Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Yazılmış veya basılmış ve bir kapak içinde biribirinden ayrılmıyacak şekilde hazırlanmış kâğıtların hepsine birden verilen ad. Dînimizdeki mânâsı ise, Allahü teâlânın, bâzı peygamberlerine, melek ile okutarak; bâzılarına levha üzerinde yazılı olarak; bâzılarına da meleksiz işittirerek indirdiği kelâm-ı ilâhîsidir.
Dînimizde, Allahü teâlânın indirdiği kitaplara inanmak, îmânın altı esâsından üçüncüsüdür. Allahü teâlânın kelâmı olan bu kitapların hepsi, ebedî ve ezelîdir ve mahlûk değildir. Bunlar meleklerin ve peygamberlerin sözleri de değildir. Allahü teâlânın kelâm sıfatı, ebedî ve ezelîdir. Yâni Allahü teâlâ, ezelden ebede, yâni öndeki sonsuzdan sonraki sonsuza kadar bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emirleri ve bütün yasakları o bir sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, suâlleri, hep o bir sözden çıkmaktadır. Tevrât ve İncil kitapları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur'ân-ı kerîm de, o söze işâret ediyor. Bunun gibi, diğer peygamberlere nâzil olan kitaplar ve sahifeler, hep o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile beraber, o makâmda bir an olunca, hattâ an demek bile sığmaz ise de, başka kelime olmadığından an deniliyor, o anda bulunan söz de, elbette bir kelime, hattâ harf, belki de bir noktadır. Nokta demek de, an demek gibi, başka kelime bulunmadığı içindir. Yoksa nokta demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındakı genişlik ve darlık, bizim bildiğimiz ve alıştığımız gibi değildir. O, mahlûkların sıfatı olan genişlik ve darlıktan münezzehtir, uzaktır. Harfli ve sesli olmayan Allahü teâlânın kelâmı; yazdığımız, zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelâm gibi olmayıp; yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi de değildir. Allahü teâlânın ve sıfatlarının nasıl olduğu anlaşılmazsa da kelâmını insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır. Allahü teâlânın kelâmının iki tarafı vardır. İnsanlarla beraber olunca, mahlûk ve hâdisdir. O'nun kelâmı olduğu düşünülünce, kadîmdir, ebedîdir.
İnsanlar; havanın çıkması ve sürtünmesi netîcesinde boğazlarındaki ses telleri, dil ve damak ile konuşuyor, arzularını ses şeklinde çıkarıyorlar ve harflerle yazıyorlar. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız, dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile harf ve ses içinde kullarına göndermiştir. Emirlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydana çıkarmıştır. Her iki kelâm da yâni harf ve ses içine sokulmadan evvelki kelâm-ı nefsîsi ile harf ve ses içinde bulunan kelâm-ı lâfzîsi hep O'nun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lâfzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâzî demek, yâni kelâm gibi demek yanlıştır. Çünkü mecaz olan şeyler reddedilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lâfzîsini reddedip, buna, "Allah kelâmı değildir" demek küfürdür. Evvelce gelen peygamberlere (aleyhisselâm) gönderilen kitaplar ve sahifeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitaplarda ve sahifelerde ve Kur'ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, ahkâm-ı ilâhîdir. Allahü teâlâ her vakte uygun olan hükümleri, o zamanın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes'ûl tutmuştur.
Bir insan, emir vermek veya yasak etmek veya bir şey sormak, bir haber vermek istese, önce bunları zihinde düşünür, hazırlar. Zihninde bulunan bu mânâlara kelâm-ı nefsî derler. Bu mânâlara Arapça, Farsça veya Türkçe denemez. Çeşitli dillerde söylenmesi, bunların başka başka mânâlar almasına sebep olmaz. Bu mânâları anlatan sözlere kelâm-ı lâfzî denir. Kelâm-ı lâfzî, çeşitli dillerle anlatılabilir. Bundan anlaşılıyor ki; kelâm-ı nefsî, başka sıfatlar gibi (meselâ ilim, irâde, görmek vb.) kelâm sâhibinde bulunan, basit, değişmez, ayrı bir sıfattır. Kelâm-ı lâfzî ise, kelâm-ı nefsîyi anlatan, insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan kelimeler topluluğudur. İşte Allahü teâlânın kelâmı, hiç susmak olmayan, mahlûk olmayan ve zâtı ile bulunan, ezelî ve ebedî bir kelâmdır. Sıfât-ı zâtiyyesinden ve ilim, irâde gibi, sıfât-ı sübûtiyyelerinden başka olarak, başlı başına bir sıfattır.
Kelâm sıfatı da basîttir; hiç değişmeyip, harfli ve sesli değildir. Emir, yasak, haber vermek gibi ve Arabça, Farsça, İbrânice, Türkçe, Süryânice olmak gibi başkalaşması, parçalanması yoktur. Böyle şekiller almaz ve yazılmaz. Zihin, kulak ve dil gibi âletlere, vâsıtalara muhtâç değildir. Yalnız bunların hepsinden, bilinen varlıklardan başka bir varlık olarak anlaşılabilir. Hangi dil ile söylemek istense, söylenebilir.
Kelâm-ı ilâhî çeşitli şeyleri bildirir. Kıssaları, yâni hâdiseleri bildirirse haber olur. Böyle olmazsa, inşâ olur. Yapılması lâzım olan şeyleri bildirirse, emir olur. Yasakları bildirirse, nehy olur. Fakat kelâm-ı ilâhîde hiç değişiklik ve çoğalmak olmaz. İnen kitapların ve sahifelerin hepsi, cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatından bir yapraktır. Kelâm sıfatından, yâni kelâm-ı nefsîdendirler. Arabî olunca, Kur'ân-ı kerîmdir. Harfli olup, yazılan, söylenen, işitilen ve zihinde ezberlenen, nazm hâlinde indirilen vahye kelâm-ı lâfzî ve Kur'ân denir. Bu kelâm-ı lâfzî, kelâm-ı nefsîyi gösterdiği için, buna da kelâm-ı ilâhî ve sıfat-ı ilâhî demek câizdir. Bu kelâm, bir çeşit ise de, şahıs bakımından ayrılması ve parçalanması vardır. Hepsine Kur'ân-ı kerîm denildiği gibi, parçalarına da Kur'ân denilir.
Kelâm-ı nefsînin mahlûk olmadığını, kadîm olduğunu, doğru yolun âlimleri sözbirliği ile söylemektedir. Kelâm-ı lâfzînin hâdis veya kadîm olmasında sözbirliği yoktur. Hâdis olduğunu bildirenlerden bir kısmı; "Kelâm-ı lâfzînin hâdis olduğunu söylememelidir; eğer hâdis denilirse, kelâm-ı nefsînin hâdis olduğu anlaşılabilir" buyurdular. En iyi söz de budur. İnsanlar bir şeyi işâret edeni işitince, zihinler hemen o şeyi hatırlar. Doğru yolun âlimleri sözbiriiği ile; "Kelâm-ı lâfzî de, nefsî de, Allah kelâmıdır" dediler. Bu sözde, mecaz yoluna sapanlar oldu ise de, kelâm-ı ilâhî olduğunda sözbirliği vardır. "Kelâm-ı nefsî, Allah kelâmıdır" demek; "Allahü teâlânın kelâm sıfatıdır" demektir. "Kelâm-ı lâfzî, Allah kelâmıdır" demek; "Allahü teâlâ onun hâlıkıdır" demektir. Yâni, ses ve kelimelerin mahlûk olduğu bildirilmektedir.
Semâvî kitapların bize bildirileni yüzdörttür. Bunlardan; on suhuf Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şîs (Şît) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhufun da İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma; Zebûr, Dâvûd aleyhisselâma; İncil, Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîmMuhammed aleyhissalâtü vesselâma nâzil olmuş, inmiştir.
Kitap, forma ve fasikül mânâsına gelen suhuflardan, Âdem aleyhisselâma on suhuf indirildi. Burada, oruç ile her gün bir vakit namaz kılmak, gusl abdesti almak; leş, kan ve domuz eti yememek emr edildi. Îmân edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatler bildirildi. Ayrıca çeşitli ilâçlar, san'atlar, fizik, kimya, tıb, eczacılık, geometri ve matematik bilgileri öğretildi. Süryânice, İbrânice ve Arabca olarak, kerpiç üstüne çok yazı yazıldı. Bâzı târihçilerin; "Yazı, milâttan önce 4000 yılında Sümerler zamanında bulundu" iddiası, daha eski devirlere âit belge bulunmaması veya bulunan arkeolojik eserlerin Afrika ormanları içinde, yazıdan, kitaptan habersiz olarak yaşayan insan topluluklarına âit olmasından kaynaklanmaktadır. İlmî olmaktan daha çok siyâsî amaçlı olan bu iddialar, elimize bir noktası bile bozulup, tahrif edilmeden ulaşan Allahü teâlânın kelâmı ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mûcizesi olan Kur'ân-ı kerîm tarafından çürütülmüştür.
Şît aleyhisselâma gelen elli suhufda; Allahü teâlânın emirleri ve nehiyleri, hikmet, matematik, kimyâ ve simyâ ilimleri bildirilmiş; çeşitli san'atlar hakkında malûmatlar verilmiştir.
İdrîs aleyhisselâma gelen otuz suhufda da; Allahü teâlânın emir ve nehiyleri; fizik, tıb ve kimyâ bilgileri bildirildi. Eski Yunan filozoflarından Hermens ve daha sonra gelen filozoflar, bu husûstaki bilgileri, İdrîs aleyhisselâmın kitabından öğrendiler.
İbrâhim aleyhisselâma da on suhuf indirildi. Nitekim Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Hak teâlâ İbrâhim aleyhisselâma on suhuf indirmiştir." buyurdu. Bunun üzerine Ebû Zer (radıyallahü anh); "Ey Allah'ın Resûlü! Bu suhufun içindekiler ne idi?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Onlar Allahü teâlânın kullarını uyarmak için nümûne olacak sözlerdir. "Ey kendini beğenen mağrur pâdişâh! Ben seni dünyâ mallarını bir araya toplamak üzere göndermedim. Seni ancak mazlumun hakkını zâlimden alman için gönderdim. Mazlum, kâfir de olsa ben bunu geri çevirmem, kabûl ederim"gibi hikmet dolu sözlerdir. Kezâ bu sahifelerde şöyle uyarıcı örnek sözler vardır; "Akıllı bir kimse aklına yenik düşmez. Böyle bir kimsenin saatleri olmalıdır. Bu saatlerden birinde Rabbine münâcâtta bulunmalı, diğer bir saatte, Allahü teâlânın kulları için yarattıklarını düşünmelidir. Diğer bir saati nefsiyle hesaplaşarak geçirmelidir. Bir saatini de yiyecek ve içecek ihtiyaçlarını helâlinden kazanmak için sarfetmelidir. Akıllı bir kimse ancak üç şey üzerinde dolaşıp durmalıdır. Zamânında azığını yemeli, hayatını bir düzene sokup güzelleştirmeli ve helâl yoldan lezzet almağa çalışmalıdır. Kezâ akıllı bir kimse, yaşadığı sürece, iyiyi kötüden ayırmasını bilmeli, şan ve şerefini korumaya düşkün olmalı, dilini kötü sözden korumalıdır. İşte bütün bu örnek sözler, İbrâhim aleyhisselâma indirilen suhuflarda bulunmaktadır." buyurdu.
Dört büyük kitaptan birincisi olan Tevrât, Mûsâ aleyhısselâma, Tûr Dağı’nda, bir defâda nâzil oldu. Tevrât’da bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Getirip kavmine tebliğ ederek onları Allah'ın birliğine inandırmaya çalıştı. İsrâil oğulları onun ilâhî telkinlerini bir türlü kavrayamadılar. Tevrât'a inanıp ibâdet etmeye başladılarsa da çok geçmeden bozuldular ve onu değiştirerek aslını yok ettiler. İsrâil oğulları yurtlarından çıkarıldılar. Sonradan Talmûd adını verdikleri kitabı yazdılar. Bugün yahudi ve hıristiyanların ellerinde bulunan Ahd-i Atik adlı kitap, sonradan uydurulan ve Tevrât olarak bilinen Talmûd'dan başka bir şey değildir. Talmûd'un, Allahü teâlânın kelâmı olup, hak ve doğru olan Tevrât ile bir alâkası yoktur. Tevrât ve onu tahrif eden İsrâiloğulları hakkında hadîs-i şerîf ve âyet-i kerîmelerde sık sık bahsedilir. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki, Tevrât'ı biz indirdik. Onda bir hidâyet, bir nûr vardır." buyuruldu. (Mâide sûresi: 44)
"(Yahudilere) söyle ki: Mûsâ'nın insanlara bir nûr ve hidâyet olmak üzere getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar hâline koyup, işinize geleni gösterip açıkladığınız, fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı (Tevrât'ı) kim indirdi" (En'âm sûresi: 91)
"Artık elleriyle kitabı (Tevrât'ı) yazıp da, sonra onu az bir ücretle satabilmek için; "Bu Allah katındandır" diyenlerin vay hâline!.." buyuruldu. (Bakara sûresi: 79)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmMuhammed aleyhisselâmın geleceğini haber verip meâlen buyurdu ki: "Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhametim, (dünyâda) her şeyi içine almıştır. O gün, merhametim; yalnız benden korkarak kâfir olmaktan ve günah işlemekten kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur'ân-ı kerîme ve Peygamberime inananlara mahsustur. Onlar, vasıflarını yanlarındaki Tevrât ve İncil'de yazılı buldukları, Allah'ın Resûlü okuyup yazması olmıyan Muhammed'e (aleyhisselâm) uyanlardır. O peygamber, onlara uygun olanları emreder ve fenâlıktan men eder. Temiz şeyleri helâl ve murdar şeyleri haram kılar. Onların yüklerini indirir ve ağır külfetleri hafifletir. Bu Peygambere inanan, O'nu sayan, O’nunla gönderilen nûra uyanlar, işte onlar, sonsuz saâdete varacaklardır." (A'râf sûresi: 156, 157)
Zebûr, Dâvûd aleyhisselâma nâzil olan (gönderilen) kitabın adıdır. Tevrât’dan sonra gönderilmiştir. Dâvûd aleyhisselâm; Mûsâ'nın (aleyhisselâm) dînini kuvvetlendirmek için Benî İsrâil'e gönderilen nebîlerden olduğu ve insanları Hazret-i Mûsâ'nın dînine dâvet ettiği için, Tevrât'ın hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. Onu açıklayıp insanları Tevrât'ın hükümleri ile amel etmeğe çağırırdı. Zebûr, vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrât'ın hükümlerini kuvvetlendirirdi.
İncil, Îsâ aleyhisselâma gönderilen kitabın ismidir. İncil'de; Allahü teâlânın birliği, Îsâ’nın (aleyhisselâm) Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu, âhır zamanda Ahmed isminde bir peygamberin geleceği yazılı idi. Bolüs isminde bir yahudi, Îsevî görünüp, Îsâ'ya (aleyhisselâm) inanan havârîlerin arasına karıştı. Îsâ'nın (aleyhisselâm) diri olarak göğe çekilmesinden sonra, Bolüs'ün (Pavlos) ilk işi, semâdan gelen İncil'i yok etmek oldu. Havârîlerden olan Barnabas, Îsâ'dan (aleyhisselâm) görüp işittiklerini doğru olarak yazdı ise de; bozuk İncil kitaplarını her yere yayan Bolüs, bunun çoğaltılmasına mâni oldu. Böylece birbirine benzemeyen saçmalıklarla dolu pek çok İncil ortaya çıktı. Bugün Matta, Markos, Luka ve Yuhannâ olmak üzere dört çeşit İncil vardır. Barnabas İncilinin dışında bunların ortak özelliği; baba, oğul, rûhü'l-kudüs adıyla üç tanrıya (Teslîs'e) yer vermeleri ve pek çok husûsun birbirine uymamasıdır.
Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur, yalan ve yanlış değildir. Hepsinde âhır zamanda Muhammed aleyhisselâmın geleceği bildirilmiştir.
Kur'ân-ı kerîm ve semâvî kitapların hepsi Allah kelâmıdır. O'nun sözüdür. Sözünü, İslâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm'a gönderilmiştir. Buna, Kur'ân-ı kerîm denmiştir. Bununla kullarına; emirlerini ve nehiylerini yâni yasaklarını bildirmiştir.
Allahü teâlânın son peygamberi, Muhammed aleyhisselâm; son kitabı da Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı kerîme inanmak da îmânın şartlarındandır. Diğer bütün kitaplara inanan bir kimse Kur'ân-ı kerîme inanmasa, îmân etmiş olmaz ve küfürden kurtulamaz. Onun bir âyetinden bile şüphe etmek, câiz değildir. Şüphe edenlerin, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (İslâm âlimlerinin) kitaplarını okuyarak şüphesini gidermesi lâzımdır.
Kur'ân-ı kerîmPeygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) önce dünyâya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitaplardaki emirleri ve hükümleri de içinde topladığından, bütün insanlara hitâb eden bir kitaptır. Yâni, Kur'ân-ı kerîm dünyâdaki hıristiyan, yahudi, mecûsî vesâire gibi çeşitli dinlere sapmış olan insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitaptır.
Kur'ân-ı kerîm, misli bulunmayan büyük bir kitaptır. İçinde en derin ilmî ve fennî bilgiler, bütün dünyâda bugüne kadar yapılmış medenî kânunlara nümûne teşkil edecek ilmî ve hukûkî esaslar, eski târihe âit bir çok bilinmeyen malûmat, insanlara verilebilecek en büyük ahlâk esâsları, nasîhatlar, dünyâ ve âhıret hakkında en mantıkî îzâhât ve bunlara benzer, o zamana kadar hiç bir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği, husûslar vardır. Bunlar kimsenin söyleyemeyeceği yüksek bir ifâde ile beyân edilmiştir.
Kur'ân-ı kerîmAllahü teâlânın kelâmıdır. Yâni, Kur'ân-ı kerîmdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) vahy yoluyla yâni, meleklerin büyüklerinden olan Cebrâil aleyhisselâm vâsıtası ile bildirilmiştir. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) kısım kısım (parça parça) gelen Kur'ân-ı kerîmCebrâil aleyhisselâm okumuş ve ezberletmiştir. Peygamberimiz, (sallallahü aleyhi ve sellem) de Allahü teâlânın emirlerini alır almaz, kendileri ezberlediği gibi yakınlarına da ezberletir ve vahy kâtiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur'ân-ı kerîm meydana gelmiştir. Dünyânın her tarafındaki bütün Kur’ân-ı kerîmler birbirlerinin aynıdır. Aralarında bir harf ayrılığı bile bulunmamaktadır. Hâlbuki hıristiyanların ellerindeki İnciller birbirlerini aslâ tutmamakta ve farklılıklar göstermektedirler. Kur'ân-ı kerîmin her âyetine (her cümlesine) inanmak şarttır. İçinden birisine inanmamak, insanın îmânını gidererir. Îmânsız insanın âhıreti ise, hüsrândır.
Allahü teâlânın emirleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre mânâ vermesi, işine geldiği şekilde anlaması câiz değildir. Kur'ân-ı kerîmi en iyi anlayan yalnız Peygamberimizdir (sallallahü aleyhi ve sellem). Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'ân-ı kerîmin bizim anlamadığımız taraflarını, hadîs-i şerîfleri ile açıklamıştır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur'ân-ı kerîmi tefsîr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmdeki âyetlerin mânâları çok geniştir. Onun için Kur'ân-ı kerîmi kelime kelime tercüme etmekle tam mânası ifâde edilemez. Ancak, her âyetin selâhiyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile mânâsını öğrenmek mümkündür. İslâm âlimleri; "Bir mâni, sıkıntı olmadıkça, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere, açıkça anlaşılan mânâları vermek lâzımdır. Bunlara benzeyen başka mânâ vermek câiz değildir. Fakat, kelimelere, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında Hicaz'da kullanılan mânâları vermek gerekir. Zamânla değişip, bugün kullanılan mânâları vererek tercüme yapmak doğru değildir" buyurmuşlardır. Müteşâbihât denilen âyet-î kerîmelerde ise anlaşılamayan gizli mânâlar vardır. Bunların mânâsını, ancak Allahü teâlâ bilir ve kendilerine ilm-i ledünnî verilen pek az seçilmiş büyük âlimler, kendilerine bildirildiği kadar anlayabilir. Başka kimse anlayamaz. Onun için müteşâbih âyetlerin, Allah kelâmı olduğuna îmân etmeli, mânâlarını araştırmamalıdır. Eş'ari mezhebindeki âlimler; "Böyle âyetleri, kısaca veya geniş olarak te'vil etmek câiz olur" dediler. Te'vîl; kelimenin çeşitli mânâları arasından meşhûr olmayanı seçmek demektir. Meselâ; "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." âyet-i kerîmesi, Allahü teâlânın kelâmıdır. Kişi:"Allahü teâlâ, bununla ne demek istiyor ise, öylece inandım" demelidir. "Bunun mânâsını ben anlayamam, ancak Allahü teâlâ bilir" demek, en iyi yoldur. Yâhud; "Allahü teâlânın ilmi, bizim ilmimiz gibi değildir, irâdesi bizim irâdemize benzemez. Bunun gibi, Allahü teâlânın eli de, kulların elleri gibi değildir" demelidir.
Allahü teâlânın indirdiği kitaplarda, bâzı âyetlerin yalnız okunması, yâhut yalnız mânâsı veya ikisi birden Allahü teâlâ tarafından değiştirilmiş yâni nesh edilmiştir. En son gelen Kur'ân-ı kerîm, bütün kitapları nesh etmiş yâni hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kur'ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiç bir zaman; yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz. Geçmişteki ve gelecekteki ilimlerin hepsi, bunda bulunduğu için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin en büyük mûcizesi, Kur'ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cin bir araya gelip, Kur'ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söyliyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler. Arabistan'ın belîğ, edîb, fasîh şâirleri bir araya geldi. Çok uğraşmalarına rağmen üç kısa âyet gibi bir söz söyleyememişler ve karşı duramayıp şaşkına dönmüşlerdir. Allahü teâlâ, İslâm düşmanlarını, Kur'ân-ı kerîm karşısında âciz, mağlub etmektedir. O'nun belâgatı, insan gücünün üstündedir. İnsanlar, O'nun gibi söylemekten âciz kalmaktadır. Kur’ân-ı kerîmin âyetleri; insanların nazmına, vezinli olmayan neşrine, kâfiyeli sözlerine benzemiyor. Bununla beraber, Arabistan'daki edîblerin, beliğlerin sözlerinin yapı taşı olan harflerle söylenmiştir.
Kur'ân-ı kerîmAllahü teâlânın insanlara en büyük nîmetidir. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, dünyâ ve âhırette insanları saâdete ve felâkete götürecek yolları açıklamıştır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İbrânîce bir kelime olup, Abdullah (Allah'ın kulu) mânâsına gelen "İsrâil" kelimesi, hazret-i İbrâhim'in torunu ve hazret-i İshâk'ın oğlu olan hazret-i Yâ'kûb'a alem olmuştur. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 93. ve Meryem sûresinin 59. âyet-i kerîmelerinde geçen İsrâil ismi, Yâ'kûb aleyhisselâmın ismidir. Birinci âyet-i kerîmenin meâli şöyledir: "Tevrât indirilmeden önce, İsrâil'in (yâni Yâ'kûb'un), kendisine haram kıldığı şeylerden başka, yiyeceğin her türlüsü, İsrâil oğulları için helâl idi. De ki: "Eğer sâdıklar iseniz Tevrât'ı getirin de onu okuyun." Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü olarak şu hâdise zikredilmektedir: Yahudiler, Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) dediler ki: "Sen, İbrâhim'in tevhîd dîninde olduğunu iddia ediyorsun. Hâlbuki o senin gibi deve eti yemez, deve sütü içmezdi." Bunun üzerine cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurmuştur.
İkinci âyet-i kerîmenin meâl-i âlîsi ise şöyledir: "İşte bunlar (yâni Meryem sûresinde Zekeriyyâ aleyhisselâmdan İdrîs aleyhisselâma kadar zikrolunan peygamberler), Allah'ın kendilerine nîmetler verdiği Peygamberlerden, Âdem'in zürriyetinden, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrâhim ve İsrâil'in neslinden, hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir..."
Hazret-i Yâ'kûb'un oniki oğlu vardı. Bunlardan hazret-i Yûsuf'un Mısır'da vezirliği zamanında, diğer kardeşleri ile babaları hazret-i Yâ'kûb, beraberce Mısır'a gitmişlerdi. Bunların çocukları ve torunları, Mısır'da çoğalarak bir ümmet teşkil etmişler ve târihte bunlara Benî İsrâîl (İsrâîl oğulları) denilmiştir. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası, Kur'ân-ı kerîmde, Yûsuf sûresinde uzunca beyân buyurulmuştur.
"Benû İsrâîl' ve "Benî İsrâîl" lafızları, muhtelif harf-i cerlerle, Kur'ân-ı kerîmde 41 yerde geçmektedir. Mevzû olarak ise 61 yerde zikredilmektedir.
Hadîs-i şerîf kitaplarında da İsrâîl oğullarıyla alâkalı müstakil bâblar bulunmaktadır. Meselâ "Sahîh-i Buhârî"de bulunan, bu konu, ile ilgili bir bâbın başlığı "Bâbü mâ zükire an benî İsrâîl" şeklinde olup, İsrâîl oğullarından nakl olunagelen ve nazar-ı itibâra alınabilecek garîbelerin beyânına dâir hadîsleri ihtivâ etmektedir.
Buhârî’nin Abdullah ibni Amr'dan (radıyallahü anh) rivâyetine göre, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim tarafımdan (tebliğ edilen Kur'ân'dan) bir âyet olsun (halka) ulaştırınız, (öğretiniz). Benî İsrâil’ (in ibretli kıssaların) dan da haber verebilirsiniz. Bunda (bunu haber vermekde) beis yoktur. Her kim de (benim söylemediğim bir şeyi söyledi diye) bile bile bana yalan isnâd ederse, o da Cehennem’deki yerini hazırlasın." Üç ana bölümden teşekkül eden bu hadîs-i şerîfin ikinci kısmında, benî İsrâil'in ibret almağa değer kıssalarından haber veriniz emri, haber verebilirsiniz mânâsındadır. Emir sîgası ibâhayâ mahmuldür. Bunun delili de hadîsde geçen; "Haber vermekte beis yoktur" cümlesidir. İslâmî tebligatın ilk zamanlarında, fitne ve fesada sebep olur endişesiyle Benî İsrâîl haberlerinin nakli, kitaplarının mütâlâa edilmesi men olunmuştu. Sonradan, dînî akideler, şer'i hükümler teessüs edip, istikrar bulunca, o mahzur kalkmış, Benî İsrâil vakıalarının nakli mubah kılınmıştır. Bu da ibret alınabilecek kıssalara münhasırdır. Yalan olduğu bilinen haberlerin nakli ise câiz değildir.
Burada belirtilmesi gereken bir husûs da şudur: Benî İsrâîl kıssalarının ifâde ettikleri hükümler, İslâmî umdelerle mukayese edilmemelidir. Bunların içinde, İslâmî umdelere uymayanlar da vardır ki, bunlar o ümmetlere, mahsus şeyler sayılmalıdır. İslâmiyetle ilgili şeyler sanılmamalıdır.
Benî İsrâil'e gelen peygamberlerden biri de Mûsâ aleyhisselâmdır. Hazret-i Mûsâ'nın (aleyhisselâm) şerîati (dînî hükümleri) ile hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) dînî hükümleri arasında bâzı farklılıklar vardır. Fakat bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri îmân esasları aynıdır.
İsrâiliyyât denilen rivâyetler, ya ehl-i kitâbın ağzından yâhut da onların ele geçen kitaplarından nakledilirdi. Bâzı rivâyetler, Tabiînden Ka'bü'l-Ahbâr ve Vehb bin Münebbih gibi zevâta kadar varmaktadır.
İsrâiliyyâtı rivâyet etmekte bir beis görülmemiştir. Zîrâ bu rivâyetler, nihâyet geçmiş kitaplarda şu söylenmiş, bu yazılmış demek olur, ayrıca, yukarıda "Sahîh-i Buhârî’de geçtiğini belirttiğimiz merfû bir hadîs-i şerîf delâletiyle de bu, mubah görülmüştür. Tirmizî’nin de "Sünen"inde; "Hasen, sahih bir hadîs" kaydiyle Abdullah bin Amr ibni'l-Âs'dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettiği bu hadîs-i şerîfde; "Benim tarafımdan bir âyet olsun tebliğ ediniz. Benî İsrâîl de şöyle diyor, böyle diyor diye rivâyet edebilirsiniz. Bunda beis yoktur. Benden rivâyet ederken her kim benim ağzımdan müteammiden (kasten) yalan uydurursa Cehennem’deki yerini hazırlasın" buyurulmuştur. Fakat İsrâiliyyât hakkındaki hükmü, tevakkufdan ibâret olduğu da kitaplarda kaydedilmektedir. Nitekim "Sahîh-i Buhârî" de, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) merfûan rivâyet edildiği üzere, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, ehl-i kitaptan bâzı kimselerin Tevrât'ı okuyup Arapça'ya tercüme ettikleri Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından duyulunca; "Ehl-i kitâbı tasdik de etmeyiniz, tekzib de. Onlara şu âyet-i kerîmeyi okuyarak cevap veriniz: "Ehl-i kitâba deyiniz ki, biz Allah'a ve bize inzal olunan Kitâb-ı kerîme îmân ettiğimiz gibi, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâ'kûb ve esbâta (torunlara) inzal olunan şeylere de; kezâlik Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve bütün peygamberlere Rableri tarafından indirilen kitaplara îmân ettik. Hiçbirini diğerlerinden ayırd etmeyiz. Allah'a mu'tî ve inkiyâd ediciyiz. (Biz Allah'a teslim olmuş müslümanlarız.)" (Bakara sûresi: 136)
Yukarıda verilen izâhattan anlaşılacağı üzere, İsrâiliyyât hakkında üç kademeli hüküm vardır:
1- İslâmî tebligatın ilk zamanlarında, fitne ve fesada sebep olur endişesiyle, Benî İsrâil haberlerinin nakli ve kitaplarının mütâlâa edilmesi men olunmuştur.
2- Ehl-i kitâbın söylemiş oldukları sözler hakkında tevakkuf emr edilmiş sözlerinin, müslümanlar tarafından tasdik de edilmemesi, tekzib de edilmemesi istenmiştir.
3- İslâmî akîdeler, şer’î hükümler teessüs edip istikrar bulunca, birinci maddede belirtilen mahzur ortadan kalkmış ve Benî İsrâîl vakıalarının nakli mubah kılınmıştır.
İsrâiliyyâtın naklini mübâh kılan hadîs-i şerîf, "Sahîh-i Buhârî" ve "Sünen-i Tirmizî"de zikredildiği gibi, Ahmed ibni Hanbel'in "Müsned"inde de yer almıştır.
Müslümanlara lâzım olan dînî bilgileri cem etmek maksadıyla "Riyâz-üs-Sâlihîn" ismiyle Arabî lisânıyla bir cildlik kıymetli bir eser yazan hadîs ve fıkıh âlimi İmâm-ı Nevevî (v. 676), kitabının "İlim" bölümünde, beşinci hadîs-i şerîf olarak bu hadîsi yazmaktadır. Şafiî âlimlerinden Muhammed bin Allan es-Sıddîkî (v.1057) "Riyâz-üs-Sâlihîn" kitabına yazdığı dört cildlik Arabî "Delîlü'l-Fâlihîn" isimli şerhinin son cildinde bu hadîs-i şerîfin mevzûmuzla ilgili kısmını îzâh ederken şöyle buyurmaktadır:
"...İsrâil oğullarından rivâyette bulununuz." İsrâîl, Yâ'kûb'un İbrânice ismi olup, mânâsı Abdullah yâni Allah'ın kulu demektir. "Rivâyet etmenizde beis yoktur." Âlimler dediler ki: Onlardan rivâyette sizin için bir beis yoktur. Çünkü, önceden Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından, onlardan rivâyette bulunmak ve kitaplarına bakmak yasaklanmıştı. Sonra bu konuda genişlik hâsıl oldu. "Beis yoktur" cümlesinin mânâsı şudur: Onlardan duyduğunuz acâib şeylerle kalplerinizi daraltmayınız, sıkılmayınız. Bu onlar için çok vâki olmuştur. "Beis yoktur" cümlesi hakkında şöyle de denilmiştir. Sizin onlardan rivâyet etmemenizde beis yoktur. Çünkü Peygamberimizin baştaki "Rivâyet ediniz" emri, vücûb gerektiren bir emir sîgasıdır. Bu cümle ile emrin vucûb ifâde etmediğine, emrin ibâha için olduğuna işâret vardır. Yâni onlardan rivâyeti terk etmenizde bir beis yoktur demektir. Yine bu cümle hakkında şu da söylenmiştir: Onların "...Sen ve Rabbin gidiniz ve harbediniz..." (Mâide sûresi: 24) ve "Bize bir ilâh yap" gibi bozuk sözlerini hikâye edene bir beis yoktur. Burada mânâ şudur da denilmiştir: Onlardan rivâyette, isnâdın ittisâli zor olduğundan dolayı, inkıtâlı veya inkıtâsız, kıssanın muttasıl olacağı herhangi bir sûrette rivâyet ediniz. Bu, İslâmî hükümlerin hilâfınadır. Çünkü, bu hükümlerde senedin muttasıl olması esastır. Zamân yakın olduğu için isnâd zor olmaz. Her hâl-ü kârda onlara yalan isnâdı ile rivâyet câiz olmaz. İmâm-ı Şafiî buyurmuştur ki: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), yalanı rivâyet etmeyi câiz görmez." O hâlde mânâ şöyledir: Onlardan yalan olduğunu bilmediğiniz şeyleri rivâyet ediniz. Fakat, doğru mu, yalan mı olduğunda tereddüt ettiğiniz şeyleri rivâyet etmenizde size bir beis yoktur. Bu; “Ehl-i kitâb, size rivâyette bulunduğu, konuştuğu zaman, onları tasdik de etmeyiniz, tekzib de etmeyiniz" hadîsinin nazîridir, benzeridir.."
Şâiî fıkıh ve hadîs âlimlerinden İmâm-ı Süyûtî'nin (v.911) "El-Câmi-us-Sagîr" isimli eserinde de yer alan bu hadîsin izâhı, adı geçen esere altı cildlik kıymetli bir şerh yazan büyük âlim Abdurraûf el-Münâvî'nin "Feyz-ül Kadir" isimli eserinin üçüncü cildinde şu şekilde yapılmaktadır:
"...Size İsrâîl oğullarından ulaşan acâib haberleri, benzerlerinin bu ümmette meydana gelmesi muhal de olsa rivâyet ediniz." Yâni bunlar, senedsiz de olsa rivâyet ediniz. Zîrâ, ahkâm-ı Muhammediyye'nin hilâfına, zaman uzamış olduğu için, onlardan rivâyette senedin ittisâlinde güçlük vardır. "Bunu onlardan rivâyette, üzerinize beis yoktur. Ancak yalan olduğu bilinen şey müstesnadır." Burada şöyle bir mânâ da bulunabilir: Onlardan rivâyet etmemenizde bir beis yoktur. "Rivâyet ediniz" şeklinde sâdır olan emrin vücûb için olduğu vehmini izâle etmek için Peygamberimiz ikinci cümleyi ziyâde etmiştir. Et-Tîbî demiştir ki: Burada, Peygamber efendimizin Benî İsrâil'den rivâyete izin vermesi ile, başka bir haberde onlardan rivâyette bulunmaktan ve kitaplarına bakmaktan nehy etmesi arasında tezât yoktur. Çünkü burada onların kıssalarını rivâyet etmeyi murâd buyurmuştur. Meselâ, onların tevbe olarak, kendilerini öldürmeleri gibi. Nehiy ile de şunu murâd etmiştir: Kendi şerîatiyle neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış) hükümlerle ameli yasaklamıştır. Yâhud da İslâm'ın bidâyetinde, dînî ahkâm ve İslâmî kâideler istikrar bulmadan önce bu nehiy vârid olmuştur. Fakat bunlar yerleşince, Benî İsrâil'den rivâyete izin vermiştir..." Hadîs-i şerîfin sonunda bunun Abdullah ibni Amr'dan, Ahmed ibni Hanbel, Buhârî ve Tirmizî tarafından rivâyet edildiğine ve sahîh olduğuna dâir rumuz da konulmuştur.
Bâzı kişilerce, mûteber bâzı tefsîrlerde İsrâiliyyât bulunduğu ifâde edilerek, câhil insanlar nazarında kıymetli tefsîrlerin değeri düşürülmektedir. Tefsîrde müctehid mertebesine yükselen kıymetli müfessirler, eserlerinde eğer İsrâiliyyâta yer vermiş iseler, câiz olduğu için bu işi yapmışlardır. Câiz olmasaydı yapmazlardı. Hukûkî bir mevzûda, tıbbî bir konuda, yâhut da ihtisas istiyen başka bir sahada nasıl mütehassıslara başvurma lüzûmunu duyuyorsak, dînî konularda da büyük İslâm âlimlerinin mûteber eserlerine başvurma mecbûriyetini duymalıyız. Aksi takdirde, dînî mes'eleler hakkında, çok yanlış hükümler verme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İmâm-ı Beyhekî "Delâil-ün-Nübüvve" kitabında ve İmâm-ı Kurtubî "Tezkire" kitabında bildiriyor ki: Ebû Dücâne (radıyallahü anh) buyurdu ki: "Yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi ses duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırınca odanın ortasında siyah bir şeyin yükseldiğini farkedip elimle yokladım. Kirpi derisine benziyordu. Yüzüme kıvılcım gibi şeyler atmağa başladı. Hemen Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip anlattım. Bana; "Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ evine hayır ve bereket versin." buyurdu ve kalem kâğıt istedi. Ali'ye (radıyallahü anh) bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp eve götürdüm. Başımın altına koyup uyudum. Feryâd eden bir ses beni uyandırdı. "Yâ Ebâ Dücâne! Beni bu mektupla yaktın. Senin sâhibin elbette bizden çok yüksektir. Bu mektubu bizim karşımızdan kaldırmandan başka bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine gelemiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz." deyince, ona dedim ki: "Sâhibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam. Cin ağlaması ve feryâdından o gece, bana çok uzun geldi. Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "O mektubu kaldır. Yoksa mektubun acısını kıyâmete kadar çekerler." buyurdular.
Kefevî'nin "Mecmûa-tül-fevâid" kitabında ve Demîrî'nin "Hayat-ül-hayevân" kitabının Kunfez maddesinde; "Bir kimse bu mektubu yanında taşısa veya evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrâfına cin gelmez ve alışıp zarar veren cin de gider" denmektedir. Cin mektubu da denilen bu mektup; "Hazînet-ül-esrâr" ve "Hayat-ül-hayevân" adlı eserlerde yazılıdır. Ayrıca bu mektup Hakikat Kitâbevi tarafından basdırılan "Teshîl-ül-menâfi" kitabının sonuna da alınmıştır. Bundan başka; Ayet-el-kürsî, İhlâs, Mu'avvizeteyn ve Fâtiha'yı sık sık okumak da insanı cinden muhâfaza eder.
Kâdı Bedrüddîn Şiblî hazretleri "Âkâm-ül-mercân" adlı Arapça eserini Cinn'e tahsis etmiştir. İslâm âlimleri, cinden kurtulmak için şu on çâreyi bildirmişlerdir:
1- E'ûzü Besmele ile Fatihâ sûresini okumalıdır.
2- E'ûzü Besmele ile Mu'avvizeteyn'i (İki kul-e'ûzüyü) okumalıdır.
Tirmizî, Ebû Sa’îd el-Hudrî’den (radıyallahü anh) nakleder:
"Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) cinlerin ve insanların gözlerinin şerrine (nazara) uğramıştı. Nihâyet Mu'avvizeteyn nâzil oldu. Onları okudu.
3- E'ûzü Besmele ile Bakara sûresini okumalıdır.
4- E'ûzü Besmele ile Ayet-el-kürsî'yi okumalıdır.
5- E'ûzü Besmele ile Bakara sûresinin son âyetini okumalıdır.
6- E'ûzü Besmele ile Hâ-mîm el-Mü'min sûresinin başından (Masîr) e kadar ve Ayet-el-kürsî'yi okumalıdır.
Tirmizî, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) naklediyor. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Her kim Âyet-el-kürsî ile birlikte Hâ-mim el-Mü'minûn sûresinin evvelini (ileyhilmasir) e kadar sabahleyin okursa o iki âyet onu akşama kadar, akşam okursa sabaha kadar muhâfaza eder" buyurmuştur.
7- "Lâ ilâhe illallahu vahdehü lâ şerîke leh lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr"i yüz kere okumalıdır. Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) nakledilen hadîs-i şerîfde Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim "Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr"i yüz kere okursa on köle azâd etmiş gibi olur. Ayrıca defterine yüz sevâb yazılır ve yüz günah silinir. Sonra akşama, kadar o gün şeytan şerrinden emîn olur. Hiç kimse bunun kadar büyük bir sevâbla gelemez. Ne var ki ondan daha fazla bir amel ile gelirse başka."
8- Çok "Allah" demelidir.
9- Hep abdestli bulunmalı, farzları ve sünnetleri hiç terk etmemelidir.
10- Harama bakmaktan, çok konuşmaktan, çok yemekten ve kalabalıktan sakınmalıdır.
Cinnîlerin insanlara olan zararlarına karşı tedbir alınması, cinnin zararına karşı korunulması, insanların iyiliklerine karşı iyilik yaptıkları, kötülüğe karşı kötülük ve zarar yaptıkları ve sârâ hastasının bedenine girip hastanın hareketleri ve işlerinin cinnin hareketi ve işi olduğu, böyle hastanın tedâvisinde cin ile sorgu, suâl, cevaplaşma olduğu, cinnin insanlarla alay ettikleri, insan gibi nazarları değeceği, cinlerin harb ettikleri, Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) Ümm-i Ma'bed'in çadırında misâfir olduğunu Mekke ahâlisine haber vermeleri, geçmiş şeyleri cinden sormanın câiz olduğu, ileride olacak şeyleri sormanın câiz olmadığı, müezzinlerin ezânlarına kıyâmet günü cinnîlerin şâhid olacakları, Ebû Ubeyde ve arkadaşları vefât edince cinnîlerin ağlayıp mâtem ettikleri, Ömer (radıyallahü anh) vefât ettiği zaman mersiye okudukları, Osman (radıyallahü anh) şehîd olunca ağlayıp inledikleri, Hazret-i Ali'nin şehîd olduğunu haber verdikleri, Hüseyn (radıyallahü anh) şehîd olunca ağlayıp, bağırdıkları ve başka sahâbîler şehîd olunca bildirdikleri, Ömer bin Abdülazîz'in vefâtını haber verdikleri, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin ve İmâm-ı Şafiî'nin vefâtlarında ağladıkları, cinnin insan kalbine vesvese getirdiği ve daha pek çok meşhûr vak'a ve işler, kıymetli kitablarda yazılıdır. Bunların hepsi cinnin varlığını göstermektedir. Mikrop şekline girip insan damarlarında dolaştıkları gibi keçi, yılan ve kedi şekline girdikleri de çok görülmüştür.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget