Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Huneyn Harbi’nde Müslümanlar karşısında hezimete uğrayan Sakifliler, yurtları olan Taif’e gidip sığınmışlardı; şehrin kapılarını üzerlerine kapayarak, savaşmaya hazırlanmışlardı.
Burası, şirkin son sığınaklarından biriydi. Bir daha iman ve İslam’a karşı koyacak cesareti kendisinde bulama­yacak bir şekilde başı ezilmeliydi. Havazin ve Sakiflileri Müslümanlara karşı ayaklan­dıran Mâlik b. Avf da gelip buraya sı­ğınmıştı. Onun da yakalanıp hakettiği cezaya uğratılması gerekiyordu!
Bu sebeple Peygamber Efendimiz, mücahitlerle birlikte Ta­if’e doğru yol al­maya başladı. Burasını çok iyi biliyordu. Seneler önce, burada hayatının en acı ve acıklı günlerini yaşamıştı. Taiflileri İslam’a davet etmeye gelmişken, onlar kendisini taşa tutmuşlar, kan revan içinde bırakmışlardı.
İslam ordusu kısa zamanda Taif önlerine vardı. Fakat Sa­kifliler kuvvetli ka­lelerine kapanmışlar ve bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak bol mik­tarda yiyecek stoğu da yapmışlardı.
Bu surları yarıp şehre dalmak elbette mümkün değildi. Bu sebeple Resûl-i Ekrem, şehri muhasara altına aldı. Ordugâh surlara çok yakın kurulmuş oldu­ğundan, mücahit­ler düşmanın yağmur gibi oklarına maruz kaldılar. Bu ara­da birkaç mücahit de atılan oklarla şehit oldu.[1]
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, ordugâhı surlardan uzaklaştırdı ve bugünkü Taif Mescidi’nin yanına nakletti.[2]Bu arada, yanında bulunan hanımlarından Hz. Üm­mü Seleme ile Hz. Zeyneb için iki çadır kuruldu. Resûl-i Ek­rem, na­mazla­rını bu iki çadır arasında kılar ve orada otu­rurdu. Sakifliler, Müslü­man olduktan sonra burada bir mescit yapacaklar ve adına da “Sariye Mes­cidi” di­yecekler­dir.[3]
Muhasara esnasında çarpışma, karşılıklı şiddetli ok atışlarıyla devam etti.

Mancınık Kurularak Taiflilerin Taşa Tutulması

Muhasaranın uzadığını ve Sakiflilerin teslim olmaya niyet­li görünmedikle­rini anlayan Peygamber Efendimiz, bu sefer mancınık kurulup düşmanın taşa tutulması hususunda mücahitlerle işti­şâ­re­de bulundu.
Selmân-ı Fârisî Hazretleri, “Ben de bunu uygun görürüm! Çünkü biz Fars ül­kesinde düşman kalelerine mancınık dikerdik; onlar da bize karşı mancınık­lar dikerlerdi. Böy­lece, birbirimizi yenmemiz mümkün olurdu! Mancınık ku­rul­madığı zamanlarda uzun müddet beklemek zorunda kalırdık” diye fikir beyan etti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu teklifi güzel karşıladı ve man­cınık yapılma­sı­nı emretti. Emri yerine getirildi. Daha önce orduda bulunanlarla birlikte man­cı­nıkların sayısı üç oldu. İslam ordusunda ayrıca iki debbade [sığır deri­sin­den yapılmış kuvvetli araba] vardı.
Mücahitler bu debbadelerin altına girerek şehir kalesine yaklaş­mak ve du­varını kazıp delmeyi denedilerse de, bunda başarılı olama­dılar. Zira, düşman askerleri tarafından atılan ok­lar, kızgın demir parçaları ve şişler, bu derileri de­lip ilerlemelerine mani oluyordu. Hatta bu arada İslam ordusu şehit de verdi.

Üzüm Asmalarını Kesmeye Teşebbüs

Muhasara uzuyor ve arzu edilen netice elde edilemiyordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir başka tedbire başvurdu: Düş­manı, iktisadî baskı altına almak için, şehrin dı­şındaki, Taif­li­le­rin ileri gelenlerine âit, kaliteli ve nâdir üzümler yetiştiren bağ ve bah­çelerinin tahrip edilip kesileceğini duyurdu ve kesilmesini mücahitlere emretti!
Tek geçim kaynakları olan bağ ve bahçelerinin kesildiğini gören Sakifliler, telâşa kapıldılar ve Pey­gam­be­ri­mize, “Ey Muhammed! Mal­larımızı neden ke­siyorsun? Bizi yenersen, ya onları alırsın yahut da dediğin gibi Allah’ın rızasını ve akrabalık[4]hakkını gözeterek bize bırakırsın!” diye seslendiler.[5]
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben, bağınızı, Allah rızasını ve akrabalık hakkını gözeterek bırakıyorum!” dedi ve üzüm asmalarının kesilme­sini menetti.[6]
Bu arada, kahraman sahabe Hz. Hâlid b. Velid ortaya atılarak, düşmandan çarpışacak er diledi. Fakat düşmanda bu yolda hiçbir hareket görülemedi. İçle­rinden biri, Hz. Hâlid’in er dilemesine şu cevabı verdi:
“Bizden hiçbiri seninle çarpışmak üzere kaleden inmeyecektir. Biz, kale­miz­de oturmaya devam edeceğiz; çünkü yıllarca bize yetecek yiyecek stoğumuz var! Eğer bu yiyecekler tükenir ve sen de o zamana kadar beklemeyi göze alır­san, o takdirde hepimiz kılıcımızı sıyırır, senin karşına çıkar ve son ne­fe­si­mize ka­dar seninle çarpışırız!”[7]

Yeni Bir Taktik

Kuşatma uzadıkça uzuyordu. Sakiflilerinse kaleden çıkıp göğüs göğüse çar­pışmaya niyetleri yoktu. Teslim olmayı da düşünmüyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, bir başka tedbire başvurdu. “Kaleden inip yanımıza gelen ve Müslüman olan köle, hürdür!” diye ilan ettirdi.[8]
Bu ilan üzerine yirmiye yakın köle kaleden indi ve İslam ordusuna katılıp Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz de onları azat etti; sonra da hepsini ha­li vakti yerinde olan Müslümanlara teslim ederek, onlara Kur’an okutmala­rını ve sünnetleri öğretmelerini emretti.
Sakifliler, Müslüman olduklarında, bu kölelerin kendilerine geri verilmesini Pey­gam­be­ri­mizden isteyecekler, Pey­gam­be­ri­miz ise, “Onlar, Allah’ın azat et­miş olduğu kimselerdir; sizlere geri veremem!” buyurarak isteklerini reddede­cektir.[9]

Uyeyne b. Hısn’ın İkiyüzlülüğü

Bir ara Uyeyne b. Hısn huzura çıkarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! İzin ver de gidip on­larla konuşayım, onları İslamiyete davet edeyim. Olur ki Allah onlara hida­yet ihsan eder!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz izin verince, Uyeyne çıkıp Taiflilerin yanına gitti; Peygamber Efendimize söylediklerinin tam aksine onlara, “Vallahi, Muham­med hiçbir zaman sizin gibisiyle karşılaşmadı. Kaleleriniz korunmaya müsait­tir. Direnmenize devam ediniz!” dedi.
Bundan sonra dönüp geldi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ey Uyeyne! Onlara neler söyledin?” diye sordu.
Uyeyne hiç bozuntuya vermeden, “Onları Müslüman olmaya davet ettim! ‘Muhammed, sizi teslim almadıkça geri çekilmeyecektir. Kendiniz için ondan eman alınız’ dedim!” diye konuştu.
Uyeyne sözlerini bitirince, Peygamber Efendimiz hiddetle, “Yalan söylü­yor­sun! Sen onlara, şöyle şöyle söyledin!” dedi ve onun söy­lemiş olduğu söz­leri teker teker nak­letti.
Kızarıp bozaran Uyeyne af diledi: “Doğru söylüyorsun, yâ Re­sû­lal­lah! Söy­lediklerimden dolayı Allah’tan affımı dilerim! Pişmanım. Allah’a tevbe ediyo­rum!”[10]
O sırada Hz. Ömerü’l-Faruk, “Yâ Re­sû­lal­lah! Müsaade buyur da, götürüp şu­­nun boynunu vurayım!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hayır! Ashabımı öldürüyorum diye, insanlar hakkımda söz ederler!”[11]diye buyurdu.

Resûl-i Ekrem’in Rüyası

Bu arada, Peygamber Efendimiz bir rüya gördü. Rüyasında ken­di­lerine bir kap tereyağı ikram ediliyor, bir horoz ise gagasıyla kabı devirip içindeki yağı döküyordu.
Efendimiz rüyasını anlatınca, Hz. Ebû Bekir, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sanırım, Taif­li­ler hakkında umduğun şeye bugünlerde eremeyecek­sin!” dedi.
Peygamber Efendimiz de aynı kanaatte idi; “Buna, ben de imkân görmüyo­rum!” buyurdu.[12]

Muhasaranın Kaldırılması

Resûl-i Ekrem, Taif’i fethetmenin o anda kendisine nasip olamayacağını ar­tık anlamıştı. Bundan sonraki bekleme, vakit kaybet­mek­ten başka bir işe yara­mayacaktı.
Bu arada ashabına, şimdilik kendilerine Taif’i fethetme izni verilmediğini de duyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer gelerek, “Göç etmeye hazırlanmaları, hal­ka duyu­rulacak mıdır?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Evet...” diye buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, Müslümanlara Taif’i terk etme hazırlıklarına geç­melerini ilan etti. Hz. Ömer, o arada bir de, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sakifliler aleyhinde dua etsen olmaz mı?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Allah, onlar aleyhinde dua etmeye de izin ver­me­di” buyurdu; sonra da, “Siz hemen göç etmeye bakınız” di­ye emretti.[13]
Fakat mücahitlerin bir kısmı, netice almadan buradan ayrılmak istemi­yor­du; hatta “Taif’i fethetmeden nereye gideceğiz?” dedikleri de duyuluyordu.
Bu mücahitler, gidip Hz. Ebû Bekir’e başvurdular. Hz. Sıd­dık onlara, “Bu işi, Allah ve Resûlü daha iyi bilir! Emir, Re­sû­lul­lah’a gök­ten gelir” diyerek ce­vap verdi.
Bunun üzerine Hz. Ömerü’l-Faruk’un yanına vardılar, onunla ko­nuştular. Hz. Ömer ise, onlara şu cevabı verdi:
“Biz, Hudeybiye Hadisesi’ni gördük. Hudeybiye’de içime, Allah’­tan başka­sına malum olmayan bir şüphe girmişti. O gün, Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.), hiç söy­le­mediğim sözlerle başvurdum. Az kal­sın, ev halkım ve malım mahvolup gi­de­cekti! Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.), Allah ta­rafından yaptığı işte bizim için hayır vardı. Halk için, Hudeybiye Sulhü’nden daha hayırlı bir fetih olmamıştır. Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) Pey­gamber olarak gönderildiği günden Hu­dey­biye’de sulh şart­la­rı­nın yazıldığı güne kadar Müslüman olanlardan da­ha çok kimse, kı­lıç kul­la­nıl­madan Müslüman oldular! Re­sû­lul­lah’­ın yaptığı işte ha­yır vardır! Ben, o Hu­deybiye işinden sonra, hiçbir zaman, hiçbir iş hak­kında ona dönüp itiraz ede­mem. Bu iş Al­lah’ın işidir; O, dilediğini Peygamberine vahyeder!”[14]
Peygamber Efendimiz, umumî kanaatin, Taif’te bir müddet kalmak yö­nünde olduğunu fark edince, mücahit­le­re, “Öyle ise, yarın sabah çarpışmaya hazır olunuz!” diye buyurdu.
Sabah olunca, çarpışmaya girdiler. Ancak bu çarpışma, yara almalarından başka hiçbir işe yaramadı. Bundan öteye bir netice elde edemeyeceklerine artık ken­dileri de kanaat getirdiler. Peygam­ber Efendimiz tekrar, “İnşallah yarın dö­ne­ceğiz!” deyince sevin­diler. Hemen göç hazırlıklarına başladılar. Pey­gam­be­ri­miz, onların bu haline tebessüm buyurdu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla otuz gün kadar süren bir kuşatmadan sonra Taif’ten ayrıldı.
Sakifliler, mücahitleri fazlasıyla uğraştırmış, yormuş, yaralamış ve on dört kadar Müslümanı da şehit etmişlerdi. Bu sebeple, ayrıldıkları sırada, Peygam­ber Efendimizden Sa­kif­liler aleyhinde dua etmesini istediler. Fakat âlemlere rah­met olarak gönderilen Peygamber Efen­di­miz, ellerini açarak, “Allahım, Sakiflilere doğru yolu göster; onları bize getir!” diye dua etti.[15]
Kâinatın Efendisi, öylesine engin bir merhamet duygusuna, öylesine bitmez tükenmez bir şefkat deryasına sahipti ki en azılı düş­man­larının bile mahvol­masına gönlü râzı olmuyor, bilâkis onların da İslam ve iman nuruyla mânen hayat bulmasını istiyor ve bunu Yüce Rabbinden niyaz ediyordu.

Ci’râne’ye Dönüş

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kuşatmayı kaldırdıktan sonra mücahit­lerle bir­likte Huneyn ve Evtâs’ta alınan ganimetlerin muhafaza edildiği Ci’râne mev­kiine dönmek üzere Taif’ten ayrıldı.

Süraka b. Cu’şum’un Müslüman Olması

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Taif’ten Ci’râne’ye doğru yol alıyordu. Bu sırada Efendimize doğru birinin yaklaşmakta olduğu fark edildi. Müslü­manlar onu tanıma­dıklarından buna mani oldular. Hatta art niyetli biri olabilir zannıyla, “Sen nereye gidiyor, ne yapmak istiyorsun?” diyerek üzerine yürü­mek bile istediler.
Müslümanların kendisini Peygamber Efendimize yaklaş­tırmayacağını anla­yınca, hicret esnasında Hz. Ebû Bekir’in kendisi için yazmış olduğu yazıyı iki parmağının arasına alarak kaldırdı. “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu, benim için yazdığın yazıdır. Ben, Süraka b. Cu’­şum’­um!” dedi.
Peygamber Efendimiz, onu tanıdı. “Bugün, verilen sözü yerine getirme ve iyilik yapma günüdür!” buyurduktan sonra Müslümanlara, “Onu, bana yak­laştırınız” diye emretti.
Efendimizin huzuruna varan Süraka, şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Süraka der ki:
“Re­sû­lul­lah’a, ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Kendi develerim için doldurduğum havuzla­rımın başını yitirilmiş develer sararlar. Havuzumdan onları sulasam, bana ecir ve sevab var mıdır?’ diye sordum. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), ‘Evet... Her ciğeri olanı sulamakta, insana ecir ve sevab vardır’ buyurdu. Bundan başka bir şey sorma­dım. Sonra kavmimin yanına vardım. Mallarımın zekâtını ayırıp Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) gönderdim.”[16]

Ganimet ve Esirler

Yoluna devam eden Efendimiz, Ci’râne mevkiine geldi.
Mücahitlerin bu çarpışmalarda elde ettikleri ganimet ve esir sayısı oldukça fazlaydı. Esir alınan kadın ve çocuk sayısı altı bini buluyordu.[17]
Alınan ganimet malları ise, yirmi dört bin deve, kırk bin davar ve dört bin ukiyye[18]gümüş idi.[19]
Resûl-i Ekrem, Havazinlilerin gelip Müslüman olabilecekleri ihtimalini göz önün­de bulundurarak, esirlerin taksimine hemen başlamadı. Bu arada, saha­be­nin birini Mekke’ye göndererek, esirler için elbiseler getirtip hepsini giy­dir­di.[20]
On geceden fazla beklediği halde, Havazinlilerin gelmediğini görünce, esir­leri Müslümanlar arasında bölüştürdü.

Havazin Heyetinin Gelişi

Esirlerin mücahitler arasında taksim edilmesi işi henüz yeni bitmişti ki Ha­va­zinlilerden bir heyet çıkageldi ve Peygamber Efendimize, Müslüman ol­duk­la­rını, yurtlarındaki halkın da İslamiyeti kabul ettiklerini haber verdi.[21]
Havazinliler, Resûl-i Ekrem Efendimizin süt annesi Ha­lîme’nin mensup ol­duğu kabile idi. Yani, Allah Resûlüne dadılıkta bulunmuş bir kabile idi. Bunu ileri sürerek kendilerine lütufkâr davranılmasını, mal ve esirlerinin geri veril­mesini istediler.
Resûl-i Ekrem onlara, “Ben, tevbe edip gelirsiniz diye, ganimet ve esirleri bölüştürmeyi uzun müddet tehir ettim! Fakat siz artık çok geç kalmış sayılırsı­nız. Esirleri, mücahit­ler arasında taksim etmiş bulunuyorum. Onları size tek­rar iade etmem oldukça zor bir iştir!” dedi.
Bu konuşmasından sonra da onları iki şey arasında serbest bıraktı: İsterlerse mallarını, isterlerse kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.
Havazinliler, kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hisseme ve Ab­dül­mut­ta­liboğulları hissesine düşenleri size geri veriyorum” buyurdu; sonra da, “Öğle namazını kıldırdığım zaman, ayağa kalkarak, ‘Biz kadınlarımız ve çocuklarımız husu­sunda Allah Resûlünün Müs­lümanlar nezdinde, Müs­lümanların da Allah Re­sûlü nezdinde şefaatini diliyoruz’ diye konuşursunuz. Ben de hissemi bağışla­dığımı tek­rarlar, Müslümanların da bağış­lamasını isterim!” diye tavsiyede bu­lundu.
Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldırınca, Ha­va­zin­li­ler yapılan tav­siye üzerine ayağa kalkarak, Hz. Re­sû­lul­lah ve Müslümanlardan esirlerinin bağışlamasını talep ettiler.
Resûl-i Ekrem, halkın huzurunda yüksek sesle hissesine ve Ab­dül­mut­ta­liboğulları hissesine düşen esirleri bağışladığını tekrarladı. Bunu duyan muha­cir ve ensarın hep­si de kendilerine düşen esirleri bağışladılar.[22]
Böylece, Resûl-i Kibriya’nın mübarek dillerinden dökülen bir iki cümleyle, bir anda altı bin civarındaki esir kadın ve çocuk serbest bırakıldı.
Bu hadise, hem Nebiyy-i Muhterem Efendimizin engin şefkat ve merhame­tini göstermek, hem de Müslümanların ona mutlak bağlılıklarını aksettirmek bakımından şâyan-ı dikkattir.

Mâlik b. Avf’ın Müslüman Olması

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Havazinlilere kadın ve çocuklarını geri verdik­ten sonra, “Mâlik b. Avf ne yapıyor?” diye sordu.
Havazin temsilcileri, “Kaçıp, Taif Kalesi’ne sığındı. Şim­di, Sa­kif­li­lerin ya­nın­da bulunuyor” dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ona haber veriniz ki eğer Müslü­man olur, yanıma gelirse, kendisine ev halkını ve malını geri verir, ayrıca da yüz deve ihsan ederim” buyurdu.[23]
Heyet, haberi kendisine götürünce, Mâlik, çıkıp Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldi ve Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem, vadettiği şekilde hem kendisine ma­lı­nı ve aile halkını teslim etti, hem de yüz de­ve ihsanda bulundu. Resûl-i Kib­riya Efendimiz, yüz deve ihsanından başka, düne kadar en şiddetli düşmanı olan Mâlik b. Avf’ı, kabilesinden Müslüman olanlar üzerine bir de vâli tayin ede­rek taltif etti.[24]
İnsanları güzel davranışları, tatlı sözleri ve bol bol ihsan ve iltifatları ile gö­nülden fetheden Efendimizin bu ihsanı karşısında Mâlik b. Avf da, “İnsanlar ara­sında Muham­med’in bir benzerini şimdiye kadar ne görmüşüm, ne de işit­mişim! Kendisinden ihsan edil­me­si istenildi mi, fazlasıyla verir. İstediğin tak­dirde, yarın meydana gelen hadiselerden de sana haber verir”[25]diyerek gönlü­nün fethedildiğini ifade etti.
Bir ay kadar önce Müslümanlara karşı büyük bir ordu ha­zırlamış olan Mâ­lik b. Avf, o andan itibaren İslam’ın emir ve hizmetindey­di.

Ganimetlerin Taksimi

Esirlerin sahiplerine iadesinden sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ganimetle­rin taksimine başlayacaktı.
O sırada bedevîlerden bir kısmının, “Yâ Re­sû­lal­lah, deveden, davardan ga­nimetlerimizi bölüştür” diyerek, Efen­di­mizi rahatsız ettikleri ve ridâsından çe­kiştirdikleri gö­rül­dü. Bedevîler o derece ileri gittiler ki Efendimiz bir ağa­ca da­yanmak zorunda kaldı. Bu hareket karşısında Kâinatın Efendisi, “Siz, Allah’ın size nasip ettiği ganimeti ara­nızda bölüştürmeyeceğimi mi zannediyorsunuz? Vallahi, ganimet malları Tihamen’in ağaçları sayısınca bile ol­saydı, hiç­bir cim­ri­likte ve korkaklıkta bulunmadan onları aranızda bölüştürürdüm!” diye ko­nuş­tu; sonra da, eline bir deve tüyü alıp, herkesin görebileceği şekilde par­mak­la­­rı arasında tutarak kaldırdı ve “Ey insanlar! Vallahi, sizin ganimetiniz­den beş­­te bir dışında, bana şu tüy kadar bile geçmiş bir şey yoktur! Beşte bir pay da, gerektiğinde yine siz­lere harcanıyordur!” buyurdu.[26]Bundan sonra, ga­ni­met mallarını saydırdı ve herkesin hissesine düşeni dağıttırdı.

Müellefe-i Kulûb’a Yapılan İhsan

Ci’râne’de bulunan İslam ordusunda, Mekke’nin fethi günü Müs­lüman ol­muşlardan iki bin kadar yeni iman etmiş kimseler yanında, henüz İslam’la şe­reflenmemiş Mek­ke ileri gelenlerinden de birçok kimse vardı. Yeni iman et­mişlerin imanlarının sâbitleştirilmesi, imandan mahrum bu­lunanların ise İs­lam’a gönüllerinin ısındırılması için, Pey­gamber Efendimiz bir usûle başvurdu.
Bilindiği gibi, ganimetin beşte biri Peygamber Efendimizin tasarrufundaydı. Beytü’l-Mâl nâmına alınan beşte birden istediği ve lü­zum gördüğü yere sarfe­derlerdi.
İşte, yukarıda zikrettiğimiz sebep ve gayeye binaen, yeni Müslüman ol­muşları memnun etmek ve Müslümanlığa henüz pek ısın­ma­mış Ku­reyş ileri gelenlerinin gönlünü İslam’a ısındırmak için beşte bir ganimetten onlara faz­laca verdi.
Ku­reyş Reisi Ebû Süfyan’a, oğlu Yezid ve Muaviye’ye yüzer deve ve kırkar ukiyye gümüş ihsanında bulundu. Böylece, Ebû Süfyan ve oğulları, toplam üç yüz deve ve yüz yirmi ukiyye gümüş almış oluyorlardı. Böylesine büyük bir kerem ve ihsana mazhar olan Ebû Süfyan, “Anam babam sana feda olsun! Sen ne kadar cömert ve iyilik seversindir! Seninle harp ettiğimiz zamanlarda da sen ne kadar güzel harp ederdin! Seninle sulh yaptığımız zamanlarda da sen ne kadar güzel bir sulhçü idin! Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!” diyerek, Efendimizin cö­mertlik ve ihsanseverliğini dile getirdi.[27]
Bunun yanında, Resûl-i Ekrem, Ku­reyş ileri gelenlerin­den bir kıs­mına iki yüz, bir kısmına yüzer, diğer bir kısmına da ellişer deve ihsan etti.[28]

Safvan b. Ümeyye’nin Müslüman Olması

Safvan b. Ümeyye, Pey­gam­be­ri­mize ve Müslümanlara şiddetli düş­manlık ve muhalefette bulunanlardan biri idi. Hatta Mekke’nin fethi günü, görüldüğü yer­de vurulması emredilenler arasında ismi yer alıyordu. Fakat o da gönlü şef­kat deryasını andıran Efendimize iltica edince, affa uğramıştı. Müslüman ol­ma­sı için de iki ay mühlet istemiş, Peygamber Efendimiz ise ona dört ay müh­let vermişti!
O da İslam ordusuna katılmıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin Ci’râne’de ganimetleri kontrol ettiği bir sıra­daydı. Gözü bir anda, henüz Müslüman olmamış Safvan’a takıldı. O, deve ve koyunlarla dolu vadiye gözünü dikmiş, dikkatlice ba­kıyordu.
Bu dikkatli bakışı, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin mübarek gözlerinden kaçmadı ve gönlünde yatanı sezmesine kâfi geldi.
“Ebû Vehb! Vadi pek mi hoşuna gitti?” diye seslendi.
Safvan, “Evet...” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz, “O halde, o vadi, içindekilerle beraber senin ol­sun!” buyurdu.
Safvan, birden şaşırdı; kulaklarına adeta inanamıyordu. Hayatında kendi­sinden istenen hiçbir şey için “Hayır” demeyen Kâinatın Efendisinin bu ihsanı, cömertliği ve keremi karşısında hayret içinde bir müddet bekledikten sonra, “Peygamber kalbinden başka hiçbir kimsenin kalbi, bu kadar temiz, iyi ve cö­mert olamaz!” diyerek, kalbinin fethedildiğini ifade etti.[29]
Safvan, artık kendini, İslam nurunun, nübüvvet güneşinin câ­zibesine kap­tırmıştı. Orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Böylece, senelerin İslam düşmanı Safvan b. Ümeyye, Müslüman olması için aldığı dört ay mühletin henüz birinci ayı bitmişken, kendini Müslümanlar sa­fında buluyordu!
Müslümanlığını sâlih amellerle güzelleştiren Safvan, bu ihsanın âleminde yaptığı tesiri sonradan şöyle dile getirecektir:
“Allah Resûlü, bana bu ihsanda bulununcaya kadar, insanlar arasında ken­disine en çok kin beslediğim bir kimse idi. Ama bu ihsandan sonra, insanların bana en sevgilisi olmuştu!”[30]
Bu hadise, Resûl-i Kibriya Efendimizin, insanları tanıma ve ona göre mua­melede bulunma san’atında ne derece mâhir olduğunu açıkça gösteren bir mi­sâldir. İnsanları kazanmada, bazen bir iltifatı, bazen bir tatlı sözü, bazen bir te­bessümü ve gülümsemesi, bazen güzel bir hareketi ve bazen de bir ihsanı yeti­yordu! Onun bu ciheti bile başlıbaşına bir tetkik konusu teşkil eder. Bu tetkik yapıldığı zaman görülecektir ki Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muhammed (a.s.m.), dost kazanma sırrını, insanların gönlünü fethetmenin kanun ve kaide­lerini ta bin dört yüz küsur sene önce eşsiz bir şekilde sözleri, hareketleri ve davranışları ile ortaya koymuştur.
Bir bakış, bir işaret, bir söz, bir tebessüm, bir hareket ile insanları kendine mu­sahhar edebilmek, insanoğlunun örnek alması gere­ken bir haslet-i Ne­be­vî’dir.

Sahabelerden Gelen İtiraz

Peygamber Efendimizin, Müslümanlığa henüz pek ısınmamış ve yeni Müs­lüman olmuş kimselerin ruh dünyasına tesir etmek üzere başvurduğu bu tat­bi­katın gerçek sebep ve hikmetini bilmeyen bazı Müslümanlar, rahatsızlık duy­du­lar. Onlar, bu hareketle, Müslüman olmamış veya yeni Müslüman ol­muş­la­rın kendilerine tercih edildiği, adeta kendilerinden üstün tutulduğu zan­nına ka­pılmışlar­dı. Ne var ki Resûl-i Ekrem Efendimiz, asla böyle bir dü­şün­ceyle ha­reket etmemişti.
Nitekim tasarrufunda hür olduğu beşte bir hisseden Müel­lefe-i Kulûb’a bol ihsanda bulunduğu sırada, huzurlarına ashaptan Sa’d b. Ebî Vakkas çıkmış ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Cuayl b. Sürâka dururken, siz tutup Uyeyne b. Hısn ve benzer­le­rine yüzer deve verdiniz!” de­mişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, şikayetin mâhiyetini çok iyi anlamıştı. Evet, as­haptan Cuayl, gerçekten maddî cihetten oldukça fakirdi; ama iman cihetinde zengindi. İtirazın bu cihetten geldiğini bildiğinden, Resûl-i Ekrem, Sa’d Haz­retlerine şu cevabı vermişti:
“Vallahi, Uyeyne ve Akra gibilerle yeryüzü dolsa, Cuayl yine onların hep­sinden hayırlı ve daha faziletli olur! Ancak ben, onları İslam’a, imana ısındır­mak için bu tarz hareket ediyorum! Cuayl’ı, tereddütsüz bağlı bulunduğu Müs­lümanlığına ve ahirette kendisi için hazırlanmış bulunan mükâfatlarına havâle ediyorum!”[31]

Ensardan Bazı Kimselerin Konuşmaları

Peygamber Efendimizi asıl üzen, Medineli Müslümanların bazılarından duyduğu sözlerdi. O ensar ki Kâinatın Efendisi kendilerine olan bağlılık ve sevgisini, “Benim hayatım sizin hayatınızladır; ölümüm de sizin ölümünüzle­dir!” diyerek dile getirmişti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, daha düne kadar İslam’a ve Müslümanlara bü­tün şiddetleriyle düşman olan, din uğrunda en küçük bir fedakârlıkta bulun­mayan, bu yolda hiçbir zahmet ve meşakkat çekmemiş olan kimselere bolca ih­sanda bulunuyordu. Ashabı düşündüren buydu. Nebiyy-i Muhterem Efendi­mizin bu davranışının gerçek hikmetini anlayamadıklarından do­layı da üzülü­yorlar ve bu üzüntülerini tavırlarıyla belli ediyorlardı. Hatta bazıları, hoşa gitmeyecek sözler de sarf ediyorlardı.[32]
Ensardan bazı kimselerin duyduğu bu üzüntü ve kırgınlığı, Resûl-i Ekrem Efendimize, Sa’d b. Ubâde Hazretleri ulaştırdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, ensarı bir araya toplayarak, onlara, “Ey ensar topluluğu! Söy­le­me­meniz gereken bazı nâhoş sözleri söy­lediğinizi işittim. Sizler şöyle şöyle de­mişsiniz!” diye hitap etti.
Bu hitap karşısında ensardan bazıları özür beyan ettiler: “Yâ Re­sû­lal­lah! Bunları biz değil, birtakım gençlerimiz söylemişlerdir!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, buna rağmen sözlerine devam etti: “Ey ensar! Siz­ler yollarınızı şaşırmış kimseler iken ben yanınıza gelmedim mi? Allah, be­nim vasıtamla sizlere hidayet ihsan etmedi mi? Sizler fakir ve yoksul iken, Al­lah be­nim vasıtamla sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşman idiniz. Allah be­nim vasıtamla kalpleri­ni­zi birbirine ısındırıp birleştirmedi mi?”
Ensar cemaati: “Evet, yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Sen bizi karanlık içinde bul­dun; senin sâyende aydınlığa, nura kavuştuk! Sen, bizi bir ateş çukurunun ba­şında buldun; senin sâyende ondan kurtulduk! Sen bizi dalâlet ve şaşkınlık içinde buldun; senin sâyende doğru yola kavuştuk! Bizler, Allah’ı Rab, İsla­mi­yeti din, Muhammed’i (a.s.m.) de peygamber olarak kabul etmiş bulu­nuyoruz! Allah ve Resûlünün üzerimizdeki minnet ve nimetleri her şeyden üstündür; Allah ve Resûlüne minnettarız! Yâ Re­sû­lal­lah, sen dilediğini yap!”[33]
Buna rağmen, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, sözlerine son vermedi. Gönülle­rinde en küçük bir endişenin, en ufak bir kırgınlığın kalmasını istemiyordu. Sözlerine şöyle devam etti:
“Ey ensar cemaati! Siz isteseydiniz şöyle diyebilirdiniz ve muhakkak doğ­ruyu söylemiş olurdunuz: ‘Sen, bize yalanlanmış olduğun halde geldin; biz, seni doğruladık! Sen, bize terk edilmiş olarak gelmiştin; biz, senden hiçbir yar­dımı esirgemedik! Sen, yurdundan kovulmuştun; biz sana kendi nefsimiz gibi baktık.’ Evet, böyle deseydiniz, muhakkak ben de sizi bu hususta tasdik eder­dim!”
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, asıl söylemek istediğini şu veciz ve müessir cümlelerle ifade etti:
“Ey ensar cemaati! Bazı insanlar elde ettikleri dünyalıklar, develer, koyun­lar ile çıkıp giderlerken, sizler Allah Resûlüyle beraber yur­dunuza dönmeye râzı değil misiniz?”
Medineli Müslümanlar bu soruya haykırarak, “Evet, yâ Re­sû­lal­lah! Biz, bu­na râzıyız!” cevabını verdiler.
Bu cevap üzerine Peygamber Efendimiz, mana âlemlerini bir anda değişti­ren hitabesini şöyle bağladı:
“Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki eğer hicret fazileti olmasaydı, ensardan bir fert olmayı arzu ederdim!
“Allahım! Ensarın oğullarına, onların da oğullarının oğullarına acı ve mer­hamet et!”[34]
Fahr-i Kâinat Efendimizin bu samimi, bu muhabbet ve sevgi dolu sözleri karşısında, Medineli Müslümanlar, kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağ­ladılar; öyle ki gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslattı!
Artık kesin kararlarını vermişlerdi: “Biz, ganimet payı olarak Re­sû­lul­lah’a râzıyız; başka hiçbir şey verilmezse bile!”
Eşsiz bir ganimet hissesi!
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne işte böylesine müstesna bir ikna kabiliyeti ihsan etmişti. Bir taraftan en şiddetli düşmanlarını ruhlara tesir eden sözleriyle İslam’ın sînesine celbederken, diğer taraftan dostların kendisine karşı duy­dukları kırgınlıkları da bir çırpıda bir tek hitabesiyle gidebiliyordu!

Ci’râne’den Mekke’ye

Zilkade ayının bitmesine on iki gün kalmıştı.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Ci’râne’de bulunduğu zaman zarfında, içinde namazlarını eda ettiği mescide giderek orada namaz kıldı, duada bulundu, sonra da umre için ihrama girdi. Daha sonra Ci’râne’den ayrılarak, ashab-ı ki­ramla gece Mekke’ye girdi. Yol boyunca telbiye getiren Efendimiz, Beytul­lah’ı görünce telbiyeyi kesti. Sabahleyin ashabıyla birlikte Kâbe-i Muazzama’yı ta­vaf etti. Sonra da Safâ ve Merve arasında sa’y yaptı. Sa’yin yedinci devresinde Mer­ve yanında başını traş etti.
Bu umrede Efendimiz, kurban kesmedi.[35]

Medine’ye Dönüş

Resûl-i Kibriya Efendimiz, artık Medine’ye dönmek niyetindeydi.
Bunun için, daha önce Mekke vâliliğine tayin ettiği At­tâb b. Esîd’e aynı va­zifeyi tekrar verdi. Muaz b. Cebel Haz­ret­lerini de İslam’ı anlatmak ve Kur’an öğ­retmek üzere orada bıraktı.
Bundan sonra Mekke-i Mükerreme’den yola çıktı. Zilkade ayının bitmesine birkaç gece kala Medine-i Münevvere’ye kavuştu.

________________________________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 125.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 125; Taberî, Tarih, c. 3, s. 133.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 125.
[4] Peygamberimizin anneannelerinden Âtike, Sakiflerdendi.
[5] Vakidî, Megazi, c. 3, s. 928.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 158.
[7] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 80.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 158-159.
[9] Vakidî, a.g.e., c. 3, s. 932.
[10] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 81.
[11] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 81.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 127; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 133-134.
[13] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 159
[14] Vakidî, a.g.e., c. 3, s. 936.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 159.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 135.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152.
[18] Bir ukiyye, 1283 gramdır.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154.
[21] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 153; İbn Hişam, a.g.e., c. 4. s. 131.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 132; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 327
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 133; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 135.
[24] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 134; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 136.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 134.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 135; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 136.
[27] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 84.
[28] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 136-138; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152-153.
[29] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 720; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 3, s. 24.
[30] İbn Sa’d, a.g.e., c. 5, s. 449.
[31] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 139; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 246.
[32] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 10-141; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 76, 157, 201; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 142; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 76, c. 4, s. 42; Buharî, Sahih, c. 3, s. 69; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 142-143; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 77, 188; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 69; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


(Hicret’in 8. yılı 5 Şevval Cumartesi / Milâdî 27 Ocak 630)

Mekke’nin fethiyle Ku­reyş’in hemen hemen tamamı İslami­yetle şereflen­mişti. Fetih, aynı zamanda civar kabileler, bilhassa Ku­reyş­li­lere taraftar bulu­nan kabileler üzerinde müspet te­sirler bırakmış ve onların İslam ve Müslü­man­lara karşı gönüllerinde sevgi dolu sıcak bir alâka duymasına sebep ol­muş­tu. Bu ciddi alâka, onların bundan böyle Resûl-i Ekrem safında yer ala­cakla­rı­nın bir işareti sayılıyordu.
Bununla birlikte gönülleri hâlâ bu sıcak ilgiden mahrum bulunan ve mah­ru­miyetten sıyrılmak arzusu taşımayanlar da vardı: Sakif ve Havazin kabile­leri, bun­ların başında yer alıyordu. Bunlar, eskiden beri Pey­gam­be­ri­miz ve Müs­lü­man­lara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla biliniyorlardı. Birçok Arap ka­bilesi ge­lip Resûl-i Ekrem’e sadâkat elini uzattığı halde, bunlar düşmanlıklarını bir tür­lü yenemiyorlardı. O civarın en güçlü kabileleri oluşu kendilerini aldatı­yor ve yersiz bir gurura sevk­ediyordu.
Resûl-i Ekrem, Mekke’yi fethedip Ku­reyşlilerle birlikte birçok kabilenin de gönlünü kazanınca, bunların endişeleri daha da kabardı. Büyüyen endişeleri, onları, hazırlanıp Mekke üzerine yürüme kararını almaya kadar götürdü. Ga­yeleri, Pey­gam­be­ri­mizin üzer­lerine gelmesine fırsat tanımadan Mekke’ye ansı­zın baskında bulunmaktı.
Bu maksatlarını, her iki kabilenin ileri gelenleri, kendi aralarında yaptıkları konuşmalarla izhar ediyorlardı: “Mu­hammed’­in bizimle savaşmaya gelmesine herhangi bir engel kalmamıştır. En uygun olan, o üzerimize yürümeden, bizim onun üzerine yürümemizdir!”[1]
Nitekim kısa zamanda etraftaki bazı kabilelerin de katılmasıyla Havazinli­le­rin lideri Mâlik b. Avf’ın kumandasında yirmi bin kişilik bir ordu teş­kil ettiler. Ku­mandan Mâlik b. Avf, askerlerin cesaretle çarpışmaları, dönüp geri kaçma­ma­ları için bütün kadın, çocuk ve davarların da orduya katılmasını temin et­mişti.
Yirmi bin kişilik düşman ordusu, kadınları, çocukları ve hayvanlarıyla, ge­lip Evtâs mevkiinde karargâhını kurdu.[2]

Pey­gam­be­ri­mizin Durumu Haber Alması

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Havazin ve Sakiflilerin İslam topraklarına sal­dırmak için bir araya geldiklerini haber alınca, derhal Abdullah b. Ebî Hadred’i bilgi almak üzere düşman topluluğun arasına gönderdi.
Tebdil-i kıyafetle düşman ordusu arasında birkaç gün dolaşan bu sahabe, gereken bilgileri topladı. Ordu kumandanı Mâlik b. Avf’ın diğer kumandan­lara söylediği şu sözleri bizzat kulağıyla duydu:
“Bu, Muhammed’in son çarpışması olacaktır. Onun şimdiye kadar karşılaş­tığı kimseler, harp bilgisinden mahrum bulunan kimselerdi. Onun için onlara galebe çalıyordu.
“Seher vakti olunca, hayvanlarınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı arkanızda sıralayacaksınız! Sonra askerleri sıralayacaksınız!
“Müslümanlarla karşılaşınca hücuma kalkacaksınız!
“Kılıçlarınızın kınlarını kırınız ve tek bir adam gibi hep birden saldırınız! Biliniz ki zafer ilk saldırıya geçenindir!”
Bu bilgileri topladıktan sonra, görevli sahabe, Mekke’ye döndü ve Pey­gam­be­ri­mize duyduklarını olduğu gibi haber verdi.

Pey­gam­be­ri­mizin, Ordusunu Hazırlaması

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendi aleyhinde böyle büyük bir ordunun top­landığını haber alınca, onları yerinde bastırmak için süratle hazırlığa geçti.
Bu arada, yanında zırhlar ve silahlar bulunan, henüz Müslüman olmamış Safvan b. Ümeyye’ye, “Ey Ebû Ümey­ye! Yarın gidip düşmanla karşılaşacağız! Şu silahlarını bi­ze emanet olarak ver!” dedi.
Safvan, “Yâ Muhammed! Zorla almak, geri vermemek üze­re mi istiyor­sun?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Hayır... Emanet olarak, kırılan ve yitirilenleri taz­min etmek üzere istiyorum!” buyurdu.
Bunun üzerine Safvan, yüz tane zırh ile onlara yetecek silah ver­di; hatta bunları harp yerine kadar taşımayı da Efendimizin teklifiy­le üzerine aldı.[3]
Peygamber Efendimiz, Mekke’nin fethi günü Müslüman olan ve henüz yir­mi yaşında bir genç olan Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vâli tayin etti. İslam ve Kur’an’ı öğretmek üzere de Muaz b. Cebel Hazretlerini şehirde vazifelen­dir­di.[4]

İslam Ordusunun Mekke’den Ayrılışı

Tarih, Hicret’in 8. senesi Şevval ayının beşinci günü idi.
On iki bin kişilik İslam ordusu, Hz. Re­sû­lul­lah’ın kumandasında Mek­ke’den, düşmanın toplandığı mevkiye doğ­ru hareket etti. Ordunun iki bi­nini Mekkeliler teşkil edi­yordu. Ayrıca orduda seksen kadar da müşrik vardı. Ku­reyş’in birçok ileri geleni bu seksen kişinin arasında bulunu­yor­du. Maksat­ları, hangi tarafın galip geleceğini bizzat görmek ve elde edilen ganimetten isti­fade etmekti.
Peygamber Efendimiz, o âna kadar böylesine kalabalık bir ordu­nun başında yola çıkmış değildi. Fakat o, sadece kalabalığın zafer getirmeyeceğini bili­yordu. Zaferi ihsan edenin de, hezimete uğratanın da Cenab-ı Hak olduğunun, insanın sadece zaferi netice verecek sebepleri mükemmel bir şekilde hazırla­makla vazifeli bulunduğunun derin idraki içindeydi. Bu sebepledir ki bu kadar kalabalık, azametli ve ihtişamlı bir ordunun başında bulunmasına rağmen, tav­rında en küçük bir büyüklenme sezilmiyordu.
Ancak bu muhteşem kalabalığa güvenen bazı mücahit­ler şöyle dediler:
“Artık bugün azlık yüzünden mağlup olmayız!”[5]
Hâlbuki onlar, Allah’ın yardımıyla, birçok kere az bir kuvvetle kendilerin­den hem sayıca hem silahça kat kat üstün bulunan birçok kalabalığı mağlup etmişlerdi. Bedir Zaferi, bunun apaçık bir misâliydi; Hendek ve Mu’te, bunun gözle görünür örnekleriydi. Buna rağmen, sanki zaferleri getiren tek unsurun kalabalık insan yığınları olduğu havasında konuşmuşlardı!
Haliyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu sözden hoşlanmadı ve bu­nu tavrıyla ihsas etti.

Huneyn’e Varış

Şevval ayının 11’i Salı günü idi.
Resûl-i Ekrem, ordusuyla inişli çıkışlı, birçok dar geçidi ve gizli yolu bulu­nan Huneyn vadisine vardı.
Seher vakti, ordusunu saf düzenine koydu. Bayraktar ve sancaktarlara bay­rak ve sancaklarını teslim etti.
Muhacir Müslümanların sancağı Hz. Ali’nin, bayrakları ise Sa’d b. Ebî Vak­kas ile Hz. Ömer’in elinde bulunuyordu. Ensar Müslüman­ların iki sancağın­dan birini Hübab b. Mün­zir, diğerini ise Üseyd b. Hudayr taşıyordu.
Hâlid b. Velid’in (r.a.) kumandasındaki Süleymoğulları, İslam ordusunun öncü kuvvetlerini teşkil ediyorlardı.
Resûl-i Ekrem, tedbirde asla kusur etmiyordu. Düldül’ün üzerinde bulunu­yordu. Sırtına iki zırh gömlek, başına takye giymiş ve takyenin üzerine ise miğfer geçirmişti.[6]
Herkesten ziyade yüce yaratıcısından korkan, herkesten fazla ibadet ve taate düşkün bulunan Fahr-i Âlem Efen­dimiz, Cenab-ı Hakk’ın “Adetullah” tâbir edilen hayattaki maddî ka­nunlarına da herkesten ziyade riayet ediyor, onlara uymada gayet titiz davranıyordu. Düşman karşısındaki bu vaziyetiyle de bu durumunu açıkça ortaya koyuyordu. Allah’ın hıfz ve inayeti altında bu­lunmasına rağ­men, herkes bir zırh giymişken o iki zırh giyiyor ve başın­da­ki takyesinin üzerine de miğfer geçiriyordu.

İlk Çarpışma

Sabahın alacakaranlığı henüz çevreye hâkimdi.
Pey­gam­be­ri­miz, düşmanı gafil avlamak maksadıyla, ordusuna Huneyn va­disine inme emrini verdi. Vadiye, önce düşmanın tertibat ve harekâtından ha­bersiz olan Hz. Hâlid, emrindeki öncü kuvvetlerle daldı. Bu dalışla birlikte, vadinin iki hâkim yerinde pusu kurmuş düşmanın oklarına hedef oldular. As­kerî manevraya elverişli olmayan dar vadide, ok yağmuru mücahitleri şaşkına çevirdi. Etrafın henüz karanlık olması ise işi bütün bütün güçleştiriyordu. Ne­ye uğradıklarını anlamayan mücahitler, geri çekilmek zorunda kaldılar. Öncü kuvvetlerin geri çekilişini, orduya gönüllü olarak katılan Mekkeli yeni Müslü­manların geri çekilişi takip etti. Geri çekilme, artık bir nevi bozguna dönme is­tidadı gösterir gibi oldu.
Durum oldukça nâzik, manzara oldukça acıklı ve ibretli idi.
Hz. Re­sû­lul­lah’ın etrafında sadece yüz kadar mücahidin bulunduğu görü­lüyordu. Düşman ise yirmi bin kişilik kuvvetiyle o tarafa doğru ilerliyordu. Efendimiz, iki tarafından kaçışan mücahitlere, “Ey insanlar! Nereye gidiyorsu­nuz? Bana doğru geliniz! Ben, Allah’ın Resûlüyüm! Ben, Muhammed b. Ab­dullah’ım!” diye sesleniyordu.
Harp meydanı bir ana baba gününe dönmüştü. Develer birbirine giriyor, at kişnemeleri toza dumana karışarak etrafa korku saçıyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, herkesin kendisini bırakıp gerisingeri kaçtığı, düşman kuvvetlerin ise sel gibi üzerine akıp geldiği bu sırada Düldül’ün üze­rinde bir cesaret âbidesi gibi duruyordu. Tek adım geri çekilmediği gibi, zerre kadar korku eseri de göstermiyor, cesaretini, ümit ve metanetini kaybetmi­yordu. Bu kan ve ateş deryasında böylesine sebat ederek durmak, düşmanın yirmi bin kişilik kuvvetine karşı mukavemet göstermek, ancak o kahramanlar kahramanının şânı idi.

Kalplerdeki Kin ve Düşmanlığın Açığa Vurulması

İslam ordusunun böylesine beklenmedik bir bozgunla karşı karşıya kalması ânında Ku­reyşlilerden bazı kimseler ileri geri konuşmaya başladılar.
Ebû Süfyan b. Harb, “Bu bozgunun, denize kadar arkası alınmaz!” dedi.
Safvan b. Ümeyye, o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Ebû Süfyan’ın bu sözlerinden hoşlanmadı. “Ağzına taş toprak dolsun senin!” diye karşılık verdi.
Yine o sırada Safvan b. Ümeyye’nin kardeşi gelip ona, “Müjdeler olsun! Bu­gün sihir bozuldu, tesirini kaybetti!” deyince, Safvan b. Ümeyye’den şu cevabı aldı:
“Sus! Allah senin ağzını yırtsın! Bana Havazinlilerden birinin hâkim olma­sından, Ku­reyşli birinin hâkim olması daha hoş gelir.”
Süheyl b. Amr ise, “Muhammed ve ashabı, bir daha topar­lanamaz­lar, sava­şa­mazlar” diye konuştu.
Henüz yeni Müslüman olmuş Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Böyle söylemen doğru değil!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
“İşler, ancak Allah’ın elindedir; Muhammed’in elinde bir şey yoktur. Bugün savaş onun aleyhinde ise, yarın muhakkak onun lehinde olacaktır!”
Süheyl, İkrime’nin bu sözlerini hayretle karşıladı: “Sen, daha önce, bu söz­lerin tersini söyler, dururdun!”
İkrime şu cevabı verdi:
“Vallahi, biz, uygun olmayan şeyler üzerinde ısrar ediyormuşuz. Aklımızı çalıştırmamış, ne zarar ve ne de fayda veren birtakım taşlara tapmış durmu­şuz!”[7]

Cenab-ı Hakk’ın, Pey­gam­be­ri­mizi Bir Suikastten Koruması

Bu bozgun sırasında Ku­reyşlilerin henüz Müslüman olmayanlarından, Peygamber Efendimizin hayatını ortadan kaldırmayı düşünenler bile oldu. Şey­be b. Osman, bunlardan biri idi.
Uhud Harbi’nde babası öldürülmüş, içi intikam ve kinle doluydu. Kılıcını sıyırdı. Sağ tarafından Peygamber Efendimize doğru varmak istedi. Bu sırada sağında amcası Hz. Abbas’ın, elinde pırıl pırıl parlayan kılıcıyla durduğunu gördü. “Amcası oradayken ben yanına varamam” diyerek Peygamber Efendi­mizin sol tarafına geçti. Oradan hücum etmek istiyordu. Fakat o tarafında da amcası­nın oğlu Ebû Süfyan b. Haris’in durduğunu gördü. “Amcasının oğlu da onu yardımsız bırakmaz” diyerek bu sefer Efendimizin arka­sından yanına varmak istedi. Efendimize oldukça yaklaşmıştı. Kılıcını kaldırmak istedi. Kılı­cını kal­dırıp vur­ması için de hiçbir engel kalmamıştı. Tam o esnada ara­la­rında birdenbire bir ateş yalımı peydâ oldu. Şeybe birden ürper­di, korktu. Ateş ya­lımının kendisini yakıp kavuracağını sandı. Korkusundan gözlerini elleriyle kapayıp geri çekildi. Ancak o zaman, Pey­gam­be­ri­mizin Allah tarafından ko­runduğunu anlamıştı!
Geri çekildiği sırada, Resûl-i Kibriya Efendimiz, ona doğru mübarek başını çevirip gülümsedi ve “Ey Şeybe! Yanıma gel!” buyurdu.
Kâinatın Efendisinin hayatına kastetme cesaretini kendisinde az evvel bulan Şeybe, o anda tir tir titriyordu; kalbi korkuyla ürperiyordu. Efendimizin yanına geldi. Pey­gam­be­ri­miz, mübarek ellerini göğsüne koydu ve “Allahım, bundan şeytanın vesvese ve desiselerini gider!” diye dua etti.
Bir anda Şeybe’nin kalbindeki intikam ve kin duygusu yok oluvermiş, ye­rini imana ve Pey­gam­be­ri­mize karşı sevgiye terk etmişti. O ânı Şeybe, “Vallahi, elini göğsümden kaldırmamıştı ki Allah’ın ya­ratıklarından ondan daha sevgili olan bir kimse kalmamıştı” diyerek ifade eder.
Daha sonra Peygamber Efendimiz, “Ey Şeybe! Haydi, artık kâfir­lerle savaş!” diye buyurdu.
Şeybe der ki:
“Re­sû­lul­lah’ın önünde kılıç vurup savaştım. Vallahi, canımla ve her şeyimle onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da babamla karşılaşsaydım; hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm!”[8]
Böylece, “Gerek Arap gerekse Arap olmayanlardan Mu­ham­med’e tâbi ol­madık hiç kimse kalmasa bile, ben yine ona tâbi olmam!” diyen biri daha, Hz. Re­sû­lul­lah’ın ge­tir­diği nurun câzibesinden kendisini kurtaramayıp İslam’ın saadetli sînesine kavuşmuş oluyordu.

İslam Ordusu Toparlanıyor

Etrafında bir avuç mücahitle kalan Resûl-i Ekrem, düşmanın bir sel gibi üze­rine akıp gelmekte olduğunu görünce onlarla çarpışmak için boz Düldül’ü mahmuzlamak istiyor, ancak amcası Hz. Abbas, Düldül’ün dizginini, Ebû Süfyan b. Haris ise üzengisini tutup buna mani olmaya çalışıyordu.
Bu dehşetli hengâmede, Resûl-i Kibriya, Düldül’ün dizginini tutan amcası Hz. Abbas’a, “‘Ey ensar cemaati! Ey Semûre Ağacı’nın altında bîat etmiş bulu­nan sahabeler topluluğu! Neredesiniz?’ diye seslen!” emrini verdi. Hz. Ab­bas, gür sesiyle nidâ etti.[9]
Gür sadâ, dalga dalga vadiyi çınlattı. Kaçan mücahit­ler, durdular. Etraf ala­cakaranlıktan sıyrılıp aydınlığa kavuştuğu gibi, mücahit­ler de yüreklerini kap­la­yan ürkeklik­ten sıyrılıp kendilerine geldiler. Zihinlerinde artık şimşekler ça­kı­yordu: “Nereye gidiyoruz? Re­sû­lul­lah’ı kime terk edip gidiyoruz?”
Sanki daldıkları derin bir uykudan uyanır gibi olmuşlardı. Resûl-i Ekrem’e verdikleri vaatleri bir anda hatırlıyorlar ve toparlanmaya başlıyorlardı. Kaçan ayaklar, şimdi kan ve ölüm deryasında cesaret âbidesini andıran Pey­gam­be­ri­mizin etrafına koşuşuyordu! Uhud’da da aynı durum vuku bulmuştu. O za­man da Resûl-i Kib­riya’nın cesareti, metaneti, düşman karşısındaki sebatı, İs­lam ordusunu çok daha feci bir duruma düşmekten kurtarmıştı!
Bir anda Efendimizin etrafını saran mücahitler, kılıçlarını sıyırıp cesaret ve var güçleriyle düşmanın üzerine saldırdılar. Kılıç şakırtılarına, mücahitlerin tekbir sa­dâ­ları karıştı. Düşman bir anda dehşet ve korku içinde kaldı.
Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Dücâne gibi kahraman sahabeler, o dehşetli hengâ­mede Resûl-i Kibriya’nın önün­de düş­mana göğüslerini siper ederek çar­pışıyorlardı. Hz. Ali, çevikliği ve cesaretiyle düşman askerlerinin cesaretini kı­rıyordu.
Harbin bu en şiddetli ânında Fahr-i Âlem, üzerinde bulunduğu Düldül’ün üzengisine basarak, dikildi ve “İşte, şim­di fırın tutuştu, harp kızıştı!”[10]diye bu­­yurdu; sonra da dehşetli manzarayı seyrederek, “Ben, Allah’ın Resûlüyüm. Yalan yok!”[11]diye seslendi.
Bu sözleriyle o, peygamberlikle yalanın bir araya gelemeyeceğini ifade edi­yordu ve bütün kalbiyle Allah’ın va­det­tiği yardımına inandığını haykırıyordu. Bu sesleniş, sabrın ve sebatın mükâfatı olan zaferin müjdesiydi!
Bu arada, Hz. Ali ile Ebû Dücâne (r.a.), düşman bayraktarlarından birini ye­re serdiler. Bayraktarlarının yere se­rildiğini gören Ha­va­zinliler, korkmaya baş­ladılar.

Pey­gam­be­ri­mizin Duası

Mücahitleri çarpışma şevkinin sardığı, düşmanın da ürkmeye başladığı bir anda, Resûl-i Ekrem Düldül’ünden indi ve Yüce Rabbine şöyle yalvardı:
“Allahım, bize, yardımını indir! Muhakkak sen, onların bize galip gelmesini istemezsin!”[12]
Cenab-ı Hakk’a böylesine gönülden yalvarıp zafer niyaz eden Efendimiz, sonra da eline bir avuç kum aldı, “Yüzleri kara olsun!” diyerek düşman asker­lerine doğru attı.[13]
O anda, Resûl-i Zîşan Efendimizin bir mucizesi olarak, düşman askerlerin­den gözlerine bu bir avuç kumdan dolmadık hiç kimse kalmadı!
Artık düşman ordusunda bozgun başlamıştı!
Meleklerin mücahitlerin imdadına gelmesi ise, düşman askerin geri kalan çarpışma güçlerini de alıp götürdü ve gerisingeri kaçmalarını sağladı.
Hz. Abbas, o ânı sonradan şöyle tasvir edecektir:
“Vallahi, Re­sû­lul­lah’ın, çakıl taşlarını (kumu) onlara doğru savurmasından sonradır ki güçlerini yitirdiklerini, işlerinin tersine döndüğünü gördüm! So­nunda Allah, onları bozguna uğrattı. Allah Resûlünün, Düldül’ü tepip onları ta­­kibe koyulduğunu, hâlâ gözlerimle görür gibiyim!”[14]
Cenab-ı Hak, mücahitlerin gönlünde meydana gelen bir anlık bozgun bu­rukluğundan sonra ihsan ettiği parlak zaferi, Kur’an-ı Kerim’inde şöyle beyan buyurur:

“Şüphe yok ki Allah, size birçok savaş yerinde zafer verdi ve Huneyn gü­nünde size yardım etti. O vakit, Hu­neyn’­de çokluğunuz size güven vermişti de, bir fayda ol­ma­mıştı. Yeryüzü o genişliğiyle başınıza dar gelmişti. Son­ra da bozularak arkanıza dönmüştünüz.
“Sonra Allah, Resûlünün ve mü’minlerin üzerine rahmetini indirdi, görme­diğiniz (meleklerden) ordular indirdi de, küfredenleri azaplandırdı. İşte bu da, kâfirlerin cezasıdır.”[15]
Bozguna uğrayan düşman ordusu, birkaç kısma ayrılarak savaş meydanını üzgün üzgün terk etti. Bir kısmı Taif’e gitti, bir kısmı Evtâs’ta toplandı; diğer bir kısmı ise, Nahle taraflarına doğru yol aldı.

Şehit ve Ölü Sayısı

Çarpışma sonunda, Müslümanların dört şehit, düşmanın ise yetmiş ölü ver­diği görüldü.
Düşman, harp meydanına çoluk çocuğuyla geldiği için, geride esir olarak bir­çok kadın ve çocuk da bıraktı. Bu savaşta, mücahit­lere, o âna kadar elde ede­medikleri bol mik­tarda ganimet kalmıştı.

Bir Kadirşinaslık Örneği

Alınan esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin süt kardeşi, Sa’doğul­la­rın­dan Şeyma da vardı. Kendisine karşı yapılan bazı sert hareketler üzerine, “Bilin ki ben Efendinizin süt kardeşiyim!” diyerek bu sert davranışla­rından vazgeçmelerini söyledi. Ancak mücahitler, sözünde doğru olup olma­dığını öğ­renmek için onu alıp huzur-u Risâlete getirdiler.
Şeyma, “Yâ Muhammed! Ben, senin süt kardeşinim!” deyince, Efendimiz, “Bunu neyle ispatlarsın?” diye sordu.
Şeyma, “Omuzumda bulunan diş iziyle; ki onu sen ısırmıştın!” dedi.[16]
İzi gören Kâinatın Efendisi, süt kardeşi Şeyma’yı tanıdı. Kendisiyle Sa’doğulları yurdunda koşuştukları, oynadıkları, gezdikleri Şeyma idi bu! İn­san kadrini çok iyi bilen, kendisine yapılan en ufak bir yardım ve iyiliği seneler sonra da olsa unutmayan Kâinatın Serveri, süt kardeşi olan bu çocukluk arka­daşına ridâsını serip üzerinde oturttu. Bir anda, o çocukluk günleri hafızasında canlandı. Göz­leri dolu dolu oldu. Sonra da süt anne ve babasını sordu. Şeyma, onların ikisinin de çoktan ölüp gittiklerini söyledi.
Daha sonra Şeyma’ya, “İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur; ister­sen, faydalanacağın bazı mallar verip, seni kavmin ve kabilenin yanına döndü­reyim.”
Şeyma’nın cevabı şu oldu:
“Sen bana mal verip, beni kavmimin yanına döndür!”[17]
O sırada Müslüman olan[18]Şeyma’ya, Pey­gam­be­ri­miz, bir erkek, bir de ka­dın köle verdi; sonra da Ci’râne mevkiine gidip beklemesini söyledi. Taif dö­nü­şünde ise, ona ve aile halkından hayatta bulunanlara deve ve davarlar verdi.

Düşmanın Takip Edilmesi

Resûl-i Kibriya Efendimiz, bozguna uğrayan Havazin­lilerin takip edilme­sini mücahitlere emretti. Ordunun ön­cü kuvvetlerini yine Süleymoğulları teş­kil ediyordu ve Hâ­lid b. Velid’in kumandası altında bulunuyorlardı.
Takip esnasında Resûl-i Ekrem Efendimiz bir kadın cesedine rastladı. Kadı­nın Hâlid b. Velid tarafından öldürül­dü­ğü söylenince, bir mücahitle derhal ona haber gönder­di: “Hâlid’e yetiş ve ona, ‘Allah Resûlü, seni çocuk, kadın ve hiz­metçi öldürmekten menediyor’ de.”[19]
Bu arada, çocukların da öldürüldüğü haberi üzerine Pey­gam­be­ri­miz şöyle buyurdu:
“Dikkat ediniz! Çocuk öldürülmeyecektir!”
Sahabenin biri, “Yâ Re­sû­lal­lah! Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?” diye sorunca, Fahr-i Kâinat’tan şu cevabı aldı:
“Sizler de müşriklerin çocukları değiller miydiniz? Her çocuk, İslam yaratı­lışı üzere doğar; dili dönünceye kadar öyle devam eder. Sonra anne babaları, onu ya Yahudileştirir ya da Hıristiyanlaştırır.”[20]

Evtâs’ta Çarpışma

Huneyn vadisinde mücahitler tarafından bozguna uğratılan Havazinliler­den bir kısmının Evtâs vadisinde toplandıkları görülüyordu. Re­sûl-i Ekrem, Ebû Âmir el-Eş’arî Hazretlerine bir sancak vererek, bazı mücahit­lerle toplanan düşman üzerine yolladı. Ev­tâs’­ta mevzilenen düşman, kendisini savunmaya geçti.
Teke tek yapılan dövüş ve vuruşmada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), Hava­zinlilerden birçoğunu yere serdi. Sonra da mızraklarla vuruşma başladı. Bu sı­rada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), atılan bir okla ağır yara aldı ve sancağı yeğeni Ebû Musa el-Eş’arî’ye vererek onu kumandan tayin etti. Bir müddet sonra da al­dığı ağır yaranın tesiriyle şehit olarak hayata gözlerini yumdu.[21]
Kumandanlığa geçen Ebû Musa, savaşa girişti ve düşman kuvvetlerini da­ğıtmaya muvaffak oldu. Düşman, ora­dan doğruca Taif’e gidip sığındı. Daha önce de kumandan­la­rı Mâlik b. Avf gidip oraya sığınmıştı.

Esir ve Ganimetlerin Ci’râne’ye Gönderilişi

Peygamber Efendimiz, çarpışmadan kesin netice almak istiyordu. Hu­neyn’deki çarpışmayla bu kat’î netice henüz elde edilmiş değildi. Düşman, Taif’e sığınmıştı. Bu sebeple Taif üzerine yürümek gerekiyordu.
Buna binaen, Huneyn Savaşı’nda elde edilen ganimetler ve alınan esirleri Ci’râne mevkiine gönderdi ve orada muhafaza edilmesini, vazifelendirdiği saha­belere emretti.[22]

Bir Kan Davasının Hükme Bağlanışı

Resûl-i Ekrem, henüz Huneyn mevkiinden ayrılmış değildi.
Öğle namazını kılmış ve istirahat etmek üzere bir ağacın gölgesinde oturu­yordu.
Bu sırada iki kişinin huzuruna gittiği fark edildi. Bunlar, Gatafanların Reisi Uyeyne b. Hısn ile Akra b. Hâbis idi. Uyey­ne, Pey­gam­be­ri­mizden, haksız yere öldürülen Âmir b. Azbat’­ın kanını dava ediyor ve katil Muhallim b. Cessa­me’nin kendilerine teslimini istiyordu.[23]
Uyeyne b. Hısn, “Vallahi, yâ Re­sû­lal­lah! O benim kabilemin kadın­larına ölüm acısını tattırıp canlarını yaktığı gibi, ben de onun kadınlarına ölüm acı­sını tattırıp canlarını yakmadıkça yakasını bırakmam!” diyerek Muhallim b. Cessame’nin kısas için kendisine teslimini isterken, Aka b. Habis ise Muhal­lim’i müdafaa ediyordu.
Resûl-i Ekrem’in “Onun diyetini [kan bedelini] alsan olmaz mı?” diye yap­tığı teklife, Uyeyne b. Hısn yanaşmadı. Bu sırada sesler yükseldi, gürültüler çoğaldı.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Hayır, bu seferimiz sırasında elli deve, dö­nüşümüzde de elli deve diyet alacaksın” diye teklifte bulundu. Ancak Uyeyne aynı şekilde bu teklifi de kabule yanaşmadı.
Uzun uzun konuşulduktan sonra, Uyeyne b. Hısn, teklif edildiği şekilde di­yet almayı kabul etti.[24]
Böylece, Resûl-i Ekrem, halk arasında az da olsa gerginliğe sebep olan bir kan davasını halletti.
Fakat işin, ibret alınması gereken tarafı bundan sonra cereyan etti: Müslü­manlar, Muhallim b. Cessame’ye, “Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çık, yaptığın bu ha­re­ketinden dolayı senin için Allah’tan mağ­ri­fet dilesin!” deyince, uzun boylu, üzerine yeni bir elbise giymiş ve kısasa kendisini hazırlamış bulunan Muhal­lim, huzur-u Risâ­lete vardı. Efendimizin önüne diz çöktü. Mahzundu, üzgün­dü, gözlerin­den yaşlar akıyordu. Yaptığı şey­den pişmanlık duyduğunu ve Al­lah’­a tevbe ettiğini söyleyerek, Re­sû­lul­lah’tan, Allah’tan mağ­ri­fet dileme­sini is­tiyordu: “Yâ Re­sû­lal­lah! Pişmanım, Allah’a tevbe ediyo­rum! Benim için Al­lah’tan mağrifet dile!”
Resûl-i Ekrem, “Kimsin sen?” diye sordu.
“Muhallim b. Cessame!” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem, “Demek sen, ona (Âmir’e) Allah’ın emanıy­la eman verdin (se­lamına karşılık selam verdin), sonra da onu vurup öl­dürdün, öyle mi?” diye bu­yurunca, Mu­hallim b. Ces­same başını önüne eğdi ve sustu.
Efendimiz, sonra ellerini kaldırarak, yüksek sesle, “Allahım, Mu­hallim b. Cessame’yi affetme!” diye beddua etti.
Bedduayı duyan Muhallim’in tüyleri diken diken oldu; uğrayacağı âkıbetin dehşetini düşünerek tir tir titremeye başladı. Tekrar yalvardı: “Yâ Re­sû­lal­lah! Pişmanım! Allah’a tevbe ediyorum! Ne olur, benim için Allah’tan af dile!”
Ne var ki Muhallim’in bu yakarışı da pek fayda etmiyor ve aynı şe­kilde Hz. Re­sû­lul­lah’ın bedduasına uğruyordu. Sonra da huzurdan kovuluyordu.
Yapılan bedduanın üzüntüsü ve uğrayacağı âkıbetin dehşeti Muallim’i an­cak bir hafta kadar ayakta tutabildi. Ölünce, onu gömdüler. Ne var ki yer, ölü­sünü kabul etmiyordu; defalarca gömdükleri halde, yer, yine cesedini dışarı at­tı.[25]Sonunda kavmi, üzerine taş yığarak onu iki dağ arasında bıraktı.[26]
Durumu Efendimize ilettiklerinde, şöyle buyurdular:
“Vallahi, yer, ondan çok daha kötülerin üzerini örtmüştür. Fakat Allah, ara­nızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında, size, gösterdiği bu hadi­seyle öğüt ve ibret vermek istemiştir.”[27]

______________________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 149.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 80; Taberî, Tarih, c. 3, s. 126.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 83; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 127.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 83; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 127.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 87.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 150.
[7] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 70.
[8] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 208; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 191.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 87; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 128.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 87; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 151; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 129.
[11] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 151.
[12] Müslim, Sahih, c. 3, s. 1401; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 69.
[13] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 151; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 402.
[14] Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1399.
[15] Tevbe, 25-26
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 100-101; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 131-132.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 101; İbn Hacer, el-İsabe, c. 4, s. 344.
[18] İbn Hacer, c. 4, s. 344.
[19] İbn Hacer, a.g.e., c. 4, s. 100.
[20] Vakidî, Megazi, c. 3, s. 903.
[21] Buharî, Sahih, c. 3, s. 68.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s.101.
[23] Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Mekke fethine çıkıldığı sırada Peygamberimiz, hedef şaşırt­mak ga­yesiyle, Ebû Katâde kumandasında bir birliği Batn-ı İzam tarafına göndermişti. Müca­hitler, yolda Âmir b. Azbat’a rastlamışlardı. Âmir, mücahitleri İslam selamıyla selamladığı hâl­de, şahsî bir düş­manlık ve kinden dolayı, Muhallim b. Cessame tarafından öldürülmüştü. İşte, Uyey­ne b. Hısn’ın istedi­ği, bu kan davası idi.
[24] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 276.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 277.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 277.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 277.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget