Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Peygamber Efendimiz ile Medineli Müslümanlar arasında cereyan eden Akabe bîatları ve yapılan anlaşmalar, Müslümanlar önün­de yepyeni emniyetli bir saha açıyordu. İnançlarını burada serbestçe söyleyebilecek, ibadetlerini ser­bestçe ifa edebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden yayabileceklerdi. Çünkü Medine’nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Haz­reç, onlara kucaklarını açmış, her halükârda kendilerini koruyacaklarına ve yardımlarını esirgemeye­ceklerine dair vaadde bulunmuşlardı. İslam güneşinin Medine’de bütün haş­metiyle parlayacağı, şimdiden gözüküyor gibiydi!
Müşrikler, Müslümanların bu emniyetli yere göç edeceklerinden endişe du­yarken, Resûl-i Ekrem, hızla İslamlaşan bu yeni yurdun İslam merkezi haline bir an evvel gelmesi için her türlü gayreti gösteriyordu.
Mekke’de oldukça nâzik bir devre yaşanıyordu. Hz. Re­sû­lul­lah’ın Medine­lilerle anlaşma akdettiğini duyan müşrik­ler, Müslümanlara karşı olan zulüm ve işkencelerini daha da artırdılar. Mesele, adeta bir ölüm kalım meselesi ha­li­ne gelmişti!
Mekke’de hayat, onlar için bir azap; içilen su, teneffüs edilen hava, sanki ya­kıcı bir ateş olmuştu.
Müslümanlar, bu sıkıntılı ve acı durumlarını Peygamber Efendimize arz et­tiler ve hicret için izin istediler. Resûl-i Ekrem, ilk önce kendisine böyle bir mü­saadenin henüz verilmemiş olduğunu belirtti. Ancak bu açıklamasının üzerin­den daha bir­kaç gün geçmişti ki sevinç içinde hic­ret müsaadesinin verildiğini, Müslümanlara şöyle bildirdi:
“Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu, bana gösterildi ve bildirildi. Mekke’den ayrılmak isteyen oraya gitsin, Medineli Müslüman kardeşlerle birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı ve Medine’yi si­ze emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı!”[1]
Görüldüğü gibi, Ku­reyşli müşriklerin Müslümanlar üzerindeki tehdit ve baskısı, İslam’ı “yaşamak” ve “neşretmek” şartlarıyla hayatta kalmaya imkân vermeyecek bir dereceye ulaşınca, Resûl-i Kib­riya Efendimiz hicrete izin ver­mişti.[2]Hz. Âişe’nin, “Mü’min, di­ni için Allah’a veya Resûlüne hicret et­mek zo­runda idi. Zira, dinini yaşamaktan menedilmesi korkusu vardı” sözü, bu du­rumu ifade eder.[3]
“Şu halde hicret, bazı kereler yanlış olarak ifade edildiği gibi bir kaçış değil, bir arayıştır. Dinin, tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve tehlikeler­den kurtarılarak, yaşatılmasına müsait vasatın aranmasıdır. Din, kendisine ga­ye olarak, fiilen yaşanmayı tespit etmiştir. Bulunulan yerin şartları, bu gaye­nin tahakkukuna imkân vermeyecek duruma geldi ise, oradan hicret etmek şarttır, dinen vecibedir, vazifedir. Bu duruma düşen kimseleri, hicret etmediği tak­dirde Kur’an-ı Kerim mâzur ad­det­mi­yor ve kesinlikle sorumlu tutuyor.[4]Bun­lar, dinlerini yaşa­yabilecekleri uygun bir yer aramakla mükelleftirler.”[5]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu müsaadeden sonra “dini yaşayıp neşredebil­mek için müsait yer arama gayreti” olan hicret hareketini inceden inceye dü­şündü. Müslümanlara, hicret ederken ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tenbih etti. Müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar halinde yola çıkmalarını tavsiye buyurdu.
Peygamber Efendimizin bu müsaade ve tavsiyelerinden sonra Müs­lüman­lar, bu hareketlerine engel olacak müşriklerin dikkatlerini çekmeyecek şekilde birer ikişer veya küçük gruplar halinde Medine’nin yolunu tuttular!
Herkesten önce Mekke’den Medine’ye hicret etmek üzere ayrılan sahabe, Ebû Seleme İbni Abdi’l-Esed idi.
İşin farkına varan Mekkeli müşrikler, görebildiklerini ve yakalayabildikle­rini geri çeviriyorlardı. İslam dininden vazgeçirmek için her türlü çareye baş­vuruyorlardı. Öyle ki gerektiğinde kadınları kocalarından ayırıyor ve kocala­rıyla beraber göç etmelerine karşı çıkıyorlardı. Bazıları da hapsi boyluyordu. Fakat dâhilî bir harbin pat­lamasına sebebiyet verebilir diye kimseyi öldürme cihetine gitmek istemiyorlardı. Bunun dışında akla hayale gelecek her türlü eziyet ve işkencelerle Müslümanları hicret etmekten vazgeçirmeye çalışıyor­lardı. Fakat Müslümanlar kat’î kararlarını vermişlerdi ve ne pahasına olursa olsun Medine’ye göç edeceklerdi. Nitekim her engeli aşarak hicretlerine devam ettiler.
Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve zulüm çemberin­den kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı. Zaten, Medine ve Medine­liler de onları dört gözle bekliyor­lardı.

HZ. ÖMER’İN HİCRETİ

Sâir Müslümanlar gizli gizli hicret ederken, Hz. Ömer, kılıcını kuşandı. Ya­yını, oklarını ve mızrağını alıp Kâbe’ye gitti. Açıkça Kâbe’yi yedi sefer tavaf et­ti. Orada bulunan müşrik elebaşlarına cesaret­le şöyle seslendi:
“İşte, ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret edi­yorum! Karısını dul bırakmak, anasını ağlatmak, çocuklarını öksüz bı­rakmak isteyen varsa, şu vadide önüme çıksın!”[6]
Bu pervasızca seslenişten sonra, yirmiye yakın Müs­lü­manla gündüz orta­sında Medine’nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiçbiri arkalarına düşme cesare­tini gösteremedi.
Böylece, birkaç ay içinde Müslümanların büyük bir kısmı Medine’ye yer­leşmek üzere Mekke’den ayrıldı. Geride Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ile yol tedariği göremeyecek kadar yok­sul olanlar, yolculuk yapmaya ta­kati bulunmayanlar ve müşrikler tarafından hapsedilenler kaldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de hicret etmek niyetinde idi. Fakat bu hususta Cenab-ı Hakk’ın iznini bekliyordu. Hatta Hz. Ebû Bekir, Medine’ye hicret et­mek arzusunu izhar ettikçe o, “Sabret! Umulur ki Allah Teâlâ, sana bir refik ih­san eyleye” buyurdu.

MÜŞRİKLERİN TELÂŞI

Peyderpey Medine’ye hicret eden Müslümanları, Evs ve Hazreç kabileleri son derece güzel karşıladılar. Kendilerine yer gösterip barındırdılar. Evli mu­hacirler, evli Medineli Müslümanlar tarafından misafir edildiler. Bekâr muha­cirler ise, Kuba’da oturan bekâr sahabe Sa’d b. Hay­se­me’­ye misafir oldular.
Ku­reyş müşrikleri, hicret eden Müslümanların Medineli Müslümanlar tara­fın­dan korunduklarını, yardıma mazhar olduklarını ve onlarla birleşip kuv­vet­lendiklerini görünce telâşa kapıldılar. Hele, Peygamber Efendimizin de bir gün hicret edip başlarına geçeceği­ni, kendilerine karşı savaşabileceğini ve ge­rek­ti­ğinde Şam ticaret yollarını bile kesebileceğini düşününce telâşları büsbü­tün arttı.

Dâru’n-Nedve’de Toplantı

Derhal bu hususu görüşüp tedbir almak için Dâru’n-Nedve’­de toplanmayı kararlaştırdılar.
Dâru’n-Nedve, Resûl-i Ekrem Efendimizin atalarından Ku­sayy b. Kâb’ın yap­tırdığı, kapısı Kâbe’ye bakan konağı idi. Ku­reyş ileri gelenleri, mühim işle­rini hep burada toplanıp konuşur, meşveret ederlerdi.
Peygamber Efendimizin işini görüşmek üzere de daha önceden kararlaştır­dıkları günün sabahında Dâru’n-Ned­ve’de bir araya geldiler.
Bu sırada düzgün giyimli, cin bakışlı bir ihtiyarın kapıda dikilip durduğunu gördüler. Tanımadıkları bu adama, “Kimsin?” diye sordular. “Necidli bir ihti­ya­rım” diye cevap verdi adam. “Böyle bir toplantının yapılacağını duymuş­tum. Ben de katılıp fikirlerimi söylemek istedim. Uygun görüp görmediğim ted­birler hususunda mütalâalarımı beyan etmek istiyorum!”
Ku­reyşliler, “Olur, gir!” dediler ve onu içeri aldılar. Aslında ihtiyar, insan suretine girmiş şeytandı!

Verilen Korkunç Karar!

Toplantıda yüz kadar Ku­reyşli bulunuyordu. Alınacak karardan hemen ha­berleri olmasın diye, Hâşimoğullarından sadece İslam düşmanı Ebû Leheb alın­mıştı. “Muhammed için ne gibi bir tedbir almamız lâzımdır?” diyerek me­seleyi görüşmeye açtılar.
Bazıları, “Onu zincire vurup hapsettirelim” fikrini ileri sürdüler. Necidli bir ihtiyar suretine girmiş olan şeytan, “Hayır!” dedi. “Vallahi bu görüşünüz uy­gun değildir. Siz, onu hapsedecek olursanız, bunu duyan arkadaşları üzerinize yürürler. Onu elinizden çekip alırlar. Onun telkin ve propagandası ile çoğala­rak, bu işte size galip gelirler! Siz başka bir tedbir düşününüz!” Bunun üzerine bazıları, “Onu aramızdan, memleketimizden sürüp çıkaralım! Ara­mız­dan ay­rıldıktan sonra nereye giderse gitsin!” dediler.
Necidli ihtiyar tekrar söz aldı ve “Hayır, vallahi bu düşünceniz de yerinde de­ğildir! Onun sözünün güzelliğini, tatlılığını, getirdikleri ve tebliğ ettiği şey­le­rin insanların kalplerine hâkim olup durduğunu görmüyor musunuz? Onu ara­nızdan kovacak olursanız, o da Arap kabileleri arasında dolaşır ve onlara hâ­kim olur. Sonra da üzerinize yürüyerek, size istediğini yapabilir. Onun için siz başka bir şey düşününüz!” dedi. Sonunda Ebû Cehil söz aldı ve “Val­lahi ben, onun hakkında hiçbir zaman düşünemeyeceğiniz bir tedbir düşündüm!” de­di.
“Nedir o?” diye sordular.
Ebû Cehil, “Onu öldürmekten başka çare yoktur! Bunun için de aramızda her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı seçeriz. Sonra onların her birine keskin birer kılıç veririz. Hepsi birden onu vurup öldürürler. Böylece ondan kurtulmuş oluruz. Böylece kimin öldürdüğü de belli olmaz. O halde, Hâşimî­ler, bütün kabilelerle çarpışmayı göze alamazlar ve çârnâçar diyete râzı olurlar. Biz de diyetini ödeyip meseleyi hallederiz!” diye konuştu. Necidli ihti­yar kılı­ğına girmiş olan şeytan ileri atıldı ve “En doğru fikir ve uygun çare bu­dur!” dedi.
Diğerleri de Ebû Cehil’in bu görüşünü kabul ettiler ve dağıldılar.[7]

____________________________________________________________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 111; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 226; Buharî, Sahih, c. 2, s. 330; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 180.
[2] Doç. Dr. İbrahim Canan, Tebliğ Terbiye ve Siyasî Taktik Açılarından Hicret, s. 17.
[3] Buharî, Sahih, c. 3, s. 65.
[4] bkz. Nisâ, 97.
[5] Doç. Dr. İbrahim Canan, a.g.e., s. 17-16.
[6] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 183-184.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 124-126; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 227; Taberî, Tarih, c. 2, s. 242-243; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 290-291; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 177-178; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 189-190.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Bi’setin 12. senesi / Milâdî 621)

Bi’setin 11. yılında Akabe mevkiinde İslamiyetle şereflenen altı Medineli, bir sene sonra aynı yerde buluşacaklarına dair Resûl-i Ekrem Efendimize söz vermişlerdi. İlk görüşmelerinin üzerinden bir sene geçip hac mevsimi gelince, içlerinde bir sene önce İslam’la şereflenmiş bulunan altı kişinin de bulunduğu Medineli 12 kişilik bir kafile Mek­ke’ye çıkıp geldi. Akabe denen küçük ve dar vadide bir gece vakti, gizlice Resûl-i Ekrem’le buluşarak görüştüler. Bu gö­rüşme sonunda da:
a) Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak,
b) Hırsızlık yapmamak,
c) Zinada bulunmamak,
d) Çocuklarını öldürmemek,
e) Kimseye iftira etmemek,
f) Hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak,
üzere Peygamber Efendimize bîat ettiler.[1]
Bu bîattan sonra Peygamber Efendimiz, kendilerine hitaben şöyle konuştu:
“Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah, tekeffül etmiş, onlara cennet hazırlamıştır! Kim, insanlık icabı bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona keffaret olur! Kim de, yine bunlar­dan, insanlık haliyle birini irtikâb eder de işlediği o şeyi Allah gizler, açığa vur­mazsa, onun işi de Allah’a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğra­tır!”[2]
Ayrıca bu Müslümanlar, Resûl-i Ekrem’le aralarında şu şekilde bir anlaşma da akdettiler:
“Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç halinde (söz) dinlemek ve itaat etmek (başta gelir.) Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz.”[3]
İlk Akabe Biatında bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri —yu­karıdaki— hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının temelini teşkil eden un­surlardır. Bu çirkin hareketlerin hâkim olduğu cemiyetlerde elbette emniyet ve âsâyiş olamazdı.
Akabe Biatının yapıldığı yer ve Akabe Mescidi
Akabe Biatının yapıldığı yer ve Akabe Mescidi
İnsanlığı huzur ve saadete kavuşturmak ve cemiyet hayatını âsâ­yiş temeli üzerine oturtmak için gelen İslam, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta müntesiplerinden kesin söz alacaktı.

Bîatta Bulunanlar

Bu ilk Akabe Biatında bulanan Medineli 12 Müslüman şunlardı:
1) Es’ad b. Zürâre, 2) Avf b. Hâris, 3) Muaz b. Hâris, 4) Rafi’ b. Mâlik, 5) Zekvan b. Kays, 6) Ubâde b. Sâmit, 7) Yezid b. Sa’lebe, 8) Abbas b. Ubâde, 9) Kutbe b. Âmir, 10) Ukbe b. Âmir, 11) Uveyn b. Saide, 12) Ebu’l-Heysem Mâlik b. Teyyihan.[4]
Medineli bu Müslümanlar, görüşmelerden sonra yurtlarına geri döndüler. Orada kendi kabileleri arasında İslam’ın nurunu ve sesini duyurmaya ve yay­maya devam ettiler.

Mus’ab b. Umeyr’in Gönderilmesi

Bir müddet sonra, Medineli Müslümanlar, Re­sû­lul­lah’­tan kendilerine İslam âdab ve erkânını öğretecek bir Kur’an muallimi göndermesini istediler. Resûl-i Ekrem, onların bu tekliflerini, fıtraten ol­dukça nâzik ve medenî, aynı zamanda güzel bir simaya sahip, Ku­reyş’in eşrafından genç sahabe olan Mus’ab b. Umeyr Hazretlerini göndererek derhal yerine getirdi.[5]

İSLAM NURU MEDİNE’DE PARLIYOR

Esad b. Zürâre Hazretleri, Medineli Müslümanların bir nevi önderliğini ya­pıyordu. Bu sebeple genç sahabe, Kur’an muallimi Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Me­di­ne’ye gelince, onun evinde kalmaya başladı. Artık bu ev, Müslümanların bu­luş­maları için merkezî bir yer teşkil ediyordu.
Bizzat Resûl-i Kibriya’dan dersini almış bulunan Hz. Mus’­ab, zamanı ve şartları çok iyi değerlendirebilen, fırsatları çok güzel kullanabilen bir sahabe idi. Bütün gayret ve himmetini, Medine’de İslam’ın yayılmasına hasretmişti. Kabilelerin hatırı sayılır kimseleriyle görüşüyor, konuşuyor, onlara “Kavl-i Ley­yîn”le İslam’ı anlatıyordu.

Üseyd B. Hudayr ile Sa’d B. Muaz’ın Müslüman Olması

Medineli Müslümanların Kur’an muallimi Hz. Mus’ab b. Umeyr, onların reisleri olan Es’ad b. Zürâre (r.a.) evinde kalıyor ve İslam’ı tebliğ ve yayma hizmetini buradan yürütüyordu.
Medine’de birçok kimse Müslüman olmuştu, ama İslam’ın daha da hızlı in­tişarı için bazı maniler vardı. Evs kabilesinin Reisi Sa’d b. Muaz ile yine reis­lerden bulunan Üseyd b. Hudayr, henüz Müslüman olmamışlardı. Onların bu durumu haliyle halka da tesir ediyordu.
Sa’d b. Muaz, Esa’d b. Zürâre Hazretlerinin halasının oğlu idi.
Bir gün Mus’ab ile Es’ad Hazretleri, Benî Zafer’e âit bir evin bostanındaki Merak kuyusunun başında oturmuş, sohbet ediyorlardı. Etraflarında Müslü­manlardan da birçok kimse vardı.
Bu sırada elinde mızrağı olduğu halde, Üseyd b. Hu­dayr yanlarına çıka­geldi. Hiddet ve şiddetle, “Siz, bize neye geldiniz? Birtakım aklı ermez ve zayıf kimseleri aldatıp azdırıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız, derhal buradan ayrılın!” dedi.
Hz. Mus’ab, “Hele biraz dur, otur! Sözümüzü dinle, maksadımızı anla! Be­ğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o zaman engel olursun” diye gayet nâ­zikçe mukabelede bulundu.
Üseyyid, “Doğru söyledin!” dedi ve mızrağını yere saplayarak yanlarına oturdu.
Hz. Mus’ab, ona İslamiyet hakkında bir konuşma yaptı ve Kur’an-ı Kerim okudu.
Üseyyid kendisini tutamayarak, “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir söz!” diye konuştu ve “Bu dine girmek için ne yapmalı?” diye sordu.
Mus’ab (r.a.), ona İslam’ı anlattı. O da şehâdet kelimesini getirerek İsla­mi­yetle müşerref oldu.[6]
Sonra da, “Ne yaptın?” diye sordu.
Üseyyid şöyle konuştu:
“O iki adama, söylenmesi gerekeni söyledim! Vallahi, ben onlardan bir ita­atsizlik, bir inat görmedim!”
Sa’d b. Muaz, “Vallahi, sen de beni tatmin edici bir malumat getirmedin” dedi ve doğruca Mus’ab ile Esa’d’ın (r.a.) yanına vardı. Hiddetli hiddetli, “Ey Es’ad! Eğer seninle aramızda ak­rabalık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğu­nuz çirkin işlere sabır ve tahammül edemezdim!” diye tekdir ve tehdit etti.
Mus’ab (r.a.) aynı şekilde ona da, “Hele biraz durunuz! Otu­rup dinleyiniz! Anlayınız da... Beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz biz de size çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz” diye nâzikçe cevap verdi.
Onun üzerine, Sa’d oturdu ve Hz. Mus’ab’ın sözlerini dinlemeye başladı.
Hz. Mus’ab, ona, İslam dininin ne demek olduğunu an­lattı ve Zuhruf Su­resi’nin baş kısımlarından okudu.
Kur’an okunurken, Sa’d’ın yüzü birdenbire değişiverdi. Simasında iman alâmetleri bir anda belirdi. Dinledikleri, o âna kadar duymadığı, bilmediği şey­lerdi. Kur’an’ın eşsiz belâgati ve tatlı üslûbu karşısında derhal, “Siz bu dine gi­rerken ne yapıyordunuz?” diye sordu.
Mus’ab (r.a.), ona İslam dininin esas ve âdabını anlattı. O da orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.[7]
Sonra da kendi kavmi olan Benî Abdü’l-Eşhel cemaatinin yanına döndü. Onlara, “Ey topluluk! Beni nasıl biliyor­sunuz?” diye sordu.
“Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüzsün” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Sa’d Hazretleri, “Öyle ise siz de Allah Resûlüne iman etme­lisiniz” dedi ve ilave etti: “İman etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla ko­nuşmak bana haram olsun!”
Bu söz üzerine, Benî Abdü’l-Eşhel aşireti içinde o gün iman etmedik hiç kimse kalmadı.
Es’ad b. Zürâre Hazretleri de, Mus’ab’la (r.a.) birlikte evi­ne dön­dü.
Artık Mus’ab Hazretleri, Medine’de İslam’ı tebliğ ve neşirde yal­nız değildi. Evs ve Hazreç kabilelerinin reisleri de yanında yer al­mışlardı. Olanca gayretle­riyle İslam’ın yayılmasına çalışıyorlardı.
Yine İslam’ı tebliğ ve neşir merkezi, Es’ad b. Zürâre Haz­retlerinin evi idi. Mus’ab ile Sa’d b. Muaz Hazretleri, el ele vererek, burada insanları hak dine davetle meşgul olu­yorlardı.
Kısa zamanda İslamiyet, Medine’de büyük bir inkişaf kaydetti. Öyle ki Evs ve Hazreç kabileleri içinde Benî Ümey­ye b. Zeyd’in hâ­ne­sinden başka İslam ve Kur’an nuruyla aydınlanmayan ev kalmadı. Bir müddet sonra bu ev­de de İs­lam’ın nuru parlamaya başladı!

İKİNCİ AKABE BİATI

(Bi’setin 13. senesi / Milâdî 622).

Bu senenin hac mevsiminde Kur’an muallimi Mus’ab b. Umeyr Hazretleri, hem Medine’deki İslamî gelişmeyi bizzat Peygamber Efendimize bildirmek, hem de haccetmek üzere Evs ve Hazreç kabilelerine mensup ikisi kadın yetmiş beş Müslümanla Mekke’ye geldi.
Bunları temsilen bir grup, Mescid-i Haram’da amcası Hz. Abbas’la oturan Re­sûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardılar ve şu teklifte bulundular:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Biz oldukça kalabalığız. Seni yanımıza almak, size yardımcı olmak, uğrunuzda canımızı feda etmek, şahsımızı koruduğumuz şeylerden zâtınızı da esirgemeyip korumak üzere söz birliği etmiş bulunuyoruz! Bu hu­susta sizinle daha geniş konuşmak için nerede buluşalım?”
Resûl-i Kibriya, yine Akabe’de buluşmayı uygun gördü.
Bu buluşma, gece yarısı olacak ve kimseye duyurulmayacaktı. Hatta karar­gâhlarından ayrılırken ve dikkatleri çekmemek için küçük küçük gruplar ha­linde Akabe’ye geleceklerdi.[8]
Medineli Müslümanlar, bu tâlimat gereği gece yarısı hiç kimseye hissettir­meden ve kimsenin dikkatini çekmeden Akabe yanındaki vadide bir araya geldiler.
Peygamber Efendimiz de buraya, henüz Müslüman olmamış amcası Hz. Abbas’la geldi. Hz. Abbas’ın maksadı, yeğenini bu mühim meselede yalnız bı­rakmamak, yapılanları ve verilen sözleri bizzat görüp işitmekti.
Önce, Hz. Abbas söz aldı. Medineli Müslümanlara hitaben, Allah Resûlünü koruma hususunda kendilerine güvenleri varsa bu işe girişmeleri, aksi tak­dirde daha şimdiden bu işten vazgeçmeleri gerektiğini belirten bir konuşma yaptı.
Ancak Medineli Müslümanlar, bizzat Re­sû­lul­lah’ın ko­nuş­masını istiyor­lardı. “Yâ Re­sû­lal­lah! Sen de konuş! Ken­din ve Rabbin için arzu ettiğin ahdi al” dediler.
O esnada Medineli Müslümanların önderi durumunda olan Es’ad b. Zürâre Hazretleri, Re­sû­lul­lah’tan konuşmak için müsaade aldı ve “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Her davetin bir yolu var: O yol ya kolay olur ya da zor! Bugün senin yaptığın davet, insanların çok zor kabul edecekleri çetin bir davettir! Sen, bizi takip ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine tâbi olmaya davet ettin. Bu, çok güç ve zor bir işti. Buna rağmen biz bu teklifini kabul ettik. Biz yurdumuzda, şerefli ve her tecavüzden korunmuş, orada değil kavminden ayrılan ve amca­ları tarafından düşmanlarına teslim edilmek istenilen bir zâtın, hatta kendi­mizden başka hiç kimsenin de hâkim olmak için göz dikemeyeceği bir cemaat­tik. Bu çok zor bir iş olduğu halde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik! Hâlbuki, bütün bunlar —Allah Teâlâ, doğru yolu bulma azmini ve sonunda hayra ulaş­ma ümidini ihsan etmedikçe— insanların hiç de hoşlanacakları şey­lerden değildi. Fakat biz bunları dillerimizle ikrar, kalplerimizle tasdik, elleri­mizi uzatmak suretiyle kabul ettik! Allah’tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bîat ediyoruz! Biz, Rabbimize ve Rabbi­ne bîat ediyoruz! Allah’ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir! Kan­larımız kanınla, ellerimiz elinledir! Kendimizi, evlat­ları­mı­zı, ka­dınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirge­yip koruyacağız! Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozan bedbaht in­sanlar olalım!”
Es’ad b. Zürâre Hazretleri, konuşmasının sonunu şöyle bağladı:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Kendin için arzu ettiğin ahdini bizden al, Rabbin için de is­tediğin şartı koş!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce onlara Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetler oku­du. Onları Allah’a davet, İslami­ye­te teşvik ettikten sonra da kendisi ve Rabbi için arzu ettiği hu­susları şöyle sıraladı:
“Yüce Allah için size söyleyeceğim şartım şudur:
“O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet etmeniz. Namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir.
“Kendim için isteyeceğim ise şudur:
“Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet etmeniz; kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanız.”[9]
Bu sırada, Abdullah b. Revâha söz alarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bunları söylediği­niz tarzda yaparsak bize ne var?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Cennet var!” diye cevap verdi.
Bu cevabı alınca, gözlerinde parlayan pırıl pırıl sevinçlerini, “O halde bu, kazançlı ve kârlı bir alış veriştir!”[10]diyerek sözleriyle de teyit ettiler.
Sonra Peygamber Efendimize, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sana ne yolda bîat edelim, söz verelim?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Allah’ın Resûlü olduğuma şehâdet getirerek, namazı kı­lacağınıza, zekâtı vere­ceğinize, neşeli neşesiz zamanlarınızda sözlerime itaat edeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize; darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize, iyiliği emredip kötülükten alıkoya­cağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz! Şahsıma gelince... Bana her yönden yardım edeceğinize; yanınıza vardığımda kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip koruduğunuz şey­lerden beni de esirgeyip koruyacağı­nıza kat’î söz vermelisiniz!”[11]dedi.

On İki Temsilci

Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, onlara, “Aranızdan, her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak on iki kişi seçiniz. Mûsa da, İsrailoğullarından on iki temsilci almıştı”[12]buyur­du.
Medineli Müslümanlar, Hazreç kabilesinden dokuz, Evsli­lerden de üç tem­silci seçtiler.
Hazreçlilerden seçilen zâtlar şunlardı:
1) Ebû Ümâme Es’ad b. Zürâre, 2) Sa’d b. Rebî’, 3) Râfi’ b. Mâlik, 4) Abdullah b. Ravâha, 5) Abdullah b. Amr, 6) Bera b. Marur, 7) Sa’d b. Ubâde, 8) Ubâde b. Sâmit, 9) Mün­zir b. Amr.
Evslileri ise şu zâtlar temsil edecekti:
1) Useyyid b. Hudayr, 2) Sa’d b. Hayseme, 3) Ebu’l-Hay­sem Mâlik b. Tay­yihan.[13]
Bu temsilcilerin hepsi de Medine’nin ileri gelen, hatırı sa­yılır kimseleri ve okuma yazmasını bilen âlim zâtlardı.
Peygamber Efendimiz, seçilen temsilcilere, “Havarîler, Meryemoğlu İsa’ya karşı kavimlerinin kefili oldukları gibi, siz de sizden olanların kefilisiniz, ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim”[14]dedi.
Onlar da, “Evet” deyip tasdik ettiler.
Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimiz, on iki temsilci seçildikten sonra Es’ad b. Zürâre Hazretlerini de, seçilen on iki temsilcinin başkanı tayin etti.
Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla konuşup, bîatın ehem­miyetini an­lattılar ve onları Re­sû­lul­lah’a bîata hazırladılar.
Bundan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübarek ellerini uzattı. Medineli­ler teker teker bîat ettiler. Sadece iki kadına Efendimiz elini vermedi ve onları da kendisine bîat etmiş kabul etti.
Yapılan bîat, bir manada Medineli ve Mekkeli Müslümanlar arasında bir it­tifaktı.

Müşriklerin Durumu Sezmeleri!

Bîat, gecenin karanlığında, çağrılanların dışında kimsenin göremeyeceği tenha bir yerde cereyan etmişti.
Buna rağmen, bîat biter bitmez kulaklarına bir ses geldi: “Ey Ku­reyş! Mu­hammed ile atalarının dininden çıkmış Medineliler, sizinle savaşmak için top­lanıp sözleştiler!”
Gecenin karanlık ve sükûtunu yırtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu? Herkesi bir merak ve telâş sardı.
Bu ses, Münebbih b. Haccac’ın sesine benziyordu. Resûl-i Ekrem, “Derhal konak yerlerinize dönünüz!” emrini verdi.
O sırada Medineli Abbas b. Ubâde, “Yâ Re­sû­lal­lah! İstersen sabah olur ol­maz kılıçlarımızı kınından sıyırır ve Mina’da bulunan halkın üzerine yürür, onları kılıçtan geçiririz!” diyerek konuştu.
Ancak Resûl-i Ekrem, henüz sabır silahını kullanmakla vazifeliydi. Şöyle buyurdular:
“Hayır, hayır... Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz em­ro­lun­ma­dı. He­piniz yerlerinize dönünüz.”[15]
Bunun üzerine, Medineliler konak yerlerine döndüler.
Sabah olunca, durumu sezmiş bulunan Ku­reyşli müşrikler, kendilerince mahiyeti henüz meçhul bulunan hadiseyi tam öğrenmek üzere tahkike başla­dı­lar. Kendileri gibi putperest olan Medinelilerden sordular. Ancak onların böyle bir meseleden haberleri olmadığından dolayı yemin ederek, “Böyle bir şey ol­madı. Biz, böyle bir şey bilmiyoruz” dediler.
Medineli Müslümanlar ise, doğru yolun sükût olduğunu düşünerek, tek ke­lime konuşmuyorlardı!
Ku­reyşli müşrikler, bu sefer Abdullah b. Übey b. Selûl’e gidip sor­dular. O da aynı şekilde, “Bu, büyük bir iştir! Böyle bir şey olmamıştır! Söylenenler boş lâf olsa gerek! Kav­mim, bana böyle bir şey danışmadı. Onlar, Yesrib’de iken bana danışmadan hiçbir iş yapmazlardı” dedi.
Bunun üzerine Ku­reyşli müşrikler, Medineli putperestlerin bu hususta her­hangi bir bilgileri olmadığı kanaatine vardılar.
Şayet Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Bu işi sizden başkasına duyur­mayın” de­memiş olsaydı ve Medineli Müslümanlar da bu işi müşrik hemşehrilerinden gizlememiş olsalardı, elbette bu olay Mekkeli müşriklere onlar tarafından du­yurulacak ve kuvvetli ihtimalle orada Müslümanların başına büyük bir gaile açılacaktı. Belki de, Medine’ye henüz açılmış bulunan İslamiyet için büyük bir mani ortaya çıkacaktı.
Hac mevsimi sona erince, Medineli Müslümanlar da yurtlarına geri dönmek üzere yola koyuldular.
Medineli Müslümanların Mekke’den ayrılışlarından az zaman sonra, müş­rikler böyle bir anlaşmanın cereyan etmiş olduğunu öğrendiler. Derhal Müs­lümanları takibe koyuldular. Ancak Medineliler çoktan o civardan uzaklaşmış bulunuyorlardı. Sadece iki kişiyi yakalayabildiler: Sa’d b. Ubâde ve Münzir b. Amr... Bu iki zât her na­sılsa Medine kafilesinden geri kalmışlardı. Daha sonra Münzir Hazretleri bir yolunu bulup ellerinden kurtuldu. Müşrikler, sadece Sa’d b. Ubâde’yi Mekke’ye getirdiler ve adeta hınçlarını bu sahabe­den almak istercesine kendisine eza ve işkencelerde bulundular. So­nunda, Sa’d b. Ubâde Hazretleri, kendisini daha önceden tanıyan ve Medine’den geçerken evinde misafir olan iki müşrik tarafından himâyeye alınarak bu eziyet ve işkenceler­den kurtuldu.
Yurtlarına dönen Medineli Müslümanlar, artık dört göz­le muhacirleri ve Resûl-i Zîşan Efendimizin yolunu bekliyorlar­dı!

______________________________________________________________

[1] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 75-76; Taberî, Tarih, c. 2, s. 235.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 75-76; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 220; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 235.
[3] Doç. Dr. Sâlih Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 27 (Ank. 1963).
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 73; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 220.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 76; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 220.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 77-78; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 420; Taberî, Tarih, c. 2, s. 236.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 78-79; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 420; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 236-237; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 160; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 170-171.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 83-84; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 221; Taberî, Tarih, c. 2, s. 228.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 84; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 222; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 238; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 163; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 174-175.
[10] Taberî, Tarih, c. 2, s. 239; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 175.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 97; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 175.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 85; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 222; Taberî, Tarih, c. 2, s. 239; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 164; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 176-177.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 86-87; İbn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 164.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 88; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 223.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 90; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 223.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Resûl-i Ekrem, Taiflilerin insafsız ve âdice hücum ve ha­karetlerine hedef olduğunda ve Mekke’ye döndüğünde müşriklerin daha da şiddetli muhalefet ve eziyetleriyle karşı karşıya kaldığı halde, iman ve İslam’ı tebliğden bir an bile geri durmadı. Aksine, Taif dönüşü, İslam’a davet dairesini daha da genişletti ve kabileleri İslam’a davete başladı.
Bir davanın hızla intişarı, şüphesiz, sağlam ve seviyeli müntesiplerinin çok­luğuyla doğru orantılıdır. Resûl-i Ekrem de bu gerçeği göz önünde bulun­durarak, hem imana davet etmek, hem de Ku­reyş müşriklerine karşı bir kuv­vet olarak kullanmak gayesiyle hac mevsiminde Mekke etrafında konaklamış bulunan Arap kabileleri arasında dolaşıyordu.
Görüştüğü kabile ileri gelenlerinin her biri, ayrı ayrı bahaneler ileri sürerek İs­lam’a girmekten uzak duruyorlardı. İçlerinde Müslüman olma arzusunu iz­har edenler var idiyse de, bunların İslam safına katılmalarına engel olunu­yor­du.
İslam’a davet edilen bazı kabileler ise, davete icabet etmedikleri gibi, Efen­dimize hakaretvâri sözler de söylüyorlardı.
Re­sû­lul­lah’ın dolaştığı yerlere müşrikler de gidiyor, onu adeta bir gölge gibi takip ediyorlardı. Kabile fert­le­ri­nin İslamiyet­ten uzak durmalarında, şüphesiz, müş­rik­le­rin menfi, yalan ve iftira üzerine kurulu propagandalarının büyük ro­lü vardı.
Resûl-i Ekrem, her sene belirli mevsimlerde kurulan Ukaz, Me­cen­ne, Zü’l-Mecaz panayırlarını (bir nevi fuar) gezmeyi, buraya gelmiş bulunan kabilelerle görüşmeyi, hal­kı­na Kur’an okuyup onları İslam’a davet etmeyi asla ihmâl et­mezdi. Ne var ki o, bu kutsî gayeyle halk arasında do­laşırken, Ebû Leheb de ardı sıra geziyor ve “Muhammed, atalarının dininden döndü, yalanlar uydu­ru­yor; ona kanmayın!” diyor, halkın kendisiyle temas etmesine mani olmaya ça­lışıyordu.
Peygamber Efendimiz, kabileler arasında dolaşıp tebliğ vazifesinde bulu­nur­ken, kabilenin bütün fertleriyle değil, çoğu zaman sadece ileri gelenleri, re­is­leriyle görüşüyor, konuşuyor ve İslam’ı onlara anlatıyordu. Çünkü kabile fert­lerinin, reislerine sarsılmaz bir bağlılık ve hürmetleri vardı. Reislerinin İs­lam’ı benimsemesi demek, tamamının mü’minler safında yer alması demekti. Bu bakımdan Allah Resûlü, kısa yoldan netice elde edebilecek metodu takip ediyordu.
Resûl-i Ekrem’in bu tarz bir usûl takip etmesinde, hak ve hakikati tebliğde mühim bir prensibi tespit etmiş oluyoruz: Hak ve hakikate davete, mümkünse önce beldenin ileri gelenlerinden, hatırı sayılır ve herkesin saygısını kazanmış kimselerden başlamalıdır. Bir beldenin veya bir kabilenin ileri gelenlerinin hak ve hakikati kabul etmesi, şüphesiz halkın da süratle aynı davayı benimseme­sini kolaylaştıracaktır!

MEDİNELİ İLK MÜSLÜMANLAR

Bi’setin 11. senesi hac mevsimi idi.
Mekke’ye yarımadanın muhtelif yerlerinden birçok hacı namzedi gelmişti. Bunlar arasında Medine halkından da bazı kimseler vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hac mevsiminde âdetleri ol­du­ğu üzere kabileler arasında dolaşıp onları İslam dinine davet ederken, Akabe mevkii yakınında altı kişiden ibaret olan bu Medineli kafileye rastgeldi. Onlara, “Siz kimsiniz?” diye sordu.
“Hazreç kabilesindeniz” diye cevap verdiler.
Peygamber Efendimiz, “Yahudilerin komşu ve müttefiklerinden misiniz?” diye sordu.
“Evet...” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, “Otursanız da, sizinle biraz konuşsak olmaz mı?” dedi.
“Olur” deyip oturdular.
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, onları Allah’ın varlık ve birliğine imana ça­ğırdı. İbrahim Suresi’nden bir bölüm tilavet bu­yurdu ve onları İslam dinine davet etti.[1]
Onlar, “Gâlib İbn Fihr (Pey­gam­be­ri­mizin 9. dedesi) evladından bir peygam­ber gelecek” diye kendi ihtiyarların­dan işi­tirlermiş.
Ayrıca Medine’de oturan Yahudiler ile iki kardeşten türemiş Hazreç ve Evs kabileleri arasında eskiden beri devam edege­len bir husumet ve anlaşmazlık vardı. Kâh barışırlar, kâh bozuşurlardı.
Yahudiler, ehl-i kitap ve ilim sahibi idiler; Evs ve Haz­reçli­ler ise Allah’a şe­rik koşar, puta taparlardı.
Ne zaman Yahudilerle araları açılsa, Yahudiler onlara, “Beklenen peygam­ber gelmek üzeredir. Gelince, biz ona tâbi olacak, İrem ve Âd kavimleri gibi si­zin kökünüzü kazıyacağız!” der, dururlardı.
Bu sefer Resûl-i Kibriya Efendimiz, onları İslam’a davet edince, birbirlerine bakıştılar ve aralarında, “Vallahi, bu bize, Yahudilerin geleceğini haber ver­dik­leri peygamber olsa gerektir! Sakın, Yahudiler ona inanmakta bizi geçme­sin­ler!” diye konuşarak hemen iman ettiler ve Peygamber Efendimizin huzu­run­da kelime-i şehâdet getirdiler.[2]
Sonra da Resûl-i Kibriya Efendimize hitaben şöyle konuştular:
“Kavmimiz birbirlerine kin ve düşmanlık besledikleri gibi, başka bir ka­vimle de aralarında kötülük ve düşmanlık vardır. Umulur ki Allah, onları da sâyenizde bir araya toplar. Biz hemen dönüp, onları da senin anlattıklarına da­vet edeceğiz. Eğer Allah, onları bu din üzerinde bir araya getirir, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olamaz!”[3]
Resûl-i Kibriya Efendimizin davetine icabet edip İslami­yetle müşerref olan Medineli ilk altı zât şunlardı:
Ebû Ümâme Es’ad b. Zürâre
Avf b. Hâris,
Rafi’ b. Mâlik,
Ukbe b. Âmir,
Cabir b. Abdullah b. Riab.[4]
Bu altı zât, kabileleri tarafından hatırı sayılır ve sevilir kimselerdi. Bu se­beple, Medine’ye dönüp, akrabalarına Peygamber Efendimizi anlatıp, onları İs­lam’a davet edince İslamiyet, Medine içinde bir anda yankı yaptı. Allah ve Re­sû­lul­lah sadâsı şehrin ufuklarını sardı. Şehirde, Pey­gam­be­ri­miz ve İslam’ın anılmadığı ev hemen hemen kalmamış gibiydi!
Böylece, Medine’ye, İslam nurundan parıltılar götürme bahtiyarlığına bu al­tı zât ermişti. Medine’ye parıltıları ulaşan ebedî nur, artık birdenbire burada parlayacak ve kısa bir zaman sonra şehri, İslam devletinin merkezi haline ge­ti­recekti.

______________________________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 70; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 217; Taberî, Tarih, c. 2, s. 234.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 70; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 217; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 71; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 71; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 218-219; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234-235.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget