Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hz. Hatice’nin tereddütsüz iman edip Müslüman olması, Resûl-i Ekrem Efen­dimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de artırdı. Artık yeryüzünde davasını tasdik ve kabul eden biri vardı.
Peygamber Efendimizin İslam’a davet ettiği ikinci insan, yine en yakınla­rından biri olan Hz. Ali idi. O, dört beş yaşından beri Efendimizin terbiyesi al­tında bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak, akranlarına göre feraset ve ahlâk bakımından üstün bir seviyedeydi.
Bir gün, Resûl-i Ekrem Efendimizi, Hz. Hatice’yle namaz kılarken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince, “Nedir bu?” diye sordu. Resûl-i Ek­rem, “Ey Ali! Bu, Allah’ın seçtiği, be­ğendiği din­dir. Ben seni, bir olan Allah’a iman etmeye davet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzzâ’ya tapmaktan sakın­dırırım” dedi.
Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı çocuk bakışlarını yere dikerek bir an du­rak­ladı. Sonra, “Benim şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim bir şey bu! Ba­bam Ebû Tâlib’e danışmadan bir şey diyemem” diye konuştu.
Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz davasını açıkça ilan et­mek emrini almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali’yi ikaz etti. “Ey Ali!” dedi. “Eğer söyledikle­rimi yaparsan yap; yok, eğer yapmayacak olursan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut, kimseye bir şey söyleme!”[1]
Hz. Ali, bu ikaz üzerine, sırrını muhafaza edeceğine söz verdi. O geceyi dü­şü­nerek geçirdi. Şafak aydınlığıyla birlikte gönlüne de aydınlık doğdu. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vararak, “Allah beni yaratırken Ebû Tâlib’e sormadı ki ben de O’na ibadet etmek için gidip kendisine danışayım!” dedi ve Müslüman ol­du. “İlk Müslüman çocuk” şerefini kazanan Hz. Ali, o sırada on yaşında bu­lu­nuyordu.[2]
Tedbir, her zaman güzel bir harekettir; ama bir davanın yeni yeni yayıl­maya başladığı sırada çok daha güzeldir. İşte, Allah Resûlü, Hz. Ali’ye gördük­le­rini ve işittiklerini şimdilik kimseye anlatmama ve duyurmama ika­zında bu­lunmakla kâinatta da cârî olan tedbir, tedric ve hikmet kanununa ria­yet ede­rek, bizler için de bir ölçü veriyordu. Gerçekten, tedbire başvurma, za­man ve mekânın şartlarını göz önünde bulundurarak davasını yayma, Allah Resûlünün tebliğ hayatında mühim bir yer işgal eder.
İman safında yer almada, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi, Resûl-i Ekrem­’in oğul edindiği Zeyd b. Hârise (r.a.) takip etti.
Müslüman olduktan sonra Hz. Ali ile Hz. Zeyd’in Nebiyy-i Ekrem Efendi­mize gönülden bağlılıkları yeniden tazelendi ve güç kazandı. Artık Efendimiz­den ayrılmıyor, namaz ve ibadetlerini onunla birlikte ifa ediyorlardı.
Hz. Ali, zaman zaman Resûl-i Ekrem’le birlikte Kâbe’ye gider, ora­da namaz kılarlardı.
Ashaptan Afîfi Kindî, alışveriş maksadıyla geldiği Mekke’de, henüz iman et­memişken Pey­gam­be­ri­miz, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi namaz kılarken gör­müştü. Müslüman ol­duktan sonra, o hallerinden gıbtayla bahsederek şöyle de­miştir:
“Ben, o zaman iman edip de onların dördüncüsü olmayı ne kadar ister­dim!”[3]
Peygamber Efendimiz, davasını henüz umuma açıklamamış olmasına rağ­men, müşrikler onların Kâbe’de namaz kılmalarından, yaptıkları ibadetten farklı bir ibadet yapılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Bu sebeple bir müd­det sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yle namazlarını kırlarda, vadilerde eda et­meyi daha uygun buldular.

Annesi ile Babası, Hz. Ali’nin Peşinde!

Resûl-i Ekrem’i bir gölge gibi takip edip yalnız bırakmayan Hz. Ali’nin bu hali, anne ve babasının endişe ve telâşına sebep oldu. Bilhassa anne Fâtıma Hâ­tun, fazlasıyla korkuya kapıldı. Kocasına, “Dikkat et, oğlun Muhammed’le çok dolaşıyormuş; sakın ona bir şey­ler olmasın!” dedi.
Ebû Tâlib, anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat Peygamber Efendimizden öğ­renmek istedi. Bunun için bir gün Resûl-i Ek­rem Efendimizle Hz. Ali’nin ar­kalarından gitti. Onları Mekke’nin bir vadisinde namaz kılarken buldu. Fahr-i Kâinat’a, “Ey kardeşimin oğ­lu!” dedi. “Bu din, ne dindir?”
Peygamber Efendimiz, “Ey amca! Bu din, Allah’ın dinidir. Meleklerin, pey­gamberlerin ve ceddimiz İbrahim’in dinidir. Allah, beni onunla bütün kulla­rına gönderdi” dedi; sonra da, “Ey amca! Doğru yola davet edeceklerimin ve bu davete koşması gerekenlerin başında sen varsın ve sen buna herkesten daha lâyıksın! Putlara tap­maktan vazgeç ve bir Allah’a iman et” diye teklifte bu­lun­du.
Bir an düşünceye dalan Ebû Tâlib sonunda, “Ben, eski dinimden ayrıla­mam! Fakat sen üzerinde bulunduğun din­de de­vam et! Allah’a yemin ederim ki ben sağ kaldıkça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın bir şeyi sana eriştiremez!” diye konuştu; sonra da oğlu Ali’ye döndü ve “Oğulcağızım! Senin üzerinde bulunduğun bu din ne­dir?” diye sordu.
Hz. Ali, “Babacığım!” dedi. “Ben, Allah’a ve O’nun Resûlüne iman, onun Al­­lah’tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz kıl­dım!”
Bunun üzerine Ebû Tâlib, “Ey oğlum! Amcan oğlunun di­nine sana da iste­ye­rek girmek yaraşır. O, seni ancak hayra davet eder. Ona itaat et!”[4]diye­rek hem Resûl-i Ekrem Efendimizi, hem de Hz. Ali’yi sevindirdi; sonra da ora­dan uzaklaştı.
Eve dönen Ebû Tâlib’e, zevcesi Fâtıma Hâtun, telâş ve şiddetle, “Nerede oğ­lun? Hizmetçim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed’le birlikte namaz kılarken görmüş. Oğlunun dinini değiştirmesini uygun görüyor musun?” diye sordu.
Ebû Tâlib, “Sus! Vallahi, amcası oğluna arka çıkmak ve yardımcı olmak, el­bette herkesten çok ona düşer!” diyerek telâş ve endişeye mahal olmadığını ifa­de etti; sonra da, “Eğer nefsim, Ab­dül­mut­ta­lib’­in dinini bırakmak husu­sun­da ba­na itaat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tâbi olurdum. Çünkü O halim­dir, emindir, tahir­dir”[5]diye ko­nuştu.

________________________________________________________________-

[1] İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 428.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 262.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 18.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 264.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 264; İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 18; Taberî, Tarih, c. 2, s. 214.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.), Hira’daki ulvî mazhariyetle İlâ­hî memuriyetini idrak etmiş ve kutsî risâlet vazifesini yüklenmişti.
Ancak bu ağır ve büyük vazifenin icabları vardı, onları ye­rine getirmek lâ­zım geliyordu.
Bunun ise, içinde bulunduğu cemiyette pek kolay olmayacağı da, kendi­sin­ce muhakkak bilinen bir husustu.
O anda Efendimiz tek başına bir tarafta, bütün dünya bir tarafta yer alı­yor­du. Ve o, umum dünyaya Allah’tan aldığı emirleri tebliğ edecekti. Elbette bu, basit bir hadise olarak görüle­mezdi.
Allah Resûlü, dünyalar durdukça insanlığa nur ve şeref olan vazifesine ne­reden ve nasıl başlaması gerektiğini de çok iyi hesaplıyordu.
Durumu evvela, en yakını bulunan zevcesi Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Ha­ti­ce, ona tereddütsüz sadâkat elini uzattı ve “ilk Müslüman” olma şerefine ka­vuştu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan sonra, Hz. Hatice’ye, Cebrail’den (a.s.) öğ­rendiği şekilde abdest aldırdı ve yine Cebrail’den öğrendiği surette imam ola­rak şerefli zevcesine iki rekât namaz kıldırdı.
Efendimizin kıldırdığı bu iki rekât namaz,[1]imam olarak kıldığı ilk namaz­dır ve bir Pazartesi gününün sonuna doğru kılınmıştır.[2]

___________________________________________________

[1] Önceleri namaz ikişer rekâttan iki vakit (bizim, sabah ve akşam namazlarına yakın bir vakitte) ola­rak farz kılınmıştı. Daha sonra buna gece namazı da (teheccüd) ilave olundu. Mîrac’ta vak­tin beş olarak tayin edilmesinden sonra, gece namazı farzı ümmet için nâfileye çevrildi, ancak Re­sûl-i Ekrem Efendimize farz olmakta devam etti (bkz. İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 260-261; Tâhi­rü’l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, s. 24).
[2] Tâhirü’l-Mevlevi, Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, s. 25.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Ramazan ayının 16 gecesi geride kalmıştı.
Ve Ramazan’ın 17’si, Pazartesi gecesi idi.
Nur dağı, derin ve manalı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Kim bilir, konuşulacakları dinlemek, söyle­nenleri adeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için... Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için!
Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri da­ğıttıkları ve Allah’ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesna va­kit!
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre, buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sü­kûnet tecellileri iç içe idi.
Cebrail (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü son resûlle, Pey­gamberler Pey­gamberiyle muhatab olacak, “Ha­bi­bul­lah” unvanını imanı, ibadeti, tefekkürü ve mücâdesi ile hakedecek olan Sultan-ı Levlak’la konuşacak, onunla yüz yüze gelecekti.
Beklenen an gelmişti.
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan su­retinde, etrafa ışıl ışıl nurlar saçarak göz ka­maştırcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı, fa­kat gür bir sedâ ile hitap etti: 
Kâinatın Efendisini, hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu!
ما[Ben okuma bilmem] diye cevap verdi.
Hz. Cebrail, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar, “Oku!” diye seslendi.
Fahr-i Kâinat, aynı cevabı verdi: “Ben okuma bilmem!”
Hz. Cebrail, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi: “Oku!”
Bu sefer Fahr-i Kâinat, “Ben okuma bilmem” dedi. “Söy­le, ne oku­yayım?”
Bunun üzerine melek, Allah’tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alak Suresi’nin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:
“Oku! Seni yaratan Rabbinin adıyla oku! Ki O, insanı, pıhtılaşmış bir kan­dan yarattı. Oku ki senin Rabbin, kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilme­diğini tâlim eden, bol kerem ve ihsan sahibidir.”[1]
Heyecan ve haşyetin son haddinde, Kâinatın Efendisi, bizzat konuştuğu li­sanla nâzil olan ayetleri kelimesi kelime­sine tekrar etti. Artık inen ayetler Allah Resûlünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti.
O andaki vazifesi sona eren Hz. Cebrail de birdenbire kayboluverdi.

“Beni Örtünüz!”

İlâhî vahye muhatab olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Allah Resûlü, mağaradan çıktı ve Mekke’ye doğru hareket etti.
Yolda birçok gariplikle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar, “Esselamü Aleyke Yâ Re­sû­lal­lah!” diyerek onu selamlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik edi­yorlardı.
Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hadisenin azameti ve haş­yeti karşısında adeta konuşamaz hale gelmişti.
Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Hatice-i Kübra’ya sadece, “Beni örtünüz, beni örtünüz!” diyebildi.[2]
Sâdık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağ­men, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendi­sini şefkat ve hürmetle ya­tağına yatırdı ve üstüne örtüler örttü.
Hira’da yalnızlık arayan Fahr-i Âlem, şimdi de evinde ruh ve dü­şün­cele­riy­le başbaşa idi.
Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahata ve sükûnete kavuştuk­ları belli idi. Hatice-i Kübra’ya başından geçenleri olduğu gibi anlattı ve ekledi: “Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gel­me­sinden korkuyorum!”
Resûl-i Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusun­dan geliyordu.
Ancak bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk zevce olacak ka­dar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basîrete sahip Hz. Hatice, her halinden son derece emniyet duyduğu zevci Kâinatın Efen­disinin itminan arzusunu şu söz­lerle teyid etti:
“Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme; Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz. Ben biliyorum ki sen sözün doğrusunu söylersin. Emanete riayet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Kom­şularına nâzik ve müşfik davranır­sın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Garip­le­re evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibet­ler­de hal­ka yardım edersin! Ey Am­camoğlu! Sebat et! Vallahi, ben senin bu üm­me­tin peygamberi olacağını ümit ederim.”[3]

Varaka Ne Dedi?

Bütün bu olup bitenler elbette manasız değildi ve bir şeyler ifade ediyordu. Sorup soruşturup öğrenmek ise, Hz. Hatice’ye düşüyordu.
Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime itimat edebilirdi?
Hz. Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı adamı tespit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.
Varaka b. Nevfel, oldukça yaşlanmış, saf bir Hıris­ti­yan­dı. Gözleri görmez ol­muştu, ama gönlü aydınlıktı. Tev­rat’ı ve İn­cil’i okumuş, onlardan pek çok şey öğrenmiş­ti.
Hz. Hatice, vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle, amcası oğluna gitti.
Varaka, önce Resûl-i Ekrem Efendimizi dinledi. O, başından geçenleri an­lattıkça Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son verince, Va­ra­ka haykırdı: “Kuddûs, Kud­dûs! Bu gördüğün melek, yüce Allah’ın Mûsa Pey­gambere gönderdiği Ruhü’l-Ku­düs’­tür. Namus-ı Ekber’dir. Sen ise bu üm­metin peygamberisin. Ah, ne olur­du, yeni dine halkı çağırdığın günlerde ben de genç olay­dım; kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman sağ olsay­dım!”[4]
Bu ifadeler, hem Allah Resûlünü, hem de Hz. Hatice’yi bir derece rahatlattı. Ancak Efendimizin anlamadığı bir şey vardı: Kavmi, onu niçin yurdundan çı­karacaktı?
Bu sualine Varaka cevap verdi: “Evet, seni buradan çıkaracaklardır! Çünkü senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bü­tün gücümle sana yardım ederim!”[5]
Varaka b. Nevfel, gerçeği konuşuyordu. Gizlenmesi kabil ol­ma­yan gerçeği... Bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği...
Bundan sonra Resûl-i Ekrem, Hz. Hatice’yle birlikte, Varaka b. Nev­fel’in ya­nından ayrıldı.

VAHYİN BİR ARA KESİLMESİ

Re­sû­lul­lah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hadiseyle karşı kar­şıya geldi: “İnkıta-ı Vahy” hadisesi, yani “vah­yin kesilmesi...” Sebebi (şöyle ve­ya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşerî aklımızla hikmetini tam kav­ra­ya­madığımız bu hadise karşısında Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki adeta dünya kendisine dar gelmek­teydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnada Cebrail veya İsrafil (a.s.), teselli için, birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.[6]
Allah Resûlü, tam kırk gün bu üzüntüyle karşı karşıya kaldı. Dünya “Dâ­rü’l-Hikmet” olması sebebiyle, onda her şey —şüp­hesiz— hikmetle cere­yan et­mektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, Bazen bu gibi hadiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, Bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hadiselerin hikmetsiz cereyan ettikle­rine hiç­bir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kale­miyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine im­kân ve ihtimal yoktur. Buna binaen, inkıta-ı vahy, yani vahyin bir ara kesilmesi hadi­sesi, şüphesiz birçok sebep ve hikmete binaen cereyan etmiştir. Fakat biz hik­met­lerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı ge­ti­renler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsâ etmek mümkündür:
a) Allah Resûlü, ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu adeta vah­yin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sâir lâtifelerinin biraz sü­kûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hadise vuku bulmuştur.
b) Ruh-ı Ahmed’in (a.s.m.), ızdırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştı­rılması.
c) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.[7]

VAHYİN TEKRAR GELMEYE BAŞLAMASI

Kırk günlük bir aradan sonra, Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı.
Vahyin tekrar gelmeye başlaması hadisesini bizzat ken­di­leri şöy­le anlat­mışlardır:
“Bir gün giderken, aniden gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp bak­tı­ğımda, Hira’da bana gelen meleği (Cebrail), yerle gök arasında bir kürsü üze­rinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp, ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’ dedim. Bunun üzerine Yüce Allah,

‘Ey örtüye bürünen Peygamber! Kalk da sana iman etmeyenleri azapla kor­kut! Rabbinin büyüklüğünden bahset! Elbiseni temiz tut! Putperestlik pisliğini bırakmakta devam et!’[8]ayetlerini indirdi. Artık vahiy gelmeye başladı ve ardı arkası kesilmedi.”[9]
Vahiy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i Kibriya Efendi­mizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükû­ta kavuştu. Cenab-ı Hak, serâpa ahlâkî güzellikler ve kemâllerle süslemiş olduğu Hz. Muhammed’i (a.s.m.) peygam­berlik vazifesiyle vazifelendirmekle, onu insan nev’i içinde en mümtaz ve en seçkin mev­ki­ye çı­karmış oluyordu. Bu suretle aynı zamanda Yüce Allah’ın umum kâi­natta cârî olan “Her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükem­mel ve ca­mi’ halkedip, nev’in medar-ı fahri ve kemâli ya­par” ka­nu­nu, insanlık câmia­sın­da da tecellisini buluyordu.
“Cenab-ı Hakk’ın esmâsında [isimlerinde] bir İsm-i Âzam olduğu gibi, masnuatında [san’atlarında] da bir Ferd-i Ekmel bulunacak ve kâinatta münte­şir [dağıtılmış] kemâlâtı o ferdde cem edip [toplayıp] kendine medar-ı nazar edecek.
“O ferd, herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü enva-ı kâinatın [kâinattaki türlerin] en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat içinde o ferd, zîşuur­dan olacaktır. Çünkü zîhayatın envaı içinde en mükemmel, zîşuurdur. Ve her­halde o ferd-i fe­rîd, insandan olacaktır. Çünkü zîşuur içinde hadsiz terakkîyata müstaid, insandır.
“Ve insanlar içinde herhalde o ferd, Muhammed (a.s.m.) olacaktır. Çünkü zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve göstere­mez. Zira o zât , küre-i arzın [yeryüzünün] yarısını ve nev-i beşerin [insanların] beşten birisini saltanat-ı mâ­ne­vî­yesi altına alarak bin üç yüz elli se­ne (şimdi bin dört yüz sene) kemâl-i haşmetle saltanat-ı mânevîyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün enva-ı hakaikte [hakikatlerin her türlüsünde] bir Üstad-ı Küll hükmüne geçmiş.
“Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yük­sek derecesine sahip olmuş, bidayet-i emrinde [peygamberliğinin başlangıcında] bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı olan Kur’an-ı Mu’cîzü’l-Be­yan’ı göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz.
“Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”[10]

____________________________________________________________________________
[1] Alak, 1-5.
[2] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7.
[3] Buharî, a.g.e., c. 1, s. 7.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 254; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 404.
[5] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih, c. 1, s. 97-98.
[6] Tecrid Tercemesi, c. 1, s. 13.
[7] Abdüllatif es-Sübkî, el-Vahyü İle’r-Rasûl Muhammed (a.s.m.), s. 89.
[8] Müddessir, 1-5.
[9] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih, c. 1, s. 98; Ahmed İbn Hanbel, Müsned (h. 2846); Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 592.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 284-285.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget