Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ümmü Gülsüm (r.anha), Peygamberimizin azılı düşmanı Ukbe bin Ebî Muayt’ın kı­zıydı. Hz. Osman’ın “anne bir” kız kardeşiydi. Mekke’deyken Müslüman ol­muş ve Pey­gamberimize biat etmişti.
Ümmü Gülsüm’ün (r.anha) annesi, Ervâ bint-i Kureyz’di. O da İslamiyet’in ilk yıl­la­rında Müslüman olma saadetini kazanmıştı. Ervâ’nın (r.anha) annesi Beyzâ, Pey­gam­be­ri­mizin halası oluyordu.
Hz. Ümmü Gülsüm, İslamiyet’i kabul ettiği için, başta babası olmak üzere müşriklerin işkencelerine maruz kaldı. Dinden dönmesi için baskı yapıldı. Fa­kat bunların hiçbirine aldırış etmedi. İnancından zerre kadar taviz vermedi. Günler acı ve ıstırapla geçiyordu. Yıllar böylece akıp gitti.
Peygamberimiz, Müslümanlarla birlikte Medine’ye hicret etti. Ümmü Gül­süm de hicret etmek istiyordu, fakat babası izin vermediğinden Mekke’de kal­dı. Onun için asıl acı ve ıstırap bundan sonra başlıyordu. Çünkü tek teselli kay­nağı Peygamberimiz, artık Mekke’de yoktu. Ümmü Gülsüm (r.anha) öz yurdunda âdeta gurbet hayatı yaşıyordu. Bu gurbetin çabuk bitmesi için Cenâb-ı Hakk’a dua ediyor, hicret için fırsat kolluyordu. Fakat beklediği fırsatı bir türlü bulamı­yordu.
Bu sıkıntıya yedi yıl daha tahammül etti. Nihayet bir gün Cenâb-ı Hak bu fır­satı ona lütfetti. Her gün gittiği yere gidiyormuş gibi, Mekke’den ayrıldı. Fakat asıl niyeti, Medine’ye hicret etmekti. Bu yolda karşılaşacağı sıkıntılara şimdi­den razıydı.
Evet, Ümmü Gülsüm (r.anha), Allah ve Resûl’ü uğrunda annesinden, babasından ve memleketinden ayrılıyordu. Bundan dolayı üzülmüyor, Re­sû­lul­lah’a kavuş­mayı büyük bir saadet olarak görüyordu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine karşıdan göründü. Ümmü Gülsüm’ün kalbi heyecandan çarpmaya başladı. İçi içine sığmıyordu. Bir an Mekke’deki sıkıntılı günlerini düşündü. Fa­kat bundan elem değil, büyük bir lezzet duydu. Çünkü o günler sıkıntılarıyla birlikte geride kalmış, yerini güzel günlere bırak­mıştı. Bunun sürurunu yaşı­yor, bu nimetinden dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükrediyordu. Bu düşüncelerle Medi­ne’ye giren Ümmü Gülsüm (r.anha), müminlerin annesi Ümmü Se­leme’nin (r.anha) yanına misafir oldu. Ümmü Seleme validemiz ona ikramda bulundu.
Peygamberimiz evde yoktu. Ümmü Gülsüm (r.anha) endişeli bir bekleyişin içi­ne girdi. Çünkü bir müddet önce Peygamberimizin müşriklerle yaptığı Hudeybiye Anlaşması’nın maddelerinden birisi de, Müslüman olup Medine’ye gelen­lerin tekrar müşrikle­re iade edilmesini esas alıyordu. Bu madde gereğince, Müslüman olarak Re­sû­lul­lah’a sı­ğınan Ebû Cendel ile Ebû Basir’i (r.a.) Peygam­berimiz müşriklere iade etmişti. Üm­mü Gülsüm (r.anha) kendisinin de iade edil­meyeceğinden emin değildi. Bu endişesini Ümmü Seleme’ye (r.anha) şöyle açtı:
“Re­sû­lul­lah’ın, Ebû Cendel ile Ebû Basir’i geri çevirdiği gibi beni de geri çevir­mesinden korkuyorum! Ey Ümmü Seleme, kadınların hâli erkeklerin hâli gibi değildir. Mekke’den ayrılışımın üzerinden sekiz gün geçti. Şimdi onlar beni ara­yacaklardır.”
Ümmü Gülsüm’ün heyecanlı bekleyişi devam ederken, Peygamberimiz gel­di. Üm­mü Seleme (r.anha) durumu Re­sû­lul­lah’a haber verdi. Re­sû­lul­lah da bu fe­dakâr sa­ha­bi­si­ne “Hoş geldin!” dedi. Bu arada Ümmü Gülsüm’de (r.anha) heyecan son haddine gel­mişti. Kalbi “küt, küt” atıyordu. Re­sû­lul­lah’a durumunu arz etti: “Yâ Re­sû­lal­lah, ben di­nim uğrunda hicret ederek sizin yanınıza geldim. Beni koruyun, müşriklere geri çevir­meyin. Onlara iade ederseniz bana işkence eder­ler, dinimden döndürmeye çalışırlar! Ben nihayet bir kadınım, işkenceye daya­namam. Bilirsiniz ki, kadınların hâli zayıfların hâline benzer.”
Peygamberimiz onu dinledikten sonra, “Yüce Allah muhakkak kadınlar hak­kında ahdi bozar, hükümsüz bırakır.” buyurarak onu rahatlattı. Nitekim biraz sonra, “imtihan edilen kadın” manasına gelen Mümtehine Sûresi’nin 10. âyeti nazil oldu. Bu âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:
“Ey iman edenler! Mümin kadınlar muhacir olarak size geldiklerinde kendi­lerini deneyin. Allah onların imanlarını çok iyi bilir. İmtihan sonucunda mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri çevirmeyin. Artık mümin kadınlar kâfirlere helal değildir. Onlar da bunlara helal değildir.”
Vahiy tamam olunca Peygamberimiz onu Ümmü Gülsüm’e (r.anha) müjdeledi. Hz. Ümmü Gülsüm için bundan daha sevindirici bir haber olamazdı; sevinçten ağladı…
Bunlar olup biterken, babası onun Medine’de olduğunu öğrendi. Oğulla­rı Velid ile Ümâre’yi hemen Peygamberimize yolladı. Bunlar Medine’ye gelip Re­sû­lul­lah’ı buldular, “Aramızdaki anlaşmaya göre Müslüman olanları bize ia­de edecektin. Bunu yerine getir. Kız kardeşimizi bize teslim et!” dediler. Pey­gamberimiz (a.s.m.), “Cenâb-ı Hak o şartın hükmünü kadınlar hakkında bozdu.” buyurdu. Ümmü Gülsüm’ü onlara vermedi. Velid ile Ümâre daha fazla ısrar et­mediler. Mekke’ye dönüp durumu müşriklere bildirdiler. Onlar da seslerini çı­karamadılar.
Ümmü Gülsüm (r.anha) evli değildi. Medine’de kalması kesinleşince büyük sa­ha­bi­lerden Zübeyr bin Avvam, Zeyd bin Hârise ve Abdurahman bin Avf (r.a.) ona evlenme teklifinde bulundular. Ümmü Gülsüm (r.anha) durumu kardeşi Hz. Osman’la istişare etti. Hz. Osman da bunu Re­sû­lul­lah’a sorması tavsiyesinde bulundu. Peygamberimiz onun Zeyd bin Hârise ile (r.a.) evlenmesini uygun buldu ve onları evlendirdi. Hz. Zeyd ile Ümmü Gülsüm birlikte mesut bir ha­yat yaşadılar.
Fakat evlilikleri uzun sürmedi. Çünkü Hz. Zeyd, Mute Savaşı’nda şehit düştü. Üm­mü Gülsüm (r.anha) kadere rıza gösteren biriydi. Cenâb-ı Hak’tan gelen her şe­ye razıydı. Kocasının şehit olmasını sabır ve metanetle karşıladı.
Bir müddet sonra Ümmü Gülsüm’ün (r.anha) annesi Ervâ da (r.anha) Medine’ye hicret etti. Bu hem Peygamberimizi, hem Hz. Osman’ı, hem de Ümmü Gül­süm’ü (r.a.) çok sevindirdi. Kısmen de olsa aile yeniden bir araya gelmişti. Ervâ (r.anha), Hz. Osman’ın hilafeti devrinde vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı ve onun için, “Allah’ım, annemi bağışla! Allah’ım, annemi bağışla!” di­ye dua etti.
Re­sû­lul­lah’ın sohbetinden feyizler alan Ümmü Gülsüm (r.anha), Peygamberi­mizden birkaç tane de hadis rivayet etti. Bunlardan birisinin meali şöyledir:
“İnsanların arasını düzeltmek için, aslı olmasa bile hayır konuşan, güzel söz söyleyen ve bunları birinden diğerine taşıyan kimse yalan söylemiş olmaz.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimiz (a.s.m.) doğmadan önce babasını, altı yaşında da annesini kay­betmişti. Hem yetim hem de öksüz olarak büyüdü. Fakat birçok kadın, bir anne şefkatiyle o Yüce Peygamber’i bağrına bastı. Ona annesizlik acısını hissettirme­mek için ellerinden gelen gayreti gösterdiler.
İşte bu kadınlardan birisi de Ümmü Eymen’di (r.anha). Peygamberimizin Ehl-i Beyt’ten saydığı ve “annemden sonra annem”[1]diyerek iltifat ettiği bu büyük İslam kadınının asıl ismi, “Bereke bint-i Sâlebe” idi. Uzun yıllardan beri peygamber ocağının hizmetlerini görüyordu. Peygamberimizin babası Abdullah’ın vefa­tından sonra da aynı evde kaldı. Artık hem anne Âmine’nin hem de Peygambe­rimizin yardımcısıydı.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) altı yaşına geldiğinde, Hz. Âmine, yanına Ümmü Eymen’i de alarak Medine’ye gitti. Niyeti hem oradaki akrabasını hem de kocası Abdullah’ın kabrini ziyaret etmekti. Bir ay Medine’de kaldılar.
Ümmü Eymen (r.anha), Medine’deki bir hatırasını şöyle anlatır:
“Bir gün Yahudi âlimlerinden ikisi yanıma geldi. ‘Bize Ahmed’i çıkar.’ dediler. Ben de onu dışarı çıkardım, iyice incelediler. Sonra da, ‘Bu çocuk, peygamberdir. Bura­sı da onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette büyük savaşlar olacaktır.’ dediler.”[2]
Ümmü Eymen (r.anha), onların bu konuşmalarından sonra çok korkmuştu, “sev­gili oğlu”na bir zarar vermelerinden endişe duyuyordu. Herhangi bir tehlikeye karşı onu korumak için, Peygamberimizin yanından ayrılmamaya gayret gös­terdi.
Nihayet Mekke’ye hareket günü gelmişti. Ümmü Eymen buna çok sevindi. Artık Yahudilerin Re­sû­lul­lah’a bir zarar veremeyeceklerini düşünüp rahatladı
Bu üç kişilik kafile Medine’den ayrıldılar. Mekke’ye doğru yola koyuldular. Neşeli bir şekilde yollarına devam ediyorlardı. Fakat biraz sonra beklemedikle­ri bir şey oldu. Hz. Âmine birdenbire rahatsızlandı. Hz. Âmine bu hastalıktan kurtulamayıp vefat edeceğini anlamıştı. Baş ucunda duran Peygamberimizin yüzüne baktı, bir rüyasını hatırladı. Şöyle dedi:
“Şayet rüyada gördüklerim doğruysa, sen Celal ve bol ikram sahibi olan Al­lah tarafından Âdemoğullarına helal ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin. Sen, teslimiyeti, ceddin İbrahim’in (a.s.) dinini yerleştirecek­sin. Cenâb-ı Hak seni devam edegelen putlardan, putperestlikten koruyacak­tır.
“Her yaşayan ölür, her yeni eskir. Her yaşlanan zeval bulur. Evet, ben de öle­ceğim. Fakat devamlı anılacağım. Çünkü temiz bir evlat dünyaya getirdim. Ar­kamda hayırlı birini bırakıyorum.”
Hz. Âmine bundan sonra ciğerparesini Ümmü Eymen’e emanet etti. Ona iyi bakması ricasında bulundu. Çok geçmeden de ruhunu teslim etti. O sırada 30 yaşında bulunuyordu. Peygamberimiz böylece altı yaşındayken öksüz kalıyor­du. Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlüne, küçük yaşından beri her türlü acıyı tattırıyor ve onu kemale erdiriyordu ki, ümmetine tam örnek olabilsin; ona iman edenler, peygamberlerinin çektiği sıkıntıyı hatırlayarak teselli bulsunlar, karşılaştıkları musibetlere sabretsinler…
Ümmü Eymen’in sırtına artık ağır bir yük yüklenmişti. Ağlamak hıçkırmak istiyor, fakat Peygamberimizin üzüleceğini düşünerek vazgeçiyordu. Kendini toparladı. Bundan sonra ona annesinin yokluğunu hissettirmeyecekti. Bunun için de elinden gelen fedakârlığı göstermeye çalışacaktı. Öz evladıymış gibi mübarek yavruyu bağrına bastı. Sonra da onu şöyle teselli etti:
“Üzülme, ağlama canım Muhammed’im! İlahî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. Can da O’nun, mal da… Hepsi bize emanet. O, emaneti nasıl vermişse öy­le alır.”
Sevgili Peygamberimizin gözü yaşlıydı. Artık hem yetim hem de öksüz kal­mıştı. Babasının yüzünü hiç görmemişti. Bundan sonra annesinin de yüzünü göremeyecekti. Gözyaşları arasında, “Ben de biliyorum. O’nun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tek­rar göremem diye üzülüyorum!” dedi. Fakat kendisini toparlamakta gecikmedi. Annesine karşı son vazifesini yerine getirmek istiyordu. Yaşından beklenme­yen bir olgunluk içerisinde dadısına şöyle dedi:
“Haydi. O, emaneti sahibine teslim etti. Biz de onun naaşını toprağa teslim edelim de rahat etsin.”
Biraz sonra annelerin en şereflisini, en bahtiyarını birlik­te defnettiler.
Artık Re­sû­lul­lah’ı Mekke’ye götürme vazifesi Ümmü Eymen’e kalmıştı. Pey­gamberimizi deveye bindirdi. Birlikte yola çıktılar. Beş günlük meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaşdılar. Ümmü Eymen gözyaşları arasında Pey­gamberimizi, dedesi Abdülmuttâlib’e teslim etti. Fakat gerek dedesinin yanında bulunduğu sıralarda, gerekse onun vefatından sonra amcası Ebû Tâlib’in hima­yesinde iken, Peygamberimizin hizmetinde bulunmaktan geri durmadı. Bunu kendisi için büyük bir şeref saydı.
Aradan yıllar geçti… Peygamberimiz 25 yaşına gelmişti. Herkes onu seviyor, “Mu­hammedü’l-Emîn” diye tanıyordu. O sırada kendisinden 15 yaş büyük, dul, fakat Mekke’nin en şerefli kadını Hz. Hatice ile evlendi. Hatice validemiz zen­gindi. Bütün servetini sevgili beyinin emin ellerine teslim etti.
Peygamberimiz, bir anne şefkatiyle kendisini bağrına basan, ancak bir anne­nin yapabileceği kadar fedakârlık gösteren sevgili dadısını unutmamıştı. Ona her türlü maddi yardımda bulunuyor, bir evladın annesine duyabileceği saygı kadar hürmet gösteriyordu. Bu arada sevgili dadısının bir yuva kurmasını temin etti. Onu Ubeyd bin Zeyd ile evlendirdi.
Peygamberimiz 40 yaşına geldiğinde, Cenâb-ı Hak onu kendine muhatap seçti ve peygamberlikle vazifelendirdi. Çocukluğundan beri kendisine sadakat elini uzatan Üm­mü Eymen, başından beri onun mühim bir şahsiyet olacağını tahmin ediyordu. Çünkü gerek doğumunda gerekse doğumundan sonra birçok harika hâline şahit olmuştu. Bu sebeple onu hiçbir zaman yalnız bırakmadı. Devamlı yanında yer aldı. Davete başladığı zaman da onu yalnız bırakmadı. Te­reddütsüz iman ederek Re­sû­lul­lah’ı sevindirdi.
O devirde Müslüman olmak, akıl almaz işkenceleri peşinen kabul etmek de­mekti. Ümmü Eymen de (r.anha) bu acı işkencelerden hissesini aldı. Fakat imanın­dan zerre kadar taviz vermedi. Çünkü bu yolda ölmeyi büyük bir şeref sayıyor­du. İşkenceler tahammül edilemeyecek bir duruma geldiğinde önce Habeşis­tan’a, sonra Medine’ye hicret etti. Böylece “iki hicret” sevabı birden alıyordu.[3]Ümmü Eymen (r.a.), Mekke’de olduğu gibi Medine’de de Re­sû­lul­lah’ı bir an ol­sun yalnız bırakmadı. Hizmetinden geri durmadı.
Peygamberimizin bahtiyar dadısı mütevekkil biriydi. En zor durumlarda bile Ce­nâb-ı Hak’tan ümidini kesmez, O’nun yardım edeceğine inanırdı. Bu teslim ve tevekkülünün mükâfatını bazen peşin olarak görürdü.
Hicret ederken, Revha yakınlarında gecelemişti. Çok susamıştı. Yanında bir damla dahi su yoktu. Hiç telaşlanmadı. Çünkü kullarına karşı son derece mer­hametli olan Rabb’inin, kendisini gördüğüne ve durumunu bildiğine inancı son­suzdu. Susuz ve bitap düşmeyeceğinden emindi. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın yar­dımı gelmekte gecikmedi. Semadan beyaz bir urgana bağlanarak sarkıtılmış bir kova gördü. Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükr ederek kalktı, kovanın yanına gitti. İçi tamamıyla berrak ve buz gibi bir suyla doluydu. Kana kana içti. Tamamen su­suzluğu geçti ve rahatladı. Bu vakayı nakleden Ümmü Eymen (r.anha) şöyle der:
“Artık bundan sonra bir daha hiç susamadım.”[4]
Ümmü Eymen’in bir diğer vasfı da, gözü pek bir iman fedaisi olmasıydı. İslam davası uğruna hayatını ortaya koymaktan hiçbir şekilde çekinmezdi. Uhud Savaşı’nda bir an için mücahitler bozulmuş, hattâ savaş devam ederken bazı sahabiler Medine’ye kadar gelmişlerdi. Ümmü Eymen (r.anha) buna çok üzüldü. Onların, Peygamberimizi cephede düşman karşısında bırakıp paniğe kapılmalarından çok rahatsız oldu. Cepheyi terk eden birine şöyle çıkıştı:
“Burada öreke [iğ] var! Bari onu al da iplik bük! Kılıcını da getir, bana ver. Kadınlarla birlikte Uhud’a gidip, ben çarpışayım.”
Ümmü Eymen daha fazla du­ramadı. Bir kadın olarak kendisinin de orada yapabileceği bir şeyler elbette var­dı. Birkaç kadınla birlikte Uhud’un yolunu tuttu. Oraya vardığında hemen Re­sû­lul­lah’ın durumunu sordu. Onun sağlık haberini alınca da ferahladı. Diğer ka­dınlarla birlikte yaralıları tedavi etti. Mücahitlere su dağıttı.[5]
Bütün sahabiler gibi Ümmü Eymen de (r.anha), Peygamberimizi çok severdi. Hayatını Peygamberimize feda edebilecek bir imana sahipti. Re­sû­lul­lah’ı de­vamlı sevinçli görmek ister, onun üzülmesine hiç tahammül edemezdi. Re­sû­lul­lah ile birlikte sevinir, onunla birlikte üzülürdü. Bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) hasta bir çocuğu kucağına al­mıştı. Çocuk hastalığın tesiriyle inliyordu. Peygamberimiz şefkatinden ağladı. Re­sû­lul­lah’ın ağladığını gören Ümmü Eymen de (r.anha) ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz, “Re­sû­lul­lah yanındayken niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Ümmü Eymen (r.anha) ona olan sevgisini şöyle ifade etti:
“Re­sû­lul­lah ağlarken ben nasıl olur da ağlamam?!”[6]
Ümmü Eymen (r.anha), kocası Ubeyd bin Zeyd ile (r.a.) mesut bir hayat yaşıyordu. Hz. Ubeyd, Huneyn Savaşı’na katıldı. Kahramanca mücadele etti ve şehadet mertebesini kazandı. Ümmü Eymen (r.anha) bu haber karşısında hiç metanetini bozmadı. Şehit hanımı olmayı kendisi için büyük bir şeref saydı ve Allah yo­lunda karşılaştığı bu musibete sabretti.
Peygamber Efendimiz, kendisine annelik yapan, imanı uğrunda her türlü yokluk, çile ve ıstıraplara göğüs geren, hattâ bunun için işkencelere maruz ka­lan fedakâr dadısını tek başına bırakmadı. Bir gün Ashâbına hitaben, “Cennet ehlinden bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin.” buyurdu. Böylece onun cennetlik bir kadın olduğuna işaret ediyordu. Ümmü Eymen, Re­sû­lul­lah’ın kendisi hakkındaki bu sözünü duyunca sevinçten ne yapacağını şa­şırdı. Öyle ya, bir Müslüman için bundan daha büyük bir saadet düşünülebilir miydi?
Re­sû­lul­lah’ın davetine ilk icabet eden, evlatlığı Zeyd bin Hârise (r.a.) oldu. Hz. Zeyd genç bir sahabiydi. Ümmü Eymen gibi yaşlı bir kadınla evlenmeye sırf Allah’ın Resûl’ünü memnun edebilmek için talip olmuştu. Peygamberimizin rı­zasını dünyevi lezzete tercih etti. Bundan sonra Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu büyük sahabisi ile sevgili dadısını nikâhladı. İşte, babası gibi büyük bir sahabi olan İslam kumandanı Üsâme bin Zeyd (r.a.) bu evlilikten dünyaya geldi.[7]
Ümmü Eymen’in (r.anha) Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Bazen latifede bulunarak onun gönlünü alırdı. Fakat Peygamber Efendimiz latife ya­parken bile doğru söyler, hakikati ifade buyururdu. Muhatabını incitmeden se­vindirir, neşelendirirdi. Hz. Ümmü Eymen bir defasında Re­sû­lul­lah’ın huzuruna girerek, “Bana bir binek temin ediniz.” diye ricada bulundu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Seni dişi devenin yavrusuna bindireceğim.” buyurdu. Ümmü Eymen (r.anha), Re­sû­lul­lah’ın nüktesini anlamadı. “Ey Allah’ın Resûl’ü, yavrunun beni taşımaya gücü yetmez. Hem ben deve yavrusu istemiyorum ki!” dedi. Peygamberimiz sö­zünü tekrarladı: “Seni ancak dişi bir devenin yavrusuna bindireceğim.” buyur­du.[8]Böylece Yüce Peygamberimiz, şaka yaparken dahi hakikati beyan ediyordu. Her deve, dişi bir deveden doğması sebebiyle dişi devenin yavrusu değil miy­di?
Ümmü Eymen (r.anha), Peygamberimizin vefatında yanında bulundu. Gözyaş­larını tutamıyordu. Ona, “Niçin bu kadar ağlıyorsun?” dediler. “Ben vahyin ke­silmesine ağlıyorum!” cevabını verdi.
Bu büyük İslam kadınına Peygamberimizden sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de layık olduğu hürmeti gösterdiler. Çünkü Re­sû­lul­lah’ın değer verdiği kimseler sahabile­rin yanında da kıymetliydi. Bu sebeple zaman zaman ziyare­tine giderler, varsa ihtiyaçlarını görürlerdi. O da dua ederdi.[9]
Yaşı bir hayli ilerleyen Ümmü Eymen (r.anha), Hz. Osman’ın halifeliğinin ilk yıllarında vefat etti. Onun rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir:
“Hiçbir farz namazı kasten terk etme. Kim namazı kasten terk ederse, Allah ve Resûl’ünün koruma ve teminatından mahrum kalır.”[10]

________________________________
[1]el-İsâbe, 4: 432; Tabakât, 8: 223.
[2]Tabakât, 1: 116.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 5: 408.
[4]Tabakât, 8: 224; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 459; el-İsâbe, 4: 432.
[5]Tabakât, 8: 225.
[6]Tecrid Tercemesi, 4: 381.
[7]el-İsâbe, 4: 432; Tabakât, 8: 224.
[8]Tabakât, 8: 224.
[9]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 103.
[10]Müsned, 6: 421.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimizi görmek ve sohbetinde bulunmakla şereflenen Hz. Hansâ, ser­vet gibi, evladın da insanın yanında Allah’ın bir emaneti olduğunun şuurundaydı. İcap ettiğinde o emaneti hakiki sahibine vermek gerektiğine inanıyordu. Dört oğlunu hep bu düşünceyle büyütmüştü. Artık gözü gibi baktığı, büyüttüğü ciğerpareleri Allah yolunda cihat edebilecek yaşa gelmişlerdi.
Bu arada İslam mücahitleri zaferden zafere koşuyorlardı. Müslümanlar artık İran sınırına dayanmışlardı. Hz. Ömer’in hilafeti zamanında İran’ı fethetmek için ordu hazırlanıyordu. Bu haberi alan Hz. Hansâ, dört oğluyla birlikte gönüllü olarak bu mücahitler ordusuna katıldı. Ordu, Medine’den dualarla, salavatlarla uğurlandı. Yorucu bir yolculuktan sonra mücahitler, İran ordusuyla karşı karşı­ya geldiler. Vakit gece idi. Gün ışığıyla birlikte kıyasıya bir savaş başlayacak­tı.
Asıl ismi “Temâdur bint-i Amr” olan Hz. Hansâ (r.anha), bir anne olarak çocukları­nı çok seviyordu. Ancak Allah’a ve Resûl’üne duyduğu sevgi her şeyin üzerindeydi. Onun Rabb’ine teslimiyet ve bağlılığını hiçbir şey engelleyemezdi. Allah rızası için canından, malından, evladından geçebilirdi. Hem onları bugün için büyütmemiş miydi? Bir anne için yavrularının şehitlik makamını kazanmala­rından daha büyük bir saadet düşünülebilir miydi? Oğullarını yanına çağırdı. Onlarla konuşmak, konuştukça coşturmak istiyordu.
Hz. Hansâ şairdi. Cahiliye Devri’nde yapılmış çeşitli şiir yarışmalarına katıl­mış ve pek çok derece almıştı. Hattâ şair Cerirî’nin ve “şairlerin reisi” unvanının sahibi Şair Nâbiga’nın takdirlerini kazanmıştı. Bunun için hitabeti çok kuvvetli ve tesirliydi. Oğullarının yüzüne anne şefkatiyle şöyle bir baktıktan sonra ağ­zından şu ifadeler döküldü:
“Yavrularım, sizi Müslüman olmaya kimse zorlamadı. Kendi isteğinizle Müslüman oldunuz. Kendi iradenizle mücahit ordusuna katıldınız ve buralara kadar geldiniz. Ken­disinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’a yemin ede­rim ki, siz hep bir annenin oğlu olduğunuz gibi, hep bir babanın da çocuklarısı­nız. Ben sizin babanızın namusunu korudum, ona ihanet etmedim. Dayınızı da mahcup edecek bir ahlaksızlıkta bulunmadım. Şerefinize leke sürdürmedim. Soyunuzu değiştirip bozmadım.
“Sizler, Allah yolunda savaşan mücahitlere Rabb’inizin hazırladığı sevabı bi­li­yor­su­nuz. Baki olan ahiret yurdunun fâni olan dünyadan daha hayırlı olduğu­nu da biliniz. Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Sabredin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. Cihat için hazırlıklı olun, birlik ve beraberlik içinde bulunun.’[1]buyurduğunu ha­tırlayınız.
“Ciğerparelerim! Yarın inşallah sağ salim sabaha erişirseniz, basiretli bir şe­kilde, sa­bır ve sebatla düşmana saldırın. Onlara karşı sadece Allah’tan yardım isteyin. Harp kı­zıştığında düşmanın can alıcı yerine kadar gidin. Onların ku­mandanıyla dövüşün. Zafer elde ederseniz ganimete kavuşursunuz; şehit olur­sanız cennete girer, ikrama nail olursunuz.”
Sabah olduğunda Hz. Hansâ’nın oğulları yerlerinde duramıyorlardı. Bir an önce şehit olmak ve annelerini sevindirmek istiyorlardı. Harp bütün şiddetiyle başladı. Hansâ’nın (r.anha) oğulları ve diğer mücahitler arslanlar gibi savaştılar. Tarihe mal olan kahramanlıklar gösterdiler. Ve nihayet şehitlik makamına nail oldular.
Biraz sonra savaş Müslümanların galibiyetiyle neticelendi. Hz. Hansâ’nın dört oğlu da şehitlerin arasındaydı. Haber vermek için gelenler üzgündü. Bu acılı haberi nasıl bildireceklerdi? Bütün metanetlerini toplayarak, dört oğlunun da şehitler içerisinde bulunduğunu söylediler. Hz. Hansâ’nın feryatlar içerisin­de bağırmasını beklerken, onun son derece sakin hâlini görünce şaşırdılar. Da­ha da şaşıracaklardı; çünkü onların vermekte tereddüt ettiği bu haberi Hz. Hansâ bir müjde olarak karşılamıştı. Evet, onun gibi kadere inanmış ve teslim olmuş, Re­sû­lul­lah’ın sohbetinde bulunmuş, çocuklarını böyle bir gün için yetiş­tirmiş bir anne için bundan daha büyük bir müjde düşünülebilir miydi? Nitekim sevincini şu dua ile açığa vurdu:
“Yavrularımın şehit olmasıyla beni şereflendiren Allah’a hamd olsun! Rabb’imden beni onlarla birlikte rahmetinin altında toplamasını ümit ve niyaz edi­yorum.”[2]
Hayatın, servetin ve evladın kendi yanında Allah’ın bir emaneti olduğunun şuurunda olan ve gerektiğinde bu emanetleri hakiki sahibine vermekten çekin­meyen annelere müjdeler olsun!

______________________________
[1]Âl-i İmrân Sûresi, 200.
[2]İstiâb, 4: 297; İsâbe, 4: 288; Üsdü’l-Gàbe, 5: 443.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget