KİTAB
Yazılmış veya basılmış ve bir kapak içinde biribirinden ayrılmıyacak şekilde hazırlanmış kâğıtların hepsine birden verilen ad. Dînimizdeki mânâsı ise, Allahü teâlânın, bâzı peygamberlerine, melek ile okutarak; bâzılarına levha üzerinde yazılı olarak; bâzılarına da meleksiz işittirerek indirdiği kelâm-ı ilâhîsidir.
Dînimizde, Allahü teâlânın indirdiği kitaplara inanmak, îmânın altı esâsından üçüncüsüdür. Allahü teâlânın kelâmı olan bu kitapların hepsi, ebedî ve ezelîdir ve mahlûk değildir. Bunlar meleklerin ve peygamberlerin sözleri de değildir. Allahü teâlânın kelâm sıfatı, ebedî ve ezelîdir. Yâni Allahü teâlâ, ezelden ebede, yâni öndeki sonsuzdan sonraki sonsuza kadar bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emirleri ve bütün yasakları o bir sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, suâlleri, hep o bir sözden çıkmaktadır. Tevrât ve İncil kitapları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur'ân-ı kerîm de, o söze işâret ediyor. Bunun gibi, diğer peygamberlere nâzil olan kitaplar ve sahifeler, hep o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile beraber, o makâmda bir an olunca, hattâ an demek bile sığmaz ise de, başka kelime olmadığından an deniliyor, o anda bulunan söz de, elbette bir kelime, hattâ harf, belki de bir noktadır. Nokta demek de, an demek gibi, başka kelime bulunmadığı içindir. Yoksa nokta demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındakı genişlik ve darlık, bizim bildiğimiz ve alıştığımız gibi değildir. O, mahlûkların sıfatı olan genişlik ve darlıktan münezzehtir, uzaktır. Harfli ve sesli olmayan Allahü teâlânın kelâmı; yazdığımız, zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelâm gibi olmayıp; yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi de değildir. Allahü teâlânın ve sıfatlarının nasıl olduğu anlaşılmazsa da kelâmını insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır. Allahü teâlânın kelâmının iki tarafı vardır. İnsanlarla beraber olunca, mahlûk ve hâdisdir. O'nun kelâmı olduğu düşünülünce, kadîmdir, ebedîdir.
İnsanlar; havanın çıkması ve sürtünmesi netîcesinde boğazlarındaki ses telleri, dil ve damak ile konuşuyor, arzularını ses şeklinde çıkarıyorlar ve harflerle yazıyorlar. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız, dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile harf ve ses içinde kullarına göndermiştir. Emirlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydana çıkarmıştır. Her iki kelâm da yâni harf ve ses içine sokulmadan evvelki kelâm-ı nefsîsi ile harf ve ses içinde bulunan kelâm-ı lâfzîsi hep O'nun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lâfzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâzî demek, yâni kelâm gibi demek yanlıştır. Çünkü mecaz olan şeyler reddedilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lâfzîsini reddedip, buna, "Allah kelâmı değildir" demek küfürdür. Evvelce gelen peygamberlere (aleyhisselâm) gönderilen kitaplar ve sahifeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitaplarda ve sahifelerde ve Kur'ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, ahkâm-ı ilâhîdir. Allahü teâlâ her vakte uygun olan hükümleri, o zamanın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes'ûl tutmuştur.
Bir insan, emir vermek veya yasak etmek veya bir şey sormak, bir haber vermek istese, önce bunları zihinde düşünür, hazırlar. Zihninde bulunan bu mânâlara kelâm-ı nefsî derler. Bu mânâlara Arapça, Farsça veya Türkçe denemez. Çeşitli dillerde söylenmesi, bunların başka başka mânâlar almasına sebep olmaz. Bu mânâları anlatan sözlere kelâm-ı lâfzî denir. Kelâm-ı lâfzî, çeşitli dillerle anlatılabilir. Bundan anlaşılıyor ki; kelâm-ı nefsî, başka sıfatlar gibi (meselâ ilim, irâde, görmek vb.) kelâm sâhibinde bulunan, basit, değişmez, ayrı bir sıfattır. Kelâm-ı lâfzî ise, kelâm-ı nefsîyi anlatan, insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan kelimeler topluluğudur. İşte Allahü teâlânın kelâmı, hiç susmak olmayan, mahlûk olmayan ve zâtı ile bulunan, ezelî ve ebedî bir kelâmdır. Sıfât-ı zâtiyyesinden ve ilim, irâde gibi, sıfât-ı sübûtiyyelerinden başka olarak, başlı başına bir sıfattır.
Kelâm sıfatı da basîttir; hiç değişmeyip, harfli ve sesli değildir. Emir, yasak, haber vermek gibi ve Arabça, Farsça, İbrânice, Türkçe, Süryânice olmak gibi başkalaşması, parçalanması yoktur. Böyle şekiller almaz ve yazılmaz. Zihin, kulak ve dil gibi âletlere, vâsıtalara muhtâç değildir. Yalnız bunların hepsinden, bilinen varlıklardan başka bir varlık olarak anlaşılabilir. Hangi dil ile söylemek istense, söylenebilir.
Kelâm-ı ilâhî çeşitli şeyleri bildirir. Kıssaları, yâni hâdiseleri bildirirse haber olur. Böyle olmazsa, inşâ olur. Yapılması lâzım olan şeyleri bildirirse, emir olur. Yasakları bildirirse, nehy olur. Fakat kelâm-ı ilâhîde hiç değişiklik ve çoğalmak olmaz. İnen kitapların ve sahifelerin hepsi, cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatından bir yapraktır. Kelâm sıfatından, yâni kelâm-ı nefsîdendirler. Arabî olunca, Kur'ân-ı kerîmdir. Harfli olup, yazılan, söylenen, işitilen ve zihinde ezberlenen, nazm hâlinde indirilen vahye kelâm-ı lâfzî ve Kur'ân denir. Bu kelâm-ı lâfzî, kelâm-ı nefsîyi gösterdiği için, buna da kelâm-ı ilâhî ve sıfat-ı ilâhî demek câizdir. Bu kelâm, bir çeşit ise de, şahıs bakımından ayrılması ve parçalanması vardır. Hepsine Kur'ân-ı kerîm denildiği gibi, parçalarına da Kur'ân denilir.
Kelâm-ı nefsînin mahlûk olmadığını, kadîm olduğunu, doğru yolun âlimleri sözbirliği ile söylemektedir. Kelâm-ı lâfzînin hâdis veya kadîm olmasında sözbirliği yoktur. Hâdis olduğunu bildirenlerden bir kısmı; "Kelâm-ı lâfzînin hâdis olduğunu söylememelidir; eğer hâdis denilirse, kelâm-ı nefsînin hâdis olduğu anlaşılabilir" buyurdular. En iyi söz de budur. İnsanlar bir şeyi işâret edeni işitince, zihinler hemen o şeyi hatırlar. Doğru yolun âlimleri sözbiriiği ile; "Kelâm-ı lâfzî de, nefsî de, Allah kelâmıdır" dediler. Bu sözde, mecaz yoluna sapanlar oldu ise de, kelâm-ı ilâhî olduğunda sözbirliği vardır. "Kelâm-ı nefsî, Allah kelâmıdır" demek; "Allahü teâlânın kelâm sıfatıdır" demektir. "Kelâm-ı lâfzî, Allah kelâmıdır" demek; "Allahü teâlâ onun hâlıkıdır" demektir. Yâni, ses ve kelimelerin mahlûk olduğu bildirilmektedir.
Semâvî kitapların bize bildirileni yüzdörttür. Bunlardan; on suhuf Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şîs (Şît) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhufun da İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma; Zebûr, Dâvûd aleyhisselâma; İncil, Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm, Muhammed aleyhissalâtü vesselâma nâzil olmuş, inmiştir.
Kitap, forma ve fasikül mânâsına gelen suhuflardan, Âdem aleyhisselâma on suhuf indirildi. Burada, oruç ile her gün bir vakit namaz kılmak, gusl abdesti almak; leş, kan ve domuz eti yememek emr edildi. Îmân edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatler bildirildi. Ayrıca çeşitli ilâçlar, san'atlar, fizik, kimya, tıb, eczacılık, geometri ve matematik bilgileri öğretildi. Süryânice, İbrânice ve Arabca olarak, kerpiç üstüne çok yazı yazıldı. Bâzı târihçilerin; "Yazı, milâttan önce 4000 yılında Sümerler zamanında bulundu" iddiası, daha eski devirlere âit belge bulunmaması veya bulunan arkeolojik eserlerin Afrika ormanları içinde, yazıdan, kitaptan habersiz olarak yaşayan insan topluluklarına âit olmasından kaynaklanmaktadır. İlmî olmaktan daha çok siyâsî amaçlı olan bu iddialar, elimize bir noktası bile bozulup, tahrif edilmeden ulaşan Allahü teâlânın kelâmı ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mûcizesi olan Kur'ân-ı kerîm tarafından çürütülmüştür.
Şît aleyhisselâma gelen elli suhufda; Allahü teâlânın emirleri ve nehiyleri, hikmet, matematik, kimyâ ve simyâ ilimleri bildirilmiş; çeşitli san'atlar hakkında malûmatlar verilmiştir.
İdrîs aleyhisselâma gelen otuz suhufda da; Allahü teâlânın emir ve nehiyleri; fizik, tıb ve kimyâ bilgileri bildirildi. Eski Yunan filozoflarından Hermens ve daha sonra gelen filozoflar, bu husûstaki bilgileri, İdrîs aleyhisselâmın kitabından öğrendiler.
İbrâhim aleyhisselâma da on suhuf indirildi. Nitekim Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Hak teâlâ İbrâhim aleyhisselâma on suhuf indirmiştir." buyurdu. Bunun üzerine Ebû Zer (radıyallahü anh); "Ey Allah'ın Resûlü! Bu suhufun içindekiler ne idi?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Onlar Allahü teâlânın kullarını uyarmak için nümûne olacak sözlerdir. "Ey kendini beğenen mağrur pâdişâh! Ben seni dünyâ mallarını bir araya toplamak üzere göndermedim. Seni ancak mazlumun hakkını zâlimden alman için gönderdim. Mazlum, kâfir de olsa ben bunu geri çevirmem, kabûl ederim"gibi hikmet dolu sözlerdir. Kezâ bu sahifelerde şöyle uyarıcı örnek sözler vardır; "Akıllı bir kimse aklına yenik düşmez. Böyle bir kimsenin saatleri olmalıdır. Bu saatlerden birinde Rabbine münâcâtta bulunmalı, diğer bir saatte, Allahü teâlânın kulları için yarattıklarını düşünmelidir. Diğer bir saati nefsiyle hesaplaşarak geçirmelidir. Bir saatini de yiyecek ve içecek ihtiyaçlarını helâlinden kazanmak için sarfetmelidir. Akıllı bir kimse ancak üç şey üzerinde dolaşıp durmalıdır. Zamânında azığını yemeli, hayatını bir düzene sokup güzelleştirmeli ve helâl yoldan lezzet almağa çalışmalıdır. Kezâ akıllı bir kimse, yaşadığı sürece, iyiyi kötüden ayırmasını bilmeli, şan ve şerefini korumaya düşkün olmalı, dilini kötü sözden korumalıdır. İşte bütün bu örnek sözler, İbrâhim aleyhisselâma indirilen suhuflarda bulunmaktadır." buyurdu.
Dört büyük kitaptan birincisi olan Tevrât, Mûsâ aleyhısselâma, Tûr Dağı’nda, bir defâda nâzil oldu. Tevrât’da bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Getirip kavmine tebliğ ederek onları Allah'ın birliğine inandırmaya çalıştı. İsrâil oğulları onun ilâhî telkinlerini bir türlü kavrayamadılar. Tevrât'a inanıp ibâdet etmeye başladılarsa da çok geçmeden bozuldular ve onu değiştirerek aslını yok ettiler. İsrâil oğulları yurtlarından çıkarıldılar. Sonradan Talmûd adını verdikleri kitabı yazdılar. Bugün yahudi ve hıristiyanların ellerinde bulunan Ahd-i Atik adlı kitap, sonradan uydurulan ve Tevrât olarak bilinen Talmûd'dan başka bir şey değildir. Talmûd'un, Allahü teâlânın kelâmı olup, hak ve doğru olan Tevrât ile bir alâkası yoktur. Tevrât ve onu tahrif eden İsrâiloğulları hakkında hadîs-i şerîf ve âyet-i kerîmelerde sık sık bahsedilir. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki, Tevrât'ı biz indirdik. Onda bir hidâyet, bir nûr vardır." buyuruldu. (Mâide sûresi: 44)
"(Yahudilere) söyle ki: Mûsâ'nın insanlara bir nûr ve hidâyet olmak üzere getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar hâline koyup, işinize geleni gösterip açıkladığınız, fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı (Tevrât'ı) kim indirdi" (En'âm sûresi: 91)
"Artık elleriyle kitabı (Tevrât'ı) yazıp da, sonra onu az bir ücretle satabilmek için; "Bu Allah katındandır" diyenlerin vay hâline!.." buyuruldu. (Bakara sûresi: 79)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma Muhammed aleyhisselâmın geleceğini haber verip meâlen buyurdu ki: "Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhametim, (dünyâda) her şeyi içine almıştır. O gün, merhametim; yalnız benden korkarak kâfir olmaktan ve günah işlemekten kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur'ân-ı kerîme ve Peygamberime inananlara mahsustur. Onlar, vasıflarını yanlarındaki Tevrât ve İncil'de yazılı buldukları, Allah'ın Resûlü okuyup yazması olmıyan Muhammed'e (aleyhisselâm) uyanlardır. O peygamber, onlara uygun olanları emreder ve fenâlıktan men eder. Temiz şeyleri helâl ve murdar şeyleri haram kılar. Onların yüklerini indirir ve ağır külfetleri hafifletir. Bu Peygambere inanan, O'nu sayan, O’nunla gönderilen nûra uyanlar, işte onlar, sonsuz saâdete varacaklardır." (A'râf sûresi: 156, 157)
Zebûr, Dâvûd aleyhisselâma nâzil olan (gönderilen) kitabın adıdır. Tevrât’dan sonra gönderilmiştir. Dâvûd aleyhisselâm; Mûsâ'nın (aleyhisselâm) dînini kuvvetlendirmek için Benî İsrâil'e gönderilen nebîlerden olduğu ve insanları Hazret-i Mûsâ'nın dînine dâvet ettiği için, Tevrât'ın hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. Onu açıklayıp insanları Tevrât'ın hükümleri ile amel etmeğe çağırırdı. Zebûr, vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrât'ın hükümlerini kuvvetlendirirdi.
İncil, Îsâ aleyhisselâma gönderilen kitabın ismidir. İncil'de; Allahü teâlânın birliği, Îsâ’nın (aleyhisselâm) Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu, âhır zamanda Ahmed isminde bir peygamberin geleceği yazılı idi. Bolüs isminde bir yahudi, Îsevî görünüp, Îsâ'ya (aleyhisselâm) inanan havârîlerin arasına karıştı. Îsâ'nın (aleyhisselâm) diri olarak göğe çekilmesinden sonra, Bolüs'ün (Pavlos) ilk işi, semâdan gelen İncil'i yok etmek oldu. Havârîlerden olan Barnabas, Îsâ'dan (aleyhisselâm) görüp işittiklerini doğru olarak yazdı ise de; bozuk İncil kitaplarını her yere yayan Bolüs, bunun çoğaltılmasına mâni oldu. Böylece birbirine benzemeyen saçmalıklarla dolu pek çok İncil ortaya çıktı. Bugün Matta, Markos, Luka ve Yuhannâ olmak üzere dört çeşit İncil vardır. Barnabas İncilinin dışında bunların ortak özelliği; baba, oğul, rûhü'l-kudüs adıyla üç tanrıya (Teslîs'e) yer vermeleri ve pek çok husûsun birbirine uymamasıdır.
Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur, yalan ve yanlış değildir. Hepsinde âhır zamanda Muhammed aleyhisselâmın geleceği bildirilmiştir.
Kur'ân-ı kerîm ve semâvî kitapların hepsi Allah kelâmıdır. O'nun sözüdür. Sözünü, İslâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm'a gönderilmiştir. Buna, Kur'ân-ı kerîm denmiştir. Bununla kullarına; emirlerini ve nehiylerini yâni yasaklarını bildirmiştir.
Allahü teâlânın son peygamberi, Muhammed aleyhisselâm; son kitabı da Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı kerîme inanmak da îmânın şartlarındandır. Diğer bütün kitaplara inanan bir kimse Kur'ân-ı kerîme inanmasa, îmân etmiş olmaz ve küfürden kurtulamaz. Onun bir âyetinden bile şüphe etmek, câiz değildir. Şüphe edenlerin, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (İslâm âlimlerinin) kitaplarını okuyarak şüphesini gidermesi lâzımdır.
Kur'ân-ı kerîm, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) önce dünyâya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitaplardaki emirleri ve hükümleri de içinde topladığından, bütün insanlara hitâb eden bir kitaptır. Yâni, Kur'ân-ı kerîm dünyâdaki hıristiyan, yahudi, mecûsî vesâire gibi çeşitli dinlere sapmış olan insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitaptır.
Kur'ân-ı kerîm, misli bulunmayan büyük bir kitaptır. İçinde en derin ilmî ve fennî bilgiler, bütün dünyâda bugüne kadar yapılmış medenî kânunlara nümûne teşkil edecek ilmî ve hukûkî esaslar, eski târihe âit bir çok bilinmeyen malûmat, insanlara verilebilecek en büyük ahlâk esâsları, nasîhatlar, dünyâ ve âhıret hakkında en mantıkî îzâhât ve bunlara benzer, o zamana kadar hiç bir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği, husûslar vardır. Bunlar kimsenin söyleyemeyeceği yüksek bir ifâde ile beyân edilmiştir.
Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Yâni, Kur'ân-ı kerîmdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) vahy yoluyla yâni, meleklerin büyüklerinden olan Cebrâil aleyhisselâm vâsıtası ile bildirilmiştir. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) kısım kısım (parça parça) gelen Kur'ân-ı kerîmi Cebrâil aleyhisselâm okumuş ve ezberletmiştir. Peygamberimiz, (sallallahü aleyhi ve sellem) de Allahü teâlânın emirlerini alır almaz, kendileri ezberlediği gibi yakınlarına da ezberletir ve vahy kâtiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur'ân-ı kerîm meydana gelmiştir. Dünyânın her tarafındaki bütün Kur’ân-ı kerîmler birbirlerinin aynıdır. Aralarında bir harf ayrılığı bile bulunmamaktadır. Hâlbuki hıristiyanların ellerindeki İnciller birbirlerini aslâ tutmamakta ve farklılıklar göstermektedirler. Kur'ân-ı kerîmin her âyetine (her cümlesine) inanmak şarttır. İçinden birisine inanmamak, insanın îmânını gidererir. Îmânsız insanın âhıreti ise, hüsrândır.
Allahü teâlânın emirleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre mânâ vermesi, işine geldiği şekilde anlaması câiz değildir. Kur'ân-ı kerîmi en iyi anlayan yalnız Peygamberimizdir (sallallahü aleyhi ve sellem). Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'ân-ı kerîmin bizim anlamadığımız taraflarını, hadîs-i şerîfleri ile açıklamıştır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur'ân-ı kerîmi tefsîr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmdeki âyetlerin mânâları çok geniştir. Onun için Kur'ân-ı kerîmi kelime kelime tercüme etmekle tam mânası ifâde edilemez. Ancak, her âyetin selâhiyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile mânâsını öğrenmek mümkündür. İslâm âlimleri; "Bir mâni, sıkıntı olmadıkça, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere, açıkça anlaşılan mânâları vermek lâzımdır. Bunlara benzeyen başka mânâ vermek câiz değildir. Fakat, kelimelere, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında Hicaz'da kullanılan mânâları vermek gerekir. Zamânla değişip, bugün kullanılan mânâları vererek tercüme yapmak doğru değildir" buyurmuşlardır. Müteşâbihât denilen âyet-î kerîmelerde ise anlaşılamayan gizli mânâlar vardır. Bunların mânâsını, ancak Allahü teâlâ bilir ve kendilerine ilm-i ledünnî verilen pek az seçilmiş büyük âlimler, kendilerine bildirildiği kadar anlayabilir. Başka kimse anlayamaz. Onun için müteşâbih âyetlerin, Allah kelâmı olduğuna îmân etmeli, mânâlarını araştırmamalıdır. Eş'ari mezhebindeki âlimler; "Böyle âyetleri, kısaca veya geniş olarak te'vil etmek câiz olur" dediler. Te'vîl; kelimenin çeşitli mânâları arasından meşhûr olmayanı seçmek demektir. Meselâ; "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." âyet-i kerîmesi, Allahü teâlânın kelâmıdır. Kişi:"Allahü teâlâ, bununla ne demek istiyor ise, öylece inandım" demelidir. "Bunun mânâsını ben anlayamam, ancak Allahü teâlâ bilir" demek, en iyi yoldur. Yâhud; "Allahü teâlânın ilmi, bizim ilmimiz gibi değildir, irâdesi bizim irâdemize benzemez. Bunun gibi, Allahü teâlânın eli de, kulların elleri gibi değildir" demelidir.
Allahü teâlânın indirdiği kitaplarda, bâzı âyetlerin yalnız okunması, yâhut yalnız mânâsı veya ikisi birden Allahü teâlâ tarafından değiştirilmiş yâni nesh edilmiştir. En son gelen Kur'ân-ı kerîm, bütün kitapları nesh etmiş yâni hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kur'ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiç bir zaman; yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz. Geçmişteki ve gelecekteki ilimlerin hepsi, bunda bulunduğu için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin en büyük mûcizesi, Kur'ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cin bir araya gelip, Kur'ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söyliyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler. Arabistan'ın belîğ, edîb, fasîh şâirleri bir araya geldi. Çok uğraşmalarına rağmen üç kısa âyet gibi bir söz söyleyememişler ve karşı duramayıp şaşkına dönmüşlerdir. Allahü teâlâ, İslâm düşmanlarını, Kur'ân-ı kerîm karşısında âciz, mağlub etmektedir. O'nun belâgatı, insan gücünün üstündedir. İnsanlar, O'nun gibi söylemekten âciz kalmaktadır. Kur’ân-ı kerîmin âyetleri; insanların nazmına, vezinli olmayan neşrine, kâfiyeli sözlerine benzemiyor. Bununla beraber, Arabistan'daki edîblerin, beliğlerin sözlerinin yapı taşı olan harflerle söylenmiştir.
Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın insanlara en büyük nîmetidir. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, dünyâ ve âhırette insanları saâdete ve felâkete götürecek yolları açıklamıştır.