Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post


Hicret’in 10. senesinde İslam güneşi birçok beldede bütün haşmetiyle par­lamaya başlamıştı. Bu sırada Peygamber Efendimiz, İslamiyetin yayıldığı bü­tün beldelere vâliler ve zekât, sadaka tahsil memurları gönderdi. Necran, Had­ra­mut, San’a, Kinde, Sadif, Yemen, Zebid, Rima, Aden, Sahil, Cened [Ye­men], vâli ve zekât tahsil memurlarının gönderildikleri yerler arasındaydı.[1]

Muaz b. Cebel’in Yemen’e Gönderilişi

Peygamber Efendimiz, Müslüman beldelere vâli ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıradaydı.
Bir gün, sabah namazından sonra cemaate dönerek, “İçinizden hanginiz Ye­men’e gider?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir istekli çıktı; “Ben giderim, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.
Peygamber Efendimiz, hiçbir cevap vermeyip sustu.
Az sonra tekrar, “Hanginiz Yemen’e gider?” diye sordu.
Bu sefer Hz. Ömer ayağa kalktı; “Ben giderim, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.
Peygamber Efendimiz, Hz. Faruk’a da cevap vermeyip sustu.
Bir müddet bekledikten sonra tekrar, “İçinizden Yemen’e kim gider” diye sordu:
Muaz b. Cebel (r.a.) kalkıp, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben giderim!” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ey Muaz! Bu va­zife senindir!” bu­yurdu.
O sırada Yemen, üç vâliliğe ayrılmıştı. Hz. Muaz, vâliliklerin en büyüğü olan Cened Vâliliğine tayin edilmişti. Orada kadılık yapacak, halka İslamiyeti, Kur’an-ı Kerim okumayı öğ­retecek, Yemen ül­kesinde tahsil edilen zekât ve sa­dakaları da vazifelilerden teslim alacaktı.
Hz. Muaz, Medine’den ayrılacağı sırada Peygamber Efendimiz ona, “Sana herhangi bir dava halli için getirildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verir­sin?” diye sordu.
Hz. Muaz, “Allah’ın kitabındaki hükümlerle hüküm veririm!” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Eğer Allah’ın kitabında onunla ilgili bir hü­küm bulamaz­san neye göre hüküm verirsin?” diye sordu.
Hz. Muaz, “Re­sû­lul­lah’ın sünnetine göre hüküm veririm” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer, “Re­sû­lul­lah’ın sünnetinde de onunla il­gi­li bir hüküm bulamazsan ne yaparsın?” diye sordu.
Hz. Muaz, “O zaman, kendi görüşüme göre ictihad eder, hüküm veririm!” dedi.
Peygamber Efendimiz, bundan son derece memnun oldu. Bu memnuniye­ti­ni, “Allah’a hamdolsun ki Re­sû­lul­lah’ın elçisini, Re­sû­lul­lah’ın râzı olduğu şeye muvaffak kıl­dı!” buyurarak izhar etti.[2]

Pey­gam­be­ri­mizin Emir ve Tavsiyeleri

Yola çıkacağı sırada ise Peygamber Efendimiz, Hz. Mu­az’a şu emir ve tav­siyelerde bulundu:
“Sen, ehl-i kitap bir kavme gidiyorsun. Onları, bir olan Allah’a imana ve benim de Re­sû­lul­lah olduğuma şehâdete davet et. Eğer bunu kabul ederlerse, onlara, Allah’ın her gün ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Eğer bunu da kabul ederlerse, Allah’ın kendilerine, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek zekâtı farz kıldığını bildir. Eğer bunu kabul ederlerse, sakın malları­nın en kıymetlilerini alma! Mazlumun bedduasından sakın; çünkü bu dua ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur.”[3]
Bu sırada Muaz b. Cebel Hazretleri de, Efendimizden bazı tavsiyelerde bu­lunmasını istedi:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Bana tavsiyelerde bulun.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Her ne halde ve nerede olursan ol, Allah’tan kork!” buyurdu.
Hz. Muaz, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bana biraz daha tavsiyede bulun” de­di.
Peygamber Efendimizi bu sefer, “Günahın arkasından hemen haseneyi [iyi­lik ve hayır] yetiştir ki onu yok etsin!”
Hz. Muaz, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bana tavsiyeni artır” diye dileğini tekrarladı:
Peygamber Efendimiz, “İnsanlara, güzel ahlâkla muamele et!” buyurdu.[4]
Resûl-i Ekrem Efendimizin, Hz. Muaz ve beraberinde gönderdiği Ebû Musa el-Eş’arî’yi uğurlarken de son tavsiyesi şu oldu:
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Birbiri­nizle anlaşın, iyi geçinin; ihtilâfa düşmeyin!”[5]

HZ. ALİ’NİN YEMEN’E GÖNDERİLMESİ

(Hicret’in 10. senesi Ramazan ayı / Milâdî 631)

Bu tarihte, Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye, Yemen’ de bulunan Mezhic­le­re gidip onları İslamiyete davet etme vazifesini verdi. Hz. Ali’yle bir­likte üç yüz süvari vardı.[6]
Peygamber Efendimiz, uğurlayacağı sırada Hz. Ali, “Yâ Re­sû­lal­lah! Nasıl ya­pacağım?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Onların sahalarına girinceye ka­dar yürü; mıntıkala­rı­na girince, onları ‘Lâ ilâhe illallah’ demeye davet et. Eğer, ‘Lâ ilâhe illallah’ der­lerse, onlara namazı emret. Zekâtlarını da alarak, fakirlerine dağıt. Başka bir şey de isteme. Şunu da bil ki Allah’ın senin vasıtanla bir kimseye hidayet ih­san etmesi, sana, üze­rinde güneşin doğduğu her şeyden Allah’ın yanında da­ha hayırlı­dır. Onlar seninle çarpışmadıkça da sen onlarla çarpışma!”[7]diye bu­yurdu.
Hz. Ali, bu emir üzerine, maiyetindeki mücahitlerle Yemen mın­tıkasına var­dı. Kendisini karşılayan halkı Müslüman olmaya çağırdı. Halk, icabet et­meyip karşı koydu.
Bunun üzerine Hz. Ali, ordusunu düzene soktu ve onlarla çarpıştı. Müca­hit­lere karşı duramayan düşman, sonunda davete icabet etmeye mecbur kalıp, Müslüman olmayı kabul etti.
Reislerinden bazıları gelerek Müslüman olduklarını, bu arkalarında bulu­nan kabilelerinin de temsilcileri bulunduklarını bildirdiler. Zekâtlarını da geti­rip Hz. Ali’ye teslim ettiler.
Hz. Ali daha sonra, Veda Haccı sırasında gelip Pey­gam­be­ri­mize kavuştu.[8]

__________________________________________________
[1]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 246; Taberî, Tarih, c. 3, s. 167.
[2]İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 584; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5, s. 230; İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 199.
[3]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 233; Buharî, Sahih, c. 3, s. 73; Müslim Sahih, c. 1, s. 150; Tir­mi­zî, Sünen, c. 3, s. 21; İbn Mâce, Sünen, c. 1, s. 568.
[4]İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 194-195.
[5]Buharî, a.g.e., c. 3, s. 72.
[6]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 169; Taberî, Tarih, c. 3, s. 159; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 225.
[7]Vakîdi, Megazi, c. 3, s. 1079.
[8]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 320.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Kainatın Efendisi || Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) || Peygamberimizin Hayatı || Salih Suruç || Hadis Kütüphanesi


(Hicret’in 10. senesi Rebiülevvel ayı / Milâdî 631)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu tarihte Hz. Hâlid b. Ve­lid’i dört yüz mücahitle Yemen civarındaki Necran’da oturan Hâ­ris b. Ka’boğullarına gönderdi.[1]
Re­sû­lul­lah’ın Hâlid b. Velid’e emri şöyleydi:
“Onları üç gün İslam’a davet et. İcabet ederlerse, gerekeni yap; şayet icabet etmekten kaçınırlarsa, onlarla savaş!”[2]
Hz. Hâlid, emrindeki mücahitlerle Necran yakınına var­dı. Birkaç taraftan sü­vari elçiler göndererek Hâris b. Ka’boğullarını üç gün üst üste İslamiyete da­vet etti. Nec­ran halkı, sonunda davete icabet ederek Müslüman ol­du.[3]
Bunun üzerine, Hz. Hâlid, İslam’ın ahkâmını öğretmek üzere aralarında bir müddet kaldı. Sonra da durumu Resûl-i Ekrem Efen­dimize bir mektupla bil­dirdi. Mektubunda, ne yapması gerekti­ği­ni de soruyordu.

Pey­gam­be­ri­mizin Hz. Hâlid’e Cevabı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hâlid’in mektubuna şu cevabı yazıp gön­derdi:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Re­sû­lul­lah Muhammed’den Hâlid b. Velid’e...
“Allah’ın selamı üzerine olsun!
“Senden (yaptığından) dolayı, kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a hamdederim!
“Elçinin getirdiği mektubunu aldım. Mektubunda, Hâris b. Ka’boğullarının karşı koymadan Müslüman olduklarını, tek bir şerîki olma­yan Allah’a iman et­tiklerini, Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet getirdik­lerini, Allah’ın onları doğru yola hidayet ettiğini haber veriyorsun!
“Onları, Allah ve Resûlünün emirlerine göre hareket ettikleri takdirde, ahi­ret nimetleriyle müjdele; aykırı hareket ettikleri takdirde, ahiret azabıyla kor­kut!
“Artık dön, gel! Onların elçileri de seninle birlikte gelsin!
“Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi üzerine olsun!”[4]

Hâlid b. Velid’in, Benî Haris Heyetiyle Medine’ye Gelmesi

Resûl-i Ekrem Efendimizin emri üzerine Hz. Hâlid, Hâris b. Ka’boğulla­rın­dan bir heyetle Medine’ye geldi. El­çiler, Hz. Re­sû­lul­lah’­ın huzu­runa çıkıp Müslüman olduk­larını haber verdiler.
Peygamber Efendimiz, Benî Hâris b. Ka’blara, elçiler ara­sın­da bulunan Kays b. Husayn’ı vâli ve kumandan tayin etti.
Elçiler, Medine’de bir müddet kaldıktan sonra, Resûl-i Ekrem Efen­dimizin verdiği hediyelerle yurtlarına döndüler.[5]

________________________________________________
[1]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 239; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 339; Taberî, Tarih, c. 3, s. 156.
[2]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 239; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 339.
[3]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 239; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 339; Taberî, Tarih, c. 3, s. 156.
[4]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 239-240; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 156.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 239-240; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 157.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Kainatın Efendisi || Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) || Peygamberimizin Hayatı || Salih Suruç || Hadis Kütüphanesi


(Hicret’in 10. senesi Rebiülevvel ayının 10. günü Salı)

Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, bütün insanlara karşı bir şefkat ve merhamet kaynağını andırıyordu. Mini mini yavrulara, şipşirin çocuklara karşı ise bambaşka bir muhabbet, apayrı bir şefkat besliyordu. Hele kendi çocukla­rına karşı adeta bir şefkat ve sevgi deryasıydı.
Hz. Hatice’den dünyaya gelen iki oğlu Kàsım ve Abdullah’ı, henüz Mek­ke’de iken ve bebek yaşta ebedî âleme uğurlamıştı. Onların ebedî âleme göçüy­le mübarek kalpleri oldukça teessür duymuştu. Fakat Hz. Mâriye’den sev­gili oğlu İbrahim’in dünyaya ge­lişi onu bir derece teselli ediyordu. Bu se­beple, bu biricik oğlunu faz­lasıyla seviyordu. Mübarek elleriyle başını okşuyor, kucağına alıp göğsüne basarak bu sevgi ve şefkatini izhar ediyordu.
Evet, şefkat, “rahmet-i İlâhiyye’nin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cil­ve­rindendir.” Şefkatin en şirini de evlada karşı duyulanıdır. Çocuk ise, Cenab-ı Hakk’ın, anne babaya muvakkaten teslim edilmiş bir emanetidir.
İşte, Resûl-i Kibriya Efendimiz, her emanet gibi, bu ema­nete kar­şı da gere­ken alâkayı esirgemiyordu. Çocuğunu, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin bir cilvesi olarak görüyor ve onun için seviyor, bağrına basıyordu.
Hz. İbrahim, 16. ayına henüz ayak basmıştı.
Bu sırada Peygamber Efendimiz, onun hastalandığı haberini aldı. Sevgili oğlunun annesi Hz. Mâriye ile birlikte oturdukları bağ içindeki evine gitti.
Peygamber Efendimiz, hasta yatan nurtopu oğlunun gözlerinde eski par­lak­lığı ve hareketli bakışları göremiyordu. Gürbüz ve hareketli İbrahim, bir anda sessiz, sâkin ve dünyadan küsmüş gibi duruyordu. Bu haliyle ebedî âleme yol­cu olduğunu adeta ifade etmek istiyordu.
Bunu fark eden Efendimiz, kucağında tuttuğu sevgili oğlunun yavaş yavaş kayan gözlerine bakarak, “Allah’ın takdirine karşı elden ne gelir, ey İbrahim?” diye buyurdu.
Az sonra İbrahim, fani dünyaya gözlerini yumdu.
Bu esnada Efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı.
Hz. Abdurrahman b. Avf, “Yâ Re­sû­lal­lah! Siz de mi ağlı­yor­su­nuz? Böyle ağ­lamaktan halkı menetmemiş miydiniz?” deyince, Efendimiz şöyle buyur­dular:
“Ey İbni Avf! Ben size günah ve ahmaklığın ifadesi olan iki ağlayış ve bağı­rışı yasakladım: Nimete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışından ve musibet ve felâket sırasındaki bağırışıyla yüz göz tırmalamak, üst baş yırt­mak­tan... Benim bu ağlamam ise, şefkatin eseridir, acı­madan ibarettir. Merha­met etmeyene, merhamet edilmez!”[1]

“Göz Ağlar, Kalp Üzülür”

Peygamber Efendimiz, yukarıdaki dersinden sonra da gözyaşlarına hâkim olamadı. Gözleri yaşla dolunca, “Göz yaş döker, kalp tees­sür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söy­lemeyiz”[2]buyurdu ve ilave etti: “Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın, bizi fazlasıyla mah­zun etti!”[3]
Bir erkek evlada doyamamanın hasretli gözyaşlarını akı­tan Efen­dimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak, “Ey dağ! Eğer ben­deki üzüntü sende olsaydı, muhakkak, yıkılmış, gitmiştin! Fakat biz, Allah’ın bize emrettiğini söyleriz: ‘İnnâ lil­lah ve innâ ileyhi râciûn.’”[4]

Kabri Başında

Teçhiz ve tekfininden sonra, en mûtena ve mübarek eller üzerinde Hz. İb­ra­him Bâkî Kabristanı’na götürüldü. Efen­dimiz orada cenaze namazını kıl­dır­dı.
Kabir hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz, kabirde bir delik gör­dü. Kabri kazanın dikkatini çekti ve oranın kapatılmasını emretti.
Kabirci, “Yâ Re­sû­lal­lah! O delik mevtaya ne zarar verir, ne de fayda!” de­yin­ce, Kâinatın Efendisi şu dersi verdi:
“Evet, o, ölüye fayda da vermez, zarar da; ancak dirinin gözüne zarar verir, onu rahatsız eder! Allah, kul bir iş yapınca onu mükem­mel yapmasını ister.”[5]
Bundan sonra Hz. İbrahim kabre kondu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, müba­rek elleriyle gözyaşları arasında kabrin üzerine toprak serpti, su serpti.

Pey­gam­be­ri­mizin Müslümanları İkazı

Hz. İbrahim’in vefat ettiği gün güneş tutulmuştu.
Halk bunun, onun vefatıyla ilgili olduğunu sanarak, “İb­rahim’in ölümü se­bebiyle güneş tutuldu!” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz bunu duyunca, Mescid-i Şerif’e vardı ve Allah’a hamd ve senâdan sonra ashab-ı kirama şu dersini verdi:
“Ey insanlar! Biliniz ki güneş ve ay, Allah’ın kudret alâmetlerinden ikisidir. Bir kimsenin vefatı veya birinin hayatı sebebiyle tutulmazlar. Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescitlere sığınınız; onlar açılıncaya kadar da Allah’a dua ediniz, namaz kılınız!”[6]

Bir İşaret

Hz. İbrahim’in ölümüyle Peygamber Efendimizin çocuklarından sadece kızı Fâtıma hayatta kalmış oluyordu. Bu da onun neslinin hikmete binaen erkekten değil, kadından devam edeceğinin ifadesiydi. Böylece, “Muhammed, erkekle­rinizden hiçbirinin babası değildir; fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur”[7]ayet-i kerimesinin işarî manası da anlaşılmış oluyordu: “Bir kı­sım, şu ayetten şöyle bir işaret-i gaybiyeyi fehmeder ki: Peygamberin (a.s.m.) evlad-ı zükûru [erkek çocukları], ricâl derecesinde kalmayıp, ricâl olarak nesli bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız ‘ricâl’ tâbirinin ifadesiyle nisânın [ka­dınların] pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam ede­cektir. Felil­la­hil­hamd, Hz. Fâtı­ma’­nın (r.anha) nesl-i Mübareki, Hasan ve Hüseyin gi­bi iki nu­rani silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvet’in mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar.”[8]


__________________________________________________________
[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 138.
[2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 138; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1808.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 138; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1808.
[4]Belâzurî, Ensabü’l-Eşref, c. 1, s. 452.
[5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 142.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 142; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 630.
[7]Ahzab, 40.
[8]Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 384.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Kainatın Efendisi || Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) || Peygamberimizin Hayatı || Salih Suruç || Hadis Kütüphanesi

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget