Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ramazan Orucunun Farz Kılınması

Ramazan orucu, kıblenin Kâbe tarafına çevrilişinden bir ay sonra, Pey­gam­be­ri­mizin Medine’ye hicretinin 18. ayının başlarında, Şâban ayında farz kılındı. Bu hususta indirilen ayetlerde meâlen şöyle buyruldu:
“Ey iman edenler! Sizden önceki(ümmet)lere farz kılındığı gibi, size de —takvaya eresiniz, nefsinize hâkim olasınız diye— oruç, farz kılındı.
...
“Ramazan ayı öyle bir aydır ki insanlara doğru yolu gösteren, açık ayetleri kendisinde toplayan, hak ile bâtılı ayırt eden Kur’an, onda indirildi.
“O halde, sizden her kim o aya erişirse, onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta olur yahut seferde bulunursa, tutmadığı günler sayısınca başka günlerde kaza et­sin.
“Allah, size kolaylık diler, güçlük dilemez. Bu da, o sayıyı ikmâl ve size olan hidayetine karşı Allah’ı tekbir etmeniz içindir. Gerek ki şükredersiniz!”[1]
Ramazan orucu, İslam dininin beş şartından birisidir.
İbni Ömer (r.a.), Re­sû­lul­lah Efendimizin bu hususta şöyle buyurduğunu bil­dirir:
“İslam beş şey üzerine kuruldu: Allah’tan başka ilâh ol­ma­dığına ve Mu­ham­­med’in O’nun Resûlü olduğuna şe­hâ­det getirmek, namaz kılmak, zekât ver­mek, haccetmek, Ra­mazan orucunu tutmak.”[2]

Sadaka-i Fıtr’ın Vacip Kılınması

Bu senenin Ramazan ayının sonlarına doğru sadaka-ı fıtr vermek vacip oldu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, küçük büyük, hür köle, erkek kadın her zengin Müslüman için kuru hurmadan bir sa’ (1040 dirhem)[3]veya arpadan bir sa’ veya kuru üzümden bir sa’ veya buğdaydan bir müd (yarım sa’) fıtır sadakası ayrılıp, bunun bayram namazından önce yoksullara verilmesini emretti.

İlk Bayram Namazının Kılınması

Şevvâl hilâli görülüp, sabahleyin güneş yükselince, Resûl-i Ekrem Efendi­miz, oruçlarını açmalarını ve bayram namazına çıkmalarını Müslümanlara em­retti. Sonra da onlarla birlikte bayram namazı kılmak üzere musallaya [namaz­gâha] çıktı. Hutbeden önce, ezansız ve kametsiz ola­rak cemaatle bayram na­mazı kılındı.
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, Medine’ye teşrif buyurdukları zaman, Me­dinelilerin iki mahallî bayramı vardı. Peygamber Efendimiz onlara, “Allah Teâlâ, size onlardan daha hayırlı olmak üzere Fıtır (Ramazan) ve Kurban Bay­ramı günlerini verdi” buyurdu.[4]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bayram namazlarını namaz­gâh­ta kılardı. Me­dine’nin namazgâhı, şehrin şark kapısı üzerindeydi.
Peygamber Efendimiz, bayram namazı kılmak üzere namazgâha yürüyerek giderdi. Bayram namazına bir yoldan gider, başka bir yoldan dönerdi. Rama­zan Bayramı namazına çıkmadan önce bir şeyler yerlerdi. Ekseriya bunlar bir­kaç hurma olurdu.

Zekâtın Farz Kılınması

Zekât, Hicret’in 2. yılında Ramazan orucunun farz kılınmasından ve fıtır sa­dakasının vacip kılınışından sonra farz kılındı.
Zekât, zengin Müslümanların yıldan yıla belli ölçüsüne göre mal­larının bir kısmını zekât niyetiyle ayırıp lâyık olanlara vermelerin­den ibaret mâlî bir iba­dettir.
Zekât, İslam dininin beş temel esasından biridir. Kur’an-ı Kerim’le (Nur, 56; Müzzemmil, 20; Hac, 78; Bakara, 110) emredilmiş­tir. Kur’an-ı Kerim’de 32 yer­de namazla birlikte zikredilmiştir.
Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Her gün, her sabah, iki melek inip birisi, ‘Yâ Rab! Zekât ve sadakasını vere­rek, malını (Allah rızası için) harcayana, harcadığının yerine yenisini ver’ der. Diğeri de, ‘Yâ Rab! Zekât ve sadaka hakkını ödemeyerek malını sıkanın da ma­lını telef et’ der!”[5]

Hz. Rukiyye’nin Vefatı

Peygamber Efendimizin Hz. Osman’la evli kerimeleri Hz. Rukiyye, Bedir Se­feri sırasında hastalanmıştı. Hz. Os­man, Peygam­ber Efendimizin emriyle ona bakmak üzere Medine’de kalmış, Bedir’e gidememişti. Zeyd b. Hârise Haz­retleri, Bedir Zaferi’nin haberini Medine’ye getirdiği sırada Hz. Rukiyye ve­fat etmişti.
Onu Ümmü Eymen yıkadı. Hz. Osman cenaze namazını kıldırdı ve Bâkî Kab­ristanı’na defnetti.
Hz. Rukiyye, Resûl-i Ekrem Efendimiz 33 yaşlarında bulundukları sırada, Hz. Zeyneb’ten sonra doğan kerimeleridir. Annesi Hz. Hatice’yle birlikte Müs­lüman olmuştu. Daha sonra Hz. Osman’la evlenmişti. Hz. Osman, onunla bir­likte Habeşistan’a hicret etmişti. Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, onların beraber hic­ret ettiklerini görünce, “Osman, Lût’tan (a.s.) sonra, Allah yolunda, ailesiyle birlikte hicret edenlerin ilkidir” buyurmuştu.[6]

Ebu’d-Derdâ’nın Müslüman Olması

Ebu’d-Derdâ Uveymir b. Sa’lebe, Bedir Seferi sırasında Müslüman oldu. Şöyle ki:
Abdullah b. Ravaha (r.a.), öteden beri Ebu’d-Derdâ’nın kar­deşliği idi. Bir gün, eline keseri alıp Ebu’d-Derdâ’nın evindeki putunu kır­dı. Ebu’d-Derdâ evine dön­düğü zaman, hanımı durumu ona haber verdi. Bu­nun üzerine Ebu’d-Der­dâ dü­şünmeye başladı ve kendi kendine, “Eğer, bu putta bir hayır olsaydı, kendisini korurdu!” diye konuş­tu. Sonra da Müslüman olmak için Pey­gam­be­ri­mizin ya­nına git­ti.
Abdullah b. Ravaha, uzaktan geldiğini görünce, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ge­len, Ebu’d-Derdâ’dır. Herhalde bizi görmeye geliyor!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “O, Müslüman olmak için geliyor. Çünkü Rab­bim, Ebu’d-Derdâ’nın Müslüman olacağını bana bildirmişti!” buyurdu.
Huzura varan Ebu’d-Derdâ, orada Müslüman oldu. Ev halkı, kendisinden önce Müslüman olmuşlardı.[7]

Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’nin Evlenmesi

Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye teşriflerinden beş ay sonra Receb ayında Hz. Ali’yle nikâhlandı. Hicret’in 2. yılında Bedir Ga­zâsı’ndan sonra Zilhicce ayında evlendiler.
Hz. Fâtıma, Resûl-i Kibriya Efendimizin en küçük kızı ve kızlarının en sev­gi­lisi idi. Peygamber Efendimiz, bir gazâdan veya bir seferden geldiği za­man ilk önce mescide gidip iki rekât namaz kılar, sonra Hz. Fâtıma’ya uğrar, daha sonra da Ezvac-ı Tâhirat’ın ya­nı­na giderdi.[8]
Hz. Âişe (r.a.) der ki:
“Ben, Fâtıma kadar, sözü ve konuşması Re­sû­lul­lah’a benzeyen bir kimse görmedim. Fâtıma girdiği zaman, Re­sû­lul­lah onu şefkatle karşılar, ‘Hoş geldin’ diyerek selamlardı. Ben, Fâtıma’dan daha doğ­ru sözlü bir kimse de gör­me­dim.”[9]
Hz. Fâtıma’nın (r.a.) yürüyüşü de Nebiyy-i Muhterem Efendimizin yürüyü­şüne pek benzerdi.
Bir gün, Hz. Âişe’ye, “İnsanların, Re­sû­lul­lah’a en sevgili olanı kim­di?” diye soruldu.
Hz. Âişe, “Fâtıma idi” dedi.
“Erkeklerden kimdi?” diye sorulunca da, “Fâtıma’nın kocası” ce­vabını ver­di.[10]

Pey­gam­be­ri­mizin, Kızı Hz. Zeyneb’i Mekke’den Getirtmesi

Bedir esirleri arasında Pey­gam­be­ri­mizin damadı ve Hz. Zey­neb’­in kocası Ebû Âs b. Rebî’de bulunuyordu. Bedir Harbi esirleri konusunda bahsettiğimiz gibi, Ebû Âs serbest bırakılınca Mekke’ye gitti. Daha önce Hz. Zeyneb’in hicret etmesine mani olan Ebû Âs, bu sefer kendisini serbest bıraktı.
Resûl-i Kibriya Efendimiz de, Bedir Harbi’nden bir ay veya bir aya yakın bir zaman sonra Zeyd b. Hârise ile ensardan bir zâtı gön­dererek Hz. Zeyneb’i Mekke’den getirtti.[11]

Muhacir Müslümanlardan Osman b. Maz’un’un Vefatı

Bâkî Kabristanı’na, muhacir Müslümanlardan ilk defnedilen bir zâttır.

İlk Kurban Bayramı Namazının Kılınması

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Zilhicce’nin dokuzunda Se­vik Gazâsı’ndan dö­nerek Medine’ye kavuşmuştu. Ertesi günü, yani Zilhicce’nin onuncu günü Müslümanlarla birlikte na­mazgâha çıktı. Ezansız ve kametsiz olarak iki rekât Kurban Bayramı namazı kıldırdı. Namazdan sonra bir hutbe irad etti. Bu hut­be­lerinde, kurban kesmelerini Müslümanlara emretti. Kendileri de iki kur­ban kesti. Satın aldığı semiz, boynuzlu beyaz koçtan birini keserken, “Allahım! Bu, senin birliğine ve senden bana gelenlere şe­hâ­det eden bütün ümmetim nâmı­nadır” dedi. İkincisini keser­ken ise, “Allahım! Bu da, Muhammed ve Mu­hammed’­in ev halkı içindir” buyurdu. Bundan, ken­dileri, ev halkı ve yoksullar yediler.[12]
İslam’da ilk Kurban Bayramı budur!

______________________________________

[1]Bakara, 183-185.
[2]Buharî, Sahih, c. 1, s. 11.
[3]Bir dirhem, üç gramdır.
[4]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 103.
[5]Buharî, Sahih, c. 2, s. 120.
[6]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 36-37.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 7, s. 391.
[8]İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 1895.
[9]Taberî, Tarih, c. 2, s. 290-292.
[10]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 248-249.
[11]Taberî, Tarih, c. 2, s. 290-292.
[12]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 248-249.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicret’in 2. senesi Şevvâl ayı / Milâdî 624)

Müslümanların Bedir Harbi’nden parlak bir muzafferiyetle çıkmaları, Me­dine’deki Yahudilerin endişelerini büsbütün ar­tırdı. Pey­gam­be­ri­mizle arala­rında sulh antlaşması bulunmasına rağmen gizliden gizliye bozgunculuğa ve kış­kırtıcılığa başladıkları göze çarpıyordu. Peygamber Efen­dimiz, her şeye rağ­men, ehl-i kitap oluşlarından dolayı kendilerine müsamahalı davranıyordu. An­cak onlar hal ve hareketleriyle bu insanî muamelelere lâyık olmadıklarını açık­ça gösteriyorlardı. Şâirleri, Pey­gam­be­ri­mizi hicvediyor, Müslümanları kü­çük düşürücü mısralar düzüyorlardı.
Daha önce bahsi geçtiği gibi, Medine’de üç Yahudi kabilesi vardı: Benî Ku­rayza, Benî Nadîr ve Benî Kaynuka... İç­lerinde en çok fitne ve fesat çıkaran ve en cür’etkârı olan, Benî Kaynuka idi. Kuyumculukla meşgul olurlardı. Bu ba­kım­dan oldukça da zengin sayılırlardı. Bunların da diğer Yahudi kabileleri gibi Pey­gamber Efendi­miz­le anlaşmaları vardı. Müslümanlara karşı herhangi bir harekete kalkışmayacaklarına, bir dış taarruz karşısında Müslümanlarla be­raber Medine’yi müdafaa edeceklerine ve ne suretle olursa olsun birbirlerinin düşmanlarına yardım etmeyeceklerine dair sözleşmişlerdi. Ancak onlar, gözle görülür tarzda açık açık kışkırtıcılık, Müslümanlar arasına fitne fesat düşür­meye çalışma, her vesileyle Ku­reyş müşrikleriyle iş birliği yapma gibi uygun­suz hareketleriyle bizzat anlaşmayı bozmuş oluyorlardı. Bu arada meydana ge­len çirkin bir hadise ise, bardağı taşıran son damla oldu. Şöyle ki:
Medineli ensardan bir zâtın hanımı, yüzü örtülü olduğu halde, bir Yahudi kuyumcunun dükkânına ziynet eşyası almak maksadıyla girer. Yahudiler, ka­dının yüzünü açmaya çalışırlar, ancak kadın kapalı oturmakta ısrar eder. Der­ken, Yahudinin biri, kadına hissettirmeden, arkasından, elbisesinin eteğini bir dikenle beline iliştirir. Kadın ayağa kalkınca eteği açılıverir. Hazır bulunan Ya­hudiler eğlenerek kahkahayla gülerler. Bu hal karşısında kadın feryadı basar. Oradan geçmekte olan bir Müslüman, çığlığı duyunca kadının imdadına koşar. Müslü­manla Yahudi boğaz boğaza gelirler ve sonunda Müslüman, Yahudiyi öldürür. Bunu gören oradaki Yahudiler de Müslü­manın üzerine çullanarak onu şehit ederler.[1]Böylece, Yahudilerle Müslümanlar arasında kan dökülmüş olur. Hadiseye sebebiyet verenler, Yahudilerdi. Haliyle, verdikleri sözlere ay­kırı hareket ederek bizzat kendi elleriyle yapılan anlaşmayı da ihlâl etmiş olu­yorlardı.
Şehit edilen Müslümanın akrabaları, bu hususta yardım talebinde bulu­nun­ca, Peygamber Efendimiz, Benî Kaynuka Yahudilerini bir araya topladı. Ken­di­le­rini İslam’a davet etti. Şımarık hareketlerine son vermeleri gerektiğini, aksi tak­dirde Bedir’de müşriklerin uğradıkları âkıbete kendilerinin de uğraya­bi­le­ceklerini anlattı. Fakat dessas Yahudiler, Efendimizin bu konuşmasını ala­ya alıp, “Ey Muhammed! Sen muharebe nedir bilmeyen kimselerle çarpışıp ga­lip gel­mene aldanıp güvenme! Biz onlar gibi değiliz; savaşmayı çok iyi bili­riz. Eğer bizimle çarpışmayı göze alırsan, o zaman bizim nasıl adamlar oldu­ğu­mu­zu anlardın!”[2]diye küstahça cevap verdiler, sonra da dağıldılar.
Benî Kaynuka Yahudilerinin bu kibir ve gurur dolu sözleri üzerine inen ayet-i kerime, âkıbetlerini şöyle ilan etti:
“Ey Resûlüm! O kâfir olan Yahudilere de ki: ‘Siz muhakkak mağlup olacak­sınız ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. O cehennem ne kötü bir yer­dir!’”[3]
Aynı hadiseyle ilgili olarak nâzil olan bir başka ayet-i kerime ise, Pey­gam­be­ri­mize, ahdini bozan bu Yahudilerle çarpışmaya izin verdi: “Eğer seninle muahede yapan bir kavimden de sözleşmeye aykırı bir hainlik alâmeti duyar­san, savaş yapmadan önce ahitlerini reddettiğini doğruca kendilerine ilan et. Çünkü Allah hainleri sev­mez!”[4]
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, kesin kararını verdi: Benî Kaynuka Yahudileri üzerine gidilecekti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu kararını verdikten sonra Medine’de yerine Lü­bâbe b. Abdi’l-Münzir’i vekil tayin etti ve beyaz sancağını da Hz. Hamza’ya vererek Kaynukaoğulları üzerine yürüdü.
Bu Yahudilerin, kuvvetli ve sağlam bir kalesi vardı. Pey­gam­be­ri­mizin üzer­lerine gelmekte olduğunu duyunca oraya çekildiler. Resûl-i Ekrem onları mu­hasara altına aldı. On beş gün süren muhasara sonunda teslim olmaya mecbur kaldılar. Peygamber Efendimiz, tek tek ellerinin bağlanmasını emir buyurdu. Elleri bağlandı.[5]

Abdullah b. Übey’in Pey­gam­be­ri­mize Müracaatı

O sırada Kaynukaoğullarının müttefiki bulunan münafıkların reisi Abdul­lah b. Übey b. Selûl çıkageldi. Pey­gam­be­ri­mizin yanına vararak, “Yâ Muham­med! Benim müt­tefiklerime lütuf ve iyilik et” diye konuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu münâfığın sözlerini duymaz­lıktan geldi. Bu­nun üzerine Abdullah b. Übey aynı sözlerini tekrarladı:
“Yâ Muhammed! Benim müttefiklerime lütuf ve iyilik et!”
Peygamber Efendimiz bu sefer yüzünü çevirdi.
Fakat Abdullah b. Übey, aynı şeyleri tekrarlamaya devam etti.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
“Çözün onları. Allah, onlara ve onlarla birlikte olanlara lânet etsin!” bu­yur­du ve Kaynukaoğullarının öldürülmelerinden vazgeçip Medine’den Şam’a sü­rülmelerini emretti.[6]

Ubâde b. Sâmit’in Sözleri

Avfoğullarından Ubâde b. Sâmit de, öteden beri Kay­nu­kaoğulları Yahudile­ri­nin müttefiki idi. Onları bıraktır­mak için Peygamber Efendimizin yanına gelmişti. Efendi­miz­le Abdullah b. Übey arasında geçenleri görünce, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, Allah’ı, peygamberini ve mü’minleri dost tuttum. Şu kâ­firlerin müt­tefikliğinden ve dostluğundan uzaklaştım” diyerek Benî Kaynuka Yahudi­le­riyle olan müttefikliğini ve dostluğunu bıraktığını ilan etti.
Bunun üzerine inen ayette şöyle buyruldu:
“Ey iman edenler! Yahudileri de, Nasranîleri de kendinize yâr ve dost edin­meyiniz! Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdır.[7]İçinizden kim onları dost edi­nir­se, onlardan olur. Şüphe yok ki Allah, o zalimler gürûhunu doğru yola çı­karmaz.”[8]

Kaynukaoğullarının Medine’den Çıkıp Gitmeleri

Resûl-i Ekrem Efendimizin asıl maksadı, Yahudilerin fitne ve fesadını Me­dine’den uzak tutmak, meydana getirecekleri tehlikelere mani olmaktı. Me­dine’den sürgün edilmeleriyle de bir bakıma bu gaye tahakkuk ediyordu.
Kaynukaoğullarına Medine’yi terk etmeleri için tanınan süre üç gün idi. Üç gün mühlet bitince, Şam’a doğru yola çıktılar. Vadi’l-Kurâ’ya gelince orada bir ay oturdular. Burada oturan Yahudiler, onların yayalarına binek ve kendilerine de yiyecek verdiler. Buradan da ayrılan Benî Kaynuka Yahudileri, Ez­ruat’a ka­dar gidip oraya yerleştiler. Çok geçmeden de nesilleri kesildi.[9]

SEVİK GAZVESİ

(Hicret’in 2. senesi 5 Zilhicce Pazar)

Kaynukaoğulları Yahudilerinden yedi yüz kişinin Medine’den sürgün edilmeleri, şehri büyük bir rahatlığa kavuşturmuştu. Pey­gam­be­ri­mizin bu ha­reketi, İslam’ın inkişafı bakımından oldukça önem taşıyan bir hadiseydi. Eğer fesat şebekesi durumunda olan bu Yahudiler, İslam’ın mer­kezi Medine’de bı­rakılmış olsalardı, Müslümanlara birçok haince plân tertipleyecekleri şüphe­sizdi. Sürgün edilmeleriyle bu fırsat ellerinden alınmış oluyordu.
Şehrin dâhilinde tam bir sükûn ve huzur hâkimdi.
Ancak hâricin emniyeti pek iç açıcı değildi. Ku­reyş müş­rikleri, Bedir mağ­lubiyetinin ağır acısını unutmamışlardı, unutmak da istemiyorlardı. Nitekim Ku­reyş ileri gelenlerinden bir­çoğunun öldürülmesiyle, Ebû Süfyan kendisini adeta Ku­reyş müşriklerinin reisi makamında görmeye başlamış ve Bedir mağ­lubiyetinin intikamını almak için harekete geçmişti. Pey­gam­be­ri­miz ve Müslü­manlardan intikam almadıkça kadınlara yaklaşmayacağına, koku sü­rün­me­ye­ceğine ve yıkanmayacağına ant içmişti.[10]
Bu andını yerine getirmek için, Ebû Süfyan, iki yüz kişilik bir süvari kuvve­tiyle Medine önlerine kadar sokuldu. Aslında bu kadarcık bir kuvvetle Müs­lü­manlara karşı çıkamayacağını kendisi de gayet iyi biliyordu. Sadece, yaptığı ye­mini yerine getirmek, sözünden caymış olmamak için buraya kadar çıkıp gelmişti.
Gece vakti, henüz Medine’de ikamet eden Yahudi kabilesi Benî Nadîr rei­si­nin yanına gitti ve ondan Müslümanlar hakkında birçok gizli malumat al­dı.
Daha sonra, Medine’ye üç mil kadar uzaklıkta bulunan Urayz adın­daki mev­kiye kadar sokulan müşrik kuvveti, burada sık bir hurmalık ve iki evi ate­şe verdiler. Bu arada tarlasında işiyle meşgul, müdafaasız, ensardan bir Müs­lü­manı, işçisiyle birlikte şehit ettiler.[11]
Bunları yapmakla sözünün yerine geldiğini kabul eden Ebû Süfyan, takip edilip yakalanma korkusundan, beraberindekilerle bir­likte süratle oradan uzaklaşarak Mekke’ye doğru yol aldı.
Resûl-i Ekrem baskını haber aldı. Ensar ve muhacirlerden iki yüz kişiyle, müşrik mütecavizleri takibe çıktı. Kim­seyle karşılaşmadı. Müş­riklerin süratle kaçıp gittikleri­ni öğrendi.
Müşrikler kaçarken beraberlerinde yiyecek olarak getirdikleri “sevik” de­ni­len kavrulmuş buğday ununu, torbalarıyla birlikte, ağır­lık yaptığı ve süratle uzaklaşmalarına mani olduğu için yollarda yer yer bırakmışlardı. Mücahit­ler, bu sevik torbalarını topladılar. Gazâ da adını buradan aldı.[12]

_______________________________________________________

[1]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 51.
[2]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 50.
[3]Âl-i İmrân, 12.
[4]Enfâl, 58.
[5]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 29; Taberî, Tarih, c. 2, s. 297.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 29; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 297.
[7]“Gayrimüslimlerle dostluk ve münasebet kurmakta ölçü nedir? Günümüzde olduğu gibi, sa­dece aske­rî ve iktisadî sahaya dönük ittifaklar kurmanın Kur­ân’daki nehiyle ilgisi var mıdır?” gibi akla gelebilen suallere Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat adlı eserinden muknî bir izah getirmiştir. Ay­nen alıyoruz:
“Sual: ‘Yahudî ve Nasara ile muhabbetten Kur’an’da nehy vardır.
“Bununla beraber nasıl ‘Dost olunuz’ dersiniz?’
“Cevap: Evvela: Delil kat’iyyülmetin olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki, te’vil ve ihtimalin mecali vardır. Zira, nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabi­lir. Zaman, bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine ol­sa, mehaz iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehy, Yahudî ve Nasara ile Yahudîyet ve Nasranîyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için se­vilmez; belki muhabbet, sıfat ve­ya san’atı içindir. Öyle ise, her bir Müs­lü­ma­nın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? ehl-i kitaptan bir ha­re­min olsa elbette seveceksin!
“Sâniyen: Zaman-ı Saadet’te bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdi­ğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için gay­rimüslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki, bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zapt ve bütün ukûlü meşgul eden nok­ta-i medeniyet, te­rak­kî ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed de­ğildirler. Binaenaleyh, on­lar­la dost olmamız, medeniyet ve terakkîlerini is­tih­sanla iktibas et­mektir ve her saadet-i dünyevî­ye­nin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte, bu dostluk, kat’iyyen nehy-i Kuraniye dâhil değildir.” (Be­di­üz­za­man Said Nursî, Münazarat, s. 26-27)
[8]Mâide, 51.
[9]Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 309.
[10]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 30.
[11]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 48; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 30; Taberî, Tarih, c. 2, s. 299.
[12]İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 48; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 30.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber Efendimiz, Medine’ye teşrif ettiklerinde, ora­da başlıca Müslü­man Araplar, müşrik Araplar, ehl-i kitap olan Yahudiler ve çok az sayıda da Hı­ristiyan vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslamiyet Me­dine’de da­ha yaygın bir hale geldi. Medineliler grup halinde Müs­lüman oldular. Bu ara­da Peygamber Efendimiz, Müslümanları si­yasî ve idarî bir teşkilâta kavuş­tur­du.
İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı: Kalben inanmadıkları halde Müslüman gözüken bir grup münafık!
Pey­gam­be­ri­mizin Medine’ye teşriflerinden az önce, ara­larında senelerce sü­ren dâhilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine’nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah b. Übey b. Selûl’ü kendilerine hü­kümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hatta başına giy­direcekleri hükümdar­lık tacını bile sipariş etmiş­lerdi.[1]
Fakat Abdullah b. Übey’in hükümdar olma hayalleri, Re­sûl-i Ek­rem Efen­dimizin Medine’ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin he­men hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve imanlarının icabı olarak Peygam­ber Efendimizin etrafında toplanmışlardı.
Bu durum, reislik hayalleri suya düşen Abdullah b. Übey b. Se­lûl’­ün fazla­sıyla ağırına gitti. Çevresinde fazla kim­senin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müs­lü­man olmuş gözüktü.[2]
Zâhiren Müslüman olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulundu­ğunu, bizzat kendisi de ifade etmiştir. Müreysi Gazâsı esnasında muhacirle en­sarı birbirine düşürmek için olanca gayreti sarfetmiş ve “Bir Medine’ye dö­ner­sek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zayıf olanı oradan muhakkak sürüp çı­ka­racaktır” diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münafıklar hak­kında Münafıkûn Suresi nâzil olmuştu.
Surenin nâzil olması üzerine Abdullah b. Übey’e, “Ey Ebû Hu­bab![3]Senin hakkında pek şiddetli ayetler nâzil oldu. Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) git de, senin için Allah’tan af dilesin!” denilince şu cevabı vermişti:
“Benim iman etmemi emrettiniz, iman ettim. Malımın zekâtını vermemi em­rettiniz, verdim. Muhammed’e secde etmemden başka hiçbir şey kal­ma­dı!”[4]
Abdullah b. Übey’in reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar mü­teessir olduğunu ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hadise de açıkça gös­terir:
Bir gün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa’d b. Ubâde Hazretle­rini ziyarete gidiyordu. Yolda, Abdullah b. Übey’in, evinin gölgesinde, Müs­lüman, müşrik Araplardan ve Yahudilerden birtakım kimselerle oturmakta ol­duğunu görünce, selam verip yanlarına oturdu. Onlara Kur’an’dan bir parça okudu; iyi hareketlerden dolayı cennete kavuşulacağını müjdeledi, kötü hare­ketlerden dolayı da cehenneme girileceğini anlatarak korkuttu.
Peygamber Efendimiz sözlerini bitirince, Abdullah b. Übey, “Ey konuşan kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlar­dan daha güzel bir şey olmaz. Fakat sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin, söyledik­le­rinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!” dedi.
Peygamber Efendimiz bundan müteessir oldu. Kalkıp oradan ayrıldı. Yo­luna devam ederek Sa’d b. Ubâde Hazretlerinin evine gitti. Üzüntüsünün se­bebini anlatınca, Sa’d b. Ubâde Hazretleri, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sen İbni Übey’­in kusurunu affet. Hem onu mâzur gör. Sana Kur’an’ı indiren Allah’a yemin ede­rim ki Allah’ın iradesi sana pey­gam­berlik vermek suretiyle tecelli etti. Hâlbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey’in başına taç giydirmeye, hükümdarlık sarığı sar­maya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya ha­zırlanmıştı. Yüce Allah, size ihsan buyurduğu peygamberlikle onların bu tasavvurunu gerçekleşe­mez hale getirince, İbni Übey bundan son derece müteessir olmuş, o gördüğün çir­kin hareketi bunun için yapmıştır.[5]
Münafıkların reisliğini Abdullah b. Übey b. Selûl yapıyordu. Etrafında bir­çok avanesi vardı. Bunun yanında, akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körükörüne bunlara uyan, sıradan birçok kimse de vardı. Sayıları hak­kında elbette kesin bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak Uhud Harbi sırasında Abdullah b. Übey’e uyarak ayrılanların sayısı, üç yüz kadardı. Yani, bin kişilik İslam ordusunun üçte biri kadar... Bu, elbette küçümsenecek bir ra­kam değildi ve bu, Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir Harbi’nden muzaffer olarak Me­dine’ye dö­nünce, İslam dini fazlasıyla kuvvet bul­du. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine Medine’deki bir kısım Yahudi, “Tev­rat’ta sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o galip gelir!” diyerek iman ettiler. Bazıları ise zâhiren Müslüman oldu. Böylece, Yahudilerden de münafıklar türedi. Yahudi münafıklarının çoğu, Yahudi âlimlerindendi. Şey­ta­nî bir zekâya sahiptiler. Diğerlerine nisbetle de daha dessas ve hi­lekâr idiler. Bunlar, İslam’ı küçük düşür­mek, Müslümanların mo­rallerini bozmak, müş­rik­lerin ih­ti­da etmelerine mani olmak için gayret gösteriyorlardı. Pey­gamber Efen­dimizi meşgul etmek, akıllarınca müşkil du­ruma düşürmek, sıkıntıya sok­mak maksadıyla bir­çok ka­rışık ve dolaşık soru sorarlardı.[6]
“Bedevî” diye adlandırılan çöl Arapları arasında da münafıkların bulundu­ğunu Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz: “Çevrenizdeki bedevîlerden ve Medine ahalisinden birtakım münafıklar vardır ki onlar nifak üzerinde idman yap­mışlardır. Sen, bunları bilmezsin. Onları biz biliriz.”[7]
Bütün bu münafıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hatta ırken ayrı olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları, “kalplerinde ol­mayanı ağızlarıyla söylemekti.”[8]Yani, içten inanmadıkları halde, inan­mış gibi görünmeleriydi. Böyle görünerek Müslümanlar arasına sokuluyorlar, on­larla düşüp kalkıyorlar, suret-i haktan görünerek onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece, Müslümanların birbirlerine karşı olan itimatlarını sars­mak, aralarını açmak, onları birbirine düşürmek suretiyle zaafa uğratmak ga­yesini güdüyorlardı.
Bütün maksat ve gayeleri, Müslümanlar arasına fesat ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber Efendimizi yalan dolan ve bin bir türlü iftirayla Müslümanlar na­za­rında küçük düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçek­leş­mesi için her türlü yola başvuruyorlar, her şeyi mü­bah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri âdilik ve sahtekârlık yoktu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve takip ettiği siya­set ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir. İslam kalesini içten sarsmak sinsi gayesine mâtuf faaliyetleri Peygamber Efendimize birçok defa intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhal harekete geçip bu tür faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çe­ki­yordu. Fakat onlar, her defasında, hiçbir za­rarlı faaliyet­te bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını söylüyorlardı. Arkasından da kelime-i şehâdet getirerek mü’min ve Müslüman olduklarını tekrarlıyor­lar­dı. Nitekim Abdullah b. Übey’in, “Medine’ye varırsak, en şerefli ve kuvvetli olan, en zelil ve güçsüz olanı oradan sürüp çıkaracaktır” sözünü Hz. Zeyd b. Erkam, Peygamber Efendimize nakledince, Efen­dimiz, İbni Übey’i huzuruna ça­ğırmış ve “Bana haber verilen sözleri sen mi söyledin?” diye sormuştu.
Abdullah b. Übey’in cevabı aynen şu olmuştu:
“Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah’a yemin ederim ki ben, o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak yalancıdır!”
Kur’an-ı Kerim, münafıkların bu tarz davranışlarına şu ayetiyle işaret eder:
“Münafıklar, sana geldikleri zaman ‘Şehâdet ederiz ki sen muhakkak ve mutlak Allah’ın peygamberisin’ dediler. Allah da bilir ki sen elbette ve elbette O’nun peygamberisin. (Fakat) Allah, o münafıkların hiç şüphesiz, yalancılar olduğunu da biliyor!”[9]
Onlar suçlarını inkâr ederken inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söy­leyerek bu suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bil­diriyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, mü­sa­maha ve af ile mukabele ediyordu.
Daha önce de bahsettiğiniz gibi, Peygamber Efendimiz, Abdullah b. Übey’le birlikte oturan bir kısım kimseye Kur’an-ı Kerim’den bir parça okuyup onlara nasihat edince, Abdullah b. Übey buna dayanamamış ve “Sen bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme!” demişti.
Peygamber Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine gittiği Sa’d b. Ubâde Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa’d da “Yâ Re­sû­lal­lah, sen onun ku­surunu affet” deyince, Peygamber Efendimiz de affetmişti.[10]
Münafıklar zümresinin belli başlı vasıflarından biri de, Müslümanlara rast­gel­dikleri zaman riyakârlık ederek ve yaltaklanarak, “İman ettik” demeleri, şey­tanlarıyla başbaşa kaldıkları zaman ise, “Emin olun ki biz sizinle beraberiz. Biz ancak (onlarla) alay edicileriz” demeleriydi.[11]Yaptıkları bu ikiyüzlülük ve ah­lâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi.
Bu vasıflarını apaçık gösteren bir misâli, bizzat reisleri olan Abdullah b. Übey göstermiştir. Bir gün avanesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashab-ı kiramdan bir­kaç kişinin karşıdan gelmekte olduğunu görünce İbni Übey, “Bakınız, ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım” der. Yaklaştıkları zaman da, Hz. Ebû Be­kir’in elini tutar, “Mer­haba Benî Tamim Efendisi! Re­sû­lul­lah’ın mağarada ar­kadaşı olan, nefs ve malını Re­sû­lul­lah uğrunda seve seve sarf etmiş bulunan sıd­dık!” der. Sonra Hz. Ömer’in elini tutar, “Merhaba Benî Adiyy Efendisi! Di­nin­de kuvvetli, nefis ve ma­lını Re­sû­lul­lah uğrunda esirgememiş bulunan Hz. Faruk!” der.
Hz. Ali bu riyakârlığa dayanamayıp, “Abdullah! Allah’tan kork, münafıklık etme! Çünkü münafıklar Allah’ın en şerir mahlûklarıdır” diye konuşur.
Bunun üzerine İbni Übey, “Ey Ebu’l-Hasan! Benim hak­kımda böyle mi söylüyorsun? Vallahi, bizim imanımız sizin imanınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir” deyip ayrılır.
Sonra Abdullah b. Übey arkadaşlarına dönerek, “Gördü­nüz mü nasıl yap­tım? İşte, siz de bunları görünce benim gibi yapınız!” der.[12]
Bir rivayete göre, Bakara Suresi’nin 14. ayeti, bu hadise üzerine nâzil ol­muştur.[13]
Münafıklar, Müslümanların ibadetlerine ve dinî hayatlarına âit bütün hu­suslara zâhiren iştirak ederlerdi; fakat el altından da entrika çevirmeye çalışır­lardı. Dikkati çeken bir husustur ki bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göster­memeye gayret ederler ve zâhirde Müslüman göründüklerinden İslam cemaa­tinden tard olunamazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dâhilî düşmanlara karşı İslam’ın tesanüt ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü dâhilî düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zira, iç­teki düş­man, kuvveti dağıtır, cesareti azaltır; hâriçteki düşman ise, aksine tesanüt ve sa­lâ­beti artırır. Bu sebeple Kur’an-ı Azîmüş­şan, münafıklar üzerinde çokça dur­muştur. Mü’min ve Müslümanların onlara karşı daima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına gelmemeleri hususunda birçok ikaz yapılmıştır.
Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz onları tanıyor ve bazı sahabelere de bildiriyordu. Fakat umuma açıklanamıyordu. Kabahatlerini de açıktan açığa yüzlerine vurmuyordu.
İslam’ın ve Müslümanların menfaatine bu daha uygun­du. Ayrıca Pey­gam­be­ri­mizin bu tarz davranmasında göz önünde bulundurduğu mühim bir husus daha vardı. O da, onların işledikleri kötülüklerden, fesat ve nifak hareketlerin­den tedricen vazgeçmeleri ihtimali idi. Çünkü bazen kötülük açığa vurul­maz­sa, zamanla ortadan kalkması ihtimali vardır; fakat teşhir edildiği tak­dir­de, kö­tülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder, fenalığı daha fazla yap­ma­sına se­bep olur.[14]
Bütün bu sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur’an’­ın bu hususta ortaya koyduğu, münafıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi mu­amelede bulunup, İslam cemaati hâricinde tutmamasında şu hususları da göz önünde bulundurmuş olduğu söylenebilir:
1) İslam muhitinde ve İslamî hükümler altında büyüyecek olan evlatların­dan ciddi mü’minlerin yetişmesine imkân bırakmak.
2) Onları, kalben inanmadıkları İlâhî hükümleri zâhiren yaşamak suretiyle duydukları mânevî sıkıntıyla başbaşa bırakmak ve bundan pişman olup halis mü’minlerin safına geçmelerini temin edebilmek.[15]
Münafıklar, Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetini mü’­min ve Müslü­manlar nazarında küçük düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşıla­rına çıkan her fırsatı değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta birçok hadise cereyan etmiştir.
Mirba b. Kayziyy’in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud’a ordusuyla giderken bu azılı münafık onu bostanından geçirmek istememiş ve “Yâ Muhammed! Şayet sen bir peygam­bersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl olmaz” demiş, sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilave etmişti: “Vallahi, bu toprağın başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana atardım!”
Azılı münafığın bu küstahça hareketine sabredemeyen bir­kaç Müslüman, onu öldürmek istedilerse de, Peygamber Efendimiz, “Bırakınız onu! O, bir kör­dür. Kalbi kör, kalp gözü kördür.”
Peygamber Efendimizin bu müdahalesinden önce, bu azılı münafık, Saîd b. Zeyd’den de bir darbe yer.
Münafıkların bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misâl de, Tebük Harbi esnasında cereyan eder.
Bir konaklama ânında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün ara­malara rağmen bulunamaz. Münafıklar derhal harekete geçerek, “Eğer Mu­hammed gerçekten bir peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bi­lir­di!” derler.
Bu sözlerini duyan Efendimiz, “Evet... Vallahi, ben ancak Allah’ın bana bil­dirdiğini bilebilirim. Şimdi, devenin nerede olduğunu bana gösterdi. Deve fi­lanca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir. Gidip arayın” buyurur.
Resûl-i Kibriya Efendimizin dediği vadide ve tarif ettiği şekilde deve bulu­nur.[16]
Pey­gam­be­ri­miz zamanındaki münafıklar zümresinin göze çarpan belli başlı muzır bir faaliyetleri, en kritik anlarda Müslümanları terk etmeleridir. Böylece onları sayıca zayıf ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfi yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apaçık bir örneği, Uhud Harbi esna­sında İslam ordusunu terk etmeleridir. Baş münafık Abdullah b. Übey’in reis­liğinde İslam ordusunu terk eden bu münafıklar, üç yüz kadar idiler. Yani, İs­lam ordusunun üçte biri. Münafıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı Müslü­manların sayılarını azalttıkları gibi, mücahitlerin moralleri üzerinde de tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe karşı bir gevşeme hasıl olmuştu; hatta geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi. Ancak Re­sûl‑i Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenab-ı Hakk’ın da inayetinin eseri olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi.[17]
Aynı şekilde, Hendek Harbi’nin en kritik ânında bu münafıklar, “Bize izin ver, evlerimize gidelim; çünkü evlerimiz müdafaasızdır” diyerek Pey­gam­be­ri­mize müracaat et­mişlerdi.
O sırada Sa’d b. Muaz Hazretleri, Peygamber Efendimi­zin huzuruna gele­rek, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bunlara izin verme! Vallahi, biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak, onlar hep böyle yaparlar” di­ye konuşmuştu.
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, münafıklar en kritik anlarda Re­sû­lul­lah’ı ve Müslümanları bir nevi zor durumda bırakmak için İslam ordusunu terk et­me yoluna gitmişlerdir.
Tebük Seferi’nde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaat, “Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın!” diye konuşa­rak Müslümanların morallerini bozmaya ça­lıştıkları gibi, Peygamber Efendi­mize de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi. Kur’an-ı Kerim, onların bu durumlarından şöyle bahseder:
“Tebük Savaşı’na iştirak etmeyip geri kalan münafıklar, Re­sû­lul­lah­’a mu­halefet ederek oturup kalmalarıyla sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve can­larıyla mücadele etmeyi çirkin gördüler ve ‘Bu sıcakta harbe çıkmayın’ de­diler. De ki: ‘Cehennemin ateşi daha sıcaktır. Fakat gidecekleri yeri bilseler!’ Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar!”[18]
Yine aynı seferde Abdullah b. Übey, münafıklar ve Yahudi müttefikleriyle birlikte İslam ordusuna katılıp Se­niy­ye­tü’l-Veda tepesine kadar gelip orada ka­rargâh kurduğu halde, sonradan İslam ordusuyla gitmekten vazgeçti ve bera­berindekilerle Medine’ye dön­dü. Kendisine tâbi olan münafıklar ve Yahudi müttefikleriyle dön­düğü yetmi­yor­muş gibi, mücahitlerin de cihat aşkını ak­lınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu:
“Muhammed güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Benî Asfarlarla [Bizanslılarla] savaşacak! Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor! Val­lahi, onun ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlan­mış olarak görür gibiyim sanki!”
Bütün bu yıkıcı, Müslümanları birbirine düşürücü, onların arasına fesat to­humu atıcı, Müslümanları ve Resûl-i Ekrem’i küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir muamele, bir siyaset takip etmiştir. Çoğu zaman Abdullah b. Übey’i toplantılara çağırmış ve onunla istişare etmiştir.
Onlara karşı muamelesi hemen hemen her zaman af ve müsamaha çerçeve­sinde olmuştur. Ancak bu af ve müsamahalı davranışına rağmen, ihtiyatı da hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Onlara hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını daima kontrol ve teftiş etme cihetine gitmiştir.
Benî Müstalık Gazâsı’nda, reisleri Abdullah b. Übey, Re­sû­lul­lah ve Müslü­manları kastederek hakaretvârî konuşunca, bu duruma dayanamayan Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Müsaade buyur da İbni Übey’in boynunu vurayım!” de­diği zaman, Re­sû­lul­lah’ın cevabı şu olmuştu:
“Hayır! Olmaz yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk, ‘Muham­med, asha­bını öldürüyor!’ diye konuşmaya başladıkları zaman hal nice olur?”
Bir başka rivayette ise, Re­sû­lul­lah’ın şu cevabı verdiği kaydedilir:
“Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat çok geçmeden de Yesrib (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!”
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz, küçümsenmeye­cek bir sayıda olan münafıkların Müslümanlar arasında dâhilî bir çarpışmaya meydan verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. Bunun için de, yaptıklarına sabır ve tahammül gösteriyordu.
Yine Benî Müstalık Seferi esnasında İbni Übey’in oğlu samimi Müslüman Hz. Abdullah, Re­sû­lul­lah’ın huzuruna gelip, “Yâ Re­sû­lal­lah! Babamı öldürece­ğini haber aldım! Eğer bu işi gerçekten yapacaksan, bırak, onu ben öldüreyim!” diye teklifte bulunduğu zaman da Efendimizin cevabı şu olmuştu:
“Hayır... Ona karşı yumuşak davranırız. Aramızda olduğu müddetçe de ona iyi arkadaşlık ederiz.”
Gerçekten de, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ölümüne kadar bu adama son de­rece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hatta ölü­mü ânında bile, ona iyi­lik etmekten geri durmamış, gömleğini kefen olarak sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım sahabe­nin itirazlarına rağmen cenaze na­mazını da bizzat kıl­dır­mış­tır. Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, hem Abdullah b. Übey’­e, hem de sâir münafıklara karşı takip ettiği bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber Efendimizin İbni Übey’in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münafık, hulûs-ı kalple ger­çek Müslümanlar safına geçmiştir.
Peygamber Efendimiz, münafıklar zümresini cemiyet içinde ser­best bırak­makla beraber, her zaman psikolojik bir baskı altında tut­mayı da asla ihmâl etmemiştir. Teşebbüs etmek istedikleri komp­lolar vahiyle bildirilince, yapmak istediklerini hemen kendile­ri­ne haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında tutul­duğu korkusunu veriyordu.
Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice konuştukla­rını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp, “Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz, şunları söylediniz. Kalkın, Allah’tan af dileyin. Ben de sizin için af di­liyorum” demişti.
Bu sebeple onlar, hilelerini Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne bildirecek diye her zaman korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürül­tüyü bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşı­yorlardı. Kur’an-ı Kerim, onların bu durumlarını da bize haber verir:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söz söylerse, de­diklerine kulak verirsin. Sanki onlar, duvara dayanmış idraksiz odun kü­tük­leri gibidirler. Her gürültüyü (korkularından) kendi aleyhlerinde sanır­lar.”[19]
Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir ara­ya gelmelerine mani olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân verme­mek gayesine mâtuftu.
Mescid-i Dırâr’ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir. Onlar, bu mescidi as­lında içinde ibadet etmek için değil, İslam cemaatinin aley­hinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı plânların serbestçe kurulması için inşa etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için, derhal yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti.
Hülâsa olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münafıklar zümresine karşı takip ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu tarz davranışı sâyesinde, onların İslam cemaatinden koparak müşrik­lerin safına iltihaklarına mani ol­du. Müslümanların birliğini korudu. Onların da teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.

____________________________________________________________________

[1]Müslim, Sahih, c. 5. s. 182-183.
[2]İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 540.
[3]Hubab, Abdullah b. Übey’in samimî Müslüman olan oğlunun ismi idi. Peygamber Efendimiz, “Sen Abdullah’sın; Hubab, Şeytan ismidir” diyerek, onun ismini “Abdullah” diye değiştirmişti.
[4]Taberî, Tefsir, c. 28, s. 116.
[5]Müslim, Sahih, c. 5. s. 183; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5. s. 203.
[6]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 174-175; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 174; Müslim, Sahih, c. 8, s. 128-129; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 239-240.
[7]Tevbe, 101.
[8]Âl-i İmrân, 167; Bakara, 8-9.
[9]Münafıkûn, 1.
[10]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5. s. 203.
[11]Bakara, 14.
[12]M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 237-238.
[13]M. Hamdi Yazır, a.g.e., c. 1, s. 238.
[14]Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 35.
[15]M. Hamdi Yazır, Tefsir, c. 1, s. 241.
[16]İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 289.
[17]Taberî, Tefsir, c. 4. s. 73.
[18]Tevbe, 81-82.
[19]Münafıkûn, 4


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget