Tâif Kuşatması
Huneyn Harbi’nde Müslümanlar karşısında hezimete uğrayan Sakifliler, yurtları olan Taif’e gidip sığınmışlardı; şehrin kapılarını üzerlerine kapayarak, savaşmaya hazırlanmışlardı.
Burası, şirkin son sığınaklarından biriydi. Bir daha iman ve İslam’a karşı koyacak cesareti kendisinde bulamayacak bir şekilde başı ezilmeliydi. Havazin ve Sakiflileri Müslümanlara karşı ayaklandıran Mâlik b. Avf da gelip buraya sığınmıştı. Onun da yakalanıp hakettiği cezaya uğratılması gerekiyordu!
Bu sebeple Peygamber Efendimiz, mücahitlerle birlikte Taif’e doğru yol almaya başladı. Burasını çok iyi biliyordu. Seneler önce, burada hayatının en acı ve acıklı günlerini yaşamıştı. Taiflileri İslam’a davet etmeye gelmişken, onlar kendisini taşa tutmuşlar, kan revan içinde bırakmışlardı.
İslam ordusu kısa zamanda Taif önlerine vardı. Fakat Sakifliler kuvvetli kalelerine kapanmışlar ve bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak bol miktarda yiyecek stoğu da yapmışlardı.
Bu surları yarıp şehre dalmak elbette mümkün değildi. Bu sebeple Resûl-i Ekrem, şehri muhasara altına aldı. Ordugâh surlara çok yakın kurulmuş olduğundan, mücahitler düşmanın yağmur gibi oklarına maruz kaldılar. Bu arada birkaç mücahit de atılan oklarla şehit oldu.[1]
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, ordugâhı surlardan uzaklaştırdı ve bugünkü Taif Mescidi’nin yanına nakletti.[2]Bu arada, yanında bulunan hanımlarından Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Zeyneb için iki çadır kuruldu. Resûl-i Ekrem, namazlarını bu iki çadır arasında kılar ve orada otururdu. Sakifliler, Müslüman olduktan sonra burada bir mescit yapacaklar ve adına da “Sariye Mescidi” diyeceklerdir.[3]
Muhasara esnasında çarpışma, karşılıklı şiddetli ok atışlarıyla devam etti.
Mancınık Kurularak Taiflilerin Taşa Tutulması
Muhasaranın uzadığını ve Sakiflilerin teslim olmaya niyetli görünmediklerini anlayan Peygamber Efendimiz, bu sefer mancınık kurulup düşmanın taşa tutulması hususunda mücahitlerle iştişârede bulundu.
Selmân-ı Fârisî Hazretleri, “Ben de bunu uygun görürüm! Çünkü biz Fars ülkesinde düşman kalelerine mancınık dikerdik; onlar da bize karşı mancınıklar dikerlerdi. Böylece, birbirimizi yenmemiz mümkün olurdu! Mancınık kurulmadığı zamanlarda uzun müddet beklemek zorunda kalırdık” diye fikir beyan etti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu teklifi güzel karşıladı ve mancınık yapılmasını emretti. Emri yerine getirildi. Daha önce orduda bulunanlarla birlikte mancınıkların sayısı üç oldu. İslam ordusunda ayrıca iki debbade [sığır derisinden yapılmış kuvvetli araba] vardı.
Mücahitler bu debbadelerin altına girerek şehir kalesine yaklaşmak ve duvarını kazıp delmeyi denedilerse de, bunda başarılı olamadılar. Zira, düşman askerleri tarafından atılan oklar, kızgın demir parçaları ve şişler, bu derileri delip ilerlemelerine mani oluyordu. Hatta bu arada İslam ordusu şehit de verdi.
Üzüm Asmalarını Kesmeye Teşebbüs
Muhasara uzuyor ve arzu edilen netice elde edilemiyordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir başka tedbire başvurdu: Düşmanı, iktisadî baskı altına almak için, şehrin dışındaki, Taiflilerin ileri gelenlerine âit, kaliteli ve nâdir üzümler yetiştiren bağ ve bahçelerinin tahrip edilip kesileceğini duyurdu ve kesilmesini mücahitlere emretti!
Tek geçim kaynakları olan bağ ve bahçelerinin kesildiğini gören Sakifliler, telâşa kapıldılar ve Peygamberimize, “Ey Muhammed! Mallarımızı neden kesiyorsun? Bizi yenersen, ya onları alırsın yahut da dediğin gibi Allah’ın rızasını ve akrabalık[4]hakkını gözeterek bize bırakırsın!” diye seslendiler.[5]
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben, bağınızı, Allah rızasını ve akrabalık hakkını gözeterek bırakıyorum!” dedi ve üzüm asmalarının kesilmesini menetti.[6]
Bu arada, kahraman sahabe Hz. Hâlid b. Velid ortaya atılarak, düşmandan çarpışacak er diledi. Fakat düşmanda bu yolda hiçbir hareket görülemedi. İçlerinden biri, Hz. Hâlid’in er dilemesine şu cevabı verdi:
“Bizden hiçbiri seninle çarpışmak üzere kaleden inmeyecektir. Biz, kalemizde oturmaya devam edeceğiz; çünkü yıllarca bize yetecek yiyecek stoğumuz var! Eğer bu yiyecekler tükenir ve sen de o zamana kadar beklemeyi göze alırsan, o takdirde hepimiz kılıcımızı sıyırır, senin karşına çıkar ve son nefesimize kadar seninle çarpışırız!”[7]
Yeni Bir Taktik
Kuşatma uzadıkça uzuyordu. Sakiflilerinse kaleden çıkıp göğüs göğüse çarpışmaya niyetleri yoktu. Teslim olmayı da düşünmüyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, bir başka tedbire başvurdu. “Kaleden inip yanımıza gelen ve Müslüman olan köle, hürdür!” diye ilan ettirdi.[8]
Bu ilan üzerine yirmiye yakın köle kaleden indi ve İslam ordusuna katılıp Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz de onları azat etti; sonra da hepsini hali vakti yerinde olan Müslümanlara teslim ederek, onlara Kur’an okutmalarını ve sünnetleri öğretmelerini emretti.
Sakifliler, Müslüman olduklarında, bu kölelerin kendilerine geri verilmesini Peygamberimizden isteyecekler, Peygamberimiz ise, “Onlar, Allah’ın azat etmiş olduğu kimselerdir; sizlere geri veremem!” buyurarak isteklerini reddedecektir.[9]
Uyeyne b. Hısn’ın İkiyüzlülüğü
Bir ara Uyeyne b. Hısn huzura çıkarak, “Yâ Resûlallah! İzin ver de gidip onlarla konuşayım, onları İslamiyete davet edeyim. Olur ki Allah onlara hidayet ihsan eder!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz izin verince, Uyeyne çıkıp Taiflilerin yanına gitti; Peygamber Efendimize söylediklerinin tam aksine onlara, “Vallahi, Muhammed hiçbir zaman sizin gibisiyle karşılaşmadı. Kaleleriniz korunmaya müsaittir. Direnmenize devam ediniz!” dedi.
Bundan sonra dönüp geldi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ey Uyeyne! Onlara neler söyledin?” diye sordu.
Uyeyne hiç bozuntuya vermeden, “Onları Müslüman olmaya davet ettim! ‘Muhammed, sizi teslim almadıkça geri çekilmeyecektir. Kendiniz için ondan eman alınız’ dedim!” diye konuştu.
Uyeyne sözlerini bitirince, Peygamber Efendimiz hiddetle, “Yalan söylüyorsun! Sen onlara, şöyle şöyle söyledin!” dedi ve onun söylemiş olduğu sözleri teker teker nakletti.
Kızarıp bozaran Uyeyne af diledi: “Doğru söylüyorsun, yâ Resûlallah! Söylediklerimden dolayı Allah’tan affımı dilerim! Pişmanım. Allah’a tevbe ediyorum!”[10]
O sırada Hz. Ömerü’l-Faruk, “Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da, götürüp şunun boynunu vurayım!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hayır! Ashabımı öldürüyorum diye, insanlar hakkımda söz ederler!”[11]diye buyurdu.
Resûl-i Ekrem’in Rüyası
Bu arada, Peygamber Efendimiz bir rüya gördü. Rüyasında kendilerine bir kap tereyağı ikram ediliyor, bir horoz ise gagasıyla kabı devirip içindeki yağı döküyordu.
Efendimiz rüyasını anlatınca, Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah! Sanırım, Taifliler hakkında umduğun şeye bugünlerde eremeyeceksin!” dedi.
Peygamber Efendimiz de aynı kanaatte idi; “Buna, ben de imkân görmüyorum!” buyurdu.[12]
Muhasaranın Kaldırılması
Resûl-i Ekrem, Taif’i fethetmenin o anda kendisine nasip olamayacağını artık anlamıştı. Bundan sonraki bekleme, vakit kaybetmekten başka bir işe yaramayacaktı.
Bu arada ashabına, şimdilik kendilerine Taif’i fethetme izni verilmediğini de duyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer gelerek, “Göç etmeye hazırlanmaları, halka duyurulacak mıdır?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Evet...” diye buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, Müslümanlara Taif’i terk etme hazırlıklarına geçmelerini ilan etti. Hz. Ömer, o arada bir de, “Yâ Resûlallah! Sakifliler aleyhinde dua etsen olmaz mı?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Allah, onlar aleyhinde dua etmeye de izin vermedi” buyurdu; sonra da, “Siz hemen göç etmeye bakınız” diye emretti.[13]
Fakat mücahitlerin bir kısmı, netice almadan buradan ayrılmak istemiyordu; hatta “Taif’i fethetmeden nereye gideceğiz?” dedikleri de duyuluyordu.
Bu mücahitler, gidip Hz. Ebû Bekir’e başvurdular. Hz. Sıddık onlara, “Bu işi, Allah ve Resûlü daha iyi bilir! Emir, Resûlullah’a gökten gelir” diyerek cevap verdi.
Bunun üzerine Hz. Ömerü’l-Faruk’un yanına vardılar, onunla konuştular. Hz. Ömer ise, onlara şu cevabı verdi:
“Biz, Hudeybiye Hadisesi’ni gördük. Hudeybiye’de içime, Allah’tan başkasına malum olmayan bir şüphe girmişti. O gün, Resûlullah’a (a.s.m.), hiç söylemediğim sözlerle başvurdum. Az kalsın, ev halkım ve malım mahvolup gidecekti! Resûlullah’ın (a.s.m.), Allah tarafından yaptığı işte bizim için hayır vardı. Halk için, Hudeybiye Sulhü’nden daha hayırlı bir fetih olmamıştır. Resûlullah’ın (a.s.m.) Peygamber olarak gönderildiği günden Hudeybiye’de sulh şartlarının yazıldığı güne kadar Müslüman olanlardan daha çok kimse, kılıç kullanılmadan Müslüman oldular! Resûlullah’ın yaptığı işte hayır vardır! Ben, o Hudeybiye işinden sonra, hiçbir zaman, hiçbir iş hakkında ona dönüp itiraz edemem. Bu iş Allah’ın işidir; O, dilediğini Peygamberine vahyeder!”[14]
Peygamber Efendimiz, umumî kanaatin, Taif’te bir müddet kalmak yönünde olduğunu fark edince, mücahitlere, “Öyle ise, yarın sabah çarpışmaya hazır olunuz!” diye buyurdu.
Sabah olunca, çarpışmaya girdiler. Ancak bu çarpışma, yara almalarından başka hiçbir işe yaramadı. Bundan öteye bir netice elde edemeyeceklerine artık kendileri de kanaat getirdiler. Peygamber Efendimiz tekrar, “İnşallah yarın döneceğiz!” deyince sevindiler. Hemen göç hazırlıklarına başladılar. Peygamberimiz, onların bu haline tebessüm buyurdu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla otuz gün kadar süren bir kuşatmadan sonra Taif’ten ayrıldı.
Sakifliler, mücahitleri fazlasıyla uğraştırmış, yormuş, yaralamış ve on dört kadar Müslümanı da şehit etmişlerdi. Bu sebeple, ayrıldıkları sırada, Peygamber Efendimizden Sakifliler aleyhinde dua etmesini istediler. Fakat âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, ellerini açarak, “Allahım, Sakiflilere doğru yolu göster; onları bize getir!” diye dua etti.[15]
Kâinatın Efendisi, öylesine engin bir merhamet duygusuna, öylesine bitmez tükenmez bir şefkat deryasına sahipti ki en azılı düşmanlarının bile mahvolmasına gönlü râzı olmuyor, bilâkis onların da İslam ve iman nuruyla mânen hayat bulmasını istiyor ve bunu Yüce Rabbinden niyaz ediyordu.
Ci’râne’ye Dönüş
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kuşatmayı kaldırdıktan sonra mücahitlerle birlikte Huneyn ve Evtâs’ta alınan ganimetlerin muhafaza edildiği Ci’râne mevkiine dönmek üzere Taif’ten ayrıldı.
Süraka b. Cu’şum’un Müslüman Olması
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Taif’ten Ci’râne’ye doğru yol alıyordu. Bu sırada Efendimize doğru birinin yaklaşmakta olduğu fark edildi. Müslümanlar onu tanımadıklarından buna mani oldular. Hatta art niyetli biri olabilir zannıyla, “Sen nereye gidiyor, ne yapmak istiyorsun?” diyerek üzerine yürümek bile istediler.
Müslümanların kendisini Peygamber Efendimize yaklaştırmayacağını anlayınca, hicret esnasında Hz. Ebû Bekir’in kendisi için yazmış olduğu yazıyı iki parmağının arasına alarak kaldırdı. “Yâ Resûlallah! Bu, benim için yazdığın yazıdır. Ben, Süraka b. Cu’şum’um!” dedi.
Peygamber Efendimiz, onu tanıdı. “Bugün, verilen sözü yerine getirme ve iyilik yapma günüdür!” buyurduktan sonra Müslümanlara, “Onu, bana yaklaştırınız” diye emretti.
Efendimizin huzuruna varan Süraka, şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Süraka der ki:
“Resûlullah’a, ‘Yâ Resûlallah! Kendi develerim için doldurduğum havuzlarımın başını yitirilmiş develer sararlar. Havuzumdan onları sulasam, bana ecir ve sevab var mıdır?’ diye sordum. Resûlullah (a.s.m.), ‘Evet... Her ciğeri olanı sulamakta, insana ecir ve sevab vardır’ buyurdu. Bundan başka bir şey sormadım. Sonra kavmimin yanına vardım. Mallarımın zekâtını ayırıp Resûlullah’a (a.s.m.) gönderdim.”[16]
Ganimet ve Esirler
Yoluna devam eden Efendimiz, Ci’râne mevkiine geldi.
Mücahitlerin bu çarpışmalarda elde ettikleri ganimet ve esir sayısı oldukça fazlaydı. Esir alınan kadın ve çocuk sayısı altı bini buluyordu.[17]
Alınan ganimet malları ise, yirmi dört bin deve, kırk bin davar ve dört bin ukiyye[18]gümüş idi.[19]
Resûl-i Ekrem, Havazinlilerin gelip Müslüman olabilecekleri ihtimalini göz önünde bulundurarak, esirlerin taksimine hemen başlamadı. Bu arada, sahabenin birini Mekke’ye göndererek, esirler için elbiseler getirtip hepsini giydirdi.[20]
On geceden fazla beklediği halde, Havazinlilerin gelmediğini görünce, esirleri Müslümanlar arasında bölüştürdü.
Havazin Heyetinin Gelişi
Esirlerin mücahitler arasında taksim edilmesi işi henüz yeni bitmişti ki Havazinlilerden bir heyet çıkageldi ve Peygamber Efendimize, Müslüman olduklarını, yurtlarındaki halkın da İslamiyeti kabul ettiklerini haber verdi.[21]
Havazinliler, Resûl-i Ekrem Efendimizin süt annesi Halîme’nin mensup olduğu kabile idi. Yani, Allah Resûlüne dadılıkta bulunmuş bir kabile idi. Bunu ileri sürerek kendilerine lütufkâr davranılmasını, mal ve esirlerinin geri verilmesini istediler.
Resûl-i Ekrem onlara, “Ben, tevbe edip gelirsiniz diye, ganimet ve esirleri bölüştürmeyi uzun müddet tehir ettim! Fakat siz artık çok geç kalmış sayılırsınız. Esirleri, mücahitler arasında taksim etmiş bulunuyorum. Onları size tekrar iade etmem oldukça zor bir iştir!” dedi.
Bu konuşmasından sonra da onları iki şey arasında serbest bıraktı: İsterlerse mallarını, isterlerse kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.
Havazinliler, kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hisseme ve Abdülmuttaliboğulları hissesine düşenleri size geri veriyorum” buyurdu; sonra da, “Öğle namazını kıldırdığım zaman, ayağa kalkarak, ‘Biz kadınlarımız ve çocuklarımız hususunda Allah Resûlünün Müslümanlar nezdinde, Müslümanların da Allah Resûlü nezdinde şefaatini diliyoruz’ diye konuşursunuz. Ben de hissemi bağışladığımı tekrarlar, Müslümanların da bağışlamasını isterim!” diye tavsiyede bulundu.
Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldırınca, Havazinliler yapılan tavsiye üzerine ayağa kalkarak, Hz. Resûlullah ve Müslümanlardan esirlerinin bağışlamasını talep ettiler.
Resûl-i Ekrem, halkın huzurunda yüksek sesle hissesine ve Abdülmuttaliboğulları hissesine düşen esirleri bağışladığını tekrarladı. Bunu duyan muhacir ve ensarın hepsi de kendilerine düşen esirleri bağışladılar.[22]
Böylece, Resûl-i Kibriya’nın mübarek dillerinden dökülen bir iki cümleyle, bir anda altı bin civarındaki esir kadın ve çocuk serbest bırakıldı.
Bu hadise, hem Nebiyy-i Muhterem Efendimizin engin şefkat ve merhametini göstermek, hem de Müslümanların ona mutlak bağlılıklarını aksettirmek bakımından şâyan-ı dikkattir.
Mâlik b. Avf’ın Müslüman Olması
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Havazinlilere kadın ve çocuklarını geri verdikten sonra, “Mâlik b. Avf ne yapıyor?” diye sordu.
Havazin temsilcileri, “Kaçıp, Taif Kalesi’ne sığındı. Şimdi, Sakiflilerin yanında bulunuyor” dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ona haber veriniz ki eğer Müslüman olur, yanıma gelirse, kendisine ev halkını ve malını geri verir, ayrıca da yüz deve ihsan ederim” buyurdu.[23]
Heyet, haberi kendisine götürünce, Mâlik, çıkıp Hz. Resûlullah’ın huzuruna geldi ve Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem, vadettiği şekilde hem kendisine malını ve aile halkını teslim etti, hem de yüz deve ihsanda bulundu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, yüz deve ihsanından başka, düne kadar en şiddetli düşmanı olan Mâlik b. Avf’ı, kabilesinden Müslüman olanlar üzerine bir de vâli tayin ederek taltif etti.[24]
İnsanları güzel davranışları, tatlı sözleri ve bol bol ihsan ve iltifatları ile gönülden fetheden Efendimizin bu ihsanı karşısında Mâlik b. Avf da, “İnsanlar arasında Muhammed’in bir benzerini şimdiye kadar ne görmüşüm, ne de işitmişim! Kendisinden ihsan edilmesi istenildi mi, fazlasıyla verir. İstediğin takdirde, yarın meydana gelen hadiselerden de sana haber verir”[25]diyerek gönlünün fethedildiğini ifade etti.
Bir ay kadar önce Müslümanlara karşı büyük bir ordu hazırlamış olan Mâlik b. Avf, o andan itibaren İslam’ın emir ve hizmetindeydi.
Ganimetlerin Taksimi
Esirlerin sahiplerine iadesinden sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ganimetlerin taksimine başlayacaktı.
O sırada bedevîlerden bir kısmının, “Yâ Resûlallah, deveden, davardan ganimetlerimizi bölüştür” diyerek, Efendimizi rahatsız ettikleri ve ridâsından çekiştirdikleri görüldü. Bedevîler o derece ileri gittiler ki Efendimiz bir ağaca dayanmak zorunda kaldı. Bu hareket karşısında Kâinatın Efendisi, “Siz, Allah’ın size nasip ettiği ganimeti aranızda bölüştürmeyeceğimi mi zannediyorsunuz? Vallahi, ganimet malları Tihamen’in ağaçları sayısınca bile olsaydı, hiçbir cimrilikte ve korkaklıkta bulunmadan onları aranızda bölüştürürdüm!” diye konuştu; sonra da, eline bir deve tüyü alıp, herkesin görebileceği şekilde parmakları arasında tutarak kaldırdı ve “Ey insanlar! Vallahi, sizin ganimetinizden beşte bir dışında, bana şu tüy kadar bile geçmiş bir şey yoktur! Beşte bir pay da, gerektiğinde yine sizlere harcanıyordur!” buyurdu.[26]Bundan sonra, ganimet mallarını saydırdı ve herkesin hissesine düşeni dağıttırdı.
Müellefe-i Kulûb’a Yapılan İhsan
Ci’râne’de bulunan İslam ordusunda, Mekke’nin fethi günü Müslüman olmuşlardan iki bin kadar yeni iman etmiş kimseler yanında, henüz İslam’la şereflenmemiş Mekke ileri gelenlerinden de birçok kimse vardı. Yeni iman etmişlerin imanlarının sâbitleştirilmesi, imandan mahrum bulunanların ise İslam’a gönüllerinin ısındırılması için, Peygamber Efendimiz bir usûle başvurdu.
Bilindiği gibi, ganimetin beşte biri Peygamber Efendimizin tasarrufundaydı. Beytü’l-Mâl nâmına alınan beşte birden istediği ve lüzum gördüğü yere sarfederlerdi.
İşte, yukarıda zikrettiğimiz sebep ve gayeye binaen, yeni Müslüman olmuşları memnun etmek ve Müslümanlığa henüz pek ısınmamış Kureyş ileri gelenlerinin gönlünü İslam’a ısındırmak için beşte bir ganimetten onlara fazlaca verdi.
Kureyş Reisi Ebû Süfyan’a, oğlu Yezid ve Muaviye’ye yüzer deve ve kırkar ukiyye gümüş ihsanında bulundu. Böylece, Ebû Süfyan ve oğulları, toplam üç yüz deve ve yüz yirmi ukiyye gümüş almış oluyorlardı. Böylesine büyük bir kerem ve ihsana mazhar olan Ebû Süfyan, “Anam babam sana feda olsun! Sen ne kadar cömert ve iyilik seversindir! Seninle harp ettiğimiz zamanlarda da sen ne kadar güzel harp ederdin! Seninle sulh yaptığımız zamanlarda da sen ne kadar güzel bir sulhçü idin! Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!” diyerek, Efendimizin cömertlik ve ihsanseverliğini dile getirdi.[27]
Bunun yanında, Resûl-i Ekrem, Kureyş ileri gelenlerinden bir kısmına iki yüz, bir kısmına yüzer, diğer bir kısmına da ellişer deve ihsan etti.[28]
Safvan b. Ümeyye’nin Müslüman Olması
Safvan b. Ümeyye, Peygamberimize ve Müslümanlara şiddetli düşmanlık ve muhalefette bulunanlardan biri idi. Hatta Mekke’nin fethi günü, görüldüğü yerde vurulması emredilenler arasında ismi yer alıyordu. Fakat o da gönlü şefkat deryasını andıran Efendimize iltica edince, affa uğramıştı. Müslüman olması için de iki ay mühlet istemiş, Peygamber Efendimiz ise ona dört ay mühlet vermişti!
O da İslam ordusuna katılmıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin Ci’râne’de ganimetleri kontrol ettiği bir sıradaydı. Gözü bir anda, henüz Müslüman olmamış Safvan’a takıldı. O, deve ve koyunlarla dolu vadiye gözünü dikmiş, dikkatlice bakıyordu.
Bu dikkatli bakışı, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin mübarek gözlerinden kaçmadı ve gönlünde yatanı sezmesine kâfi geldi.
“Ebû Vehb! Vadi pek mi hoşuna gitti?” diye seslendi.
Safvan, “Evet...” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz, “O halde, o vadi, içindekilerle beraber senin olsun!” buyurdu.
Safvan, birden şaşırdı; kulaklarına adeta inanamıyordu. Hayatında kendisinden istenen hiçbir şey için “Hayır” demeyen Kâinatın Efendisinin bu ihsanı, cömertliği ve keremi karşısında hayret içinde bir müddet bekledikten sonra, “Peygamber kalbinden başka hiçbir kimsenin kalbi, bu kadar temiz, iyi ve cömert olamaz!” diyerek, kalbinin fethedildiğini ifade etti.[29]
Safvan, artık kendini, İslam nurunun, nübüvvet güneşinin câzibesine kaptırmıştı. Orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Böylece, senelerin İslam düşmanı Safvan b. Ümeyye, Müslüman olması için aldığı dört ay mühletin henüz birinci ayı bitmişken, kendini Müslümanlar safında buluyordu!
Müslümanlığını sâlih amellerle güzelleştiren Safvan, bu ihsanın âleminde yaptığı tesiri sonradan şöyle dile getirecektir:
“Allah Resûlü, bana bu ihsanda bulununcaya kadar, insanlar arasında kendisine en çok kin beslediğim bir kimse idi. Ama bu ihsandan sonra, insanların bana en sevgilisi olmuştu!”[30]
Bu hadise, Resûl-i Kibriya Efendimizin, insanları tanıma ve ona göre muamelede bulunma san’atında ne derece mâhir olduğunu açıkça gösteren bir misâldir. İnsanları kazanmada, bazen bir iltifatı, bazen bir tatlı sözü, bazen bir tebessümü ve gülümsemesi, bazen güzel bir hareketi ve bazen de bir ihsanı yetiyordu! Onun bu ciheti bile başlıbaşına bir tetkik konusu teşkil eder. Bu tetkik yapıldığı zaman görülecektir ki Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.), dost kazanma sırrını, insanların gönlünü fethetmenin kanun ve kaidelerini ta bin dört yüz küsur sene önce eşsiz bir şekilde sözleri, hareketleri ve davranışları ile ortaya koymuştur.
Bir bakış, bir işaret, bir söz, bir tebessüm, bir hareket ile insanları kendine musahhar edebilmek, insanoğlunun örnek alması gereken bir haslet-i Nebevî’dir.
Sahabelerden Gelen İtiraz
Peygamber Efendimizin, Müslümanlığa henüz pek ısınmamış ve yeni Müslüman olmuş kimselerin ruh dünyasına tesir etmek üzere başvurduğu bu tatbikatın gerçek sebep ve hikmetini bilmeyen bazı Müslümanlar, rahatsızlık duydular. Onlar, bu hareketle, Müslüman olmamış veya yeni Müslüman olmuşların kendilerine tercih edildiği, adeta kendilerinden üstün tutulduğu zannına kapılmışlardı. Ne var ki Resûl-i Ekrem Efendimiz, asla böyle bir düşünceyle hareket etmemişti.
Nitekim tasarrufunda hür olduğu beşte bir hisseden Müellefe-i Kulûb’a bol ihsanda bulunduğu sırada, huzurlarına ashaptan Sa’d b. Ebî Vakkas çıkmış ve “Yâ Resûlallah! Cuayl b. Sürâka dururken, siz tutup Uyeyne b. Hısn ve benzerlerine yüzer deve verdiniz!” demişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, şikayetin mâhiyetini çok iyi anlamıştı. Evet, ashaptan Cuayl, gerçekten maddî cihetten oldukça fakirdi; ama iman cihetinde zengindi. İtirazın bu cihetten geldiğini bildiğinden, Resûl-i Ekrem, Sa’d Hazretlerine şu cevabı vermişti:
“Vallahi, Uyeyne ve Akra gibilerle yeryüzü dolsa, Cuayl yine onların hepsinden hayırlı ve daha faziletli olur! Ancak ben, onları İslam’a, imana ısındırmak için bu tarz hareket ediyorum! Cuayl’ı, tereddütsüz bağlı bulunduğu Müslümanlığına ve ahirette kendisi için hazırlanmış bulunan mükâfatlarına havâle ediyorum!”[31]
Ensardan Bazı Kimselerin Konuşmaları
Peygamber Efendimizi asıl üzen, Medineli Müslümanların bazılarından duyduğu sözlerdi. O ensar ki Kâinatın Efendisi kendilerine olan bağlılık ve sevgisini, “Benim hayatım sizin hayatınızladır; ölümüm de sizin ölümünüzledir!” diyerek dile getirmişti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, daha düne kadar İslam’a ve Müslümanlara bütün şiddetleriyle düşman olan, din uğrunda en küçük bir fedakârlıkta bulunmayan, bu yolda hiçbir zahmet ve meşakkat çekmemiş olan kimselere bolca ihsanda bulunuyordu. Ashabı düşündüren buydu. Nebiyy-i Muhterem Efendimizin bu davranışının gerçek hikmetini anlayamadıklarından dolayı da üzülüyorlar ve bu üzüntülerini tavırlarıyla belli ediyorlardı. Hatta bazıları, hoşa gitmeyecek sözler de sarf ediyorlardı.[32]
Ensardan bazı kimselerin duyduğu bu üzüntü ve kırgınlığı, Resûl-i Ekrem Efendimize, Sa’d b. Ubâde Hazretleri ulaştırdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, ensarı bir araya toplayarak, onlara, “Ey ensar topluluğu! Söylememeniz gereken bazı nâhoş sözleri söylediğinizi işittim. Sizler şöyle şöyle demişsiniz!” diye hitap etti.
Bu hitap karşısında ensardan bazıları özür beyan ettiler: “Yâ Resûlallah! Bunları biz değil, birtakım gençlerimiz söylemişlerdir!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, buna rağmen sözlerine devam etti: “Ey ensar! Sizler yollarınızı şaşırmış kimseler iken ben yanınıza gelmedim mi? Allah, benim vasıtamla sizlere hidayet ihsan etmedi mi? Sizler fakir ve yoksul iken, Allah benim vasıtamla sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşman idiniz. Allah benim vasıtamla kalplerinizi birbirine ısındırıp birleştirmedi mi?”
Ensar cemaati: “Evet, yâ Resûlallah!” dediler. “Sen bizi karanlık içinde buldun; senin sâyende aydınlığa, nura kavuştuk! Sen, bizi bir ateş çukurunun başında buldun; senin sâyende ondan kurtulduk! Sen bizi dalâlet ve şaşkınlık içinde buldun; senin sâyende doğru yola kavuştuk! Bizler, Allah’ı Rab, İslamiyeti din, Muhammed’i (a.s.m.) de peygamber olarak kabul etmiş bulunuyoruz! Allah ve Resûlünün üzerimizdeki minnet ve nimetleri her şeyden üstündür; Allah ve Resûlüne minnettarız! Yâ Resûlallah, sen dilediğini yap!”[33]
Buna rağmen, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, sözlerine son vermedi. Gönüllerinde en küçük bir endişenin, en ufak bir kırgınlığın kalmasını istemiyordu. Sözlerine şöyle devam etti:
“Ey ensar cemaati! Siz isteseydiniz şöyle diyebilirdiniz ve muhakkak doğruyu söylemiş olurdunuz: ‘Sen, bize yalanlanmış olduğun halde geldin; biz, seni doğruladık! Sen, bize terk edilmiş olarak gelmiştin; biz, senden hiçbir yardımı esirgemedik! Sen, yurdundan kovulmuştun; biz sana kendi nefsimiz gibi baktık.’ Evet, böyle deseydiniz, muhakkak ben de sizi bu hususta tasdik ederdim!”
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, asıl söylemek istediğini şu veciz ve müessir cümlelerle ifade etti:
“Ey ensar cemaati! Bazı insanlar elde ettikleri dünyalıklar, develer, koyunlar ile çıkıp giderlerken, sizler Allah Resûlüyle beraber yurdunuza dönmeye râzı değil misiniz?”
Medineli Müslümanlar bu soruya haykırarak, “Evet, yâ Resûlallah! Biz, buna râzıyız!” cevabını verdiler.
Bu cevap üzerine Peygamber Efendimiz, mana âlemlerini bir anda değiştiren hitabesini şöyle bağladı:
“Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki eğer hicret fazileti olmasaydı, ensardan bir fert olmayı arzu ederdim!
“Allahım! Ensarın oğullarına, onların da oğullarının oğullarına acı ve merhamet et!”[34]
Fahr-i Kâinat Efendimizin bu samimi, bu muhabbet ve sevgi dolu sözleri karşısında, Medineli Müslümanlar, kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağladılar; öyle ki gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslattı!
Artık kesin kararlarını vermişlerdi: “Biz, ganimet payı olarak Resûlullah’a râzıyız; başka hiçbir şey verilmezse bile!”
Eşsiz bir ganimet hissesi!
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne işte böylesine müstesna bir ikna kabiliyeti ihsan etmişti. Bir taraftan en şiddetli düşmanlarını ruhlara tesir eden sözleriyle İslam’ın sînesine celbederken, diğer taraftan dostların kendisine karşı duydukları kırgınlıkları da bir çırpıda bir tek hitabesiyle gidebiliyordu!
Ci’râne’den Mekke’ye
Zilkade ayının bitmesine on iki gün kalmıştı.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Ci’râne’de bulunduğu zaman zarfında, içinde namazlarını eda ettiği mescide giderek orada namaz kıldı, duada bulundu, sonra da umre için ihrama girdi. Daha sonra Ci’râne’den ayrılarak, ashab-ı kiramla gece Mekke’ye girdi. Yol boyunca telbiye getiren Efendimiz, Beytullah’ı görünce telbiyeyi kesti. Sabahleyin ashabıyla birlikte Kâbe-i Muazzama’yı tavaf etti. Sonra da Safâ ve Merve arasında sa’y yaptı. Sa’yin yedinci devresinde Merve yanında başını traş etti.
Bu umrede Efendimiz, kurban kesmedi.[35]
Medine’ye Dönüş
Resûl-i Kibriya Efendimiz, artık Medine’ye dönmek niyetindeydi.
Bunun için, daha önce Mekke vâliliğine tayin ettiği Attâb b. Esîd’e aynı vazifeyi tekrar verdi. Muaz b. Cebel Hazretlerini de İslam’ı anlatmak ve Kur’an öğretmek üzere orada bıraktı.
Bundan sonra Mekke-i Mükerreme’den yola çıktı. Zilkade ayının bitmesine birkaç gece kala Medine-i Münevvere’ye kavuştu.
________________________________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 125.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 125; Taberî, Tarih, c. 3, s. 133.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 125.
[4] Peygamberimizin anneannelerinden Âtike, Sakiflerdendi.
[5] Vakidî, Megazi, c. 3, s. 928.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 158.
[7] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 80.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 158-159.
[9] Vakidî, a.g.e., c. 3, s. 932.
[10] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 81.
[11] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 81.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 127; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 133-134.
[13] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 159
[14] Vakidî, a.g.e., c. 3, s. 936.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 159.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 135.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152.
[18] Bir ukiyye, 1283 gramdır.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154.
[21] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 153; İbn Hişam, a.g.e., c. 4. s. 131.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 132; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 327
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 133; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 135.
[24] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 134; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 136.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 134.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 135; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 136.
[27] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 84.
[28] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 136-138; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152-153.
[29] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 720; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 3, s. 24.
[30] İbn Sa’d, a.g.e., c. 5, s. 449.
[31] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 139; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 246.
[32] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 10-141; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 76, 157, 201; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 142; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 76, c. 4, s. 42; Buharî, Sahih, c. 3, s. 69; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 142-143; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 77, 188; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 69; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 125; Taberî, Tarih, c. 3, s. 133.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 125.
[4] Peygamberimizin anneannelerinden Âtike, Sakiflerdendi.
[5] Vakidî, Megazi, c. 3, s. 928.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 158.
[7] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 80.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 158-159.
[9] Vakidî, a.g.e., c. 3, s. 932.
[10] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 81.
[11] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 81.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 127; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 133-134.
[13] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 159
[14] Vakidî, a.g.e., c. 3, s. 936.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 159.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 135.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152.
[18] Bir ukiyye, 1283 gramdır.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154.
[21] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 153; İbn Hişam, a.g.e., c. 4. s. 131.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 132; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 327
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 133; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 135.
[24] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 134; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 136.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 134.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 135; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 136.
[27] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 84.
[28] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 136-138; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152-153.
[29] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 720; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 3, s. 24.
[30] İbn Sa’d, a.g.e., c. 5, s. 449.
[31] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 139; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 246.
[32] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 10-141; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 76, 157, 201; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 142; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 76, c. 4, s. 42; Buharî, Sahih, c. 3, s. 69; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 142-143; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 77, 188; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 69; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154.