Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ku­reyşli müşrikler, Resûl-i Ekrem Efendimizin davasını tasdik eden birçok mucizeye şahit oldukları halde, yine de inat ve inkârlarından vazgeçip ona sa­dâkat ellerini uzatmıyorlardı. Gördükleri her mucizeye bir kulp takarak na­zarlarda küçük ve basit bir hadiseymiş gibi göstermek isteyerek, hem kendile­rini, hem de halkı aldatma yoluna gidiyorlardı. Zaman zaman da akıllarınca Resûl-i Ekrem’i güç durumda bırakmak niyetiyle kendilerince meydana gel­mesini mümkün görmedikleri isteklerde bulunuyorlardı. “Eğer, gerçekten Al­lah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen, şunu şunu yap, şunu şunu göster de görelim!” diyorlardı.
Bu isteklerde bulunurken maksatları iman etmek değildi; bilâkis, Kâinatın Efendisini güç durumda bırakmaktı. Fakat Cenab-ı Hak, müşriklere karşı sev­gili Resûlünü hiçbir zaman güç durumda bırakmıyor ve hiçbir zaman mua­ve­net ve muhafazasını üzerinden eksik etmiyordu!
Yine bir gün, ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Velid b. Mu­ğîre gibilerin de içinde bulunduğu bir grup müşrik, Pey­gamber Efendimize gelerek, “Eğer sen, gerçekten söylediğin gibi Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen, bize Ay’ı ikiye ayır; öyle ki yarısı Ebû Kubeys dağı, diğer yarısı Ku­aykıan dağı üzerinde görülsün!” dediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Şayet bunu yaparsam iman eder misiniz?” diye sordu.
Onlar, “Evet, iman ederiz” dediler.
Davasında haklı ve doğru olduğunu göstermek için mucizeyi istemek, pey­gamberin vazifesidir; istenilen mucizeyi yaratan ise Cenab-ı Hak’tır.
Ay’ın bedir haliydi; yani en güzel göründüğü on dördüncü gecesiydi.
Kâinatın Efendisi, Allah’ın emir ve iradesi dairesinde hareket eden Ay’a şehâdet parmağıyla işaret etti.
Bu işaret-i Nebevî kâfi geldi ve Ay ikiye ayrıldı; öyle ki yarısı müşriklerin istedikleri gibi Ebû Kubeys dağı üzerinde, diğer yarısı ise Kuaykıan dağı üs­tünde iki parça halinde göründü!
Resûl-i Kibriya Efendimiz, orada bulunan halka, “Şahit olunuz! Şahit olu­nuz!”[1]diye seslendi.
Bu apaçık mucize karşısında da müşrikler, inat ve inkârlarından vazgeçme­diler; üstelik, “Bu da Ebû Kebşe’nin oğlunun bir sihridir”[2]diyerek asılsız bir te’vilde bulunup kendi kendilerini aldatma ve teselli etme yoluna saptılar. Gözleri önünde cereyan eden hadiseyi elbette inkâr edemezlerdi. İnkâr ede­me­dikleri için de, çıkar yol olarak “Si­hirdir” demek zorunda kalıyorlardı!

Etraftan Gelenlerin Aynı Hadiseyi Haber Vermeleri

Sırf Resûl-i Ekrem Efendimizin davasını tasdik etmemek için bu apaçık mu­cizeye “Sihirdir” diyen müşrikler, aralarında şöyle konuşmadan da edemedi­ler:
“Şayet Muhammed büyü yaptıysa, bu büyüsü bütün yeryüzünü kaplaya­maz ya! Etraftan gelecek olan yolculara so­ralım; bakalım onlar da gördükleri­mizi görmüşler mi?”[3]
Etraftan gelen yolculara sordular. Onlar da, aynısını gördüklerini itiraf etti­ler.
Bütün bunlara rağmen, ruhen ve kalben tefessüh etmiş, şirkle gönüllerini kirletmiş müşrikler, “İman ederiz” vaadinde bulundukları halde inanmadılar, ebedî sâadetin kaynağına koşmadılar; üstelik arkasından da şöyle dediler:
“Yetim-i Ebû Tâlib’in sihri semâya da tesir etti!”[4]
Müşriklerin, Peygamber Efendimizin bu parlak mucizesini inkâr etmeleri üzerine Cenab-ı Hak, inzal buyurduğu şu ayet-i kerimelerle hadisenin vuku bulduğunu bildirip, onlarınsa imansızlıkta, yalanda diretip durduklarını beyan etti:

“Kıyamet yaklaştı. Kamer [Ay] ikiye bölündü. Hâlâ bir mucize görseler, yüz çevirip şöyle derler:
“‘Bu, devam edegelen bir sihirdir!’
“Kıyameti ve mucizeyi inkâr ettiler, hevâlarına uydular. Hâlbuki, (Allah’ın vadettiği) her iş için bir hakikat vardır.”[5]

_______________________________________________________________________________
[1] Müslim, Sahih, c. 8, s. 132; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 397; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 447.
[2] İbn Kesir, Tefsir, c. 4, s. 262.
[3] Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 398; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 238; İbn Kesir, Tefsir, c. 4, s. 262.
[4] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 238.
[5] Kamer, 1-3.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Bi’setin 7. senesi / Milâdî 616)

Habeşistan’a hicret eden ilk Müslüman kafilesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, ülkenin hükümdarı tarafından iyi karşılanmış, dinî ibadetlerini serbestçe ve gönül huzuru içinde ifa edebilme imkânına kavuşmuşlardı.
Bu durumu haber alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de kalan Müslü­manlara da Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu.
Resûl-i Ekrem’in amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Cafer’in baş­kanlığında Ha­beş ülkesine doğru yola çıkan ikinci kafile, önceki kafileden daha kalabalıktı. On tanesi kadın doksan iki kişilik bu topluluk da sağ sâlim, sırf dinlerini emni­yet altına almak, ibadetlerini huzur-u kalp ile ifa edebilmek gayesiyle Mekke’den ayrılıp Habeş ülkesine vardılar.
Müslümanlar göç ederken, Peygamber Efendimiz her şeye rağmen Mek­ke’den ayrılmadı. Müşriklerin eziyet ve işkencelerine göğüs germeye de­vam etti. Cenab-ı Hakk’ın hıfz ve inayeti altında kutsî ve ulvî hizmetini sür­dürdü.[1]

Ku­reyşliler, Muhacirlerin Peşinde!

Ku­reyş müşrikleri, Müslümanların art arda Habeş ülkesine hicret etmele­rinden telâşa kapıldılar! Gurbet diyarında da garip Müslümanların peşini bı­rakmak niyetinde değillerdi. İslami­yetin bu gibi ülkelerde de yayılması ve ar­tık karşısına çıkılmayacak bir kuvvet haline gelmesi endişesini taşıyorlardı. Zi­ra Müslümanlar, Habeş hükümdarından himâye gördükleri takdirde Ara­bis­tan’ın İslam sînesine koşması daha da kolaylaşabilirdi! Böylece, İslam’ın önü­ne çekmek istedikleri setleri de yerle bir olacaktı!
Bu duruma tahammül edemeyen Ku­reyşli müşrikler aralarında konuştular. Sonunda, elçiler gönderip, hicret eden Müslümanları Habeş hükümdarından geri istemeye karar verdiler.[2]
Elçi olarak Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’yı vazifelendir­diler. Plânları şu idi:
Başta Necâşî olmak üzere ülkenin diğer ileri gelenlerinin hepsine kıymetli hediyeler götürülecek. Önce hükûmet adamlarına hediyeleri verilecek ve ar­zu­ları arz edi­lecek. Sonra da hükümdara hediyesi takdim edilecek.
Bu plânı tatbik etmelerindeki maksatları ise şu idi:
Devlet erkânının kendilerini desteklemeleri, Habeş Necâ­şîsi­nin mülteci Müslümanlarla görüşmesine fırsat ve imkân verilmeden arzularını yerine ge­tirmelerini kolayca sağlamaları.
Habeş ülkesine varan elçiler, aynı plânı tatbik ettiler.
Devlet adamlarına kıymetli hediyeleri takdim ederek maksatlarını şöylece arz ettiler:
“Bizden bazı aklı ermez gençler, atalarının yolundan ayrıldılar. Sizin dini­nize girmedikleri gibi, yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Şu anda hükümdarı­nıza sığınmış bulunmaktadırlar. Biz onları geri istemek üzere kavmimiz tara­fından gönderildik. Hükümdara bu arzumuzu ilettiğimiz zaman, bu hususta bize yardımcı olun ve ona Müslümanlarla görüşme fırsatını tanımayın. Onların teslimi hususunda bizi destekleyin ve deyin ki: ‘Bunlar elbette kendilerinden olanları daha iyi tanır ve bilirler. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görür­ler.’”
Saray adamları kıymetli hediyelere aldandılar ve kendilerini destekleye­ceklerine dair söz verdiler.
Elçiler, bu sefer hükümdarın huzuruna çıktılar ve arzularını şöyle dile ge­tirdiler:
“Ey Hükümdar! Aramızdan çıkıp işlerimizi bozan bu adamlar, şimdi de bu­raya senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için gelmişlerdir. Seni bu hususta ikaz etmeye geldik. Bunlar Meryemoğlu İsa’yı ilâh tanımazlar. Senin hu­zuruna girince secdeye varmazlar. Sen, onları bize iade et, biz onların hakkından geli­riz.”[3]
Görüldüğü gibi, elçiler isteklerini gayet kurnazca ifade ediyorlardı. Hü­kümdarın Hıristiyan olduğunu bildikleri için, o noktadan da kendisini kazan­mak istiyor ve “Onlar, Meryemoğlu İsa’yı ilâh olarak tanımazlar” diyerek mül­teci Müslümanlar hakkında hiddete gelmesini istiyorlardı.
Önceden ayarlanan saray adamları da elçilerin söylediklerini tasdik ettiler. “Ey Hükümdar!” dediler. “Bunlar doğru söylü­yorlar. Elbette onları başkala­rın­dan daha iyi bilir ve tanırlar; hangi kusurlarının olduğunu da daha iyi gö­rür­ler. Onları kendilerine teslim edelim! Yurtlarına, kavimlerine geri götür­sünler.”
Elçiler, isteklerine “evet” denileceğini ümitle beklerken, Necâşî hiddetli hid­detli, “Vallahi, hayır” dedi. “Çaresiz kalmış, yurduma gelip yerleşmiş, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, ben hiçbir kimseye teslim etmem! Onlarla görüşmeden, onların fikirlerini almadan hiçbir zaman kararımı vermem! Eğer, iş bunların (elçilerin) dedikleri gibiyse, onları kendilerine teslim eder, kavimle­rine geri çeviririm. Şayet iş bunun aksi olursa, kendilerini korur, en güzel şe­kilde görür gözetirim.”[4]
Daha sonra Necâşî, Müslümanların yanına gelmesi için davetçi gönderdi. Muhacirler, aralarında Hz. Cafer’i kendilerine temsilci seçtiler ve hep beraber sa­raya gittiler.
İçeride Ku­reyş elçileriyle birlikte Necâşînin çağırttığı rahip­ler de vardı.
Hz. Cafer, Necâşînin huzuruna girince, selam verdi, fa­kat secde etmedi.
Saray adamları, Hz. Cafer’e, “Sen ne diye hükümdara sec­de etmedin?” diye sorunca şu cevabı verdi:
“Biz ancak Allah’a secde ederiz!”
Tekrar, “Niçin?” diye sordular.
“Çünkü” dedi. “Allah bize resûlünü gönderdi. O da Allah’­tan baş­kasına secde etmemizi men’etti.”
Bunun üzerine elçiler, “Ey Hükümdar! Biz, bunların halini sana bildirme­miş miydik?” dediler.
Necâşî, Müslümanlara, “Siz ülkeme niçin geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir istediğiniz de yok. O halde bana, benim memleketime niçin gel­diniz? Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hali nedir? Hem bana söy­leyiniz: Ne diye, memleketiniz halkından bana gelenlerin selam verdikleri gibi selam vermiyorsunuz?” diye sordu.
Hz. Cafer, bu soruları cevaplandırmaya geçmeden, “Ey Hükümdar!” dedi. “Ben üç söz söyleyeceğim. Eğer doğru söylersem beni tasdik edin, yalan söy­lersem yalanlayın! İlk önce emret ki şu adamlardan (elçilerden) sadece biri ko­nuşsun, öbürü sussun!”
Elçilerden Amr b. Âs, konuşacağını söyledi. Bunun üzerine Hz. Cafer, Ne­câ­şîye hitaben, “Söyle şu adama” dedi. “Biz, tutulup efendilerimize iade edile­cek köleler miyiz?”
Necâşî, “Ey Amr!” dedi. “Onlar köle midirler?”
Amr, “Hayır...” dedi. “Onlar şerefli ve hürdürler!”
Bu sefer Hz. Cafer, Necâşîye, “Sor şu adama” dedi. “Biz, haksız yere birinin kanını mı döktük ki kanı dökülenlere geri verileceğiz?”
Necâşî, “Ey Amr!” dedi. “Bunlar haksız yere harhangi birinizin kanını mı döktüler?”
Amr, “Hayır...” dedi. “Onlar, bir damla kan bile dökmediler.”
“Hz. Cafer, yine Necâşîye, “Sor şu adama” dedi. “Halkın mallarından hak­sız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef bulunduğumuz mallar mı var?”
Necâşî, “Ey Amr!” dedi. “Eğer şu adamcağızların, ödeyecekleri bir kantar altın borçları varsa, onu ben ödeyeceğim.”
Amr, “Hayır!” dedi. “Onların bir kırat borçları bile yok!”
Bunun üzerine Necâşî, “O halde, siz bu adamlardan ne isti­yor­su­nuz?” dedi.
Amr, “Onlar ve biz bir dinde idik. Onlar, dinimizi bıraktılar. Mu­hammed’e ve dinine tâbi oldular!” diye cevap verdi.
Bu sefer, Necâşî, Hz. Cafer’e döndü ve “Siz sâlik bulunduğunuz şeyi ne di­ye bırakıp başkasına tâbi oldunuz? Kavminizin dininden ayrıldığınıza ne be­nim dinimde, ne de şu milletlerden herhangi birisinin dininde olmadığınıza göre sizin edindiğiniz bu din, ne dindir?” diye sordu.
Hz. Cafer meseleyi baştan almanın daha uygun olacağını düşünerek, “Ey Hü­kümdar!” dedi. “Biz Câhiliyyet üze­re olan bir millet idik. Putlara tapar, lâ­şeler yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü işlerdik. Hısım ve akrabala­rımızla ilgimizi keser, komşularımıza kötülükte bulunur, zayıfleri ezerdik. Biz­ler bu hal üzere iken, Allah, içimizden birini bize peygaber gönderdi. Nese­bini, asâletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz bir pey­gamber! O, bizi Allah’ın varlık ve birliğine inanmaya, O’na ibadete, bizim ve atalarımı­zın Allah’tan başka tapı­na­geldiğimiz putları ve taşları terk etmeye davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetme­yi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sa­kınmayı bi­ze emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu ka­dınlara iftira etmekten bizi menetti. Biz de ona iman ettik ve davasını tasdik ettik. Onun Al­lah’tan getirip bildirdiği şeylere tâbi olduk. Bu yüzden kavmi­miz bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek, Allah’a iba­detten alıkoyup put­lara taptırmak için türlü türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Biz de bü­tün bu sebeplerden dolayı yurdumuzu, yuvamızı terk ede­rek ülkene geldik. Sana sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ümit etmekteyiz.”[5]
Hz. Cafer, hükümdarın selam verme ve secde etmeme hususundaki soru­suna da şöyle cevap verdi:
“Selam verme meselesine gelince... Biz seni, Re­sû­lul­lah’ın selamıyla selam­ladık. Biz birbirimizi hep böyle selamlarız. Cennete gireceklerin selamlaşmala­rının da bu şekilde olacağını Pey­gam­be­ri­mizden öğrendik. Bu yüzden seni böyle selamladık. Secde etme hususuna gelince... Biz, Allah’tan başkasına sec­de etmekten yine Allah’a sığınırız!”[6]
Hz. Cafer’in bu sözleri, Necâşînin üzerinde derin tesir icra etti. Müşrikler ise, durdukları yerde sus pus kesildiler.
Necâşî, bir müddet düşündükten sonra Hz. Cafer’e, “Yanında bu bahsettik­le­rinden bir şey var mı?” diye sordu.
Hz. Cafer, “Evet, var” dedi ve Meryem Suresi’nin baş taraflarını okudu: “Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd... Bu, sana okuyacağımız ayetler, Rabbinin, kulu Zeke­riy­ya’ya olan rahmetini bir zikirdir. O, Rabbine gizli yalvardığı zaman, şöyle de­mişti: ‘Ey Rabbim! Doğrusu ben (öyle bir kimseyim ki), kemiğim za­yıflayıp gevşedi ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle ey Rabbim, hiçbir zaman mahrum olmadım.”[7]
Sonraki ayetlerde, Hz. Meryem’in İsa’ya (a.s.) nasıl hamile kaldığı, Hz. İsa’nın dünyaya nasıl geldiği, bir mucize olarak beşikte nasıl konuştuğu ve sonra da Allah tarafından peygamber olarak gön­derildiği anlatılıyordu.
Okunan ayetler, Necâşînin ruh dünyasına, gözlerinden yaşlar akıtacak ka­dar tesir etti; hatta akan yaşlar sakalını bile ıslattı. Hazır bulunan rahipler de gözyaşlarını tutamadılar.
Kur’an-ı Kerim’in mânevî câzibesine kapılan iç âlemi bir nebze teskin ol­duktan sonra Necâşî, “Vallahi” dedi. “Bu, aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki Mûsa da, İsa da onunla gelmişti!”[8]
Bu haklı itirafından sonra da müşrik elçilere dönerek, “Vallahi, ben ne on­ları size teslim ederim, ne de onlar hakkında herhangi bir kötülük düşünü­rüm!”[9]dedi.
Necâşînin bu beklenmedik kararı karşısında, elçilerin, boyunlarını bükerek sarayı terk etmelerinden başka çareleri kalmadı.
Buna rağmen elçiler, bilhassa Arabların siyaset dâhisi kabul ettikleri Amr b. Âs, bu işin peşini bırakmayacağını söyledi ve yeni bir taktik uygulamaya karar verdi.
Ertesi gün tekrar Necâşînin huzuruna çıkarak, Müslümanların Hz. İsa hak­kında çok garip şeyler söylediklerini anlattı.
Hükümdar, yine Müslümanlarla konuşmayı uygun buldu ve onları yanına çağırttı. Temsilci olan Hz. Cafer’e, “Hz. İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Hz. Cafer şu cevabı verdi:
“Biz, Hz. İsa hakkında, Pey­gam­be­ri­mizin bize Allah’tan getirip bildirdiğini söyleriz: ‘O, Allah’ın kulu, Resûlü ve Allah’ın (sâir ruhlar gibi yarattığı ve) gön­derdiği bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten vazgeçen iffetli bir kız olan Mer­yem’e ilka edilmiş olan Allah’ın bir kelimesidir (Yani, Cenab-ı Hakk’ın [Kün] emriyle babasız dünyaya gelmiştir).’ Meryemoğlu İsa’nın hali ve şânı bundan ibarettir.”[10]
Müslümanların Hz. İsa hakkındaki bu kanaatleri Ne­câ­şîyi oldukça sevin­dirdi. Eline bir çubuk aldı ve yere bir çiz­gi çizerek, “Bizimle sizin aranızda bu hususta şu çizgi ka­dar­cık bir fark var. Zaten biz de onu, sizin söylediğinizden başka bir şe­kilde telâkki etmiyoruz.” dedi.[11]
Elçiler, Necâşînin himâyeden vazgeçmesini beklerken bu himâyesini daha da güçlendirdiğini görünce, bir kere daha hayal kırıklığına uğradılar!
Necâşî, Müslümanlara da, “Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim ki o, Allah’ın Resûlüdür. Zaten biz, onun vasıflarını kitabımız olan İncil’de oku­muştuk. O pey­gam­beri, Meryemoğlu İsa da insanlığa müjdelemişti. Allah’a ye­min olsun ki eğer o, ülkemde bulunmuş olsaydı, ayakkabılarını taşır, ayakla­rı­nı yıkardım!”[12]dedi.
Hak ve hakikati görüp idrak eden Necâşî, Pey­gam­be­ri­mizin ri­sâ­letini tasdik eden sözlerinden sonra, bundan böyle Müslümanlara karşı takınacağı tavrı da şu sözleriyle ifade etti:
“Gidiniz; ülkemin el sürülmemiş kısmında her tecavüzden mahfuz, emniyet ve huzur içinde yaşayınız. Size kötülük eden helâk olur! (Bu sözlerini üç kere tekrarladı.) Ben sizden herhangi birinizi üzüp de bir dağ kadar altına sahip ola­cağımı bilsem, yine de buna teşebbüs etmem!”[13]
Necâşînin bu kesin ve kararlı sözlerinden sonra, elçilere elbette gerisingeri Mekke’ye dönmekten başka bir şey kalmamıştı. Hatta Necâşî, kendilerine ge­tirdikleri hediyelerini bile iade etti.
Bu haberi duyan Ku­reyş müşrikleri, büyük bir sarsıntı geçirdiler. Korktuk­ları, başlarına gelmiş sayılırdı!

MUHACİRLERİN MEKKE’YE DÖNÜŞÜ

Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar, her ne kadar müşriklerin eziyet ve ha­karetlerinden kurtulmuşlar ve dinî vazifelerini rahatlıkla yerine getirme im­kânını elde etmişlerse de doğup büyüdükleri ana baba vatanından uzakta gur­bet hayatı yaşıyorlardı. Bu durum haliyle kendilerini üzüyordu.
Son kafilenin hicretinden üç ay gibi kısa bir zaman sonra, Ku­reyş ileri ge­lenlerinden birkaçının Müslüman olduğu yolunda haberler aldılar. İleri gelen­lerinin Müslüman olması demek, müşriklerin toptan İslam’a teslim olması de­mekti.
Bu haberler üzerine, “Mekke’nin artık kendileri için bir eziyet ve hakaret diyarı olmaktan çıkmış bulunduğu” zannıyla altısı kadın otuz dokuz kişilik bir kafile, anayurtlarına dönmek üzere yola çıktılar. Ancak Mekke’ye yaklaştıkla­rında bu haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Ne var ki artık geri dönmek bir hayli zordu.
Mekke’ye girebilmek içinse, ya müşrik olan akraba ve dostlarının himâye­si­ne sığınmaları veya kimseye görünmemeleri gerekiyordu. Şehre serbestçe gir­meye kalkmaları, kendilerini düşmanın insafsız ellerine teslim etmek olurdu. Bu bakımdan, muvakkat da olsa bir kısmı müşrik akraba ve dostlarının himâ­yesine sığınmayı tercih ettiler; bir kısmı ise, himâyeye lüzum görmeden, gizlice şehre girdiler.
Bu arada, Habeş ülkesine geri dönenler de oldu. Bunlar, Müslümanların Medine’ye hicretlerine kadar orada kaldılar. Sonra bir kısmı Hicret’in hemen akabinde Medine’ye gelip Müslümanlara katıldılar; bir kısmı ise, uzun müddet Habeşistan’da ikamet ettiler.
Mekke’ye yerleşenler, Medine’ye hicrete kadar buradan ayrılmadılar. Müş­riklerin her türlü eziyet ve işkencelerine imanlı göğüslerini siper ederek iman-küfür mücadelesinde azimle sebat ettiler.[14]

______________________________________________________________________
[1] İbn Hîşam, Sîre, c. 1, s. 345-346; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 207; Taberî, Tarih, c. 2, s. 222.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 356; Taberî, Tarih, c. 2. s. 225.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 358.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 359.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 359-360; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 20-21.
[6] İbn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 19.
[7] Meryem, 1-4.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 360; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 21.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, 360; İbn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 21.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 261.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 261.
[12] İsfahanî, Delâil, s. 207; İnsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 341.
[13] İbn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 22.
[14] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 3; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 207.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Bi’setin 6. senesi Zilhicce ayı / Milâdî 616)

Emsâlsiz kahramanlardan biri olan Hz. Hamza’nın Müslümanlar safına ka­tıl­ması ve arkasından da bir grup Müslümanın Habeşistan’a hicretleri, Ku­reyş müşriklerini derin derin düşündürüyordu. Hayatlarına büyük bir tedir­ginlik ve endişe hâkim bulunuyordu.
Hepsinin zihninde karar kılmış fikir şu idi:
“Mutlaka, şu Ebû Tâlib’in yetimi Muhammed’in işi, bir an önce halledilme­li­dir!”
Bu konuyu görüşmek üzere, Dâru’n-Nedve’de toplanan Ku­reyş’­in, hararetli ve ateşli konuşmalarından sonra, Ebû Cehil’in teklifi kabul edildi: “Muham­med’in vücudu ortadan kaldırılacaktır!”
Bu korkunç cinayeti işlemeye kim cesaret edebilirdi? İşin içinde Hâşimo­ğul­larının böyle bir hal vukuunda kan davası gütmeleri de söz konusu idi.
Bu iş için bazıları büyük vaadlerde de bulunuyordu. Mesela, Ebû Cehil, “Mu­hammed’i öldürecek kimseye, ben­den yüz kızıl ve siyah deve, şu kadar al­tın, şu kadar gümüş v.s.” diyordu.
Kimse bu korkunç kararı tatbik etme cesaretini kendisinde göremiyordu. Ama içlerinde biri vardı; uzun boylu, iri yapılı, kimseye boyun eğmez, gözünü daldan budaktan sakınmaz, gözüpek biri... Ortaya atıldı. “Bunu ben yaparım!” dedi.
Bir anda bütün gözler, ortaya atılan bu cesur adamın üze­rine çevrildi. Bak­tı­lar, Hattab Oğlu Ömer’di bu... Ömer’­in bu işi yapabileceğinden emin olan Ku­­reyşliler, hep bir ağızdan, “Evet, bunu ancak sen yapabilirsin! Görelim seni!” dediler.
Ömer, artık hedefini tespit etmişti: Doğruca “Dârü’l-Er­kam”­a giderek, ora­da Peygaber Efendimizi bulacak ve alınan kararı yerine getirecekti.
Kılıcını kuşanan Ömer, kan çanağına dönmüş gözleriyle etrafa öfkeli ba­kış­lar savurduktan sonra, doğruca Kâbe’ye giderek tavafta bulundu. Sonra da kin, düşmanlık do­lu sert adımlarla Safâ tepesinin yolunu tutup, Dârü’l-Er­kam’a doğru yollandı.
Gidişinde bir mana vardı; bir hedefe doğru gittiği besbelli idi. Yol­da, Müs­lüman olmuş, fakat imanını gizleyen akrabasından Nuaym b. Abdullah Haz­retle­rine rastladı. Hz. Nuaym, Ömer’in bu değişik tavrı karşısında sorma­dan edemedi: “Nereye gidiyorsun ey Ömer?”
“Şu, dinini bırakan, Ku­reyş’in arasına ayrılık düşüren Muhammed’in vücu­dunu ortadan kaldırmaya gidiyorum!” cevabında bulu­na­rak, maksadını giz­lemeye bile lüzum görmedi.
Bu dehşetli karar karşısında tüyleri diken diken olan Hz. Nuaym, onu bu fikrinden caydırmanın yolunu aradı ve “Vallahi, çok zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed’in as­habı, onun başı ucun­dan bir an dahi olsun ayrılmıyor. Ona yol bulmak çok güç. Far­zet ki bir yolunu bulup onu öldürdün. Zanneder misin ki Abdi Menafoğulları, senin yeryüzünde elini kolunu sallayarak dolaşmana müsaade eder?” diye konuştu.
Sert bakışlarını muhatabının üzerinde gezdiren Ömer, “Sen de mi ondan yana oluyorsun yoksa?” diye sordu.
Fakat beklenmedik bir cevapla karşılaştı: “Yâ Ömer! Sen beni bırak, önce ev halkına, aile efradına dön. Enişten ve amca oğlun Sid b. Zeud ile eşi, kız karde­şin Fâtıma, Müslüman olup, Muhammed’­in dinine tâbi olmuşlardır. Git, önce onlarla uğraş!”
Ömer’de bir şaşkınlık, bir tereddüt... Duyduklarına önce inanmak istemedi; hatta araştırma ihtiyacını bile duy­maz görünerek yoluna devam etti. Ancak içine düşen şüp­he­yi yenemedi ve yarı yolda fikrini değiştirerek kız kardeşinin evine doğru döndü.
Bu sırada, fedakâr sahabe Habbâb b. Eret, Hz. Said ile ailesi Hz. Fâtıma’ya, yeni nâzil olan Tâhâ Suresi’ni okumakta idi.
Evinin önüne yaklaşan Ömer, bu sesi duydu. Kapıyı hiddetli hiddetli bir iki defa çaldı. Açılmadığını görünce, omuz verip kapıya yüklendi ve hışımla içeri daldı.
Hz. Fâtıma, hiddetli hiddetli kapı çalanın kardeşi Ömer olduğunu anlamış ve Kur’an sahifelerini hemen bir tarafa kaldırmıştı. Bu arada Hz. Habbâb da bir köşeye saklanıver­mişti.
Ömer, öfke dolu sesiyle, “Okuduğunuz ne idi?” diye sordu.
Eniştesi telâş ve heyecan dolu ifadelerle, “Bir şey yok; sadece aramızda ko­nuşuyorduk” cevabını verince, Ömer’in öfke ve hiddeti bütün bütün arttı. Ma­sum masum du­ran eniştesinin yakasına yapıştı ve “Demek, duyduklarım doğru imiş! Siz de Muhammed’in dinine girdiniz, öyle mi?” diyerek onu yere çarp­tı. Hz. Fâ­tı­ma, kocasını kurtar­ma­ya kalktı. Sert bir tokatla o da kendini yer­de buldu. Müs­lümanlığını gizlemenin artık bir mana ifade etme­ye­ce­ğini anlayan Hz. Fâtıma, ayağa kalktı ve “Elinden geleni yap ey Ömer! Ben ve ko­cam artık Müslümanız; Allah ve Resûlüne iman ettik!” diye haykırdı. Bu sözle­rini, getir­di­ği “kelime-i şehâdet” takip etti. Ortalık bir anda bu kelimenin aza­met ve haş­yetiyle çınladı.
Manzara ibretli ve içler acısı idi. Bir insan, kız kardeşini “Rabbim Allah” de­diği için nasıl böylesine insafsızca dövüp kan revan içinde bırakabilirdi? Kan revan içinde bırakılanın bu haline rağmen davasını haykırmaktan geri dur­ma­ması karşısında hangi katı kalp yumuşamaz ve hangi yürek insafa gel­mezdi?
Ömer, şaşırdı birden! Kalbinde dalgalanmalar meydana geldiğini hisseder gibi oldu. Daha fazla ayakta durmadı ve yere oturdu. Derin derin düşündük­ten sonra, “Hele getirin şu okuduklarınızı; getirin de, Muhammed’e gelen şey ne imiş, göreyim!” dedi.
Hz. Fâtıma, önce tereddüt gösterdi. Kardeşinin mübarek Kur’an sahifelerine hakaret edebileceğinden korktu. An­cak Ömer, “Korkmayın” diyerek, onun bu endişesini yok etti.
Kur’an sahifeleri ancak temiz kimselere verilebilirdi. Hâlbuki Ömer, henüz şirk üzere bulunuyordu, dolayısıyla da mânen temiz sayılmıyordu.
Bunun için Hz. Fâtıma, “Kardeşim!” dedi. “Sen, Allah’a şerik ko­şu­lan bir inanç üzere bulunduğun için temiz sayılmazsın. Hâlbuki, O’na ancak temiz olanlar el sürebilir. Kalk, önce bir yıkan!”
Hz. Ömer, kalkıp gusletti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma, koyduğu yerden Kur’an sahifesini hürmetle alıp ona verdi.
Hz. Ömer kâtipti, okuma yazma bilirdi. Eline aldığı sahifeyi başından oku­maya başladı:
“Tâhâ! (Ey Resûlüm!) Biz, sana Kur’an’ı eziyet çekesin diye indir­medik. An­cak Allah’tan korkan kimseye bir öğüt için... Arzı ve yü­ce gökleri yaratandan, yavaş yavaş bir indirişle onu (Kur’an’ı) indirdik.”[1]
Ömer, hem okuyor, hem de okudukları üzerinde düşünüyordu. Kur’an’ın ebedî ve edebî belâgati karşısında şaşkına dönmüştü. Sanki, az evvel kılıcının kabzasına yapışıp Peygamber Efendimizin vücudun ortadan kaldırmaya giden Ömer, o değildi! Kalbindeki katılık, yüzündeki öfke yok oluvermişti birden... Az evvel kan çanağını andıran gözleri, şimdi aydınlık saçıyordu; yüzüyle bera­ber, içi de gülüyordu. Surenin,"Gerçekten Ben, Allahım; Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için Bana iba­det et ve Beni anmak için namaz kıl!”[2]ayetini okuyunca haykırdı: “Bu ne gü­zel, ne şerefli, ne haşmetli bir kelâm! Bu kelâmdan daha güzel, daha tatlı bir kelâm olamaz!”
Bu ifadeler, Ömer’in kalbinin hidayet nuruyla sarıldığını, onun aydınlığına kavuştuğunun işaretiydi.
Hz. Ömer’in bu sözlerini işiten Kur’an hocası Hz. Hab­bâb, gizlenmiş ol­duğu yerden ortaya çıkıverdi ve “Müjde ey Ömer!” dedi. “Dilerim ki Re­sû­lul­lah’ın yaptığı dua, senin hakkında gerçekleşsin! Dün gece o, ‘Allahım, İslami­yeti ya Ebu’l-Hakem b. Hişam’la [Ebû Cehil] ya da Ömer b. Hattab’la kuvvet­len­dir’ diyerek dua etmişti!”
Ömer b. Hattab ve Ebu’l-Hakem Amr b. Hişam, yani Ebû Cehil... Biri Ser­ver-i Kâinat Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak­la ancak İslam davası­nın önüne geçilebileceğini teklif eden Ebû Cehil, diğeri bu teklifi kabul edip kararı infaz etmeye kalkan Ömer!
Artık Ömer’in Re­sû­lul­lah ve İslamiyet aleyhindeki düşünceleri tamamıyla aksine dönmüştü. Bir an evvel Fahr-i Âlem Efendimizin huzuruna varıp, hida­yet nuruyla kucaklaşmak istiyordu. Hemen, “Re­sû­lul­lah şimdi nerededir?” di­ye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin, ashabından bazılarıyla Safâ tepesi eteğindeki Dârü’l-Erkam’da bulunduğunu öğrenince, Hz. Hab­bâb’la derhal yola koyuldu.
Gözcü, Ömer’in silah belde geldiğini içeriye haber verdi. Herkesi bir telâş ve heyecan havası sardı. Sadece biri müstesna: Hz. Hamza... Bu büyük İslam kah­ramanı, elini kılıcının kabzasına atarak, “Bırakın, gelsin. Korkulacak ne var? Eğer hayırlı bir maksatla gelmişse, kendisini hayırla ağırlarız; eğer kötü bir niyetle gelmişse, onu kendi kılıcıyla hallediriz!” diye konuştu.
Manzarayı seyreden Fahr-i Âlem’in yüzünde tebessümler be­lirdi. Ömer’in gönlünün hidayet nuruyla aydınlandığı haberini almıştı. Hiçbir telâşa ve endi­şeye kapılmadan, oturduğu yerden, “Telâş edilecek bir şey yok, bırakın gelsin! Eğer Allah, onun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir” diye emir buyurdu.
Bu emir üzerine kapı açıldı. Kapı önünde bekleyen Ömer, heybetli görü­nü­şü ve silahı ile içeri girdi. Yüzünde öfke değil, muhabbet parıltıları vardı. Göz­le­ri, hak ve hakikati aramanın aydınlığı içindeydi. Resûl-i Ekrem’le bir an göz gö­ze geldi. Kâinatın Serveri Efendimizin mânevî heybeti karşısında ken­dinden ge­çer gibi oldu. Her şeyini unutmuştu. Nebiyy-i Ekrem’in nurani ba­kışları, kalp ve ru­hunu tesiri altına almış, adeta avuçlamıştı.
Bir müddet birbirlerine bakıştıktan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, sessiz­liği, heyecan ve telâş havasını, “Neye geldin ey Hat­tab’ın oğlu Ömer?” soru­suyla dağıttı; sonra da elini uzatıp, kılıcının bağından tuttu ve “Allahım, bu, Hattab Oğlu Ömer’dir. Allahım, İslam dinini Hattab Oğlu Ömer’le kuvvetlen­dir!” diye dua etti.
Hz. Ömer, ruhunu hidayet güneşinin câzibesine kaptırmıştı artık... Re­sû­lul­lah Efendimizin sorusuna, “Allah ve Resûlüne ve O’nun Allah’tan getirdikle­rine iman etmek için geldim” diye cevap verdi ve arkasından da,
اَشْهَدُ اَنْ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِdiyerek Müslüman oldu.[3]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ile ashab-ı kiramın sevinçleri son haddine var­mıştı. Hep bir ağızdan yüksek sesle tekbir getirdiler: “Al­lahü ekber, Allahü ek­ber!”
Mekke sokaklarından duyulan tekbir sesleri, ufukları çınlattı, oradan gök­lere doğru nurani dalgalar halinde yük­seldi!
Artık Hz. Ömer, Müslümandı; kırkıncı Müslüman... Bun­dan böy­le, cesaret, kuvvet ve kahramanlığını şirk için de­ğil, İslam dini uğrunda kullanacaktı. Ku­reyşlilerin verdi­ği karar üzerine Server-i Kâinat’ın vücudunu ortadan kaldır­maya koşan Ömer, şimdi onun etrafında pervane olmuştu. Yiğitliğine imanın hadsiz kuvvetini de ekleyen Hz. Ömer, bundan böyle Allah için, Re­sû­lul­lah için müşriklere gözdağı vermeye koşacaktı. Birdenbire parlayan bu ateşîn fıt­rat, Hz. Muhammed güneşinden feyz ve ışık alarak dünya tarihine adalet tim­sâli “Âdil Ömer” unvanıyla geçecektir.

Saf Halinde Mescid-i Haram’a Gidiş

Cesaretin gerçek kaynağı olan imanı kalbine yerleştiren Hz. Ömer, artık ye­rinde duramaz olmuştu. Resûl-i Ekrem’e, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz ölsek de yaşasak da hak din üzere değil miyiz?” diye sordu. Resûl-i Zîşan, “Evet, varlığım kud­ret elinde olan Allah’a yemin ederim ki siz kalsanız da, ölseniz de hak din üze­resiniz” diye cevap verince, “Öyle ise hâlâ ne diye gizleniyoruz?” dedi. “Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki korkmadan, çekinmeden, cesa­retle bütün şirk meclislerine gidip İslamiyeti açık­layacağım!”
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz önde, sağında Hz. Ömer, solunda Hz. Hamza, diğer sahabeler arkalarında Dârü’l-Er­kâm’dan çıkarak Kâbe’ye doğru yol aldılar. Vakur adımlarla, Mes­cid-i Haram’a girdiler.
Hz. Re­sû­lul­lah’ın başını bekleyen müşrikler, bu manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Şaşkın, ürkek ve korkak bakışlarla bir Hz. Ömer’e, bir Hz. Hamza’ya bakıyorlardı. Bir ara cesaretlerini toparlayarak, “Ey Ömer! Arkanda ne var, neyle geldin?” diye sordular.
Hz. Ömer, “Lâ ilâhe İllâllah, Muhammedü’r-Re­sû­lul­lah ile geldim” dedi ve ilave etti: “Kimse yerinden kımıldama­sın; yoksa boynunu vururum!”
Müşriklerin sesi sedâsı kesildi. Sanki dilleri tutulmuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, serbestçe Kâbe’yi tavaf etti ve namaz kıldı. Müs­lümanlar da açıktan açığa namaz kıldılar.
Hz. Ömer der ki:
“İşte, o zaman Allah Resûlü, ‘Hak ile bâtıl olanın arasını ayırdı’ diye bana ‘Fârûk’ adını taktı.”[4]
Önce Hz. Hamza’nın, arkasından Hz. Ömer’in Müslüman olması, İslam’ın in­kişafı ve Müslümanların müşriklerin baskılarından sıyrılarak ibadetlerini serbetçe ifa etmeleri hususunda büyük bir rahatlık sağladı. Bu bakımdan bil­hassa Hz. Ömer’in mü’minler safında yer almasının, İslam tarihinde önemli bir yeri vardı. Bu ehem­miyeti, ashaptan Abdullah b. Mes’ud Hazretleri, “Ömer’in Müslüman olması, İslamiyet için bir fetih, Müslümanlar için bir şeref ve izzet idi. Medine’ye hicreti nusret, halifeliği de rahmet oldu. Ömer Müslüman olun­caya kadar bizler, Kâbe avlusunda açıktan açığa namaz kıla­mıyorduk”[5]diye­rek ifade etmiştir.

____________________________________________________________________________
[1] Tâhâ, 1-4.
[2] Tâhâ, 14.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 366-371; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 267-269; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 216-219.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 270.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 270; Süheylî, Ravdü’l-Ünf. c. 1. s. 219.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget