Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

(Bi’setin 5. senesi Receb ayı / Milâdî 615)

Müşriklerin her gün biraz daha şiddetini artıran eziyet, hakaret ve işkence­leri neticesinde Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir haline gelmişti! Günden güne artan bu eza ve cefalar, dinî ibadetlerini de gönül rahatlığı içinde yapma imkânını ellerinden almıştı!
Müşriklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davranışlarından kolay kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.
Bunun için Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün Müslümanlara, “Siz, bâri yer­yüzüne dağılın! Allah Teâlâ sizi yine bir araya getirir” dedi.
Sahabeler, “Yâ Re­sû­lal­lah! Nereye gidelim?” diye sorunca da, eliy­le Habe­şistan’ın bulunduğu tarafı işaret ederek, “Siz Habeş ülke­sine gitseniz iyi olur! Habeş hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yur­dudur. Umulur ki Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur” buyurdu.
Resûl-i Kibriya’nın bu müsaade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak onu erkek beşi kadın on beş kişilik bir Müslüman kafilesi, “dinlerini ve inançlarını koru­mak” mukaddes gayesiyle yerlerini, yurtlarını, bağ ve bahçelerini, anne ve ba­balarını, akraba ve komşularını terk ederek, yabancı bir diyara doğru gizlece yola koyuldular. Kızıldeniz yoluyla Habeşistan’a varan ve Habeş Necâşîsi tara­fından gayet müspet karşılanan, İslam’da ilk hicret kafilesini şu zâtlar teşkil ediyordu:
Hz. Osman ve hanımı Hz. Rukiyye,
Zübeyr b. Avvam,
Ebû Huzeyfe b. Utbe ve hanımı Sehle,
Mus’ab b. Umeyr,
Abdurrahman b. Avf,
Ebû Seleme ve ailesi Ümmü Seleme,
Osman b. Maz’un (kafile reisi),
Amir b. Rebîa ve ailesi Leylâ,
Süheyl b. Beydâ,
Ebû Sebre b. Ebî Rühm ve hanımı Ümmü Külsüm.[1]
Hz. Osman, zevcesi Hz. Rukiyye’yi yanına alıp herkesten önce yola çık­mıştı. Bunu haber alan Efendimiz, “Lût Peygamberden sonra ailesini yanına alıp Allah yolunda hicret eden ilk insan, Osman’dır”[2]buyurdu.
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin Habeşistan’ı tercih edişi, birkaç sebebe dayanı­yordu: Her şeyden evvel, orası Mekkeliler tarafından gayet iyi bilinen bir yer­di. Zira, bu ülkeyle eskiden beri ticarî münâsebetleri vardı. Habeş Ne­câşîsinin âdil bir hükümdar oluşu, bu ülkenin tercih edil­mesine ikinci bir se­bepti. Adale­tiyle şöhret bulmuş Necâşî, elbette bu mazlum zümreye haksızlık etmeyecekti. Bir diğer sebep olarak da, Habeşistan halkının ehl-i kitap oluşları, Hıristiyan dinine mensup bulunmaları olarak zikredilebilir. Ehl-i Kitap oluşları sebebiyle şüphesiz, Müs­lü­man­lara karşı tavır ve davranışları, müşriklerin Ehl-i İslam’a karşı hareket ve davranışlarından farklı olacaktı!
Nitekim Mekke’yi sessiz sedâsız terk eden adı geçen sahabeler, Habeş Ne­câşîsi ve halkı tarafından gerçekten çok güzel karşılandılar. Buraya yerleş­tikten sonra da, ibadetlerini ifa, dinî inançlarını yaşama hususunda herhangi bir en­gel ve zorluk ile karşılaşmadılar. Bu hususu, bizzat hicret eden Müslü­manlar, “Biz burada hayırlı bir komşuluk, dinimize dokunulmazlık gördük. İnciltil­me­dik. Hoşlanmadığımız bir söz de duymadık. Huzur içinde Rabbimize ibadet ettik”[3]diyerek ifade etmişlerdir.
Gerçekten, Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından bir başka ülkenin değil de, Habeşistan’ın hicret ülkesi olarak seçilişi, dikkat çekicidir. Bir müşrik ve putpe­rest ile bir Müslümanın hiçbir zaman ruhen kaynaşması mümkün değildir; ama ikisi de ehl-i kitap olan bir Müslüman ile bir Hıristiyanın —hiç olmazsa “inanç” noktasında bazı müşterekleri bulunduğundan— anlaşmaları mümkün olabilir. Nitekim Habeşistan halkının Müslümanlara karşı nâzik tavrı ve dinî vazifelerini yerine getirmede gayet müsamahalı davranmaları, bu gerçeği doğ­rular!
Bütün bunlarla birlikte, bu hicret hadisesi, çok daha mühim bazı müspet ne­ticelerin doğmasına sebep oldu. Bu sâyede, İslamiyet, etraftan da duyuldu. Hicret hadisesinin arkasında bu yüksek gayenin bulunuşundan dolayıdır ki müşrikler, göç eden bu bir avuç Müslümanın Habeşistan’a sığınmalarından en­dişe duydular ve telâşa kapıldılar. Bu uzak diyarda dahi onları rahat bırakmak istemediler.

HZ. HAMZA, MÜSLÜMANLAR SAFINDA

(Bi’setin 6. senesi)

İslam ve iman sadâsı kulaktan kulağa yayılıp gittikçe gürleşiyordu. Kalp­lere mânevî serinlik veren bu imanî havanın teessüsü, müşriklerin uykularını kaçırıyordu. Başvurdukları tertip ve plânların hiçbiri, coşkun akan bu iman şe­lâlesinin önüne set olamıyor ve ümitsizliğin verdiği ezici ruh haleti içinde kıv­ranıp duruyorlardı.
Kahraman Hz. Hamza’nın saadet dairesine dâhil olmasıyla, mânevî sancı­ları kat kat artmış oldu.
Pey­gam­be­ri­mizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi olan Hz. Hamza, kim­den olursa olsun, nereden gelirse gelsin, haksızlığa asla tahammülü olma­yan bir kahramandı. Ku­reyş içinde de yüksek bir itibara sahipti.
İlâhî hidayetin tecellisi bu! Kimin nerede ve nasıl iman nimetine kavuşacağı belli olmaz. Hz. Hamza da, beklenmedik bir zamanda İslam nimetine kavuştu.
Bir gün, çok sevdiği eğlencesi olan avdan dönüyordu. Safâ tepesinden Kâ­be’ye doğru giderken karşısına Abdullah b. Cüd’a’nın azatlık cariyesi çıktı ve “Ey Umare’nin babası!” dedi. “Kardeşimin oğlu Muhammed’e, Ebu’l-Ha­kem b. Hişam [Ebû Cehil] ile arkadaşları tarafından ya­pılanları görmüş olsay­dın as­la dayanamazdın!”
Hz. Hamza, heybetli bakışlarını cariyenin üzerinde bir müddet gezdirdik­ten sonra, “Ebu’l-Hakem b. Hişam, ona ne yaptı?” diye sordu.
“Ona şuracıkta türlü türlü işkenceler yaptı, hakaret etti; son­ra da çekip gitti. Muhammed de ona hiçbir şey söylemedi!”
Hz. Hamza, “Bu söylediklerini sen, gözünle gördün mü?” dedi.
Cariye, “Evet, gördüm!” diye cevap verdi.
Son derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine uğramadan, yayı, oku, torbası ve av malzemeleri ile doğruca, Kâbe etrafında oturmuş bulunan Ebû Cehil ve ar­ka­daşlarının yanına vardı. Meclisin ortasındaki Ebû Cehil’in başına, hiçbir şey sormadan okkalı bir yay indirdi ve başını fena halde yardı. Sonra da, “Sen mi­sin ona sövüp sayan? İşte, ben de onun dinindeyim! Onun söylediğini söy­lüyorum! Gücün yetiyorsa, o yaptıklarını bana da yap, göreyim!” diye ko­nuş­tu.
Ebû Cehil, hareketinde kendisini haklı göstermek için savunmaya geçti. “Ama o bizi akılsız saydı!” dedi. “Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın tut­tu­ğu yoldan ayrı bir yol tuttu.”
Hz. Hamza’dan kararlı ve sert bir cevap geldi: “Siz ki Allah’­tan başkasına İlâh diye tapmaktasınız. Sizden akılsız kim var? Ben şehâdet ederim ki Al­lah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki Muhammed, Allah’ın Resû­lüdür!”[4]
Hz. Hamza’nın bu kararlılığı karşısında ne Ebû Cehil, ne de etrafındaki­ler­de bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hatta Ebû Cehil, “Doğrusu ben, kar­deşinin oğluna çok çirkin bir şekilde sövüp saymıştım; buna müstahak ol­dum” diyerek suçluluğunu da itiraf etti.

Şeytanın Vesvesesi

Ani ve beklenmedik bir kararla saadet dairesine dâhil olan Hz. Hamza, evi­ne dönünce, zihninde şeytanın birtakım vesvese ve şüpheleriyle karşı kar­şıya kaldı: “Sen Ku­reyş’in hatırı sayılır birisi idin. Şu, dininden dönen Mu­ham­med’e uydun. Hiç de iyi etmedin!”
Kalp ve zihninin, şeytanın bu tarz telkinlerine maruz kaldığını hisseden Hz. Hamza, doğruca Kâbe’ye vardı ve “Allahım! Bu tuttuğum yol doğru ise, kal­bime de onu tasdik ettir; bana bu hususta bir çıkar yol göster!” diye dua etti.
Aradan bir gün geçtikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri anlattı.
Resûl-i Ekrem, kendilerine va’z ve nasihatte bulundu.
Kalbi iman ve itminan bulun Hz. Hamza, Peygamber Efendimize, “Senin doğ­ruluğuna şehâdet ederim, ey kardeşimin oğlu! Artık dinini bana açıkla” dedi.
Hz. Hamza gibi bir kahramanın Müslümanlar safında yer alışı, Efendimizi ve Müslümanları son derece memnun ederken, müşriklerin gönüllerine hüzün ve korku saldı. Resûl-i Ekrem’e pervasızca revâ gördükleri eziyet ve işkencele­rinin bir kısmını da terk etmek zorunda kaldılar!

MÜŞRİKLERİN YENİ TEKLİFLERİ

Hidayet dairesi gittikçe genişliyor, iman ve Kur’an nuru bütün haşmet ve parlaklığı ile ruhları aydınlatmaya devam ediyordu.
Ku­reyş müşriklerinin telâş ve endişeleri ise had safhadaydı. Hele, parmakla gösterilen kahramanlarından biri olan Hz. Hamza’nın inananlar tarafında bek­lenmedik bir zamanda yer alması, kendilerini bütün bütün şaşırttı. Şirk kale­sinde gün geçtikçe yeni ve daha büyük gediklerin açıl­ması, onları değişik plân­lar kurmaya ve yeni yeni tertiplere girmeye sevketti.
Bir gün, Ku­reyş kabilesi ileri gelenlerinden Utbe b. Re­bîa, bir grup müşriğe, “Ey Ku­reyşliler! Muhammed’in yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tek­liflerde bulunsam nasıl olur? Umulur ki o, bu tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz; böylece, kendisi de, bize karşı yaptıkla­rından belki vazgeçer!” diye teklif etti.
Topluluk tarafından teklif kabul edildi.
Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haram’da bulunan Nebiyy-i Zîşan Efendimizin yanına var­dı ve sözüne şöyle başladı:
“Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen, kavminin başına bü­yük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin; tanrılarını ve dinlerini kötüledin; onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın. Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üze­rinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Söyle, ey Velid’in babası, se­ni din­liyo­rum!” de­yince, Utbe, tekliflerini sıralamaya başla­dı: “Sen ortaya attığın bu meseleyle şa­yet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıra­lım, hepimizin en zengini olasın! Eğer bir şeref peşinde isen, seni kendimize re­is yapalım! Yok, eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yet­meyen bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, dok­tor getirtelim, seni tedavi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım!”
Utbe, tekliflerini yapmış ve susmuş idi. Konuşma sırası Resûl-i Ekrem Efendimize gelmişti. Utbe’ye, “Ey Velid’in babası! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu.
Utbe’den, “Evet...” cevabı gelince, Resûl-i Ekrem, “O halde, şimdi sen beni dinle” dedi ve besmele çekerek Fussilet Suresi’nin 1-36 arasındaki ayetleri ke­mâl-i vakar ve heybet içinde okumaya başladı:
“Ha Mîm... Bu Kur’an, Rahmân, Rahîm (olan Allah) tarafından indirilmedir. Bir kitaptır ki ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere anlayacak olan bir kavme açıklanmıştır; hem cenneti müjdeleyici, hem (ateşten) korkutucu olarak... Fakat onların (Mekke kâfirlerinin) çoğu (Kur’an’dan) yüz çevirdiler. Artık onlar, dinleyip Hakk’ı kabul etmezler.”
Sureyi secde ayetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz, Ut­be’ye döndü ve “Ey Velid’in babası! Okuduklarımı dinledin! Artık gerisini sen düşün!” dedi.
Kur’an’ın nazmındaki i’caz, manasındaki tatlılık Ut­be’­nin çehresini birden değiştirmişti. Öyle ki bunu Ku­reyş­li­ler fark ettiler. Birbirlerine söylendiler: “Vallahi, Ebu’l-Ve­lid, çehresi değişmiş olarak dönüyor!”
Yanlarına gelince, “Ne getirdin? Anlat bakalım!” dediler.
Utbe, “Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim bir kelâm işittim! Yemin ederim ki o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Ey Ku­reyş topluluğu! Beni dinleyin de, hatırım için bu işin peşini bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmayın! Yemin ederim ki benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir. Siz onu, sizin dışınızda kalan Arab tâifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Arab­lara üstün gelirse, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şe­refi sizin şerefiniz demektir. Onun sâyesinde insanların en mesut ve bahtiyarı olursunuz.”
Utbe’nin konuşması, Ku­reyşlilerin hiç de hoşuna gitmedi. Tepki göstererek, “Ey Velid’in babası! Gene o, seni diliyle büyülemiş!” dediler.
Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise, “O halde, istediğinizi yapın!” di­yerek yanlarından uzaklaştı.[5]
Böylece, müşrikler, Server-i Kâinat Efendimiz karşısında mağlubiyet üze­rine mağlubiyete uğruyorlardı. İslam davasına karşı tedbir ve çareleri bir bir tükeniyordu. Başvurdukları her tedbir ve plân geri tepiyor, hatta aleyhlerine tecelli ediyordu!
Çünkü Cenab-ı Hakk’ın, “Ben nurumu tamamlayacağım; kâfirler, müşrikler istemeseler bile...” diye vaadi vardı. Resûlüne emri şuydu:
“Sana vahyettiklerimi halka bildir, korkma, çekinme. Çünkü Ben, seni in­sanlardan, onların şer ve belâlarından koruyacağım.”[6]
Bunun için de, Allah Resûlü (a.s.m.), iman ve İslami­ye­te davet va­zifesine bıkmadan usanmadan, korkmadan çekin­meden devam ediyor, bütün gayre­tiyle gönüller üzerinde tevhid bayrağını dalgalandırmaya çalışıyordu. Bunun neticesi olarak da, inananların safı gittikçe hem daha sık­laşıyor, hem de güçle­nip kuvvetleniyordu.

Müşriklerin, Safâ Tepesi’nin “Altın”a Çevrilmesini İstemeleri!

Mekkeli müşrikler, ne eziyet ve işkencelerin, ne de mevki makam, mal mülk tekliflerinin, Peygamber Efendimizi bir an bile davasında tereddüde düşürme­diğini artık kesinlikle anlamışlardı. Bu sebeple, karşısına değişik tekliflerle çıkmaya başlıyorlardı.
Bir gün, Resûl-i Kibriya Efendimize, “Rabbine dua et! Eğer Safâ tepesini bi­zim için altına çevirirse, biz o zaman seni tasdik eder, sana iman ederiz!” de­di­ler.
Böyle bir isteği yerine getirmek, elbette insan güç ve kuvvetinin üstünde bir işti; ama Allah’ın kuvvet ve kudreti yanında basit bir hadiseydi.
Müşrikler, böylesine, herhangi bir insanın yapamayacağı şeyleri Peygamber Efendimize teklif etmekle, adeta kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı: “Ba­kın, işte bu isteğimizi yerine getirmedi. Öyleyse neden iman edelim?” demek istiyorlardı.
Diğer istek ve tekliflerinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hep, bunları yapma­nın kendi vazifesi olmadığını, onların ancak Allah’ın isteğiyle, kuvvet ve kud­retiyle meydana gelebileceğini ifade etmesine karşılık, bu tekliflerine aynı ce­vapla karşılık vermeden, “Teklifiniz yerine gelirse, bu dediğinizi gerçekten ya­par mısınız?” diye sordu.
Hep birden, “Evet, yaparız!” dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ellerini açarak kudreti sonsuz Rabb-i Rahîm’ine yalvarmaya başladı.
Elbette, Sultan-ı Levlâk’ın niyazı cevapsız kalamazdı. Ânında Cebrail (a.s.) gelerek, “Allah Teâlâ, seni selamlıyor ve ‘İstersen, onlara Safâ tepesini altın ya­pa­yım. Ancak bundan sonra da onlardan kim inkâra kalkışırsa, varlıklarım­dan hiçbirine yapmadığım bir azapla onları azaplan­dı­rı­rım! Yok istersen, on­lara tevbe ve rahmet kapılarımı açık bırakayım’ diyor” dedi.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, iki teklif arasında serbest bı­rakılmıştı. Cenab-ı Hak, istediğini yapacaktı. Buna rağmen o, kendisini böyle­sine rahatsız edip sıkıntıya sokan kavmine acıdı ve Rabbinden dileği şu oldu:
“Hayır Allahım! Onların isteklerini yerine getirme. Kendilerine rahmet ve tevbe kapılarını açık bırak!”[7]
Evet, Peygamber Efendimiz, “âlemlere rahmet” olarak gönderilmişti. Kalp ve vicdanı, merhamet ve şefkatin men­baı idi. Kendisine zulmedenlere, kendi­sine eziyet ve ha­karette bulunanlara bile yeri geldikçe acıyor, onları affedi­yor­du. Hiçbir zaman şahsı için intikam alma yoluna gitmiyordu. Kendisine zul­medenlere dahi iman saadeti ve İslam hidayeti diliyordu.
O, bu engin şefkat ve merhamet, bu derin af ve müsamaha ile gönülleri fet­hetmiş, kalp ve ruhları nuru etrafında pervane gibi döndürmüştür.

Müşriklerin Değişik Bir Teklifleri

Yapılan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından reddedilmesine rağ­men, müşrikler yeni yeni teklifler bulup ileri sürüyorlardı.
İleri gelenleri, bir gün Resûl-i Ekrem’e, “Sana, içimizde en zengin adam ola­cak şekilde mal verelim, istediğin kadınla evlen­direlim! Yeter ki sen, ilâhları­mızı kötülemekten vaz­geç!” dediler. Sonra da şöyle konuştular:
“Eğer bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan, sana yeni bir teklifimiz var. Hem senin için, hem bizim için hayırlı olan bir teklif!”
Resûl-i Ekrem, “Nedir, o hayırlı teklif?” diye sordu.
Ku­reyş ileri gelenleri, “Sen bizim tanrılarımız olan Lât ve Uzzâ’ya bir yıl tap; biz de senin ilâhına bir yıl tapalım!”[8]dediler.
Bu, Ku­reyş müşriklerinin bir oyunu, bir tuzağı idi. Akıllarınca, Resûl-i Ek­rem’i böyle bir teklifle kandırmayı düşünüyorlardı. Fakat hayatının gayesi şirk ve küfürle mücadele olan Kâinatın Efendisi, elbette bu tuzağa düşmeyecekti. Nitekim Cenab-ı Hak, bu hadisenin hemen sonrasında Kâfirûn Suresi’ni in­dirdi:

 “(Ey Resûlüm!) de ki:
“‘Ey Kâfirler! Ben, sizin ibadet etmekte olduklarınıza (putlarınıza) tapmam; siz de benim ibadet etmekte olduğu­ma ibadet ediciler değilsiniz. Zaten, ben hiç­bir vakit sizin tapmış olduklarınıza tapıcı olmadım; siz de (hiçbir za­man) be­nim ibadet etmekte olduğum (Al­lah’a) ibadet edi­cilerden değilsiniz. Sizin di­niniz (bâtıl itikadınız) size, be­nim dinim de bana!’”
Peygamber Efendimiz, inen bu sureyi kendilerine okuyunca, müşrikler bu tekliflerinin de neticesiz kaldığını anladılar ve bu yolda­ki ümitlerini de yitir­diler!

Müşriklerin Üç Sorusu

Hz. Re­sû­lul­lah’ın davası karşısında çaresizlikler içinde kıvranan Mekke müşriklerinin aklına yeni bir fikir geldi: Yahudi âlimlerinden, Pey­gam­be­ri­miz hakkında bir şeyler öğrenmek!
Bu maksatla Medine’ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görüşerek Re­sûl-i Ekrem Efendimizin söylediklerinden, yaptıklarından bahsettiler; sonra da, “Siz, elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakkında bize bil­gi veresi­niz diye size başvurduk!” dediler.
Yahudi âlimlerinin, bu isteklerine cevapları şu oldu:
“O kimseye, ‘Geçmişteki o genç delikanlıların hayret edilecek maceraları ne idi? Yeryüzünün doğusuna batısına kadar ulaşan, dönüp dolaşan zâtın kıssası ne idi? Ruh’un mahiyeti nedir?’ sorularını sorun. Eğer bu sualleri cevaplandı­rırsa, bilin ki o, Allah’ın peygamberidir; siz de ona tâ­bi olun. Yok, eğer cevap­landıramazsa, o adam yalancı bir kimsedir; kendisine istediğinizi yapabilirsi­niz!”[9]
Temsilciler, Mekke’ye dönerek durumu müşriklere anlattılar.
Müşrikler, ümit ve sevinç içinde Peygamber Efendimize koşarak, bu soru­ları sordular.
Kâinatın Efendisi, sorularını cevaplandırmak için mühlet istedi. “Size yarın bildireyim!” dedi.
Bunu derken, o sırada “İnşallah [Allah dilerse]” demeyi unutmuştu. Bu se­beple, bir görüşe göre üç, diğer bir rivayete göre ise on beş gün bu konuda hiç­bir vahiy gelmedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sıkıntıdan duramaz hale gelmişti. Hele, müşriklerin, “Muhammed bizden bir gün mühlet istedi; bunca zaman geçti, bize hâlâ bir şey bildirmiş değil!” diyerek dedikodulara başlamaları, bu sıkın­tılarını daha da artırdı. Öyle ki kimseyle konuşamaz hale gelmişti.
Nebiyy-i Ekrem’in, bu sıkıntıları fazla sürmedi; sonunda vahiy indi. Müş­riklerin sorularına şöyle cevap verildi:

“Yoksa (Ey Resûlüm!) uzun zaman mağarada uykuda kalan Kehf ve Rakîm ashabı, Bizim mucizelerimizden şaşılacak bir şey ol­du­lar mı sandın? Hatırla ki o vakit o genç yiğitler mağaraya sığındılar da şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet ihsan buyur ve işimizde bize bir muvaffakiyet hazırla.”[10]
Bu ayet-i kerimelerde, müşriklerin birinci soruları cevaplandırılıyordu ve adı geçen gençlerin Ashâb-ı Kehf olduğu bildiriliyordu. Sonraki ayetlerde ise Ashâb-ı Kehf’in maceraları anlatılıyordu.[11]
Müşriklerin ikinci sorularına ise, şu ayetler cevap veriyordu:

“Ey Resûlüm! (Müşrikler, seni imtihan etmek için) bir de Zülkarneyn’den (ha­ber) soruyorlar. Sen de ki: ‘Size, onlardan bir haber anlatacağım.’”[12]
Surenin devam eden ayetlerinde ise, Cenab-ı Hakk’ın Zül­kar­neyn’i iktidar sa­hibi yaptığı, ona vasıta ihsan ettiği ve bununla batıya doğru yol aldığı, yol­culuğu esnasında bir kavimle karşılaştığı ve onları iyi işleri yapmaya davet et­tiği belirtiliyor; sonradan doğuya doğru yol tuttuğu, burada da bir kavimle kar­şılaştığı ve onları da hayırlı işlerde bulunmaya çağırdığı beyan edili­yordu.[13]
Müşriklerin üçüncü suallerine ise, şu ayet-i kerimeyle cevap veriliyordu:

 “(Ey Resûlüm!) bir de sana ruhtan (ruhun hakikatinden) soruyorlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin bildiği bir iştir ve size, ilimden ancak az bir şey verilmiştir.’”[14]
Müşrikler, sordukları sorularına mükemmel cevap almışlardı!
Buna rağmen, Peygamber Efendimizin davasını doğrula­yıp, ona uymaktan uzak durdular; şirkin inadı içinde hayatlarına devam ettiler.
Ancak onların bu hak ve hakikatten yüz çevirmeleri, kendilerini felâkete sü­rük­lemekten başka bir şeye yaramıyordu. Onlar direndikçe, iman ve Kur’an da­va­sı daha bir haşmet ve azametle gönüller üzerinde dalgalanmaya devam ediyordu.
Cenab-ı Hak, ayrıca Peygamber Efendimizi de aynı surede şöyle ikaz edi­yordu:
“Hiçbir şey hakkında ‘İnşallah’ demeden ‘Ben bunu herhalde yarın yapa­rım’ deme! Unuttuğun zaman Rabbini an, ‘İn­şallah’ de, ‘Umulur ki Rabbim, beni daha yakın bir hayra ve muvaffakiyete erdirir’ de!”[15]
Peygamber Efendimiz, bu ikazdan sonra, yapacağı bir şey hakkında “İnşal­lah” demeyi her zaman hayatında bir prensip edindi.

________________________________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1. s. 344-345; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 203-204; Taberî, Tarih, c. 2. s. 222.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1. s. 203.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 204; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 222.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1. s. 311; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 9-12; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 270.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 313-314; Taberî, Tarih, c. 2. s. 225.
[6] Mâide, 67.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 35-36.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 368; Taberî, Tarih, c. 2, s. 225-226.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 321-322.
[10] Kehf, 9-10.
[11] Kehf, 9-26.
[12] Kehf, 83.
[13] Kehf, 84-98.
[14] İsrâ, 85.
[15] Kehf, 23-24.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Başvurulan tertip, eziyet ve işkencelerin hiçbiri, Resûl-i Ekrem Efendimizi İslam’ı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû Tâlib de, yaptıkla­rına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilâkis onu koruyordu.
Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden on kişi, Ebû Tâlib’e gelerek, “Ey Ebû Tâlib!” dediler. “Yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inanç­larımızı kötüledi; akılsız olduğumuzu, ba­balarımızın, dedelerimizin yan­lış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yap­maktan ve söylemekten alı­koy veya ara­dan çekil.”[1]
Ebû Tâlib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi! Hangisini tercih ede­cekti?
Sonunda, yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı.[2]

Ebû Tâlib’e İkinci Şikayet

İlk şikayetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû Tâlib’e tekrar başvurdular: “Ey Ebû Tâlib! Sen, bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden bi­risin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik; fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık bundan sonra onun babalarımızı, dedele­rimizi kötülemesine, bizi akıl­sızlıkla itham etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulun­ma­sına asla tahammül edemeyiz! Sen, ya onu bunları ya­pıp durmaktan vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok olun­caya kadar onunla da, seninle de çarpışırız!”[3]
Ebû Tâlib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı: Kavmi tarafından terk edilmek istemez­di; ama yeğeni Kâinatın Efendisinden de vazgeçemezdi! O halde ne yapabilirdi? Derin derin düşündükten sonra, Re­sûl-i Ekrem’i (a.s.m.) yanına çağırarak, yalvarırcasına, “Kardeşimin oğlu! Kav­minin ileri gelenleri bana baş­vurarak, senin onlara dediklerini bana arz et­tiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağı­mız işleri üzerimize yükleme! Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten ar­tık vaz­geç!”[4]dedi.
Durum, oldukça nâzikti. Bir bakıma, o güne kadar kav­mi içinde kendisine yegâne hâmîlik eden, Ebû Tâlib’ti. O da mı himâyeden vazgeçecekti?
Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, bir müddet mah­zun mahzun düşündü. Sonra, hakikî muhâfızının Cenab-ı Hak olduğunu bil­menin gönül rahatlığı içinde amcasına ce­vabı kılıç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu: “Bunu bilesin ki ey amca! Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol eli­me verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem! Ya Allah bu dini hâ­kim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm!”[5]
Öz amcasının kendisini terk edeceği endişesini duyan Peygamber Efendi­miz, bu cevabını verirken gözyaşlarını tutamamıştı. Mübarek gözyaşları, sanki amcasının gönlüne damlıyordu! Bu halini gören amcası, onu nasıl yalnız ba­şına bırakabilirdi? Zâtına karşı böy­lesine muhabbet bes­lediği yeğenini nasıl terk edebilirdi?
Yıkılmayan bir iradeye sahib Resûl-i Kibriya’nın davasını haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Tâ­lib, “Yeğenim benim!” diyerek boynuna sarıldı ve “İşine de­vam et, istediğini yap! Vallahi, seni asla herhangi bir şey­den dolayı kimseye teslim etmeyeceğim!”[6]diye konuştu.
Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Tâlib’in yeğinini her şeye rağmen ko­ruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle an­ladılar.

Ebû Tâlib’e Başka Bir Teklif

Gözleri önünde birçok kimsenin İlâhî hidayete koştuğunu gören müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Baş­ka bir tedbir düşündüler. Yine Ebû Tâlib’e başvurarak şu teklifte bulundular:
“Ey Ebû Tâlib! Sana Ku­reyş gençlerinin en güçlü, en kuv­vetli, en yakışıklısı ve akıllısı olan Umâre b. Velid’i verelim; kendine evlat edin. Aklından, yardı­mından istifade edersin. Buna karşılık sen de bize, kardeşinin oğlunu teslim et, öldürelim! İşte, sana adam karşılığında adam! Daha ne istersin?”
Ebû Tâlib, bu mantıksız teklife, “Önce siz bana kendi oğullarınızı verirsiniz, onları ben öldürürüm; ancak sonra onu size verebilirim!” diye cevap verdi.
Bu teklifi müşrikler tepkiyle karşıladılar. “Bizim çocuklarımız” dediler. “Onun yaptıklarını yapmıyorlar ki!”
Ebû Tâlib, bu sözlerini de cevapsız bırakmadı ve sert bir dille, “Vallahi o, si­zin çocuklarınızdan çok çok daha ha­yırlıdır. Siz bana çok çirkin bir teklifte bu­lunuyorsunuz! Nasıl olur? Siz, oğlunuzu bana yetiştirmek üzere vereceksi­niz, benimkini ise öldürmek için alacaksınız! Buna asla müsaade edemem!”[7]diye konuştu.
Müşriklerin kin ve nefretleri artık son haddine varmıştı. Bu nefret ve kinleri bundan böyle sadece Re­sû­lul­lah ve Müslümanlara değil, Ebû Tâlib’e de yönel­miş oluyordu!
Kaderin garip tecellisine bakınız ki müşriklerin Ebû Tâlib’e karşı menfi tavır takınmaları, Hâşimoğullarının, Resûl-i Ekrem’i himâyelerine almalarına vesile oldu. Himâ­yeden sadece biri kaçındı: Ebû Leheb!
Bu arada, Ebû Tâlib, Hâşimoğullarını topladı ve Resûl-i Ekrem’in korun­ması hususunda dikkatli olmalarını tenbihledi.
Ebû Tâlib’in bu tarz vaziyet alışı, Ku­reyş müşriklerini şu kesin karara sev­ketti:
Allah Resûlünün hayatına son vermek!
Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescid-i Haram’a toplandılar. Bu­nu duyan Ebû Tâlib, Hâşimoğulları gençlerini bir araya topladı ve derhal on­larla Kâbe’ye giderek müşrik topluluğuna gözdağı verdi. “Vallahi” dedi. “Yeğenim Muhammed’i öldürecek olur­sanız, biliniz ki sizden hiç kimse sağ kalmaz! Biz de, siz de bu yolda helâk olun­caya kadar peşinizi bırakmayız!”
Ebû Tâlib’in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime konuşamadan da­ğıl­dılar.
Ebû Tâlib, konuşmasının sonunda Kâinatın Efendisi hak­kında şöyle di­yordu:
“Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz edilen böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sahibidir ki yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Hâşimoğulları ailesinin yoksulları ona sığınır­lar. Hâşimoğulları, onun sâyesinde nimetlere eriş­mişlerdir.
“Ey Ku­reyş topluluğu! Beytullah’a yemin ederim ki siz onu yalanlamakla aldanıyor ve boş hayallere kapılıyorsunuz. Muhammed hakkındaki suikastiniz ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp uğrunda çarpışmadıkça ger­çekleşir mi sanıyorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok olmadıkça, ço­luk çocuklarımızı bize unutturacak fedakârlıklarla onu müdafaa etmedikçe si­ze bırakmayız!”[8]

Müşriklerin Yeni Tertipleri

Bütün bu olup bitenlerden sonra, Ku­reyş müşrikleri, Peygamber Efendimi­zin baskılarla, zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve işkencelerle kendilerine bo­yun eğmeyeceğini anlamışlardı.
Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni isnat ve iftiralar uy­dur­mayı tasarladılar. Hedef, Resûl-i Ekrem Efendimizin yüce şahsiyetini (hâşâ) na­zarlarda küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin insanlarca duyulmasına engel ol­maktı!
Bu maksatla, hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan Velid b. Muğîre etra­fında toplandılar. Günden güne gelişen, gönüllere saadet bahşeden iman, İs­lam davası ve onun temsilcisi olan Resûl-i Kibriya Efendimiz hakkında ko­nuş­maya başladılar.
Fikir babalarından biri olan Velid b. Muğîre, etrafında toplanmış, yüzlerine şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına, “Ey Ku­reyşliler!” dedi. “İşte, hac mevsimi de gelip çattı. Arab kabileleri yurdumuza akın edeceklerdir. Mu­hakkak onlar, şu adamımız Mu­hammed’in meselesini de duymuşlardır. Size birtakım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir; ta ki aramızda ihtilâfa düşmeyelim.”
Bu, kurnazca bir teklifti: Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri, el­bette onları ina­nılmaz ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı; dolayısıyla, gelen halk üzerinde de pek te­sir­li olamayacaklardı.
Ku­reyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususun­da da dinlemek iste­diler. “Sen” dediler. “Bize bu husus­taki görüşünü, ka­na­atini ve tedbirini de söyle; biz de ay­nısını söyleyelim ve aynı şekil­de hareket edelim!”
Fakat Velid, önce onların kanaat ve görüşlerini öğren­mek istiyordu!
Ku­reyş müşikleri fikirlerini beyan ettiler: “‘Kâhindir’ de­riz.”
Velid bu fikirlerine katılmadı. “Hayır...” dedi. “Vallahi, o, bir kâhin değil­dir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin mırıldanış­ları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler, yalan da... Ama biz Muhammed’in hiçbir yalanını görmedik ki!”
Müşrikler, “O halde ‘Mecnun [deli]’ diyelim!” dediler.
Velid, bu görüşe de itiraz etti. “Hayır...” dedi. “O, mecnun da değildir. De­lileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hali, bir delininkine asla benzemiyor!”
Topluluktan üçüncü teklif geldi: “Öyle ise ‘Şâirdir’ deriz!”
Velid, bu görüşü de doğru bulmadı. “Hayır... O, şâir de değildir. Biz, şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu, bun­ların hiçbirine benzemez!”
“O halde ‘Sihirbaz [büyücü]’ deriz!”
Bu fikir de Velid tarafından makbul sayılmadı. “Hayır, hayır! O, sihirbaz da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları sihirlerini görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup üfledikleridir, ne de düğümleyip bağladıkları...” diye konuştu.
Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid’e havâle ettiler. “O halde, ey Abdüşşems’in babası, ne diyeceğimizi sen söyle!” dediler.
Velid’in konuşması şaşırtıcı oldu. “Vallahi” dedi. “Onun sözlerinde apayrı, bambaşka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz olamaz! O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki sanki kökü çok verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan gür meyveli bir hurma ağa­cıdır o!”
Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar: Yoksa, akıl danıştıkları ve fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman olmuştu? Hele, kendilerini terk edip evine dönmesi, telâş ve endişelerini bütün bütün artırdı. Öyle ki “Velid, dininden döndü!” diye söy­lenmeye bile başladılar.
Ancak Velid’in dininden döndüğü filan yoktu. Hangi it­ham ve iftiranın da­ha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti! Kararını verdikten sonra, geri dönüp Ku­reyşlilere şöyle dedi:
“Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleri­niz içinde yine akla en yakın olanı, ona ‘Sihirbaz’ demenizdir; çünkü o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki o söz evlatla babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor!”[9]
Bu görüş etrafında birleştiler. Artık Peygamber Efendimize (hâşâ) “Sihir­baz” diyecekler, bu itham ve iftira ile halkı kendisin­den uzak tutmaya çalışa­caklardı!
Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimelerde, Velid b. Mu­ğî­re’nin bu kurnazca tedbir ve plânından, “Kahrolası, ne biçim (söz) uydurdu!” buyurarak bahsedi­yor ve âkıbetini de şöyle ilan ediyordu:
“Ben de muhakkak onu [Velid b. Muğîre’yi] cehenneme sokacağım!”[10]
Kâinatın Efendisi, müşriklerin iddia ettiği gibi, bir kâhin değildi; çünkü kâ­hinin sözleri karışık ve tahminîdir. Hâlbuki, onun söyledikleri, hak ve hakikat idi; her selim aklın tasdik ettiği gerçeklerdi; karışıklıktan, tahminden uzak, ke­sinlik ifade eden sözlerdi.
O, iddia edildiği gibi bir mecnun da değildi; çünkü yalnız dostları değil, en azılı düşmanları bile, yeri geldikçe, aklının mükem­mel­liyetine şehâdet ediyor­lardı.
Server-i Kâinat, iddia ettikleri gibi, bir şâir de değildi; çünkü onun bahset­tiği parlak, nurlu hakikatler, şiirin hayallerinden berî ve süslemelerine muhtaç olmaktan uzak idi!
Cenab-ı Hak, müşriklerin bütün bu iftira, isnat ve tertiplerinden sonra in­dirdiği vahiyle Resûlüne şöyle hitap etti:
“O halde ey Resûlüm! Sen, öğüt ve nasihate devam et! Çünkü sen, Rabbinin (nübüvvet ve İslam) nimeti sâyesinde ne kâhinsin, ne de mecnun...”[11]

_______________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 283-284; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 473.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 284; Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; İbn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 473.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, 284; Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; İbn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 474.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, 284; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 285; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220; İbn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 474.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 285; Taberî, Tarih, c. 2, s. 220; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 475.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 285; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 202; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220; İbn Ke­sir, a.g.e., c. 1, s. 475.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 295.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 288-289; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 512-513.
[10] Müddessir, 19-26.
[11] Tur, 29.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İlk Müslümanların maruz kaldıkları bu işkence, eziyet ve hakaretler, karşı karşıya bulundukları güçlükler ve maniler, Allah tarafından aynı zamanda bi­rer imtihandı. Mesele sadece “İman ettim” demekle bitmiyordu; imandaki sa­dâkat, samimiyet ve sabırlarının da ölçülmesi gerekiyordu!
Öylesine güçlükler, işkence ve eziyetler olacak ki gerçekten iman etme ar­zusunu ruhunda taşıyanlar, bütün bunlara aldırmadan iman edecekler; bu ar­zuyu ciddi olarak gönüllerinde taşımayanlar ise, halis mü’minlerden ayrıla­caklardı.
Nitekim şu ayet-i kerime de bu hususa işaret eder:
“Doğrusu Biz, onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik. Allah (imtihan suretiyle imanında) sâdık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olan­ları da elbette bilecek.”[1]
Demek ki imanında samimiyetin en mühim bir ölçüsü, karşılaştığı güçlük­ler, işkence, eziyet ve ızdıraplar karşısında boyun eğmemektir.
Dayanılmaz işkenceler, hakaretler, eziyet ve zulümler, Allah’a imanın ve Resûlüne tâbi olmanın gerçek şuuruna eren hakikî Müslümanların cesaretini kıramıyordu. Onların hidayet dairesinde sebat etmelerine ve başkalarının da o daireye koşmasına mani olamıyordu. İşkenceler, eziyet ve hakaretler, adeta İs­lam ateşinin daha gür yanması, daha kuvvetli parlaması için birer odun me­sabesine geçiyordu. Onlar eziyet ve işkencelerine devam ettikçe, İslam davası da bir başka hızla gelişiyor, yayılıyor, ruh ve gönüller üzerindeki nurdan sal­tanatını devam ettiriyordu.
Şurası muhakkaktır ki zor ve tahakküm hiçbir zaman, hiçbir devirde de­vamlı olarak hak ve hakikati yenememiş, boğamamış ve kendine esir edeme­miştir; aksine, hak ve hakikat, çoğu kere zoru da, tahakkümü de, zulüm ve zul­meti de yenmiş, yok olmaya mahkûm etmiştir.
Asr-ı Saadet Müslümanlarının dayanılmaz işkence ve zulümler karşısında gösterdikleri eşsiz cesaret, engin sabır ve harika metanet, cidden insaf ve basî­ret sahiplerinin göz­lerini yaşartacak bir ulvîyete sahiptir ve günümüz Müs­lü­manları için de birçok ibreti hâvîdir.
Öyle ki İtalyan Muharrir-Tarihçi Leone Caetani gibi azılı bir İslam düşmanı bile, şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştır:
“Hayret, hayrettir ki aralarında bir tane bile dönek yoktur!”
Asıl hayret edilecek husus ise, böyle bir itirafta bulunan muharririn, İslam’a gönlünü ve kalemini teslim edeceği yerde, düşmanlıkta devam etmesi, adeta gündüzün ortasında güneşi görmemek için gözünü kapamasıdır!

___________________________________

[1] Ankebut, 3.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget