbn-i Âbidîn)
İstihâza kanı hastalık alâmetidir. Uzun zaman akması tehlikeli olur. Tabîbe mürâcaat
etmelidir. Kardeş kanı (sang-dragon) denilen kırmızı sakız toz edilip, sabah-akşam birer gram
su ile yutulursa, kanı keser. Günde beş gram alınabilir. (M. Sıddîk Gümüş)
İSTİHFÂF:
Küçük ve aşağı görme, ehemmiyet vermeme, küçümseme.
Küfre düşmenin illeti (sebebi) ikidir: Birincisi dînin inanılması zarûrî (mecbûrî) olarak
bildirdiği şeylerden birini inkâretmek, ikincisi ise, dînî emirlerden birini istihfâftır. (İbn-i
Âbidîn)
Bir kimse diğerine gel İslâm âlimine gidelim veya fıkh, ilmihâl kitabını okuyup öğrenelim
dese, o kimse de, ben ilmi ne yapayım dese kâfir olur. Zîrâ bu söz, ilmi istihfâftır.
(Sinânüddîn Âmesi ve Dâmâd)
İSTİHSAN:
Güzel bulma, güzel görme.
1. Kıyas denilen delîlin iki kısmından birisi olan hafî (gizli, kapalı) kıyas, yâni asl
(hakkında açıkça hüküm bulunan şey) ile, fer' (hakkında açıkça hüküm bulunmayan şey)
arasında müşterek (ortak) olan ve aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illetin (vasfın,
özelliğin), müctehid âlim tarafından kolayca anlaşılamadığı kıyas.
İslâm dîninde din bilgilerinin elde edildiği ana kaynak dörttür: Kitâb (Kur'ân-ı kerîm),
sünnet (Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüb de bir şey demedikleri
hususlar), icmâ' (müctehid âlimlerin bir işteki sözbirliği) ve kıyastır. Kıyas, müctehid âlimin,
fer'in (hakkında açıkça nass yâni âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunmayan bir işin) hükmünü
buna benzeyen ve hakkında nass bulunan bir işin (aslın) hükmüne benzeterek anlamasıdır.
Aslın hükmünün fer'e verilmesine sebeb olan illet, müctehid âlim tarafından kolayca
anlaşılabiliyorsa, böyle kıyâsa, kıyas-ı celî (açık kıyas) denir. Kolayca anlaşılamıyorsa, kıyâs-ı
hafîdir (gizli, kapalı kıyâstır). (Serahsî)
2. Müctehid âlimin daha kuvvetli ve dîne daha uygun gördüğü bir husustan dolayı, bir
mes'elede benzerlerinin hükmünden husûsî, özel bir hükme dönmesi, küllî (umûmî, genel)
kâideye aykırı düşen hükmü alması; başka bir ifâde ile, müctehid âlimin, celî kıyasa aykırı
olan delîlin hükmünü alması. Fıkıh ilminde istihsan sözü geçince bu mânâ kastedilir.
İstihsânın dayandığı deliller vardır. Bunlar; âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf, icmâ, kıyâs-ı hafî
ve zarûrettir. Meselâ, kıyâs-ı celîye ve küllî kâideye göre mevcut olmayan, yok olan bir şey
üzerine akd, (anlaşma, sözleşme) yapmak bâtıldır, hükümsüzdür. Bu sebeble istisnâ' yâni bir
san'at sâhibine sipâriş vererek, târif ederek bir şey meselâ bir ayakkabı yaptırmak üzere akd
(anlaşma, sözleşme) yapılamaz. Çünkü, ayakkabı akd esnâsında henüz mevcut değildir,
yoktur. Fakat bu türlü akde göre muâmele, iş yaptırmak her devirde yapılageldiğinden ve bu
hususta icmâ' (müctehid âlimlerin sözbirliği) meydana geldiğinden, kıyâs-ı celî terkedilmiş,
böyle bir muâmelenin câiz olduğuna, olabileceğine hükmolunmuştur. (Serahsî)
Zevcin (kocanın) zevcesi(hanımı) için de kendi mülkünden onun izni (haberi) olmadan
fıtrasını vermesi istihsânen câizdir. (İbn-i Âbidîn)
İSTİHZÂ:
Söz, yazı, işâret veya çeşitli davranışlarla bir kişinin ayıp ve eksikliklerini ortaya
çıkarmak, onunla eğlenmek, alay etmek.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Münâfıklar (hakka inanmadıkları hâlde inanmış görünenler) mü'minler ile
karşılaştıklarında, biz de sizin gibi mü'minleriz derler. Kendilerini saptıran, insan
şeytanları olan reisleri (veya dostları) ile yalnız kaldıklarında; "Biz sizin dîniniz üzereyiz.
Biz ancak mü'minlerle istihzâ ediyoruz" derler. Allahü teâlâ onların bu istihzâlarının
cezâsını verir. (Bekara sûresi: 14-15)
(Dünyâda) insanlarla istihzâ eden birine, âhirette Cennet'ten bir kapı açılır ve; "Buyur
gel" denir. O kişi sıkıntılı ve telaşlı olarak gelir. Fakat kapı kapanır. Sonra başka bir kapı
açılır. O kişi yine sıkıntılı ve üzgün bir hâlde bu kapıya gelir, o da kapanır. Bu hâl o kadar
devâm eder ki, artık o kişiye "gel" diye seslendikleri hâlde gidemez duruma gelir. (Hadîs-i
şerîf-İbn-i Ebiddünyâ)
İstihzâ, insanın vekârını (ağır başlılığını) kaybettirir. Yüzünden hayâyı (utanmayı) kaldırır,
karşı tarafta kin ve nefret uyandırır. Dostluğun tadını kaçırır. İnsanı Allahü teâlâdan
uzaklaştırır. Hâtıraları öldürür. Kusurları çoğaltır. Günahları açığa çıkartır. (İmâm-ı Gazâlî)
İSTİKÂMET:
Allahü teâlânın beğendiği, doğru, hak yolda bulunma.
Kim ki hac eder, kötü söz konuşmaz ve istikâmetten ayrılmazsa, annesinden yeni
doğmuş gibi, bütün günâhlarından sıyrılır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Allahü teâlâ kendisine Hûd sûresinde; "Emr olunduğun gibi istikâmet üzere ol!"
buyurunca, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, istikâmetin zorluğuna işâretle;
"Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı" buyurdu. Yâsîn sûresinde; "Ey Resûlüm! Sen elbette
istikâmet üzeresin" buyurulunca, Resûlullah efendimiz rahatlamışlardır. (Seyyid Tâhâ)
Kıyâmet günü Sırat köprüsünden geçebilmek için istikâmet üzere bulunmak gerekir.
(Muhammed Hâdimî)
İstikâmet, kerâmetin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemekle kalb düzelir ve o kimsenin hâllerinde ve işlerinde
istikâmet hâsıl olur. Zâhirin (bedenin) ve bâtının (kalb ile rûhun) istikâmeti ele geçince de,
sonsuz seâdete kavuşulmuş olur. Zâhirin istikâmette olması demek, dindeki emir ve yasaklara
uymaktır. Bâtının, kalb ve rûhun istikâmeti ise, hakîkî îmâna kavuşmaktır. Yüksek hocamız,
hakîki îmânı, kalbi Allahü teâlâdan alıkoyan bütün fayda ve zararlardan temizlemektir, diye
açıkladılar. (Ya'kûb-i Çerhî)
İSTİKBÂL-İ KIBLE:
Kıbleye yönelme; namazda Mekke-i mükerremedeki Kâbe-i muazzamaya doğru durma.
Namaz kılarken istikbâl-i kıble farzdır. Yâni namaz, Kâbe-i muazzama tarafına dönerek
kılınır. Namaz, Allah için kılınır. Secde yalnız Allah için yapılır. Kâbe'ye karşı yapılır. Kâbe
için yapılmaz. (İbn-i Âbidîn)
İSTÎLÂM:
Selâmlamak. Hac ve umre ibâdetinde Kâbe'yi tavafa (etrâfında dönmeye) başlarken veya
tavaf sırasında Hacer-ül-esved (Cennet'ten indirilen taşın) önüne gelindiğinde, elleri namaza
durur gibi kaldırıp tekbir, tehlîl getirerek (Allahü ekber, lâilâhe illallahü vallahü ekber
diyerek) onu selâmlamak ve el sürüp öpmek. İzdihâm (kalabalık, sıkışıklık) dolayısıyle el
sürülemiyorsa, uzaktan elleri kaldırıp, işâret yapmak, sonra avucunun içlerini öpmek.
İstîlâm, haccın sünnetlerindendir. (İbn-i Âbidîn)
İSTİMDÂD:
Yardım isteme, yardıma çağırma.
Peygamberlerin ve evliyânın, Allahü teâlânın sevgili kullarının ve sâlih (iyi) mü'minlerin
rûhlarından, her kim nerede ve ne zamanda ve her ne hâlde istimdâd ederse, Allahü teâlânın
izniyle orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselâmın, sıkıntıda olanların imdâdına
(yardımına) yetişmesi böyledir. Resûlullah efendimizin, ümmetinin (kendine inananların) her
birine, hele ölüm zamânında imdâda (yardıma) yetişmesi de böyledir. (Ahmed Fârûkî)
İSTİMNÂ:
El ile menîyi dökme, masturbasyon.
El ile istimnâ, zevk için olursa haramdır. Ta'zîr olunur. Sükûnet bulmak için câiz, zinâ
tehlikesi olursa vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)
Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Fakat bâzısı,
bâzısına göre küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmaktan daha
küçüktür. El ile istimnâ her ikisinden daha küçüktür. Bir küçük günâhı yapmamak, bütün
cihânın nâfile (farz ve vâcib olmayan) ibâdetlerini yapmaktan daha sevâbdır. Çünkü nâfile
ibâdet farz değildir. Günahlardan kaçınmak ise herkese farzdır. (Muhammed Rebhâmî)
İSTİMRÂR:
Kadından âdet hâlinde gelen kanın devâm etmesi.
Bir kadından; on beş gün içinde hiç temiz gün olmadan, kan istimrâr ederse, âdetine göre
hesâb olunur. Yâni, âdetinden sonra başlayarak bir evvelki ay içindeki temizlik günü kadar
temizlik ve sonra âdeti kadar hayz kabûl edilir. Âdeti beş gün kan, yirmi beş gün temizlik
olan kadında kan istimrâr ederse, ilk görülen beş gün kan hayz, peşinden gelen yirmi beş gün
temiz kabûl edilir. Kızda ilk görülen kan istimrâr ederse, ilk on gün hayz, sonra yirmi gün
temiz kabûl edilir. (İbn-i Âbidîn)
İSTİNBÂT:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş hükümleri, bilgileri, açıkça
bildirilenlere benzeterek, meydana çıkarmak.
Eshâb-ı kirâmdan radıyallahü anhüm ecmaîn sonra gelen müctehidlerin en büyüğü İmâm-ı
a'zam Ebû Hanîfe'dir (r.aleyh). Bu büyük imâm, her hareketinde, her işinde Peygamberimize
sallallahü aleyhi ve sellem tam mânâsı ile tâbi idi. İctihâd ve istinbâtta öyle yüksek bir
dereceye yükselmişti ki, buraya ondan başka kimse varamadı. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bâzısını görürsün, insanlarıKur'ân-ı kerîmden ve Sahîh-i Buhârî'den dînî hükümleri
istinbât etmeye çağırır. Bu büyük cehâlete, bilgisizliğe ve açık dalâlete dikkat et! Sakın ey
kardeşim çok sakın, bu tür ahmaklarla bir araya gelip görüşmekten kaçın! Mezhebine sarıl;
Dört mezheb imâmından birine uy! (Yûsuf Nebhânî)
Allahü teâlânın kitâbını(Kur'ân-ı kerîmi) açıklayan Resûlullah efendimizden başkası
olmadığı gibi, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hükümleri istinbât edenler de ancak
ümmetin büyük imâmlarıdır. (Yûsuf Nebhânî)
İSTİNCÂ:
Önden ve arkadan necâset çıkınca bu yerleri yıkamak, temizlemek.
Başkasının yanında avret yerini açmadan su ile istincâ yapamayan kimse, pislik fazla olsa
bile su ile istincâdan vazgeçer. Avret yerini açmaz. Namazı öyle kılar. Açarsa fâsık
(günâhkâr) olur. Haram işlemiş olur. Tenhâ bir yer bulunca, su ile istincâ yapar ve namazı
iâde eder. (İbn-i Âbidîn)
İstincâ ederken, önünü, arkasını kıbleye dönmek tenzîhen mekrûhdur. (Alâüddîn Haskefî)
Kemik, gübre, tuğla, saksı ve cam parçaları, muhterem yâni para eden şeyler ve câmiden
atılan şeyler, zemzem suyu, yaprak ve kâğıd ile istincâ tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur.
(Hasan bin Mansur)
İSTİNKÂ:
İstincâdan sonra, hiçbir pislik kalmadığına kalbde kuvvetli bir kanâat hâsıl olması.
Erkeklerin, idrârını yaptıktan sonra istinkâ etmedikçe abdeste başlaması câiz olmaz.
(Muhammed Zihni Efendi)
İSTİNŞÂK:
Abdest ve boy abdesti (gusül) alırken burna su çekme.
On şey sünnettir: Bıyığı kısaltmak, sakalı uzatmak, misvâk kullanmak, mazmaza
(abdestte ağıza su almak), istinşâk, tırnak kesmek, ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altını
temizlemek, kasıkları temizlemek, su ile istincâ. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Guslün (boy abdestinin) sünnetlerinden birisi de; mazmaza (ağıza su vermek) ve
istinşâkta mübâlağa etmek. Hanefî mezhebinde ağızda ve burunda iğne ucu kadar kuru yer
kalsa, gusül abdesti sahîh olmaz. (Halebî)
İSTİRCÂ':
Belâ ve musîbet zamânında veya kötü bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi
râci'ûn (Muhakkak ki Allahü teâlânın kullarıyız, vefât ettikten sonra diriltilme ve neşr ile
yine O'na döneceğiz) (Bekara sûresi: 156) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak Allahü
teâlâya sığınmak. (Bkz. İnnâ Lillâh ve İnnâ İleyhi Râci'ûn)
Mükâfâtın büyük olması, belâ ve acının büyüklüğüne göredir. Allahü teâlâ sevdiği
kimselere belâ ve musîbet verir. Eğer istircâ' ederler, rızâ gösterirlerse, Allahü teâlâ da
onlardan râzı olur. Şâyet uğradıkları belâdan dolayı isyân ederlerse, Allahü teâlâ onlara gazâb
eder. (Enes bin Mâlik)
İSTİSGÂR:
Küçük ve aşağı görmek.
Hıkddan (kin tutmaktan) doğan kötülükler on birdir: Hased (kıskanmak), şemâtet
(başkasının başına gelen belâ ve musîbete sevinmek), hicr (dargınlık), istisgâr, gıybet
(başkasının arkasından, duyunca üzüleceği şeyleri konuşmak), sırrı ifşâ etmek, yaymak,
başkası ile alay etmek, onlara eziyet ve sıkıntı vermek, başkasının hakkını ödememek ve affa
mâni olmak. (Hâdimî)
İSTİSKÂ:
Kıtlık, kuraklık vaktinde, sahrâya çıkıp, yağmur yağdırması için Allahü teâlâya
yalvarmak, duâ etmek. Yağmur duâsı. (Bkz. İstiskâ Namazı)
İstiskâ için hamd ile, günâhlara pişmân olup tövbe ederek duâ yapılır. Resûlullah
efendimiz, Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizi gören ve mübârek sohbetinde bulunan
arkadaşları) ve asırlardan beri İslâm âlimleri, yağmur duâsı yaptılar. (Ahmed Tahtâvî)
İstiskâ duâsı için; ara vermeden üç gün çıkmak, çıkmadan sadaka vermek, üç gün oruç
tutmak, çok tövbe etmek, kul haklarını ödemek, hayvanları da çıkarıp, yavrularından ayrı
bulundurmak, ihtiyârları ve çocukları da çıkarmak sünnettir. (Mehmed Zihni Efendi)
İstiskâ Namazı:
Kıtlık, kuraklık vaktinde, yağmur yağması için sahrâda kılınan namaz.
İstiskâ namazı için çıkılan yerde imâm, evvelâ yalnızca veya cemâat ile iki rek'at namaz
kılar ve asâya dayanıp bir hutbe okur. Sonra kıbleye dönüp, avuçları semâya karşı açık olarak
omuzları hizâsına kaldırıp ayakta duâ eder. Hazır olanlar, arkasında oturarak dinleyip "âmîn"
der. (Ahmed Tahtâvî)
İSTİSNÂ':
Ismarlama. Bir san'at sâhibinden belirli bir işin, belirli özelliklerde yapılmasını istemek.
Meselâ bir terzi ile kumaşı ve benzeri malzemeleri ondan olmak üzere bir kat elbise dikmesi
için sözleşme yapmak.
İstisnâ'da parayı peşin vermek câiz olduğu gibi, belli olmayan zamanlarda taksitlerle
ödemek de şart edilebilir. (İbn-i Âbidîn)
İki taraftan biri ölürse, istisnâ' bâtıl olur, bozulur. (İbn-i Âbidîn)
İstisnâ'da malzeme san'at sâhibine âittir. Malzemeyi müşteri verirse işçilik olur. (İbn-i
Âbidîn)
İSTİŞÂRE:
Danışma, mühim bir iş için güvenilir birisiyle fikir alış-verişinde bulunma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Uhud harbinde sen, Allahü teâlâdan gelen bir merhâmetle onlara yumuşak davrandın.
Eğer katı yürekli olsaydın elbette onlar etrâfından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet.
Onlara Allah'tan mağfiret dile. İş husûsunda onlarla istişâre et. Bir kere de azmettin mi,
artıkAllah'a güven! Çünkü Allah tevekkül edenleri (her işte kendisine güvenenleri) sever.
(Âl-i İmrân sûresi: 159)
Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte, namazı dosdoğru kılmaktadırlar, işleri de
aralarında hep istişâre ederler, kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak yolunda) sarfederler.
(Şûrâ sûresi: 38)
Resûlullah efendimize Eshâbının; "Kur'ân-ı kerîm ve sünnette bulamadığımız bir olay ile
karşılaştığımızda ne yapalım?" diye sormaları üzerine; "Onu sâlih kimselerden sorun ve
onların istişâresine arz edin" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
İstiş_______________âre eden pişman olmaz. İstihâre eden zarar etmez. (Hadîs-i şerîf-Ikd-ül Ferîd)
İstişâre eden doğruyu bulur, mahrûm olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
İSTİŞFÂ':
Yardım istemek. (Bkz. Şefâat)
İSTİVÂ:
Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih, yâni görülen, ilk anlaşılan mânâların verilmesi akla ve dîne
uygun olmayıp günâh olan ve bu sebeble tevîl etmek yâni uygun olan mânâları vermek îcâb
eden kapalı sözlerden biri.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sonra Rabbiniz arş üzerine istiva etti. (A'râf sûresi: 54)
Selef-i sâlihîn, müteşâbih âyet-i kerîmelerin mânâlarını Allahü teâlâya havâle etmişlerdir.
Nitekim birisi gelip, Mâlik bin Enes'e radıyallahü anh Allahü teâlânın istivâsı hakkında
sorunca, başını eğdi bir müddet sonra onda ter görüldü ve: "İstivâ ma'lûmdur, bilinir.
Keyfiyyeti (nasıl olduğu) meçhûldür, bilinmez. Ona îmân etmek gerekir. Ondan sormak
bid'attir, dalâlettir, sapıklıktır. Zannediyorum sen bid'at ehlisin" dedi ve emrederek o şahsı
oradan sürdürdü. Fakat sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri, zamanlarındaki bid'at fırkalarının
böyle âyet-i kerîmeleri yanlış açıklamalarına cevab vermek zarûreti ortaya çıkınca böyle
âyet-i kerîmeleri te'vîl etme, açıklama ihtiyâcını duydular. Dînin esaslarına uygun olarak
açıkladılar. Meselâ, lugat mânâsı el demek olan yed kelimesini Allahü teâlânın kudreti, yüz
mânâsına gelen vech lafzını (sözünü) Allahü teâlânın zâtı diye te'vîl ettikleri (açıkladıkları)
gibi, istivâyı da Allahü teâlânın hâkimiyeti gibi uygun bir mânâ ile te'vîl ettiler, açıkladılar.
Çünkü Allahü teâlâ, bir mekânda bulunmaktan, orada yerleşmekten münezzehdir, yücedir.
(İbn-i Halîfe Alîvî)
İSYÂN:
Karşı gelme, baş kaldırma, âsî olma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Fakat Allahü teâlâ size îmânı sevdirmiş ve onu kalblerinize zînet yapmıştır. Küfrü, fıskı
ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. (Hucurât sûresi: 7)
Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ederse, şeytan ağlayarak uzaklaşır ve; "Vay
hâlime; Âdemoğlu secde etmeye me'mur oldu ve hemen secde etti. Bu sebeple Cennet
onundur. Ben de secde ile emrolundum; ama ben isyân ettim. Bu sebeble Cehennem de
benimdir" der. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Anaya-babaya iyilik ve hizmet edenlerin ömrü bereketli ve uzun olur. Ana ve babasına
isyân edenlerin ömrü bereketsiz ve kısa olur. Ana ve babasına isyân eden mel'ûndur.
(Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Bir kimse, evliyânın meşhûrlarından İbrâhim Edhem hazretlerinden nasîhat isteyince,
buyurdu ki: "Şu altı şeyi kabûl edersen hiçbir işin sana zarar vermez.
1) Günâh yapacağın zaman, Allahü teâlânın verdiği rızkı yeme! Rızkını yiyip de, O'na
isyân etmek doğru olur mu?
2) O'na âsî olmak istersen O'nun mülkünden çık! Mülkünde olup da, O'na isyân etmek
lâyık olur mu?
3) O'na isyân etmek istersen, gördüğü yerde yapma! Görmediği bir yerde yap!O'nun
mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günâh yapmak, uygun değildir.
4) Can alıcı melek, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste. O
meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da bu saattir. Zîrâ
Melek-ül-mevt (ölüm meleği) ânî gelir.
5) Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek geldikleri vakit onları kov, seni imtihan
etmesinler! Soran kimse dedi ki; "Buna imkân yoktur." İbrâhim Edhem buyurdu ki: "Öyleyse
şimdiden cevap hazırla!"
6) Kıyâmet günü Allahü teâlâ "Günâhkâr olanlar, Cehennem'e gitsin!" diye emredince,
ben gitmem de! Soran kimse dedi ki: "Bu sözümü dinlemezler." Bunun üzerine o kimse tövbe
etti ve ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
İŞÂ:
Yatsı vakti.
İşâ-i Evvel:
Yatsının ilk vakti. Batıdaki mer'î (görünen) ufuk hattı üzerinde, kırmızılığın kaybolması
ile başlayan vakit. Güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında, on yedi derece yüksekliğe indiği
vakit.
Yatsı namazının vakti, İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e) göre işâ-i
evvelden sonra başlar. Diğer üç mezhebde de böyledir. İmâm-ı a'zam'a göre işâ-i sânîden yâni
beyazlık kaybolduktan sonra başlar. Fecrin ağarmasına (imsak vaktine) kadar devâm eder.
(İbn-i Nüceym, Ahmed Ziyâ Bey)
İşâ-i Rabbânî:
Hıristiyanların, dinlerinin temel inançlarından biri gibi kabûl ettikleri akşam yemeğinde
güyâ Îsâ aleyhisselâmın etini yiyip, kanını içerek onunla birleşeceklerine ve böylece
günâhlarının döküleceğine inanmaları.
Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği nasrânîlik ile, göğe kaldırılmasından sonra ortaya çıkarılan
ve çeşitli kiliselerin inandığı hıristiyanlık, birbirinden çok farklıdır. Îsevî dîni va'z ve nasîhat
idi. Îsevîlik'de vaftîz ve İşâ-i Rabbânî gibi âyinler yok idi. (Ülfet Azîz Essamed)
İşâ-i Sânî: Batıdaki mer'î ufuk hattı üzerinde beyazlığın kaybolması ile başlayan vakit;
güneşin üst kenarının ufk-ı mer'î altında on dokuz derece yüksekliğe indiği ve şafağın
kaybolduğu tam karanlık vakit.
İŞÂRET-İ NASS:
Nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) görünen mânâsından başka, ayrıca maksûd
olmayan, kastedilmeyen bir mânâyı da bildirmesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onların (boşanmış kadınların) ma'rûf vechile (örf ve âdete göre) yiyeceği, giyeceği,
çocuk kendisinin olana (babaya) âittir. (Bekara sûresi: 233) Âyet-i kerîme, boşanmış emzikli
kadınların yiyecek ve giyeceklerinin boşayan erkeklere âit olduğunu bildirmektedir. Ayrıca,
âyet-i kerîme, işâret-i nass yoluyla da çocuğun nesebinin (soyunun) babaya âit olduğunu da
ifâde etmektedir. (Serahsî)
İŞMOİL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hârûn aleyhisselâmın neslinden olup, Mûsâ
aleyhisselâmın dînini tebliğ etmiştir.
İşmoil aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmeden önce, Mısır ve Kudüs arasındaki
Bahr-i Rûm (Rum denizi) sâhillerinde yaşayan Amâlikalılar, İsrâiloğullarına musallat
olmuşlardı. Amâlikalılar, İsrâiloğullarına saldırdılar, pekçok kimseyi öldürüp, on binlerce
kimseyi esir ettiler. Mûsâ aleyhisselâmdan beri içerisinde Tevrat'ın bulunduğu ve
İsrâiloğulları için birlik ve berâberliğin sembolü olan Tâbût'u da aldılar. Bilhassa Tâbût'un
gitmesine çok üzülen İsrâiloğulları dağılıp, perişan bir hâle düştüler. Kendilerini bu
durumdan kurtaracak bir peygamber göndermesi için duâ edince, Allahü teâlâ İşmoil
aleyhisselâmı peygamber gönderdi. İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına Tevrât'ın emir ve
yasaklarını tebliğ etti. İsrâiloğulları önce İşmoil aleyhisselâmı yalanladılar, sonra itâat ettiler.
İsrâiloğullarına Allahü teâlâ tarafından Tâlût'un hükümdâr tâyin edildiği bildirildi.
İsrâiloğulları Tâlût'un hükümdarlığını kabûl etmediler. Nihâyet çeşitli îtirâzlardan sonra
Tâlût'un hükümdârlığını kabûl ettiler. İçerisinde Tevrât'ın bulunduğu Tâbût'u Amâlikalılardan
alıp, İsrâiloğullarına getiren Tâlût, onlardan büyük bir ordu kurdu. Amâlikalılara karşı harbe
hazırladı. İşmoil aleyhisselâm Amâlikalılara karşı harbe giderken bir nehirden su içip
içmemekle imtihân edileceklerini bildirdi. Bahs edilen nehre gelince, Tâlût'un emrini
dinlemeyip nehirden su içen İsrâiloğulları imtihanı kaybedip perişan ve sefîl hâlde geri
döndü. Aralarında henüz peygamberliği bildirilmemiş olan Dâvûd aleyhisselâmın da
bulunduğu Tâlût'a itâat eden az sayıda bir topluluk nehri geçip Amâlika kavmine gâlib geldi.
Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u, Dâvûd aleyhisselâm öldürdü. Nihâyet İsrâiloğulları
düşmanlarına gâlib gelip kuvvetlendiler.
İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına on bir sene peygamberlik yaptı. Peygamberliğinin on
birinci senesinden sonra Tâlût'u İsrâiloğullarına hükümdâr tâyin edip elli iki yaşında vefât
etti. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Mirhaund)
İŞRÂK VAKTİ:
Güneşin ufuk hattından beş derece (bir mızrak boyu) yükselmesinden, yâni güneşin çıplak
gözle bakılamıyacak kadar parlamasından îtibâren başlayan zaman, bayram namazı vakti.
(Bkz. Duhâ-i Sugrâ)
Güneşin doğmaya başlamasından işrâk vaktine kadar her türlü namazı kılmak tahrîmen
(harama yakın) mekrûhtur. (Dâmâd)
Ramazân bayramı ve Kurban bayramının birinci günlerinde, güneş doğduktan ve farz
olsun, nâfile olsun namaz kılmak mekruh olan vakit çıktıktan sonra, yâni işrâk vaktinde, iki
rek'at bayram namazı kılmak, erkeklere vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)
İŞRÂK NAMAZI:
İşrâk vaktinde, güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra kılınan namaz.
Sabah namazını kıldıktan sonra dünyâ kelâmı söylemeden kıbleye karşı durup, güneş
bir mızrak yükseldikten sonra iki rek'at işrak namazı kılan kimse, şüphesiz cennetliktir.
(Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
İŞTİBÂK-ÜN-NÜCÛM:
Güneş battıktan sonra, yıldızların çoğunun görünmesi, yâni güneşin arka kenârının, şer'î
ufuk altına on derece irtifâ'a (yüksekliğe) inmesi.
Akşam namazını, vaktin evvelinde kılmak sünnettir. İştibâk-ün-nücûm vaktinden sonraya
bırakmak haramdır. Hastalık ve seferî (yolcu) olmak gibi bir durum olursa, yıldızlar çok
görülünceye kadar geciktirilebilir. (İbn-i Âbidîn)
Kapalı havalarda, ezân okunsa bile, güneş battığına kanâat getirmedikçe, iftâr etmemeli,
orucu açmamalıdır. İştibâk-ün-nücûmdan evvel iftâr edince, müstehab olan ta'cîl (acele etme)
yapılmış olur. (İbn-i Âbidîn)
İTÂ'AT:
Söz dinleme, boyun eğme, emre göre hareket etme. Sözünden çıkmama.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Allahü teâlâya ve O'nun peygamberlerine itâat edenler, âhirette Peygamberlere ve
sıddıklara ve şehîdlere ve sâlihlere verilen nîmetlere ortak olacaklardır. (Nisâ sûresi: 69)
Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne ve siz müslümanlardan olan âmirlere itâ'at
ediniz. (Nisâ sûresi 59)
Kim bana itâat ederse Allahü teâlâya itâat etmiş ve her kim bana isyân ederse (karşı
gelirse) Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Bir de kim âmire itâat ederse bana itâat etmiş, kim
âmire isyân ederse bana isyân etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak kolaydır. Bunun için O'na itâat
ediniz. Cehennem ateşine düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız. (Kâ'b-ül-Ahbâr)
Bir insanın itâatkâr kul olmasının aslı dört şeydir: Birincisi, uzun emelli olmamak.
İkincisi, cenâb-ı Hakk'ın va'dinden emin olmak. Üçüncüsü, cenâb-ı Hakk'ın taksîmine,
verdiğine râzı olmak. Dördüncüsü haram yememek. Kim bu dört şeyi yerine getirirse, bütün
mücâhedeleri yerine getirmiş olur. Nefsini itâat altına almış olur. (Ahmed Nâmıkî Câmî)
Allahü teâlâya itâat etmek bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarın
dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Main)
İTÂB:
Azarlama.
Mekrûh (Resûlullah efendimizin beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeyleri)
işleyen veya müekked sünneti (Resûlullah efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk
ettikleri kuuvvetli sünneti) özürsüz terk etmeyi âdet edinen kimse, itâb olunur. (Muhammed
Es'ad)
Müstehâbı (Peygamber efendimizin, ömründe bir-iki kere işlediği hareketleri) terk edene
azâb ve itâb olunmaz. (Kutbüddîn İznikî)
İ'TİKÂD (Îtikâd):
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ tarafından, bildirdikleri
şeylerin hepsine inanma veya inanılacak şeyler. (Bkz. Îmân)
Allahü teâlânın bildirdiği her din iki kısımdır. Biri, kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler,
diğeri beden ile veya kalb ile yapılacak ibâdet bilgileridir. Bunlardan îtikâd esasları her dinde
aynıdır, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları yaprakları
gibidir. Her müslümanın önce îtikâdını düzeltmesi, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin
bildirdikleri gibi inanması lâzımdır. Cehennem'in ebedî azâbından kurtulanlar ancak bu îtikâd
üzere olanlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Müslümanların birinci vazîfesi, îtikâdı düzeltip, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin
bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak, fıkıh (İslâmiyet'in emir ve yasaklarla
ilgili) bilgilerini öğrenip, her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
İ'tikâdda Mezheb:
Îmân edilecek, inanılacak husûslarda tâbi olunan, uyulan yol.
Îtikâdda mezhebler, Ehl-i sünnet ve'l-cemâat ve Ehl-i bid'at mezhebleri olmak üzere iki
kısma ayrılır. Her müslümanın, Ehl-i sünnetin iki îmâmından birine yâni Îmâm-ı Mâturîdî ve
İmâm-ı Eş'arî mezheblerinden birine uyması lâzımdır. Îmânla ilgili bilgilerde bu iki imâmdan
birine uymak insanı bid'at (bozuk) îtikâddan kurtarır. Çünkü Ehl-i sünnet âlimleri aklın
ermediği bilgilerde yalnız Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymuşlar, akıllarını yalnız bu
ikisini anlamakta kullanmışlardır. (Muhammed Hâdimî, İmâm-ı Rabbânî)
Hanefî mezhebindekiler, îtikâdda Ebû Mansûr Mâturîdî hazretlerine tâbi olmuşlardır.
Çünkü Ebû Mansûr Mâturîdî hazretleri, îtikâdî ve amelî hususlarda, İmâm-ı a'zam Ebû
Hanîfe'nin mezhebindedir. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde bulunanlar, îtikâdda
Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretleri, Şâfiî
mezhebinde idi. (Taşköprüzâde)
Îtikâdda mezhebimiz olan Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebinden başka, yetmiş iki fırkanın
inançları yanlıştır, bozuktur, Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü îtikâd mezheblerinin yetmiş
üçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, diğerlerinin bozuk olacağını Peygamber
efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem haber vermiştir. Yanlış oldukları bildirilen yetmiş iki
fırkaya bid'at (sapıklık) fırkaları denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine müslüman
denir. Fakat yetmiş iki mezhebden herhangi birinde bulunduğunu söyleyen bir kimse,
Kur'ân-ı kerîmde veya hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ve müslümanlar arasında yayılmış
bilgilerden birine inanmazsa, kâfir olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, İmâm-ı Rabbânî, Ahmed
Tahtâvî)
İ'TİKÂF (Îtikâf):
İbâdet niyetiyle câmide bir müddet bulunmak. Îtikâf, nezr (adak) olursa vâcib, Ramazan
ayının son on gününde sünnet, bunların dışında herhangi bir zamanda namaz kılmayı
beklemek, göz-kulak günâh işlemesin niyetiyle mescidde bulunmak ise müstehâbdır
(sevâbdır). Îtikâfa girene mü'tekif denir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Mescidlerde îtikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. (Bekara sûresi:
187)
Îtikâfta olan kimseye bütün sevâbları yapıyormuş gibi ecir (sevâb) verilir. (Hadîs-i
şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Allah için bir gün îtikâf yapmak, insanı Cehennem ateşinden uzaklaştırır. (Hadîs-i
şerîf-Hakîm)
Peygamber efendimiz orucun farz kılınmasından sonra ömürlerinin sonuna kadar her
Ramazanın son on gününde îtikâfta bulunmuşlardır. Bu, îtikâfın sünnet ile sâbit olmasının
delîlidir. (M. Zihni Efendi)
Kadın, evinin mescidinde yâni namaz kılmak için ayırdığı bir odasında veya köşesinde
îtikâf eder. Mescidde îtikâf etmez. (M. Zihni Efendi)
İ'TİMÂD-I NEFS:
Nefse güvenmek, bir iş için lâzım olan çalışmaları ve sebeplere yapışmayı bırakarak o işi
başarırım diye kendine güvenmek.
İslâm dîni, çalışmayı ve Allahü teâlâya tevekkül etmeyi (güvenmeyi) emr eder. Îtimâd-ı
nefs, İslâmiyet'in emirlerine karşı gelmektir. Mantık ilmine de uygun olmayan îtimâd-ı nefs,
egoistliğe (bencilliğe) ve kendini beğenmeye yol açar. "Başkasının yumruğunu yemeyen
kendi yumruğunu batman taşı sanır" atasözü, îtimâd-ı nefsin yanlış olduğunu göstermektedir.
Hakîkî bir müslüman îtimâd-ı nefs yerine, elden geldiği kadar sebeplere yapıştıktan sonra
Allahü teâlâya tevekkül eder, güvenir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
İslâm düşmanları, insan îtimâd-ı nefs etmeli diyor. Müslümanlar ise, yalnız Allah'a
güvenmelidir diyor. İslâm düşmanları tevekküle (Allahü teâlâya güvenmeye)
inanmadıklarından, tevekkülden alınan kuvvet ve cesâretin yerini boş bırakmamak için
îtimâd-ı nefs sözüyle bu ihtiyâcı karşılamak zorunda kalmışlardır. (Mustafa Sabri)
İTMİ'NÂN:
Huzûr, sükûn ve râhata kavuşma.
Kur'ân-ı kerîmde buyruldu ki:
Biliniz ki, kalbler yalnız Allahü teâlâyı zikretmekle itmi'nân bulur. (Ra'd sûresi: 30)
Kalbin itmi'nânının alâmeti, dînin emir ve yasaklarına tam uymaktır. (Hâcı Dost
Muhammed)
İtmi'nân hâsıl olunca, nefste hiç azgınlık ve taşkınlık bulmuyorum. Şerîate tam uyduğunu
görüyorum. Öyle ki, nefs, mâsivâyı (Allahü teâlâdan başkasını) tamâmen unutmuş olan kalb
gibi olmakta, Allah'tan başka hiçbir şeyi görmez ve bilmez bir hâle gelmektedir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kalbin itmi'nânı zikr iledir. (İmâm-ı Rabbânî)
İTTİBÂ:
Tâbi olma, bağlanma, uyma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey sevgili Peygamberim!Onlara de ki; eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü
teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana ittibâ ediniz! Allahü teâlâ, bana ittibâ edenleri
sever. (Âl-i İmrân sûresi: 31)
Yâ Rabbî! Bize hakkı hak olarak göster ve ona ittibâ ile bizi rızıklandır. Bâtılı da bâtıl
olarak göster ve ondan kaçınmakla bizi rızıklandır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Peygamber efendimize ittibânın ufak bir zerresi, bütün dünyâ lezzetlerinden ve bütün
âhiret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük; O'nun sünnet-i seniyyesine ittibâ
etmektir. (Ahmed Fârûkî)
Mezheb imâmlarına tâbî olmak, onları taklîd etmek demek; onların kendi emirlerini
yapmak demek değildir. Onların Kitâb'dan (Kur'ân-ı kerîmden) ve Sünnet'ten (hadîs-i
şerîflerden) bildirdiklerine ittibâ etmektir. (Abdülvehhâb-ı Şârânî)
Dört hak (doğru) mezhebden birine ittibâ etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten (Resûlullah
efendimiz ve dört halîfesinin yolundan) ayrılmış olur. (Ahmed Tahtâvî)
İTTİHÂD:
Birleşme.
Allahü teâlâ hiçbir şeyle ittihâd etmez. Hiçbir şey de O'nunla ittihâd etmez. (İmâm-ı
Rabbânî)
Her şeyden, her mahlûktan, Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü, her mahlûkun
(yaratılmışın) kendisi ve sıfatları (özellikleri) Allahü teâlânın kudretinin eseridir. Bu eserlerin
sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve mânevî bağı görür, anlar. Eşyânın Allahü
teâlâya delâlet etmesi, O'nu göstermesi için O'nunla ittihâd etmesi lâzım gelmez. Duman ateşi
haber verir ise de ateşle bir birleşmesi yoktur (o, ateşten tamâmen ayrı bir şeydir. (İmâm-ı
Rabbânî)
İTTİKÂ:
Allahü teâlâdan korkma, haramlardan, günâhlardan sakınma. (Bkz. Takvâ)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Küçük hatâlar müstesnâ günâhların büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınanlara
gelince; muhakkak Rabbin mağfireti bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve
annelerinizin karnında ceninler iken sizi (bütün hâllerinizi) en iyi bilendir. O hâlde
kendinizi temize çıkarmayın. O, ittikâ edenleri en iyi bilendir. (Necm sûresi: 32)
Ey âdemoğulları! Size aranızdan âyetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim ittikâ
eder de hâlini ıslâh ederse, onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olmayacaklardır.
(A'râf sûresi: 35)
Haramlardan ittikâ eden, hayvanlara zulmetmeyen, ücretsiz bir iş yaptırmayan ve herkesin
elindekini onun helâl mülkü bilen kimse takvâ sâhibi (haramlardan kaçınmış) olur. (İbn-i
Âbidîn)
İYÂDET-İ MARİZ:
Hasta ziyâreti.
İyâdet-i mariz sünnettir. Hastanın kimsesi yoksa bunu yoklamak vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)
İZ'ÂN:
Anlayış, kavrayış.
Aklımız ve iz'ânımız, âhiret hayâtının, dünyâ hayâtı ile mukâyese edilemeyecek kadar
önemli olduğunu bize göstermektedir. Seâdet (mutluluk) iki türlüdür: Biri âhiret seâdeti,
diğeri dünyâ seâdetidir. Bu iki seâdetten hangisi önemlidir? Âhiret seâdetinin pek mühim
olduğunu akıl ve iz'ân sâhibi insanlar kolaylıkla anlıyabilir (Abdülhakîm Arvâsî)
İz'ân-ı Kalb:
Kalbin kabul ve tasdîki.
İz'ân-ı kalb olmadıkça, yalnız bilmekle îmâna kavuşulamaz. (Ahmed Fârûkî)
İZÂR:
Kefenin baştan ayağa kadar olan ve genişliği bir metreyi bulan parçası.
Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir: İzâr, kamîs (entârî gibi uzun gömlek) ve
lifâfe (başı ve ayakları geçecek uzunlukta ve baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp
bezle bağlanan parça). (İbrâhim Halebî)
İZHÂR:
Açıklamak, ortaya çıkarmak. İki harfi birbirinden ayırmak mânâsına tecvîd ilminde bir
terim.
Tenvin veya sâkin nundan sonra hemze, he, ayn, ha, gayn ve hı harflerinden biri gelirse,
tenvin veya sâkin nun izhâr olunur. (Karabaş Efendi)
İZTİBÂ (İdtıbâ):
Hac ve ömre ibâdetlerinde erkeklerin giydikleri dikişsiz iki parçadan meydana gelen
ihramın üst parçasının bir ucunu sağ koltuk altına alıp diğer ucunu sol omuz üzerine atmak.
İztibâ erkeğe sünnettir. (Mehmed Zihnî Efendi)
İZZET:
1. Üstünlük, yücelik, azîz olma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Gücü kuvveti onların yanında
mı arıyorlar? Şüphe yok ki, bütün izzet ve kudret Allah'ındır. (Nisâ sûresi: 139)
İzzet İslâm'dadır. İslâm'ın ahkâmına (emir ve yasaklarına) uyan, azîz olur. Bu ahkâmı
beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti başka şeylerde arayan zelîl olur. (Hazret-i Ömer)
Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti kazanmakta ise nefsler için izzet vardır.
Acabâ niçin insanlar, bâkî olan âhireti istemekteki izzetin yerine fânî olan dünyâyı isteyerek
zilleti seçerler. (Ebû Ali Rodbârî)
2. Hürmet, saygı.
Çünkü bildin mü'minin kalbinde bir Allah var,
Niçin izzet etmedin ol beyte kim Allah var.
(Lâ Edrî)

IRK:
Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan
topluluğu, millet.
Irkçılık yapan da, ırkçılık için savaşan da ve ırkçılık uğrunda ölen de, bizden değildir.
(Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Hiç bozulmamış, değiştirilmemiş biricik din olan İslâm dîninin güzel ahlâkı ile bezenmiş,
birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan, büyük insan topluluklarının, birleştiklerini
biliyoruz. Bu topluluğu ayakta tutan temel, Hak teâlânın emrettiği çalışkanlık, adâlet, iyilik,
saygı gibi din esasları idi. Osmanlı Türklerini de, Sakarya kenarından, kısa bir zamanda,
Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultan Osman'ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları İslâm
dîninin rûhu ve bedeni tekâmül ettirerek geliştiren ışıklı yolu idi. Çünkü İslâmiyet'te ırkçılık
yoktur. Her müslüman kardeştir. (M. Sıddîk bin Saîd)
ISLÂH:
1. Terbiye etmek, iyi hâle getirmek.
Herhangi bir kimseyi ıslâh etmeye çalışmak, ona İslâmiyet'i bildirmekle olur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Kulun ıslâhı kalbinin ıslâhına, bozukluğu da kalbinin bozukluğuna bağlıdır. (Muhammed
Ma'sûm-ı Fârûkî)
Kim kalbini ıslâh edip düzeltirse, Allahü teâlâ da onun zâhirini (dışını) düzeltir. (Avn bin
Abdullah)
Allahü teâlâ âhiret için çalışanın dünyâ işlerine kâfi gelir, dünyâsı husûsunda ona yardımcı
olur. Kim Allahü teâlâya karşı hâlini ıslâh ederse, Allahü teâlâ da onunla insanlar arasını ıslâh
eder, güzel yapar. İçini ıslâh edenin, Allahü teâlâ dışını ıslâh eder, güzel yapar. (Avn bin
Abdullah)
2. Bozulan bir şeyi eski hâline getirme.
İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zamanlarda da garîb olacaktır. Bu garîb insanlara
müjdeler olsun! Bunlar, insanların bozduğu sünnetimi ıslâh ederler. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
3. İnsanların aralarını düzeltmek, barıştırmak.
Âdemoğlunun her konuştuğu yalan, kendi aleyhine yazılır. Ancak iki müslümanın
arasını ıslâh için konuştuğu yalan, yazılmaz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)
İki kimsenin arasını ıslâh eden veya hayrı söyleyip, hayrı yükselten kimse yalancı
değildir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Islâh-ı Nefs:
Kötü huyları, fenâ alışkanlıkları ve yaramaz işleri bırakıp, iyi huyları, güzel işleri, kulluğa
yakışan tâat ve ibâdetleri yapma.
ISLÂHÂT:
İyi hâle, işe yarar hâle getirmek için yapılan çalışmalar, düzenlemeler.
Endülüs müslümanlarının Avrupalılara tuttukları ışık ile, Avrupa'da bir rönesans, ıslâhât
hareketi başlamıştı. Aklî ilimleri öğrenen birçok ilim adamı, akıl ve mantık dışı olan
hıristiyanlığa karşı isyân ettiler. Hıristiyanlığa karşı yapılmış olan hücumlar, İslâmiyet'e karşı
yapılamadı. Çünkü İslâm dîni, tebliğ edildiği, bildirildiği günden beri, bütün temizliği ve
sâfiyeti ile durmaktadır. İçinde akla mantığa ve ilme ters düşecek hiçbir bilgi yoktur. Kur'ân-ı
kerîm indirildiğinden beri, bir noktası bile değiştirilmeden aynen muhâfaza edilmiştir,
korunmuştur. (Harputlu İshak Efendi)
ISMARLAMA:
Bir san'at sâhibine bir şeyi târif ederek istediği şekilde yaptırmak. (Bkz. İstisnâ')
ITÂK:
Köle âzâd etmek, serbest bırakmak. (Bkz. Âzâd)
Üç şey vardır ki, ciddîsi de ciddîdir, şakası da ciddîdir: Nikâh etmek (evlenmek), talâk
(boşamak) ve ıtâktır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî ve Keşf-ül-Hafâ)
IYÂL:
Bir kimsenin bakmak (geçindirmek) zorunda olduğu kimseler: Zevce (hanım), çocuklar
(erkek ve kız), ana-baba, hizmetçi. (Bkz. Nafaka)
Iyâl için yapılacak masraflar, yiyecek, giyecek ve ev olup, şehrin âdetine, piyasaya, akrabâ
ve arkadaşlara göre ayarlanır. Zamâna ve hâle göre değişir. Her memlekette başkadır. (İbn-i
Âbidîn)
Ehl-ü ıyâlin rızâ ve gönüllerini almak için, haram işliyerek âhiret azâbını ihtiyâr eden
(tercîh eden) kimsenin bu yaptığı akla uygun değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
IYD:
Bayram. Müslümanların sevinç ve neş'e günleri olan Ramazan ve Kurban bayramları.
(Bkz. Bayram)
Iyd günlerinde, dargın olanları barıştırmak, akrabâyı, din kardeşlerini ziyâret etmek,
onlara hediye götürmek Peygamber efendimizin âdetleri olduğundan sünnettir. (Muhammed
Rebhâmî)
Iyd-ı Edhâ:
Kurban bayramı. Kamerî seneye göre Zilhicce ayının onuncu, on birinci, on ikinci ve on
üçüncü günleri.
Iyd-ı edhâda bayram namazına giderken "Allahü ekber Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü
vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhi'l-hamd" diye yüksek sesle Tekbîr-i teşrik getirmek
namazdan önce bir şey yimemek, namazdan sonra önce kurban eti yemek sünnettir. (Halebî)
Iyd-ı Fıtr:
Ramazan bayramı. Kamerî seneye göre Şevvâl ayının birinci günü.
Sabahleyin câmi'e giderken bayram tekbirlerini Iyd-ı fıtrda sessiz, ıyd-ı edhâda (kurban
bayramında) açıktan yüksek sesle söylemek sünnettir. (Halebî)

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget