Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hidayet Güneşinin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Kâ­be’ye her taraftan insanlar akın akın gelip hac mevsiminde ziyaret ediyorlardı.
Kâbe’nin bu kadar çok ziyaretçi toplamasını birtakım kimseler hazmedemi­yor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de, Habeş Melikinin Yemen Vâlisi Ebrehe Eş­rem idi.
Ebrehe, Kâbe’ye olan insan akınını önlemek için, Bizans İmparatorunun da yardımıyla önce San’a şehrinde Kulleys adında bir kilise yaptırdı. İçini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle süsledi, dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde yoktu!
Bu süs ve tezyinat ile Ebrehe, güya halkı buraya cel­be­de­cek­ti. Dolayısıyla Kâbe’ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca kırmış olacaktı!
Ebrehe, kilisenin inşası bittikten sonra, Habeş Hüküm­da­rına, takdirini ka­zan­mak niyetiyle de şu mektubu yazdı:
“Hükümdarım! Senin için öyle bir mâbed yaptırdım ki şimdiye kadar ne bir Arap, ne de bir Acem, onun gibisini yapmış değildir! Arapların haccını buraya çevirmedikçe de asla durmayacağım!”[1]
Fakat Ebrehe’nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı kilise­nin müstesna tezyinatını ve muhteşem yapısını görmek için birçok kimse et­raftan geldi. Ama sadece süsünü püsünü görmek için... Kâbe’ye olan akın, yine eskisi gibi, eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu!

Kulleys’in Kirletilmesi ve Ebrehe’nin Kararı

Ebrehe’nin, Kâbe’ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muh­teşem bir kilise yaptırdığı, Araplarca da duyulmuştu. Bu arada, Kinâne kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı giderek Kul­leys’in içini dışını pisliğiyle kirletti; sonra da kaçıp memleketine döndü.
Bu hadise, insanların Kâbe’ye teveccühünün devam etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe’yi bütün bütün çileden çıkardı. Hadiseyi Araplar­dan birini yaptığını da öğrenince, “Araplar, bunu, Kâbe’lerinden yüz çevirtti­ğim için yapıyorlar. Ben de onların Kâbe’sinde taş üstünde taş bırakmayaca­ğım!” diye yemin etti;[2]sonra da, Kâbe’yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yü­rümeye hazırlandı. Habeş Necâşîsinden “Mah­mud” adındaki meşhur fili is­te­di. Necâşî, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan Mahmud isim­li fili, Eb­re­he’­ye göndererek onun arzusunu yerine getirdi.[3]
Ebrehe, ordusunu hazırladı, Mekke’ye doğru yola çıktı.
Mahmud adlı fille, ordunun önünde, Mekke’ye doğru iler­li­yor­du.
Bu arada, bazı Arap kabileleri, bu büyük orduya karşı çıktılar; fakat muvaf­fakiyet gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlup edildiler.
Ebrehe, ordusuyla Mekke’ye yakın Muğammis denilen mev­kiye gelince, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi.
Süvari birliği, Mekke civarına kadar sokularak Resûl-i Ekrem Efendimizin dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’in iki yüz devesi de dâhil Ku­reyş ve Tihamelilerin sü­rü­lerini gasp etti.[4]
Bu sırada, Ab­dül­mut­ta­lib, Ku­reyş kabilesinin reisi idi.

Ebrehe ve Ab­dül­mut­ta­lib

Ebrehe, bir elçiyle, Ku­reyşlilere şu haberi gönderdi:
“Ben sizinle harp etmek için değil, şu mâbedi yıkmak için gel­dim! Eğer ba­na karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim. Şayet Ku­reyş kabile­sinin reisi benimle harp etmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin!”[5]
Ku­reyş Reisi Ab­dül­mut­ta­lib’in, elçiye cevabı şu oldu:
“Allah adına yemin ederiz ki biz kendisiyle harp etmek is­te­mi­yo­ruz. Zaten, buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mâbed, Allah’ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe’yi bu hareketinden vaz­geçirecek güç ve kuvvet yoktur.”[6]
Karşılıklı bu konuşmadan sonra Ab­dül­mut­ta­lib, elçiyle birlikte Ebrehe’nin ya­nına vardı.
Ab­dül­mut­ta­lib, heybetli bir görünüşe sahipti. Onu bu haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine karşı gayriihtiyarî bir hürmet hissi duydu. Ona, şerefli bir misafir muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne olduğunu sordu.
Ab­dül­mut­ta­lib, isteğini belirtti: “Askerlerin, iki yüz devemi almıştır. Ar­zum, develerimin iadesidir.”
Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, “Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim; konuşmaya başlayınca, pek de öyle büyük olmadığını anladım! Ben, senin ve atalarının tapınağı olan Kâbe’yi yıkmaya gelmişken, sen ondan söz etmiyorsun da aldığım iki yüz deveden bahsediyorsun!” diye ko­nuştu.
Ab­dül­mut­ta­lib, Ebrehe’nin alaylı tavrına aldırmadan, “Ben, develerimin sa­hi­biyim. Kâbe’nin de bir sahibi ve koru­yucusu vardır; elbette onu koruya­caktır!” diye karşılık verdi.
Bu sözler, Ebrehe’yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu:
“Onu bana karşı kimse koruyamaz!”
Ab­dül­mut­ta­lib, yine sözün altında kalmadı ve “Orası beni ilgilen­dirmez. İş­te sen ve işte o!”[7]dedi.
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra Ebrehe, Ab­dül­mut­ta­lib’­in gas­p edilen de­velerini geri verdi. Ab­dül­mut­ta­lib, ordugâhı terk ederek Mekke’ye geldi ve olup bitenleri Ku­reyşlilere anlattı. Ayrıca iki yüz deveyi de Allah için kurban etmek üzere işaretleyerek serbest bı­raktı.

Mekke Boşaltılıyor!

Ab­dül­mut­ta­lib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden korun­mak için Mekke’yi boşaltmalarını, halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kâbe’nin yanına vardı ve kapısının halkasına yapışarak, “Allahım! Bir kul dahi evini barkını korur. Sen de Kendi evini koru! Ta ki yarın onların sa­lîb­leri ve kuvvetleri, Senin kuvvetine galebe çalmasın”[8]diye dua etti.
Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordu­sunun yapacaklarını beklemeye ko­yul­du.
Mekke mahzun, Kâbe mahzun, Ku­reyş mahzundu.

Ordu Harekete Hazır; Fakat!

Ertesi günün sabahı idi.
Mekke üzerine yürüyüp Kâbe’yi yerle bir etmek için, Eb­rehe ordusunda ha­zırlık tamamdı. Ordu tek bir işaret beklemekte idi.
Tarih: Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü.
Ordu, hareket edeceği sırada Ebrehe’ye kılavuzluk görevini üzerine almış bulunan Nüfeyl b. Habib adındaki adam, büyük fil Mahmud’un kulağına eği­le­rek şunları fısıldadı:
“Çök Mahmud! Sağ sâlim geldiğin yere dön. Sen, Allah’ın mukaddes say­dığı beldedesin!”[9]
Bu sözleri söyledikten sonra da koşarak bir dağa sığındı.
Nüfeyl’in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birdenbire çöküverdi.
Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü muvaffak olamadı­lar. Yönünü Yemen’e doğru çevirdiklerinde ko­şuyor, Şam’a doğru çevirdikle­rinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde durmadan ko­şuyordu. Ancak yüzünü Mekke’ye doğru çevirdiklerinde, adeta bacaklarındaki kuvvet birdenbire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.[10]
Bu heyecanlı anda, kimsenin Fil-i Mahmud’un bu hareketine akıl erdireme­yip düşündüğü sırada, Cenab-ı Hak, “Celâl” ismiyle tecelli etti ve Kur’an’da “Ebâbil” diye adlandırılan kuş­ları, deniz tarafından, Ebrehe ordusunun üze­ri­ne salıverdi.
Kır­langıçlara benzeyen bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayakla­rın­da olmak üze­re nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşı­yordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, ânında yerde debelenip ölüve­ri­yordu.[11]
Taş yağmuruyla karşı karşıya kalan askerler, şaşırıp kal­dılar. Bir anda ka­rargâh, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe de o anda canlarını zor kurtaran­lar arasında idi. Fakat aldığı bir taş yarasıyla sonradan o da, arzusuna muvaf­fak olamadan ölüp gitti.[12]
Bu arada, Kâbe üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud adın­daki fil de sağ kurtuldu.
Cenab-ı Hak, Ebrehe ordusuna Ebâbil kuşlarını musallat ettikten sonra, ay­rıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.[13]
Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’inde bu hadiseyi bize şöyle haber verir:
“(Ey Resûlüm! Kâbe’yi tahrip etmek isteyen) Ashab-ı Fil’e (fillerle teçhiz edilmiş Ebrehe ordusuna) Rabbinin ettiğini gör­me­din mi? Onların kötü niyet ve teşebbüslerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar salıverdi, on­lara ‘siccil’­den [pişmiş çamurdan] taşlar atıyorlardı. Derken Rabbin, onları (kurtlar tarafından kemirilip doğranan) yenik ekin yaprakları haline getirdi!”[14]
Bu hadise, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğinin bir deliliydi.[15]Zira, dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kâbe-i Muazzama, harika ve gaybî bir surette Ebrehe ordusunun tah­ribinden masun kalmıştır.
Evet, Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve hikmeti, elbette Ha­bibinin yüzü suyu hür­metine bu muazzam mâbedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmez­di ve etmedi de!

___________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 45; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih, c. 2, s. 109.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 47; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih, c. 2, s. 110.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 50; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih, c. 2, s. 111.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 50.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 50.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 51; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 53; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 54.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 54; Taberî, Tarih, c. 2, s. 113.
[11] İbn Hişam, a.g.e., s. 54-55; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 56.
[13] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[14] Fil Suresi.
[15] Resûl-i Ekrem Efendimize risâlet vazifesi verilmeden önce, peygamberliğiyle alâkalı olarak mey­­dana gelen hârikulâde hadiselere “irhasat” denir. Bu hadiseler, Efendimizin peygamberli­ğine delil teşkil ederler. Âlimler, Fil Vak’asını da irhasattan kabul etmişlerdir.

Abdullah, Ab­dül­mut­ta­lib’in erkek çocuklarından sekizincisi idi.[1]Sîret ve su­rette diğer kardeşlerinden çok farklıydı.
Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Mu­hammedî, onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlı­lık bahşetmişti. Ama hiç kimse, bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldi­ğinin farkında değildi.

Ab­dül­mut­ta­lib’in, Oğullarıyla Konuşması

Artık oğullarının onu da büyümüştü.
Vaadini unutmayan Ab­dül­mut­ta­lib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz râzı oldular. Sonra da babalarına sordular: “Peki nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tespit edelim?”
Ab­dül­mut­ta­lib, böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini bi­liyordu. Şöyle dedi:
“Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve ok­ları bana ve­rin!”
İtaatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri ok­danlığından bir ok çekti; üzerine kendi ismini yaz­dıktan sonra, babasına uzattı.
Okları toplayan Ab­dül­mut­ta­lib, doğruca Kâbe’ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti.
Böyle durumlarda, Ku­reyş, bu usûle başvururdu.

Kur’a Çekilişi

Kâbe’nin yanına varan Ab­dül­mut­ta­lib’in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elin­deki on oku, Allah’a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz, ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.
Memur, oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu: “Ab­dullah!”
Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi; oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: “Abdullah...”
Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki bir an “Ola­maz!” diyerek haykı­racak gibi oldu. Son anda Allah’a verdiği sözü hatırlayarak, çelik gibi irade­siyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde, yüzünü Kâbe’den evine doğru çevirdi ve ümitsiz ümitsiz yürüdü.
Evinde herkes onu bekliyordu. Hiçbirinin kur’a sonucundan haberi yoktu. Eve giren Ab­dül­mut­ta­lib’in gözleri bir anda, pırıl pırıl parlayan oğlu Abdul­lah’ın yüzüne dikildi. Şefkat ve merhametinin tekrar kabarıp his dünyasının içine girdiğini görünce, yüzünü başka tarafa çevirdi. Teslimiyet içinde bakan oğullarını daha fazla merakta bırakmak istemedi ve şöyle konuştu:
“Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kar­deşlerin arasında sana ihsan etti!”
Ab­dül­mut­ta­lib ailesini ve evini alev alev yakan bu haber, bir anda Mekke sokaklarını da hüzün ve kedere boğdu. Herkes birbirine soruyordu: “Abdullah mı, o güzel, o tatlı çocuk mu kur­ban edilecek?”
Ab­dül­mut­ta­lib, yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsaf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. İsmail’in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.
Ab­dül­mut­ta­lib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Ab­dul­lah’ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada birtakım gürültüler duyuldu. Ku­reyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi: “Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Ne yap­mak isti­yor­sun?”
Ab­dül­mut­ta­lib, nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi: “Onu kurban ede­ceğim!”
Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalga­landı. Müdahale ettiler. “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dediler. “Bu nasıl olur? Sen ki Mekke’nin büyüğüsün. Böyle ya­parsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse bizim de soyumuz kesilmez mi?”
Bütün kalabalık, Ab­dül­mut­ta­lib’in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da... Lehinde olan tek şey, çelikten iradesiydi. Allah’ına söz vermişti ve bu sö­zünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü Allah, onun istediğini vermişti: On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek, O’na karşı nankörlük olurdu.
Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah b. Muğîre ortaya atıldı ve “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dedi. “Vallahi, meşru bir mâ­zeret ol­ma­dıkça sen onu kurban edemezsin! Onu kurtarmak için, gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!”
Ab­dül­mut­ta­lib’in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve ken­di­sine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat çelikten iradesi bir türlü gevşemi­yor­du.
Ku­reyşliler ve oğulları, yalvarmalarının netice vermediğini görünce, bu se­fer şöyle bir teklifte bulundular:
“Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Abdullah’ı al, Şam’a git! Orada bir kadın var: Kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gi­der. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için de bir çare bulur. ‘Ab­dullah boğazlanacak’ derse, gel, onu boğazla; yok, eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin!”[2]
Bu fikir, Ab­dül­mut­ta­lib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına alarak Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde, kâhin kadının Hayber’de ol­duğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi bul­dular.
Ab­dül­mut­ta­lib, durumu olduğu gibi anlattı.
Kadın sordu: “Sizde bir insanın diyeti nedir?”
Ab­dül­mut­ta­lib, “On deve” dedi.
Bunun üzerine kâhin kadın, “Gidin, on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp, ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on de­ve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kur­ban edip çocuğu kurtarın; yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında deve­lerin sayısına bir diyet mik­tarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden râzı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazla­yıp kur­ban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi râzı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban ol­maktan kurtarmış olursunuz” dedi.[3]
Ortaya konan çareyi uygun bulan Ab­dül­mut­ta­lib, sevinçten uçacak gibi ol­du. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Ab­dül­mut­ta­lib ailesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.

Kur’a Neticesi

Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi.
Ab­dül­mut­ta­lib, biricik oğlu Abdullah’ı ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâ­hin kadının tavsiyesi üzerine, Abdullah ile on deve arasında kur’a çekile­cek­ti.
Ab­dül­mut­ta­lib, sevinç içinde memura “Çek!” dedi.
Çekilen ok Abdullah’a çıktı!
Develerin sayısını yirmiye çıkardılar.
Memur tekrar oku çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi!
Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti.
Develer kırk oldu. Ok yine Abdullah’a çıktı.
Elli oldu. Ok Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu!
Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok, ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu! San­ki başka bir âlemden emir alır gibiydi.
Ab­dül­mut­ta­lib, hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semâya doğru kaldırarak dua etmekten de geri durmuyordu.
Nihayet, develerin sayısı yüzü buldu.
Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok, de­velere çıkmıştı!
Herkes gibi Ab­dül­mut­ta­lib’in de gözleri sevinçle parladı. Fakat onun bu se­vinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:
“Vallahi, üst üste üç defa daha çok çekeceğim; ta ki kal­bim mutmain olsun!”
Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü üç seferinde de ok, develere çıkmıştı.
Bu sevincini Ab­dül­mut­ta­lib, “Allahü Ekber, Allahü Ek­ber!” diyerek izhar etti ve diz çökerek duada bulundu.
Böylece Abdullah, kurban edilmekten kurtuldu.
Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Ab­dül­mut­ta­lib, yüz devenin Safâ ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etle­rinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, kö­pekler, vahşî ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.
O günden itibaren, Ku­reyşliler ve Araplar arasında, bir insan diyetinin yüz deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.[4]
Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.[5]

Hz. Abdullah’ın İffeti

Aynı gündü.
Herkes neticeden memnun, kur’a yerinden dağılıyordu. Ab­dül­mut­ta­lib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe’­nin yanından geçerlerken, baba­sından bir hayli geride kalmış Abdullah’ın karşısına bir kadın dikildi. Bu ka­dın, Abdullah’ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan, Varaka b. Nev­fel’in kız kardeşi Rukiyye idi. O da, kardeşi Varaka gibi eski mu­kaddes ki­tapları okumuş, o kitaplarda ahir zamanda gelecek peygamberin sıfatlarını gör­müş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullah’ın yüzünde, o âna kadar hiç kim­sede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca, bu sıfatlarla münâ­sebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de, adeta güzelliğini ve if­fetini unutarak Abdullah’ın yanına yaklaştı ve fısıldadı:
“Delikanlı, biraz dursana!”
Abdullah durdu.
Kadın, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde Abdullah, “Babamla gidiyo­ruz” diye cevap verdi.
Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. “Abdullah “ dedi. “Benimle şimdi evlenir misin?”
Abdullah’ın yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi.
Fakat Rukiyye, ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle câzib hale getirdi. “Eğer” dedi. “Benimle evlenme­yi kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana vereyim!”
Abdullah, bu câzib teklife de iltifat etmedi ve iffetini ser­gileyen şu cevabı verdi:
“Haram öyle acıdır ki ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır; helâl ise çok tatlıdır. Ey kadın, sen git, açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar, namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?”[6]
Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye’nin hüzün ve hay­ranlığı birleşti­ren bakışları önünde yoluna devam etti.
Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı ka­dınla Mekke sokak­la­rında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye, ona karşı en ufak bir arzu ve has­ret belirtisi göstermedi; bilâkis, hissiz ve bakışları, hayranlık şöyle dur­sun, çok donuktu.
Abdullah sebebini sordu: “Ne oldu sana? Halin değişmiş!”
Rukiyye, “O gün, alnında esrarlı bir nur parlıyordu. O nur kar­şısında ken­dimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum!” diye cevap verdi.
Evet, Hz. Abdullah’ın alnında parlayan nur artık yoktu.
Çünkü o nur Kâinatın Efendisine hamile olan, annelerin en büyüğü Hz. Âmine’ye intikal etmişti.
Aslında, Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, tertemiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu de­likanlıya bütün Ku­reyş kızlarının gözleri çevrilmişti! Ama yüzündeki parlaklı­ğın sırrına akıl erdiremeden; Hak Teâlâ’nın ona Ahir zaman Peygamberinin babası olmak gibi şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden!

Hz. Abdullah’ın, Hz. Âmine’yle Evlenmesi

Hz. Abdullah, gün geçtikçe büyüyor, büyümesiyle de gönülleri etrafında per­vane gibi döndürüyordu. Fakat o, dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmi­yor, iffet ve namusunu tertemiz koruyordu.
Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Ab­dül­mut­ta­lib, bir an evvel onu mesut bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak ona, her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu. Ab­dül­mut­ta­lib, bunu bulmada gecikmedi. Be­nî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb b. Abdi Menaf’ın yanına vararak, kızı Âmi­ne’yi oğlu Abdullah’a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve se­vinçle karşıladı, sonra da şöyle konuştu:
“Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık! Âmine’nin annesi, geçen­lerde bir rüya görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş, aydınlığı yer­­leri ve gökleri tut­muş. Ben de bu gece rüyamda, dedemiz İbrahim’i (a.s.) gör­­düm. Bana, ‘Ab­dül­mut­ta­lib’­in oğlu Abdullah ile kızın Âmine’nin nikâhla­rı­nı ben kıydım! Sen de onu kabul et’ dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyanın te­si­ri altındayım. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’ diye kendi kendime sorup duru­yordum!”
Bunları duyan Ab­dül­mut­ta­lib sevincinden, “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi.
Vehb’in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibarıyla Ku­reyş kızları arasında en yüksek mevkiye sahipti. Her hususta Abdullah’a denk­ti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise, bu sırada yirmi dört yaş­larında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya geti­recek mesut aile yuvası kuruldu.[7]

Hz. Abdullah’ın Vefatı

Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki birçok kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu: Hz. Abdullah’ın yüzündeki nur, Hz. Âmine’nin al­nında parlamaya başladı. Demek ki artık Hz. Âmine, Kâinatın Efendisine ha­mile idi.
Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu.
Hz. Abdullah, bir ticaret kervanına katılarak Suriye’ye gitti.
Gidiş, o gidiş oldu; Hz. Abdullah, bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar sonra Mekke’ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yok­tu. Sadece acı ha­beri vardı.
Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte Medine’­de has­ta­lanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmış­lardı.
Bu haberi alan Ab­dül­mut­ta­lib, derhal oğlu Hâris’i Medine’­ye gön­derdi. Ha­ris, Medine’ye varıncaya kadar her şey olup bit­miş­ti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun bir kerecik olsun yüzünü görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy b. Neccaroğullarından Nâbiğa’nın evinin avlusuna defnedil­mişti.
Hâris, bu acı haberi alıp Mekke’ye getirdi. Mekke bir an­da mâtem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen ölümün, Ab­dullah’ı bu genç yaşında beklenmedik bir zamanda sînesine alışı, Ab­dül­mut­ta­lib ailesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların te­essürüne iştirak etti.
Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine’nin teessürünü tarif etmek im­kân­sızdı. Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Gün­lerce gözyaşlarını tutamadı. Ağladı, ağladı. O ağlarken, bütün insanlığın göz­yaşını beraberinde getireceği nurla silecek ve acılarını dindirecek zâtın dün­yaya gelişine ise iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.
Hz. Âmine, hadiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şii­rinde şöyle dile getirdi:
Artık Mekke’nin Betha kolu Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşimoğulla­rı­nın şânından mahrum kalacak artık!
Ölümün davetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp kabre gitti.
Ölüm (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup boşluğunu dolduramaz.
Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.
Ne yazık ki ecel, hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı. Hâlbuki o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi![8]

Hz. Abdullah’ın Bıraktığı Miras

Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbâlini temine yeni yeni hazırlanırken dün­yaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddî plânda geride son derece müte­vazı bir miras bıraktı: Ümüm Eymen Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir cariye, beş deve, birkaç ko­yun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş pa­ra.[9]
Fakat geriye, Allah’ın lûtfuyla İki Cihanın Güneşi olacak hayırlı bir evlat bı­raktı. Nuruyla âlemi aydınlatacak bir zât: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.)...

_______________________________________

[1] Ab­dül­mut­ta­lib’in diğer (erkek) çocuklarının adları şöyledir: Abbas, Hamza, Ebû Tâlib (Abdi Menaf), Zübeyr, Hâris, Hacl, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb (Abdü’l-Uzzâ) [İbn Hişam, c. 1, s. 113; İbn Sa’d, c. 1, s. 88].
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 162; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 163; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1. s. 89; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 89.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 95-96.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 167; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1. s. 94.
[8] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 100.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 167; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 100.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Aradan yıllar geçti.
Alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur, onu Ku­reyş’in reisliği maka­mına getirip oturttu.
Sıcak bir yaz günü idi.
Kâbe’nin yanındaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüya gördü. Rüyasında bir zât, kendisine şöyle seslendi:
“Kalk, Tayyibe’yi kaz!”
Sordu: “Tayyibe nedir?”
Fakat o zât, sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti:
Uyanan Ab­dül­mut­ta­lib, heyecanlı idi. “Tayyibe” ne demekti? Tayyibe’yi kazmak nasıl olurdu? Rüyaya bir mana veremeden merak içinde o gün ve ge­ceyi geçirdi.
Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi: “Kalk, Berre’yi kaz!”
Rüyasında şaşkına dönen Ab­dül­mut­ta­lib, yine sordu: “Ber­re nedir?”
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.
Ab­dül­mut­ta­lib, derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki gördüklerine bir türlü mana veremiyordu. O gün ve geceyi yine gördüğü rüyanın tesirinde geçirdi.
Ertesi gün idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, “Kalk” dedi. “Mednune’yi kaz!”
Derin uykuda Ab­dül­mut­ta­lib, adama, “Mednûne nedir?” diye sor­du, ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Ab­dül­mut­ta­lib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyanın boş olmadığını elbette biliyordu; ama manasını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.
Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Ab­dül­mut­ta­lib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:
“Zemzemi kaz!”
Ab­dül­mut­ta­lib, “Zemzem nedir, nerededir?” diye sorunca da adamın ce­vabı şu oldu:
“Zemzem bir sudur ki hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe’de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer ara­sın­da­dır. Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagalar. Orada karınca yuvası da var­dır!”[1]
Uyanan Ab­dül­mut­ta­lib’in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü rüyayı manalandırmak için ipucunu elde etmişti. Zem­zem kuyusundan defa­larca bahsedildiğini duymuştu. Fakat onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden kaçarken Kâbe’nin bütün kıymetli mallarını zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan beri zemzemin ismi var, ken­disi yoktu.[2]
Ab­dül­mut­ta­lib, artık zemzemin yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyasında kendisine öğretilen yere git­ti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gaga­sıyla bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.
Ab­dül­mut­ta­lib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış, ha­yat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemze­min yerini tespit etmişti ve sıra, kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptır­mak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün yanına bir tek oğlu olan Hâris’i alarak tespit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müd­det devam eden kazı sonucu zemzem kuyusunun örülmüş duvar taş­larıyla bir daire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Ab­dül­mut­ta­lib sevinçliydi, he­yecanlıydı. Adeta gözlerine ina­namıyordu. Ama gözlerine inansa da inanma­sa da görü­nen, bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: “Allahü Ekber! Al­lahü Ekber!”

Ab­dül­mut­ta­lib ve Ku­reyş İleri Gelenleri

Ab­dül­mut­ta­lib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen Ku­reyş­li­ler, işin ar­tık ortaya çıkmak üzere olduğunu fark edince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra Ku­reyş büyükleri, kazılan yere gel­diler ve Ab­dül­mut­ta­lib’e, “Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Bu, babamız İsmail’­in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et” dediler.
Ab­dül­mut­ta­lib, “Hayır, yapamam” dedi. “Bu iş sadece ba­na tahsis edilmiş ve aramızdan ancak bana verilmiştir!”
Ab­dül­mut­ta­lib’in bu kesin cevabı, Ku­reyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy b. Nevfel şöyle konuştu:
“Sen, yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kim­sen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğ­mez­sin?”
Bu söz, Ab­dül­mut­ta­lib’in adeta içini yaktı. Çünkü Ku­reyş­liler, onu kimse­sizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:
“Ya, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyor­sun, öyle mi?”
Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, el­lerini açarak yüzünü semâya doğru çevirdi ve “Yemin ederim ki” dedi. “Al­lah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan bi­ri­sini Kâbe’nin yanında kurban ede­ceğim!”[3]
Ab­dül­mut­ta­lib’in bu sözleri, hem bir dua, hem bir yemin, hem de bir adak idi.

Şam’a Gidiş

Hadisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nâzikti. Böyle hadiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bu­nu bilen Ab­dül­mut­ta­lib, kazı işinden o anlık vaz­geçti ve işin bir hakem tara­fın­dan halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü.
Hakemi tespit ettiler: Şam’da oturan Sa’d b. Hüzeym...
Amcalarından birkaçını yanına alan Ab­dül­mut­ta­lib, Ku­reyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yolu çıktı.
Ne var ki henüz Şam’a varmadan İlâhî kader onları dur­durdu. Ab­dül­mut­ta­lib ve yanındakilerin suları, alev sa­çan çölün ortasında bitti. Bu, kendileri için en büyük, en şid­detli düşmandan daha da tehlikeliydi. Ab­dül­mut­ta­lib’­in mü­racaatına, Ku­reyş ileri gelenleri, “Suyumuz ancak bi­ze yeter!” diyerek red ce­vabı verdiler.
Ab­dül­mut­ta­lib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bu­lunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su ara­mak, serabın peşinde koşmaktan fark­sızdı.

Ab­dül­mut­ta­lib’in Su Aramaya Çıkması

Fakat her şeye rağmen Ab­dül­mut­ta­lib, devesine atladı ve etrafta su ara­ma­ya koyuldu. Diğerleri ise, kendi ve yakın akrabalarının susuzluktan ölüp gide­cekleri ânı bekliyorlardı.
Ama, ümitleri kursaklarında kaldı. Kâinatın Efendisinin mukaddes nurunu alnında taşıyan Ab­dül­mut­ta­lib, bir vadiden geçerken devesinin ayağı bir ara kuru otlar arasına gömülmüş irice bir taşa takıldı. Deve tökezledi, taş ise ye­rin­den yuvarlandı. Yere düşmemek için devesine sımsıkı yapışan Ab­dül­mut­ta­lib, dönüp arkasına bakınca gözlerine inanamadı: Alev saçan çöl­de, yuvarla­nan ta­şın çukurunda pırıl pırıl parlayan bir avuç su gördü!
Devesinden indi. Kılıcıyla taş kovuğunu genişletince su daha da gür ak­ma­ya başladı. Az zamanda önündeki çukurda fazlasıyla su birikmişti. Geri dönen Ab­dül­mut­ta­lib, sevinç çığlığı bastı: “Gelin! Hem size, hem hayvanları­nıza ye­te­cek kadar su buldum!”
Hepsi, yeniden hayata kavuşmuş gibi sevindiler. Su başına giderek hem kana kana içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler.
Bir ara Ab­dül­mut­ta­lib, kendisine su vermeyen Ku­reyşlilere döndü ve ses­lendi: “Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem ken­diniz için, hem de hay­vanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın gelin!”
Ku­reyşliler, mahcup mahcup kaynağa yanaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz suyla dol­durdular.
Ku­reyşliler, zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sundu­ğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir eda için­de Ab­dül­mut­ta­lib’e dönerek, “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dediler. “Artık sana di­yecek bir sö­zümüz yok! Anladık ki zemzemi kazmak senin hakkın. Bu işe an­cak sen lâyıksın. Vallahi, zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa et­meyeceğiz! Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz!”
Ve hakeme gitmeden, yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep bera­ber döndüler.[4]
Mekke’ye dönen Ab­dül­mut­ta­lib, oğlu Hâris’le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda zemzemi ortaya çıkardı.
Kıymetli Mallar İçin Kur’a Çektiler
Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altın­dan iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı.
Zemzemi ortaya çıkarma hakkını daha önce Ab­dül­mut­ta­lib’e bırakan Ku­reyş ileri gelenlerinin, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar ka­bar­dı. Yine Ab­dül­mut­ta­lib’in başına dikildiler. “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dediler. “Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var!”
Cömert ve sabırlı Ab­dül­mut­ta­lib, önce, “Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok” diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mert­li­ğini ortaya koydu: “Ben yine de size yumuşak davranayım! Aramızda kur’a çe­kelim!”
Bundan memnun olan Ku­reyş ileri gelenleri, “Peki, bu kur’­ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?” diye sordular.
Ab­dül­mut­ta­lib, kur’ada takip edilecek usûlü anlattı: “İlk kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin için çekeriz. Kur’ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır!”
Bu usûl, tarafsız bir hal çaresi idi. Bu sebeple Ku­reyş­liler sevindiler ve Ab­dül­mut­ta­lib’in bu davranışını takdir ettiler. “Doğrusu” dediler. “Pek insaflı davrandın!”
Kâbe’nin içindeki Hübel putunun yanına vardılar ve kur’a çektiler. Kur’a so­nucu, Ku­reyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu: Altından geyik heykeller Kâbe’ye, kılıç ve zırhlar Ab­dül­mut­ta­lib’e düştü.[5]Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek du­rum­ları kalmadı ve mesele böylece kapandı.
Ab­dül­mut­ta­lib, kılıç ve zırhları dövdürüp sac haline getirdikten sonra bu­nunla Kâbe’nin kapısını kapattı. Böylece, Kâbe’yi altınla süsleyenlerden oldu.
Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Ab­dül­mut­ta­lib’­in yaşı kemâl yaş olan kırka ayak basmıştı.
Otuz yıl sonra, Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı vaadini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe’de kurban etme vaadi. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi; fakat Abdullah çok daha başka idi.

_______________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 150-151.
[2] Geniş bilgi için bkz. M. Dikmen-B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 229-232.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 160; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 88; Taberî, Tarih, c. 1, s. 128.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 152-153; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 84.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 1. s. 145-146; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 85.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget