Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dini ve daveti umumîdir, hitabı bütün insanlığadır; diğer peygamberler gibi bir kavme, bir kabileye, bir millete veya bir böl­ge­ye münhasır değildir.
Cenab-ı Hak, birçok ayet-i kerimede bu hususu beyan buyurmuştur:“(Resûlüm!) De ki: ‘Ey insan­lar! Ben, sizin hepinize gelen, Allah’ın Peygamberiyim!”[1]
Buna binaen, Peygamber Efendimizin daveti elbette yalnız bazı Arap kabi­lelerine, birtakım insanlara ve belli bölgelere münhasır kalamazdı. Bütün in­sanlığa bu iman ve İslam daveti sesinin duyurulması gerekiyordu.
Bunun için, Hudeybiye Sulhü sonrası, en müsait bir zamandı. Zira antlaşma gereğince on yıl harp yapıl­ma­ya­cak­tı.
Hicret’in 7. senesi, Muharrem ayı idi.
Peygamber Efendimiz, bir gün ashab-ı kiramı toplayarak, “Allah, beni bü­tün insanlara rahmet olarak gönderdi. İslam’ı yayma hususunda bana yar­dımcı olun! Havarilerin Meryemoğlu İsa’ya muhalefetleri gibi, siz de bana kar­şı muhalefette bulunmayın!” buyurdu.
Sahabeler, “Yâ Re­sû­lal­lah! Havariler, İsa’ya (a.s.) nasıl mu­ha­le­fet etmiş­ler­di?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem izah etti: “Benim sizi davet ettiğim vazifeye, o da havarilerini davet etmişti. Ancak onun yakın yere gönderdiği kimseler, isteyerek gidip se­la­mete eriştiler; uzak yere göndermek istedikleri kimseler ise, gitmekten ka­çın­dılar. İsa (a.s.), bu durumu Allah’a arz etti ve şikayet­te bulundu. Gitmeye üşe­nen­lerin her biri, gönderilecekleri milletlerin dillerini konuşur oldukları halde sa­bahladılar. İsa (a.s.), onlara, ‘Bu, Allah’ın si­zin için kesinleştirdiği ve ehem­mi­yet verdiği bir iştir. Haydi, gidiniz!’ demişti; onlar da git­mişlerdi!”[2]
Bunun üzerine sahabeler, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Biz, sana bu hususta yardımcı olacağız: Bizi arzu ettiğin yere gönder!” dediler.[3]

Kim, Nereye ve Kime Gönderildi?

Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, İslam’a davet maksadıyla asha­bından
1) Dıhyetü’l-Kelbî’yi Rum Kayseri[4]Heraklius’a,
2) Amr b. Ümeyye ed-Demrî’yi, Habeş Necâşîsi Asha­me’ye,
3) Abdullah b. Huzafe’yi, İran Kisrâsı Hüsrev Perviz’e,
4) Hâtıb b. Ebî Beltaa’yı, Mısır Firavunu Mukavkıs’a,
5) Salit b. Amr’ı, Yemame Vâlisi Havza b. Ali’ye,
6) Şuca b. Vehb’i, Gassan Meliki Münzir b. Hâris b. Ebî Şe­mir’e gönderdi.[5]
Gönderilen elçilerin hepsi de, gönderildikleri memleketlerin dillerini bili­yorlardı. Peygamber Efendimiz, bu elçilerine, mezkûr hükümdarlara verilmek üzere birer mektup da yazarak teslim etti.
Mektupları yazdığı sırada, sahabeler, hükümdarların mü­hürsüz mektup okumadıklarını bildirince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, gümüşten bir mühür yü­zük üzerine alt alta gelmek suretiyle şu şekilde imzasını da yazdırdı:
“Allah
Resûlü
Muhammed”[6]
Kâinatın Efendisi, bu yüzüğünü vefatına kadar takmıştır. Vefatından sonra sırasıyla, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman takmışlardır. Günün birinde Hz. Osman’ın elinden Eriş Kuyusu’na düşerek kaybolmuştur. Kuyunun bütün suyu çektirildiği halde bir türlü bulunamamıştır.[7]
Topkapı Sarayındaki Kutsal Emanetlerde Muhafaza Edilen Peygamberimizin Mühr-ü Şerifi
Topkapı Sarayındaki Kutsal Emanetlerde Muhafaza
Edilen Peygamberimizin Mühr-ü Şerifi
Peygamberimizin Hazreti Osman döneminde kaybolan  yüzüğündeki mührün temsili
Peygamberimizin Hazreti Osman döneminde kaybolan 
yüzüğündeki mührün temsili
[1]A’raf, 158. Konuyla ilgili diğer âyetler için bkz. Nisâ, 79, 170, 174; Tevbe, 33; Sebe, 28; Hac, 67; Ahzab, 40.
[2]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 254.
[3]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 507.
[4]O zamanlar Rum (Bizans) devlet başkanına Kayser, İran şahına Kisrâ, Mısır devlet başkanına Fira­vun, Yemen hükümdarına Tübba’, Habeş hükümdarına ise Necaşî denilmekteydi.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 254; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 258; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 531; Taberî, Tarih, c. 3, s. 84; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 343.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 258.
[7]Buharî, Sahih, c. 7, s. 54; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1656.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hudeybiye Antlaşması’nın üzerinden fazla bir zaman geç­memişti ki Pey­gam­be­ri­mizin Mekke’deki azılı düşmanlarından Ukbe b. Ebî Muayt’ın Müs­lüman olan kızı Ümmü Külsüm, bir yolunu bulup Medine’ye geldi; Resûl-i Ek­rem Efen­dimize iltica edip, “Yâ Re­sû­lal­ah! Ben, dinim için onların yanın­dan kaçıp ya­nına geldim! Beni koru, müş­riklere geri çevirme! Beni kâfirlere geri çe­vi­recek olur­san, bana işkence yaparlar, dinimden döndürmeye uğ­ra­şır­lar!”[1]de­di.
Bunun üzerine inen ayet, Peygamber Efendimizin nasıl hareket etmesi ge­rektiğini tayin etti: “Ey iman edenler! (Kendi ifadelerince) mü’min kadınlar, muhacir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah, onların imanlarını çok iyi bilendir. Fakat siz de mü’­min kadınlar olduklarını öğrenip kanaat geti­rir­seniz, onları kâfirlere dön­dür­meyin. Bunlar, onlara (kâfir kocalarına) helâl de­ğildir; onlar da bunlara helâl olmazlar. Kâfir kocalarının bu kadınlara ver­dik­leri mehri onlara (kâfirlere) verin. Sizin onları nikâhla almanızda, mehir­le­ri­ni verdiğiniz takdirde, üze­rinize bir günah yoktur. Artık kâfir olan kadınlarını­zı da nikâhınız altında tutmayın. Verdiğiniz mehri isteyin. Kâfirler de, size hic­ret eden mü’min kadınlara harcadıkları mehri istesinler. Bu, Al­lah’ın hükmü­dür; aranızda O hük­meder. Allah, hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sa­hibidir.”[2]
Bu ayet-i kerime, Hudeybiye Sulhü’ndeki Medine’ye hic­ret ve iltica edecek Müslümanların iadesiyle ilgili maddenin, erkeklere mahsus olduğunu, dolayı­sıyla kadınlara şâmil bulunmadığını ortaya koyuyordu.
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz, müşriklerin ara­sından Medine’ye çı­kıp gelen erkekleri iade ettiği halde Müslüman kadınları geri çevirmedi. Nite­kim Ümmü Külsüm’ü de, kardeşleri Velid b. Ukbe ile Umâre b. Ukbe, Me­di­ne’ye gelerek istedikleri zaman, Re­sûl-i Ekrem, “Muahededeki o şartın hük­mü­nü, Allah, kadınlar hakkında boz­du, ortadan kaldırdı!” buyurarak, Ümmü Kül­süm’ü on­lara teslim etmedi.
Bu ayetin nâzil olmasından sonra Mekke’den Medine’ye hicret eden kadın­lar, bir nevi imtihana tâbi tutuluyorlardı. Onlar, “Vallahi, biz, sadece Allah’a ve Re­sûlüne ve İslamiyete olan muhabbet ve bağlılığımızdan dolayı çıkıp geldik; yok­sa ne koca, ne mal, ne başkasına olan kin ve buğzumuz sebebiyle gelme­dik!” diye yemin ediyorlardı. Bunun üzerine, Medine’de kalmalarına müsaade edilip ge­ri çevrilmiyorlardı. Böyle yeminde bulunanların me­hir­le­ri de kocala­rına iade ediliyordu.[3]
Hz. Ömer’in, İki Hanımını Boşaması
İnen ayet-i kerimede ayrıca mü’minlere, “Kâfir olan kadınlarınızı artık ni­kâ­hınız altında tutmayın” diye emrediliyordu. Bunun üzerine Hz. Ömer, o za­ma­na kadar nikâhı altında bulunup Mekke’de oturan müşrik iki karısını bo­şadı.[4]
________________________________________________________
[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 231.
[2]Mümtehine, 10.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 230; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 127.
[4]İbn Sîre, c. 3, s. 341.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber Efendimizin Hudeybiye’den Medine’ye dönüşü üzerinden pek fazla bir zaman geçmemişti.
Bu sırada İslamiyetle müşerref olan Sakif kabilesinden Ebû Basir adındaki zât, bir fırsatını bulup Mekke’den Medine’ye geldi.
Üç gün sonra, onu istemek üzere, Ku­reyşliler, iki kişi gönderdiler. Bunlar, Peygamber Efendimize, “Bize karşı imza ettiğin antlaşma­yı hatırlatırız!” diye­rek Ebû Basir’i ge­ri istediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, antlaşma gereğince Ebû Basir’i geri vermek zo­run­daydı. Ona, “Ey Ebû Basir! Biliyorsun ki biz şu Ku­reyşli­lerle bir antlaşma yap­mış ve onlara söz vermiş bulunuyoruz. Dini­mize göre, verdiğimiz sözde dur­mamak bize yaraşmaz! Muhakkak, Allah, sana ve senin gibi müşrikler için­de kalan Müslümanlara bir genişlik, bir çıkar yol halkedecek­tir!” deyip te­selli verdi; sonra da onu, gelen adamlara iade etti.
Ebû Basir, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndür­sünler diye mi müşriklere geri veriyorsun?” diye feryat etti.
Resûl-i Ekrem, tekrar ona teselli verdi: “Sen git! Muhakkak, Allah, sana ve senin gibilere bir çıkar yol halk ede­cektir!”[1]
Ku­reyş’in gönderdiği iki adam, Ebû Basir’i alarak Medine’den yo­la çıktılar. Zülhuleyfe’ye ulaştıklarında orada oturup beraber yemek yediler.
Ebû Basir, her an onlardan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Önce on­larla yakınlık peydâ etmek istedi. Bunun için kendileriy­le sohbete başladı. Hu­neys adındakinin ismini, babasının kim ol­duğunu sorup öğrendikten sonra, “Öyle zannediyorum ki senin şu kılıcın oldukça keskindir!” dedi.
Adam, “Evet” dedi. “Oldukça keskindir!”
Ebû Basir, gayet sâkin ve emniyet verici bir tavırla, “Ona bir bakabilir mi­yim?” diye sordu.
Huneys, “İstiyorsan, al, bak!” dedi.
Ebû Basir, bulunmaz fırsatı yakalamıştı. Kılıcı kaptığı gibi Hu­neys’­in üze­rine yürüyüp işini bitirdi.[2]
Bunu gören diğer arkadaşı, son sürat kaçarak Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizin huzuruna çıkıp, “Ada­mınız, ar­kadaşımı öldürdü; ben ise elinden zor kurtuldum!” diyerek Ebû Basir’den şikayet etti.
Bu sırada Ebû Basir de geldi. “Yâ Re­sû­lal­lah! Sen, beni onlara teslim ile ah­dini ifa etmiş oldun. Şimdi, Allah beni onlardan kurtardı!” diyerek bir daha müşriklere iade edilmeyip Medine’de kalmayı istedi.
Ebû Basir’in cesaretine ve atılganlığına hayret eden Efendimiz, sahabelere hi­taben, “Bu adam, harp kışkırtıcısı, kızıştırıcısıdır! Hele yanında, birtakım adam­lar da bulunsa, artık elinden gelmeyecek şey yoktur!” diye buyurdu.[3]
Bu sözler üzerine Ebû Basir, tekrar Ku­reyşlilere iade edileceği zan­nına ka­pıldı. İçinde yine feryatlar koptu.
Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, onu Ku­reyşlilere tekrar geri vermediği gibi Medine’de kalmasına da müsaade etmedi. “Haydi çık, istediğin yere git!” diye­rek onu istediği yere gitmekte serbest bıraktı.[4]
Bunun üzerine Ebû Basir de, Medine’den çıktı. Deniz sahilinden, Mek­ke’den Şam’a giden yol üzerinde İs vadisine gidip yerleşti.

Mekke’deki Müslümanların Ebû Basir’in Yanında Toplanmaları

Mekke’de hapsedilmiş bulunan Müslümanlar ile imanlarını gizleyenler, bunu duyunca, birer ikişer kaçarak Ebû Basir’in yanında toplandılar. Kısa za­manda sayıları yetmişi bul­du; hatta etraftaki kabilelerden de katılanlarla bir­likte bu sayı üç yüze çıktı.
Böylece, Ebû Basir, etrafında büyük bir kuvvet toplamış oluyordu. Ku­reyş’in Şam’a gönderdiği bütün ticaret mal­larına da el koyuyorlardı.[5]
Kendilerini tehdit eden bu durum karşısında Ku­reyş­li­ler, Peygamber Efen­dimize derhal bir elçi gönderdiler. Elçinin Pey­gam­be­ri­mize getirdiği mektupta şunlar yazılı idi:
“Allah ve akrabalık aşkına! Sen, Ebû Basir’le arkadaşları­na haber salsan ki bundan böyle her kim Medine’ye, senin yanına gelirse, o emniyet ve selamet­tedir, o geri çevril­me­yecektir.”[6]
Ku­reyş’in bu rica ve müracaatları üzerine, Peygamber Efendimiz de, Ebû Ba­sir ve yanında bulunan Müslümanları davet için Ebû Basir’e bir mektup yaz­dı.
Ebû Basir, o esnada ağır hasta idi. Resûl-i Ekrem Efendimizin mektubu ken­disine ulaştığında son nefeslerini alıp veriyordu. Bu vaziyette mektubu eline aldı, yüzüne gözüne sürdü. Henüz tam okumadan da ruhunu teslim etti.
Ebû Cendel ve diğer Müslümanlar, onun cenaze namazını kılıp def­netti­ler.[7]
Daha sonra Ebû Cendel, diğer Müslümanları da yanına alarak Me­dine’ye, Pey­gam­be­ri­mizin yanına geldi.[8]

___________________________________________________________
[1]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 337.
[2]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 337.
[3]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 338.
[4]Vakidî, Megazi, c. 2, s. 627.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 338.
[6]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 338; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 1613.
[7]İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 134.
[8]İbn Sa’d, c. 4, s. 134.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget