Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hazret-i Nûh, dörtyüzelli sene kadar uzun bir müddet kavmini îmâna dâvet etti ise de, ilk zamanda îmân edenlerden başka kimse îmân etmedi. Böyle bir kavmin insanlarının, bu dâveti kabûl edeceklerine artık imkân ve ihtimâl yoktu. Çünkü o nasîhat ettikçe bunların yumuşaması ve yapılan dâveti kabûl etmesi gerekirken, zaman ilerledikçe tam bunun tersi oluyor, onların saldırması, karşı koymaları daha da artıyordu. Demek ki bunlar, îmân etmeyecek ve hidâyete kavuşamayacaklardı. Çünkü hasmâne tavırları hiç eksilmeden devam edip gidiyordu.
Hûd sûresinin 32-36. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: (Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden olanlar, Hazret-i Nûh'a) dediler ki: “Ey Nûh! Sen bizimle çok mücâdele ettin ve bu mücâdelende de çok ileri gittin, (Senin bu mücâdelen çok uzadı). Eğer sen sözünde, vâdinde sâdıklardan isen bize vâdeylediğin azâbı getir de görelim.” (Zirâ senin mücâdele etmenin, nasîhat verip durmanın bize bir tesiri yoktur. Bu sözleri üzerine) Nûh (aleyhisselâmonlara dedi ki: “Allahü teâlâ dilerse (hemen veya takdir ettiği daha sonraki bir zamanda) azâbı size getirir. Ama siz, (azabı def etmekle veya, azâbdan kaçmakla) O'nu azâb etmekten âciz bırakıcı değilsiniz. Ben size nasîhat etmek istesem bile, cenâb-ı Hak dalâlette kalmanızı dilemiş ise, nasîhatim size fayda vermez. O Allahü teâlâ sizin Rabbinizdir (sizi yaratan O'dur) ve siz O'na döndürüleceksiniz. Dönüşünüz O'nadır. (O, size amelinizin karşılığını verir).”
(Nûh kavmi, bu vahyi Nûh kendisinden) uydurdu mu diyorlar. (Ey Nûh!) Sen onlara de ki: Eğer ben, (kendimden bir şey uydurup, sonra Allahü teâlâ bana böyle vahyetti diyerek,) Rabbime iftirâ etmiş isem bunun günahı benim boynumadır. Ama ben, sizin, iftirâ etti diyerek bana iftirâ, ettiğiniz suçtan, bu günahınızdan berîyim, uzağım.”
Nûh sûresi 5-9. âyet-i kerîmelerinde Hazret-i Nûh'un Allahü teâlâya şöyle münâcâtta bulunduğu bildirilmektedir: “Yâ Rabbî! Ben gece-gündüz devamlı olarak, kavmimi, tâat ve ibâdete dâvet ettim. Benim dâvetim, ancak onların, îmân ve tâattan uzaklaşmalarını arttırdı. Senin, îmân etmeleri sebebiyle onları mağfiret etmen için her ne zaman kendilerini îmâna dâvet ettimse, dâvetimi duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. (Dâvetimi duymak istemediklerinden başka, yüzümü dahî görmemek için) elbiselerini başlarına örttüler. Küfür ve isyânlarında ısrâr edip bana tâbi olmaktan istikbâr ettiler. (Çok kibirlenip, tâbi olmaktan kaçındılar.) Sonra onları, âşikâre olarak îmâna dâvet ettim. Daha sonra da, hem yüksek sesle, hem de her birini ayrı ayrı çağırarak, gizliden gizliye dâvetime devam ettim.”
Bilindiği gibi Hazret-i Nûh evvela gizli olarak dâvete başladı. Bu hâl kavmine pek tesir etmedi. Bundan sonra açıktan açığa dâvetini sürdürdü. Bu da tesirli olmayınca dâvetini her iki şekilde de devam ettirdi. Yâni hem gizli, hem de âşikâre olarak insanları îmâna dâvet etti. Bu âyet-i kerîme Hazret-i Nûh'un dâvetinin; gizli, âşikâre, hem gizli hem âşikâre olmak üzere üç safhada yapıldığını bildiriyor. Açıktan açığa, âşikâre olarak dâvette bulunmak; gizli dâvetten daha şiddetli ve daha tesirlidir. Hem âşikâre, hem de gizli yapılan dâvet ve nasîhat ise bundan da daha tesirlidir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hazret-i Nûh'un bu kadar nasîhat ve yalvarmaları onların, insâfa gelip, ona tâbi olmalarına sebep olacağı yerde, bilakis onların kin ve düşmanlıklarını arttırıyordu. Devamlı yalanladıkları, karşı çıktıkları gibi büsbütün ileri giderek onu tehdit etmeye başladılar. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Ey Nûh! Eğer bu sözünden vaz geçmezsen (davet işinden ve bizi azâb ile korkutmaktan geri durmazsan) muhakkak ki, taşla öldürülenlerden olursun dediler,” (Şuarâ sûresi: 116) Böyle sözler söylemekle, ölümle tehdit etmekle onu, bu ulvî dâvâdan, yâni peygamberliğini tebliğ vazifesinden caydırmak, vaz geçirmek istiyorlardı. Bütün peygamberler içinde en yüksek derecede bulunan altı peygamberden biri olan Nûh (aleyhisselâm), bu gibi tehdit ve sataşmalarla dâvâsından elbette vaz geçecek, hattâ, yavaşlayacak, gerileyecek değildi. O yine vazifesine devam etti.
Zaman akıp giderken, Hazret-i Nûh büyük bir sabırla, belki akıllarını kullanırlar, belki uyanırlar da küfür ve isyândan, putlara ibâdet etmekten vazgeçerler ümidiyle, hiç bir şeyden çekinmeden gayret ediyor; “Ey kavmim! La ilâhe illallah deyin” diye yalvarıyordu. O, buna devam ettikçe kavminin hakâretleri de git gide artıyordu. Onu susturmak, üzmek ve insanlara bir şeyler anlatmasına mâni olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hazret-i Nûh, kavminin yanına gelip onlara bir şeyler söylemek istese, insanlar onu görmemek için elbiseleriyle yüzlerini, parmaklarıyla da kulaklarını kapatırlar, hakâretlerini bu şekilde gösterirler, bâzan daha da ileri giderek sille tokat üzerine hücûm edip kıyasıya döverlerdi. Kavmin ileri gelenleri, bir taraftan Hazret-i Nûh'a hakâret ve hücûm ederken bir taraftan da, îmân etmeye meyilli kimselerin arasında dolaşarak, onları tehditten geri kalmazlardı.
Kavmin ileri gelenleri, diğerlerine, asıl mâbudlarının, atalarının ibâdet edegeldikleri bu putlar olduğunu söylüyorlar; “Şâyet bunlar yanlış olsaydı atalarımız hiç ibâdet ederler miydi? Eğer biz bunları terkedersek, atalarımızın yapmış olduklarına karşı çıkmış, onlara hakâret etmiş olmaz mıyız?” diyerek insanların bu hislerini okşayıp, onları tahrik edici sözler sarfediyorlardı. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde Nûh sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Kavmin ileri gelenleri hâkimiyetleri altındaki kimselere; ilâhlarınıza ibâdeti terk etmeyin. Hâssaten, Vedd, Süvâ’, Yegus, Ye’ûk ve Nesr isimlerindeki ilâhlarınıza ibâdeti terketmeyin dediler.”
Müşrikler, Hazret-i Nûh'un tebliğ ettiği ve bildirdiği şeylere kabûl göstermeyip karşı çıktıkları gibi, Hazret-i Nûh'a îmân edenlere de zulüm ve eziyette ileri gitmeye başladılar. Böyle yapmakla, onları bu saâdet yolundan döndüreceklerini zannediyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden, zayıf ve güçsüz olanlara, müşriklerin, ilk zamanlarda revâ gördükleri zulüm ve haksızlık gibi, Nûh kavminin ileri gelen müşrikleri de mü’minlere aynı şekilde davranıyorlardı. Fakat onların bu hareketleri, îmân etmiş olan herhangi bir mü’mini îmânından döndürmediği gibi, bilakis, îmânlarının ve Hazret-i Nûh'a bağlılıklarının daha da artmasına sebep oluyordu.
Nitekim İbrâhim sûresinin 9-18. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: (Ey ehl-i Mekke!) Sizden önce, (suda boğulmakla helâk olan) Nûh kavminin, (şiddetli rüzgâr ile helâk edilen) Âd kavminin ve (sayha, şiddetli ses ve gürültü ile helâk edilen) Semûd kavminin haberleri size gelmedi mi? Onlardan sonra da (Hazret-i İbrâhim'in kavmi olan Keldânîler, Nemrûd, Lût kavmi, Eshâb-ı Ress, Eshâb-ı Medyen, Eshâb-ı Eyke ve Kavm-i Tübba’ gibi) nice kavimler geldiler ki, adetlerini Allahü teâlâdan başkası bilemez. Peygamberleri, o kavimlere hüccet ve apaçık mûcizelerle geldiler. Onlar ise (peygamberlerine olan gayz ve kinlerinden, yâhut, onların sözlerini anlayamamanın verdiği taaccüble, veyâhut istihzâ etmek, onları alaya almak için, yâhut peygamberlerine, susmasını, böyle şeyler konuşmamasını işâret etmek için veya peygamberlerinin sözlerini, beyânlarını işitince hayret ve taaccüb edip, istihzâ ederek gülmeye başladıklarından, bu edebsiz gülmelerinin çirkinliğini gizlemek için) ellerini ağızlarına kapatıverdiler. (Yâhud bütün kuvvetleriyle peygamberlerinin ağızlarını tutmağa, yâni onları susturmağa uğraştılar. Peygamberlerden kendilerine uzanan imdâd ve hidâyet ellerini ağızlarıyla reddettiler.) Sonra da dediler ki: Biz, sizin bize gönderilmiş olduğunuz peygamberlik dâvânızı tasdik etmeyiz. Biz onu inkâr ettik. Bizi dâvet ettiğiniz şeyden (Allahü teâlâya îmân ve O'nun bir olduğunu tasdikten) kuşku verici bir şek ve şüphe içerisindeyiz. Peygamberleri onlara dediler ki: Gökleri ve yeri yaratan Allahü teâlâ hakkında hiç şüphe edilir mi? (Aklî ve hissî her şey O'nun var ve bir olduğuna delâlet ederken, şüpheye mahal bırakmazken, siz nasıl şüphe edersiniz?) Allahü teâlâ(sizinle kendi arasındaki) günahlarınızı mağfiret etmek için sizi, (kendisine, bize ve bizim vâsıtamızla size gönderdiği, bildirdiği şeylere inanmaya, îmân etmeye) dâvet ediyor ve belli bir vakte (ecelinizin gelmesine) kadar size müsâde ediyor. (Azâb etmekte acele etmiyor).
(Bunun üzerine îmân etmeyenler, peygamberlerine) dediler ki: Siz de bizim gibi insansınız. (Şekil ve sûret bakımından bizim gibisiniz, bize bir üstünlüğünüz yok. Şâyet Allahü teâlâ, insanlara bir peygamber göndermeği dileseydi, insanlardan değil de daha efdâl bir cinsten, meleklerden peygamber gönderirdi. Bu dâvetinizle) siz, bizleri, babalarımızın ibâdet edegeldikleri şeyden men ediyor, çevirmek istiyorsunuz. O hâlde (sizin fazîlet sâhibi olduğunuza, peygamber olmaya ve bu tebliğ işini yapmaya lâyık bulunduğunuza ve peygamberlik dâvânızın doğruluğuna dair) bize apaçık delil getirin. (Halbuki peygamberleri onlara, dâvâlarının doğruluğunu ispat edici açık deliller, mûcizeler getirmişlerdi. Fakat müşrikler inanmamışlar, bunlarla ikna olmamışlardı. Güyâ peygamberlerinin hatâlarını bulmak için ve müşriklikte inâd ederek yeniden mûcize istiyorlar, inanmamak için bahane ile böyle sözleri ileri sürüyorlardı.)
(Bunun üzerine) peygamberleri onlara dediler ki: Evet biz de sizin gibi bir insanız. (Zâten melek yâhut başka cinsten bir mahlûk olduğumuzu iddia etmiyoruz ki.) Lâkin Allahü teâlâ kullarından dilediğine (peygamberlik ve bunun gibi şeyleri vermekle) iyilik ihsân eder. (O peygamberler, böyle söylemekle, müşriklere çok güzel cevap verdiler. Hem, insan olmak bakımından müşterek olduklarını, hem de, Allahü teâlânın fadlı ve ihsânı ile kendilerine nübüvvet verdiği için diğer insanlardan daha efdâl olduklarını bildirdiler. Böylece diğer insanlardan ayrı bir husûsiyetlerinin bulunduğunu haber verdiler.)
(Peygamberler, yine o karşı çıkan müşriklere dediler ki:) Allahü teâlânın izni, irâdesi olmadan biz kendi isteğimiz ve gücümüzle size açık delil, mûcize getiremeyiz. (Yâni bu mümkün değildir. Ancak Allahü teâlâ dilerse, irâde ederse ve yaratırsa o zaman biz mûcize gösterebiliriz. Bununla beraber, Allahü teâlâ, peygamberlerinden her birine, nübüvvet dâvâsının doğru olduğuna delil olarak, kâfi miktarda mûcize vermiştir.” O hâlde mü’minler (sizin düşmanlık ve inâdlaşmanıza sabretmek husûsunda) Allahü teâlâya tevekkül etsinler, etmelidirler. Mü’minler olarak biz Allahü teâlâya niçin tevekkül etmeyelim? Bizim, O'na tevekkül etmememiz için ne özrümüz olabilir ki, O bize hidâyet ihsân etti. (Hidayet, tevekkül ve kurtuluş) yollarını bize gösterdi. (Ey kâfirler! Biz hepimiz, bize inâd ederek, bizimle istihzâ ederek) bize yaptığınız işkencelere elbette sabrederiz. Tevekkül ediciler, yalnız Allahü teâlâya tevekkül etmelidir.”
Hazret-i Nûh, her gün kavminin toplu bulundukları, hep birlikte oturdukları yerlere gider, onları, Allahü teâlâya ibâdet etmeye dâvet eder, putlara tapmaktan, günah işlemekten uzak durmalarını söylerdi. Her defâsında, kavmi ona hücûm eder, bayıltıncaya kadar dövüp, ayaklarından çekerek, mezbelelik yerlere atarlardı.
O, insanlara nasîhat verdikçe, insanlar ona daha çok saldırır, hattâ kadınlar ve çocuklar da taş atarlardı. Bazen geçeceği yolların etrâfına taş yığarlar, yoldan geçerken onu taşa tutarlardı. Azgınlık ve taşkınlıklarında ziyâdesiyle ileri gidip, onu tamâmen taşların altında kalıncaya kadar taşladıklarından, vücûdu taşlarla örtülürdü. Ne zaman taşlarlar ve döverlerse artık mutlakâ ölmüştür diye bırakırlar, mübârek vücûdunu eski bir hasır parçasına sarıp evine atıverirlerdi. Bundan sonra Cebrâil (aleyhisselâm) gelerek, yaralarını temizler, tedâvi eder, Allahü teâlânın izni ile tekrar sıhhate kavuşurdu. İyileşince Allahü teâlâya hamd ve şükreder, iki rekat namaz kılardı. Namazdan sonra; “Yâ Rabbî! İzzetine yemîn ederim ki, onlardan bana gelen belâ ve musîbetler, benim sabrımı arttırmaktan başka bir şey yapmıyor” diye duâ ederdi. Kalkıp, tekrar kavmine varır nasîhat ederdi. Böylece seneler, hattâ asırlar geçmesine rağmen ilk zamanlarda îmân edenlerden başka kimse îmân etmiyordu. Bilakis Hazret-i Nûh'a ve ona îmân edenlere karşı zulüm ve eziyetleri de gittikçe artıyordu.
Bu arada kavmin reisi olan Dermesil öldü ve yerine oğlu Nevlin geçti. Nevlin, babasından daha inançsız, ondan daha azgın ve zâlim idi. Hazret-i Nûh, peygamberliğini tebliğe başlayalı dörtyüz sene gibi çok uzun bir zaman geçmişti. Bu zaman zarfında Hazret-i Nûh'un kavmini îmâna dâveti ve kavminin karşı çıkması hep artarak devam etmişti. Her defâsında, kavmine; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Nûh (aleyhisselâm) O'nun resûlüdür” deyin, sözüne karşılık, onlar; Hazret-i Nûh'un yanına varıp, tokatlıyorlar, dövüyorlar, yüzüne toprak atıyorlardı. Bazen da, hem onu görmemek, hem de söylediklerini duymamak için elbiseleriyle yüzlerini örtüyor, parmaklarıyla da kulaklarını tıkıyorlardı. Kötü muâmelelerine bu şekilde devam ediyorlardı.
Hazret-i Nûh kavmine nasîhat vermek üzere yanlarına gidip geldikçe, güneşin, ayın ve diğer yıldızların, belirli bir nizâm ve istikâmet içinde, gökyüzünde hareket etmelerini, yerin ve göğün tabakalarını anlatır, bunların yaratılışlarındaki hikmetlerden ve faydalardan bahsederdi. Bütün bunların, insanların istifâdeleri için yaratıldığını, onların hizmetine sunulduğunu; insanların da Allahü teâlâyı tanımak, O'na ibâdet etmek ve âhırette sonsuz yaşamak için yaratıldığını haber verirdi. Fakat bütün bu anlatılanlardan hisse alıp uyanacakları yerde, her geçen gün bu azgın kavmin taşkınlığı gittikçe artıyor ve hiç bir değişiklik olmuyordu. Nûh (aleyhisselâm) nasîhat ettikçe, onların müşriklikte inâd ve ısrârları çoğalıyordu. Her defâsında eziyet ve cefâ ederlerdi. Ne zaman kavmini dâvet etse, yine öldü diye kanaat getirinceye kadar döverlerdi. Daha sonra Cebrâil (aleyhisselâm) yine gelerek, yaralarını temizleyip tedâvi edince, o tekrar nasîhat vermek üzere kavminin yanına giderdi. Onlar; “Yazık sana ey Nûh! Bizim seni o kadar dövmemiz, tahkir etmemiz, aşağılamamız, seni bu dâvâdan vazgeçirmeye yetmedi mi? Sen, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu söylüyorsun. Şâyet bu sözünde sâdık olsa idin, her şeyin Rabbidir dediğin o Allah, seni, bizim eziyet, cefâ ve kötülüklerimizden korurdu. Fakat sen mecnûn (deli) birisi olduğun için böyle işlere kalkışıyorsun” derlerdi.
Hazret-i Nûh onların bu sözlerine şöyle cevap verirdi: “Ey kavmim, Ben mecnûn değilim. Ancak siz, bilmiyorsunuz. Babalarınız, dedeleriniz ölüp gittiler. Şimdi onlar yaptıklarına pişman bir vaziyette bulunuyor ve azâb çekiyorlar. Siz, ibret alıp aklınızı başınıza toplayarak, putlara tapmaktan vazgeçin. Yalnız Allahü teâlâya îmân ve sırf O'na ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Siz dediklerime tâbi olursanız, baba ve dedelerinizin âkıbetine düşmekten kurtulur, dünyâ ve âhırette saâdete erer, rahat ve huzûra kavuşursunuz.”
Bütün bunlara rağmen bu kavmin insanları şirk ve isyânda o kadar ileri gidiyorlardı ki, Hazret-i Nûh'un dâvetini kabûl etmek şöyle dursun, hiç dikkate bile almıyorlardı. Buna rağmen Nûh (aleyhisselâm) bıkmadan usanmadan, kavminin bulunduğu yere tekrar tekrar gider; “Ey kavmim! La ilâhe illallah Nûh nebiyyullahi ve resûlihî deyiniz. Putlara tapmayı terk ediniz” derdi. O böyle söylerken, bütün putların hep birlikte yüz üstü yere düştüğünü gördükleri hâlde, yine inanmaz şirk ve isyânda ısrâr ederlerdi. Bununla da kalmayıp, hemen, hep birden üzerine hücûm ederek, şiddetli bir şekilde onu döverlerdi. O mübareğin vücûdu yara bere içinde kalır, mübârek ağzından ve burnundan kan gelirdi. Merhamet hisleri körleşmiş olan bu alçak kimseler, üstelik yaptıkları bu çirkin hareketlerden zevk duyarlardı. Hattâ, Hazret-i Nûh'un mübârek karnına basarak; “Ey Nûh! İşte senin cezân budur” diye bayağılık ve aşağılıklarını göstermekten geri kalmazlardı. Bütün bu eziyet ve sıkıntılara rağmen, Nûh (aleyhisselâm) kavminin yaptıklarına sabrederdi. Kendisini her dövdüklerinde ve işkence ettiklerinde onlara lânet etmez; “Allah'ım! Kavmimi affet: çünkü onlar bilmiyorlar” derdi.
Bu hâl üzere seneler geçip gitti ve kavmin reisi olan Nevlin de öldü. Yerine kendi ve babası gibi zâlim ve putperest biri olan oğlu Tafreduş geçti. Kavmin ise, îmânsızlık ve putlara tapmak husûsunda, reislerine tam bir bağlılıkları vardı. Hattâ rivâyet edilir ki, o kavimden bâzı müşrikler ölümlerine yakın, mallarının yarısını, putların hizmetinde kullanılmak üzere ayrılmasını, yarısının da çoluk-çocukları ile hizmetçilerine verilmesini vasiyet ederlerdi. Bundan başka olarak, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmemek ve ona tâbi olmamak husûsunda çoluk çocuklarından, hizmetçi ve yakınlarından da söz alırlardı.
Bir defâsında, o azgın kavimden bir kimse yanında oğlu ile beraber Nûh'un (aleyhisselâm) yanına geldi. Oğluna; “Bana bak! Babam beni bundan sakındırdı. Ben de seni sakındırıyorum. Onun, seni babalarımızın dîninden, putlarımıza ibâdetten caydırmasından, çevirmesinden korkuyorum. Sakın ha sakın, onun söylediklerine kanmayasın. Çünkü o, sihir yapan yalancının biridir” dedi.
Kendilerine iki cihân saâdetini bildirmek üzere gönderilen bir büyük peygambere, kavminin bu kadar düşman kesilmesine, ona eziyet ve işkence etmelerine çok üzülen melekler, Allahü teâlâya münâcât edip, yalvararak; “Yâ Rabbî! Sen bunlara karşı ne kadar hâlimsin. Onlar senin peygamberine karşı bu kadar kötü muâmelede bulundukları hâlde, sen onlara, yine de yumuşaklıkla muâmele ediyor, azâb etmiyorsun. Onlar senin mülkün olan yeryüzünde yürüyorlar, senin verdiğin rızkı yiyorlar. Fakat, senden başkasına, sana ortak koştukları putlarına, ibâdet ediyorlar. Senin, kendilerine rahmet olarak gönderdiğin peygamberine ise isyân ediyor, üstelik bununla da kalmayıp, ona ezâ ve cefâda ileri gidiyor, çok sıkıntı verdikleri gibi her zulüm ve işkenceyi de revâ görüyorlar" dediler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Bu kadar azgın, haddi aşmış, her türlü ahlâksızlık ve kötülüğün yayılıp, yerleşmiş olduğu bu kavme, Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh'u elli yaşında peygamber gönderdi. Peygamber olduğunu haber vermek ve kendisini müjdelemek üzere, Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı Hazret-i Nûh'a gönderince, Cebrâil (aleyhisselâm) Nûh'un (aleyhisselâm) yanına gelerek; “Esselâmü aleyke ey Nûh!” dedi. O da; “ve aleykesselâm. Kimsiniz?”dedi. Cebrâil (aleyhisselâm); “Ben Cebrâil'im. Allahü teâlâ tarafından, peygamberliğini bildirmek için geldim. Allahü teâlâ sana selâm ediyor. Seni kavmine peygamber yaptı. Dermesil ve kavmine git! Onları, Allahü teâlâya îmân etmeye, yalnız O'na ibâdet ve kullukta bulunmaya dâvet et!” dedi ve gitti.
O zamanda, o beldede yaşayan bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Nûh (aleyhisselâm), ömrünün sonuna kadar, insanları, îmâna çağırıp, Allahü teâlânın emirlerine uymaya dâvet edeceğine dâir söz (mîsak) verdi.
Nitekim Ahzâb sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “(Ey Resûlüm (sallallahü aleyhi ve sellem)! Şunu hatırla ki) biz peygamberlerden, ümmetlerine risâleti, peygamberliği tebliğ ve onları dîne dâvet etmeleri için ahd aldık. Hususen bu ahd aldıklarımız içinde meşhûr ve ülül-azm olanlar; sen, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ bin Meryem (aleyhimüsselâm). Biz bunlardan sağlam yemînli, te’kidli bir ahd, söz aldık.”
A’râf sûresinin 59. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Muhakkak ki biz, Nûh'u (aleyhisselâmkavmine resûl olarak gönderdik.” (İbn-i Cerir (rahmetullahi aleyh) ve başkalarının rivâyetlerine göre kavminin ismi Benû Râsib idi.) Nûh (aleyhisselâmonlara dedi ki, ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Eğer O'na îmân etmezseniz, kıyâmet gününde (veya tûfan gününde) size büyük bir azâbın isâbet etmesinden korkuyorum."
Hûd sûresinin 25 ve 26. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki; “Biz Nûh'u (aleyhisselâmkavmine peygamber olarak gönderdik. O onlara dedi ki: Ben sizi Allahü teâlânın azâbıyla korkutuyorum ve azâbdan kurtuluşun çâresini açıklıyor, beyân ediyorum. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Bana muhâlefet etmeniz hâlinde, bir gün, (dünyâda garkla, suda boğulmakla, âhırette ise ateş ile) üzerinize elem verici çok şiddetli bir azâbın gelmesinden korkuyorum.”
Ebü’ş-şeyh, İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i Asâkir’in (rahmetullahi aleyhim) Enes'den (radıyallahü anh) bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte resûllerin ilkinin Hazret-i Nûh olduğu bildirilmiştir.
“Hüsn-üt-tenebbüh” kitabının müellifi olan Necmüddîn-i Gazzî (rahmetullahi aleyh) bu hadîs-i şerîf hakkında buyuruyor ki: “Hazret-i Âdem'in peygamberlerin ilki olduğu husûsunda icma vardır. Ancak ilk resûlün Âdem (aleyhisselâm) mı? Yoksa Nûh (aleyhisselâm) mı? olduğunda muhtelif rivâyetler var ise de, Hazret-i Âdem'in ilk resûl olduğu açıktır. Hazret-i Enes'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) murâdının, Âdem aleyhisselâmın oğulları içinde ilk resûl Nûh'tur (aleyhisselâm) buyurmuş olması muhtemeldir veya bu hadîs-i şerîfin devamı vardır ve bu bize ulaşmamıştır. Nitekim, Hâkim et-Tirmizî'nin (rahmetullahi aleyh), Ebû Zer'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; “Resûllerin ilki Âdem (aleyhisselâmsonuncusu Muhammed'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). İsrâil oğullarının peygamberlerinin ilki Mûsâ (aleyhisselâm), sonuncusu Îsâ'dır (aleyhisselâm). Kalem ile ilk yazı yazan İdrîs'tir (aleyhisselâm).” buyurulmaktadır.”
Hazret-i Nûh'a peygamberliğinin bildirildiği, insanları Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağırmakla emr olunduğu sırada, kavmi tam bir sefâhet içinde idi. İçki, kumar, zinâ, zulüm, haksızlık gibi her türlü ahlâksızlık ve kötülük almış yürümüştü.
Hazret-i Nûh, peygamber olduğu kendisine bildirildikten sonra, kavmine nasîhat etmeye, onları îmâna dâvet etmeye başladı. Bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm gibi, Hazret-i Nûh da peygamberliğinin ilk zamanlarında, gizliden gizliye insanları hak dîne dâvet ediyordu. Yılmadan, gece-gündüz, gayret ederek çalıştı. Bir zaman sonra açıktan açığa insanları dîne dâvet etmeye başladı.
Diğer bütün peygamberler gibi, Hazret-i Nûh da kavminin azgınlık ve taşkınlıklarına, bozuk işlerine kapılmamıştı. Çocukluk ve gençliğinden îtibâren sâlih bir zât ve emîn bir kimse olarak tanınmış ve hiç kimse ondan bir sıkıntı ve rahatsızlık görmemişti.
Böyle olunca onun, tevhid dînine dâvetinin çok tesirli olması, hemen herkesin, onun dâvetini kolayca ve hemen kabûl etmesi icâbediyordu. Ama böyle olmadı. Bilhassa kavminin ileri gelenleri ona karşı çıktı. Çünkü onun söyledikleri, bu haddi aşmış kimselerin, habis zevklerine gem vuruyor ve bu kötü işlerden vazgeçmelerini emrediyordu.
Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetine çok az kimse icâbet etmişti.
Nûh (aleyhisselâm) bir bayram gününde kavminin yanına gitti. O günü bayram olarak, babaları (yani o azgın kavimde bulunanların bir kısmının ataları, dedeleri olan) Kâbil koymuştu. Onlar kendilerine göre bayram günü geldiğinde, bir yere toplanırlar, putlarını masaların üzerine dikerek, onlara kurban keserlerdi. Putların önünde secdeye kapanarak ibâdet ederlerdi. Ayrıca içki içerler ve çalgı çalıp oynarlardı. Kadın erkek karışırlar, hattâ hepsi çıplak olarak bir arada bulunur, zinâ yaparlar, her türlü ahlâksızlık ve rezâleti işlerlerdi.
İşte böyle bir günde Hazret-i Nûh, onların bulunduğu yere vardı. Giderken de; “Allah'ım! Onlara karşı bana yardım eyle” diye duâ etti. Kendilerine yaklaştığında, yüksek sesle; “Ey kavmim! Allahü teâlâ tarafından, size nasîhatçi olarak geldim. Sizi, Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet ediyorum. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Sizi, putlara ibâdet etmekten men ediyorum. Allahü teâlâdan korkun. Bana itâat edin.” diyerek nidâ etti. Hazret-i Nûh böyle söylerken, masaların üzerlerinde bulunan putların hepsi yere devrildi.
Kavmin melîki olan Dermesil, yanında bulunanlara; “O da kim?” diyerek, alay edici bir tavırla Nûh'u (aleyhisselâm) sordu. Onlar da; (Ey Melik! O, bizim kavmimizden olduğu hâlde, hâli bize uymayan birisidir. İsmi Nûh bin Lamek'dir. Önceleri akıllı idi. Sonra aklını kaybedip peygamber olduğunu, Allahü teâlâdan kendisine vahiy geldiğini iddia etmeye başladı. O, mecnûn yâni delidir. Şu anda cinneti, deliliği fazlalaşmış olduğundan böyle şeyler söylüyor) dediler. Dermesil; “Peki neler söylüyor?” dedi. Etrâfındakiler; “O, insanları, bir olan Allahü teâlâya îmân etmeye, O'ndan başkasına ibâdet etmemeye dâvet ediyor. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur diyor. Bizi, putlarımıza ibâdet etmekten men ediyor.” dediler.
Bu söylenilenlere çok kızan Dermesil, derhal onun huzûruna getirilmesini emretti. Kralın adamları, hemen Hazret-i Nûh'u yakalayıp, döverek, reislerinin yanına getirdiler. Dermesil, Hazret-i Nûh'a; “Yazık sana; demek sen bizim ilâhlarımızı inkâr ediyorsun ha!... Söyle bakalım sen kimsin?” dedi. Hazret-i Nûh, büyük bir sabır ve tevâzû ile, fakat vakâr ve heybet içerisinde; “Ben Nûh bin Lamek'im. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın peygamberiyim. Sizleri, Allahü teâlâya îmâna dâvet ediyorum. Benim, O'nun peygamberi olduğumu tasdik ve putlara ibâdeti terk etmeniz için nasîhat vermek üzere, peygamber olarak gönderildim.” buyurdu.
Bunun üzerine Dermesil, Hazret-i Nûh'a; “Ey Nûh! Sen bize, bizim bilmediğimiz şeyler anlatıyorsun. O hâlde biz senin saçmaladığını zannediyoruz. Eğer mecnûn isen, seni tedâvi edelim. Fakir olduğun için böyle yapıyorsan sana yardım edelim" deyince, Hazret-i Nûh şöyle cevap verdi: “Ey kavmim! Ben deli değilim ki, siz beni tedâvi edesiniz. Ben sizin elinizde bulunanlara muhtâç değilim ki, bana yardım edesiniz. Mülk, kendisinden başka ilâh bulunmayan, her şeye gâlib ve hâkim olan Allahü teâlânındır. Ben sizden böyle şeyler istemiyorum. Benim sizden istediğim tek şey, La ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur) demeniz ve benim, O'nun resûlü, peygamberi olduğumu tasdik etmenizdir.”
Hazret-i Nûh'un bu sözlerini dinleyen Dermesil fenâ hâlde kızdı ve; “Ey Nûh! Bizim âdetlerimize göre bu gün bayram olup, adam öldürmek câiz değildir. Şâyet böyle olmasaydı, seni, pek şiddetli bir şekilde öldürürdük.” diyerek kin ve düşmanlığını bildirdi.
Nûh'a (aleyhisselâm) ilk îmân eden, Amûre isminde bir hanımdır. Hazret-i Nûh bu hanımla evlendi. Bundan Sâm, Hâm ve Yâfes adında üç oğlu ile Hadûre, Nesûre ve Mahbûre isimlerinde üç kızı oldu. Daha sonra başka bir kadın daha îmân etti. Hazret-i Nûh onunla da evlendi. Ken’ân (Yam) isimli oğlu bu kadından oldu. Fakat bu kadın daha sonra, Nûh'un (aleyhisselâm) dîninden dönüp mürted oldu. Yâni mü’min iken îmândan ayrılıp îmânsızlığı seçti ve putperestliğe döndü.
Hazret-i Nûh, devamlı olarak kavmine, kendilerine peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. Onlara, putlara tapmaktan, haksızlıktan, zulüm ve işkenceden, aşağılıktan vaz geçmelerini ve içinde bulundukları ahlâksızlıklara son vermelerini söyledi. Allahü teâlâya îmân etmelerini ve O'nun emirlerine tâbi olmalarını, bunlara riâyet etmezlerse, Allahü teâlânın azâbının pek şiddetli ve çok çetin olduğunu her defâsında tekrar tekrar haber verdi.
Fakat zulüm ve zorbalığa alışmış olan bu gaddar insanlar buna inanmadılar, kabûl etmeyip karşı geldiler. Nitekim Şuarâ sûresinin 105. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti, yalanladı.”
Tabiînin büyüklerinden olan Hasen-i Basrî hazretlerine; (Ey Ebû Sa’îd! Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti”, “Âd kavmi, peygamberleri tekzip etti”, “Semûd kavmi, peygamberleri tekzip etti” buyuruyor. Bu kavimlerin her birine bir peygamber gönderilmiş olduğu hâlde, böyle buyrulmasının hikmeti nedir?" diye suâl edilince, Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) cevap olarak buyurdu ki: “Bütün peygamberler, ümmetlerine aynı îmânı yâni aynı şeylere inanmayı bildirmiş olduklarından, onlardan herhangi birini inkâr (hatta peygamber olduğunda şüphe) etmek, bütün peygamberleri inkâr etmek olur.”
Hazret-i Nûh, inanmayanları, Allahü teâlânın azâbı ile korkutunca, bu hâlden en çok, kavmin ileri gelen yönetici durumundaki kimseler rahatsız oluyordu. Çünkü, diğer insanların, başlarında bulunanlara; “Bu peygamber olduğunu söyleyen zât, bizi şiddetli azâb ile korkutuyor. Söyledikleri doğru ise hâlimiz ne olur?” demelerinden çekiniyorlardı.
Onlara göre bunun çâresi, azâb ile korkutandan kurtulmak, onu susturmak, en azından sindirmekti. Bu sebeple Nûh'a (aleyhisselâm) en çok kavmin ileri gelenleri karşı çıkıyorlar, pek katı ve sert cevaplar verdikleri gibi sataşarak eziyet ediyorlardı. Kur’an-ı kerîmde, Hûd sûresinin 27. âyeti kerîmesinde meâlen bildirildiğine göre, kavmin ileri gelenleri şöyle karşı çıktılar: “Nûh kavminden kâfir olanların ileri gelenleri, reisleri Nûh'a dediler ki: Biz seni ancak, bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Böyle olunca senin üzerimizde ne üstünlüğün ve ne meziyetin var ki, peygamberlik vazifesi ve kendisine tâbi olunması icâbettiği gibi bir husûsiyet sana has kılınmış olsun. Ve biz, sana uymuş, îmân etmiş olanların da, en alçak ve aşağılarımız olduklarını görüyoruz. Senin ve sana tâbi olanların bizim üzerimize bir fazîletiniz, üstünlüğünüz olduğunu görmüyoruz ki, sen peygamber olmaya ehil ve kendisine tâbi olunmaya lâyık ve müstehak olasın. Bilakis biz, seni, peygamberlik dâvâsında; sana tâbi olanları da, senin sadık olduğunu bilmeleri husûsunda yalancılardan zannediyoruz.”
Aslında, kendileri pek aşağı ve rezil kimseler olan o kâfirlerin, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmiş olan mü’minleri aşağı, hafif ve rezil görmelerine sebep, îmân nîmetinden mahrûm olmaları, her şeyin, dünyânın zâhirînden, görünüşünden ibâret olduğunu zannetmeleridir. Çünkü onlar, dünyâ hayatından sonra gelen âhıret hayatını, sonsuz yaşamayı bilmezler ve inanmazlardı. Onlara göre lezzet ve zevk veren şeyi daha çok olan, en şerefli ve çok üstün idi. Bundan mahrûm olanlar da rezil kimseler idi. Onlar, hakîkî kıymet ve üstünlüğün, îmân etmekte olduğunu, îmân nîmeti ile şereflenmiş bir çöpçünün, îmândan mahrûm olan bir sultândan çok daha kıymetli ve üstün olduğunu anlayamıyorlardı. Böylece, peygamber olacak zâtın ya melek veya melik yâni hükümdâr olması icâbettiğini düşünüyorlar, bunun aksini kabûl etmiyorlardı. Bu sebeple, Hazret-i Nûh'a; “Etrâfındaki o rezil, aşağı, mal, mevki sâhibi olmayan kimseleri kov! O zaman belki biz de sana inanırız. Yoksa onlarla beraber olmayı kendimiz için aşağılık sayarız” dediler.
Hûd sûresi 28-30. âyet-i kerîmelerinde meâlen bildirildiği gibi, Hazret-i Nûh, kavminin bu karşı çıkmalarına ve bozuk isteklerine şöyle cevap verdi: “Nûh onlara dedi ki: "Ey kavmim! Bana haber verin. Eğer ben Rabbim tarafından, dâvâmın doğru olduğuna açık hüccet ve delil üzere gelmiş isem; O, kendi katından bana nübüvvet, peygamberlik vermiş ise ve bütün bunlar da size gizlenmiş (sizde bunları görecek göz yok) ise, istemediğiniz hâlde onu size zorla mı kabûl ettireceğiz.
Ey kavmim! Risaletimi tebliğ ettiğim için, ben sizden mal istemiyorum. Bu yaptığım tebliğ işine karşılık (olarak) benim ecrim Allahü teâlâya aittir. Sizin talebinizle mü’minleri yanımdan kovacak, tard edecek değilim. Zirâ onlar, kıyâmet günü Rablerine kavuşup mükâfâtlarını alacaklar. (Böyle olunca Allahü teâlâ, onlara mükâfât verdiği gibi, onlara zulmedenlere ve onları terk edenlere, kovanlara da cezâlarını elbette verir.) Lâkin ben sizi, (Allahü teâlâ ile karşılaşılacak, O'nun huzûruna çıkılacak olan kıyâmet gününü, o mü’minlerin Allahü teâlânın huzûruna çıkacaklarını, onların mertebelerinin Allahü teâlâya yakınlığını inkâr eden veya Allahü teâlâya îmân etmiş olanlara erazil (rezillerin de rezilleri) demekle küstahlıkta bulunan, böylece) câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.
Ey kavmim! Îmân edip, bana tâbi olan mü’minler, bu durumda iken, ben sizin arzunuza uyarak onları yanımdan tardetsem, kovsam, o takdirde, Allahü teâlânın azâbından beni kim kurtarır. Benim onları kovmamı, yanımdan uzaklaştırmamı istemekliğinizin doğru olmadığını düşünmez, tefekkür etmez misiniz?”
Kavmin ileri gelenleri, Nûh'a (aleyhisselâm) akıllarına gelen her sözü çekinmeden söylüyor, her hakâreti yapıyorlardı. Bunun için devamlı, hücûm ediyorlar, kendi kısır akıllarına ve bozuk mantıklarına göre susturmaya, dâvâsından caydırmaya çalışıyorlardı. Onlara göre Nûh (aleyhisselâm) yanlış yolda idi. Hazret-i Nûh'u, anlamak istememelerinin sebebi, gerçekte kendilerinin bozuk olmalarından ve Hazret-i Nûh'un, istedikleri gibi hareket etmeyip onlara hakîkî saâdet yolunu göstermesindendi.
“Kavminin ileri gelenleri Nûh'a (aleyhisselâm), “Biz senin, apaçık, bir dalâlet içinde bulunduğunu görüyoruz” dediler. Nûh da onlara cevâben şöyle dedi: “Ey kavmim bende dalâlet yoktur. Ben, ancak, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Rabbimin (risâlâtını, îtikâd, ahkam ve nasîhate dâir) bana vahyettiklerini çeşitli vakitlerde size tebliğ ediyorum. Doğruluk ve iyiliğiniz için size nasîhat ediyorum. Kendim için dilediğim hayrı, sizin için de dilerim. Allahü teâlâdan bana vahiy geldiği için sizin bilmediğiniz şeyleri; bana vahyedilen, bildirilen kadar bilirim.
(Hazret-i Nûh yine onlara dedi ki:) Sizi Allahü teâlânın yasak ettiği küfür ve günahlardan sakındırmak ve O'nun azâbıyla korkutmak için, Rabbiniz tarafından, içinizden (kendi cinsinizden) biri vâsıtasıyla, size vahiy ve haber gelmesine taaccüb mü ediyorsunuz?. Ümîd olunur ki (bu korkunuz, takvânız, küfür ve isyândan sakınmanız sebebiyle) rahmet olunursunuz.” (A’râf sûresi: 60-63)
İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) burada meâli verilen 62. âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki: Risâleti tebliğ, Allahü teâlânın, yasaklarının ve vâcib kıldığı tekliflerinin hepsini bildirmektir. Nâsîhat ise, emirleri ve yasakları kabûle, ibâdetleri yapmaya teşvik etmek ve âsî olurlarsa onları azâb ile korkutmaktır.
Fakat, Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin ileri gelenleri, buna da îtirâz ettiler. Yine karşı çıktılar. Mü’minun sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden, kâfir olanların ileri gelenleri, (diğer insanlara) dediler ki: Bu Nûh ancak sizin gibi bir insandır. (Sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi, nasıl, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamber olabilir? Sizi tevhide dâvet etmekle) üzerinizde fazîletli ve size reis olmak istiyor. Maksadı budur. Eğer hakîkaten, Allahü teâlâ, kendisinden başkasına ibâdet olunmamasını veya bize peygamber göndermeyi dileseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi. Biz bunun, tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra dirilmeye âit olarak, bizi dâvet ettiklerinin hiç birini atalarımızdan duymadık. Bu Nûh ancak deli bir kimsedir. Onun için böyle şeyler söylüyor. Bu sebeple bir zaman onu bekleyin. Ona nezaret edin. Belki ayılır da böyle sözleri söylemeye devam etmez.”
Hazret-i Nûh, onların bu kadar îtirâz etmelerine kendini yalanlamalarına karşı, sabrediyor, tebliğ vazifesine devam ediyordu. Onlar istemeseler de, yine gidip, insanlara, âdetâ yalvarırcasına nasîhat ediyor, dünyâ ve âhırette felâkete gitmemeleri için çok gayret sarfediyordu. Üstelik kavminin kendisine sataşmalarına, sâdece bizim gibi bir insandır, bizden üstünlüğü ve efdâliyeti yoktur gibi sözlerine yumuşaklıkla cevap veriyordu.
Hûd sûresi 30. âyetinin sonunda ve 31. âyetinde meâlen buyruldu ki: (Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki: İstediğiniz, îtirâz ettiğiniz şeylerin hepsinin doğru olmadığını, yanlış olduğunu bildiğiniz hâlde ısrâr eder, hâllerinizin ve sözlerinizin yanlış olduğunu) düşünmez, tefekkür etmez misiniz? Ben size, benim yanımda Allahü teâlânın hazîneleri vardır demiyorum (ki istediklerinizi vereyim.) Ben gaybı bilirim demiyorum (ki, size maksadınızı haber vereyim.) Size, ben meleğim de demiyorum (ki, sizin bana ancak bizim gibi bir insansın diyerek îtirâzda bulunmanızın bir mânâsı olsun.) Sizin erâzil dediğiniz, hor ve hakîr gördüğünüz fakir mü’minler hakkında da Allahü teâlâ onlara hayır ve mükâfât vermez de demiyorum. (Bilakis Allahü teâlânın onlara dünyâda iken verdiği îmân ve hidâyet nîmeti ve âhırette vereceği Cennet ve yüksek dereceler, size dünyâlık olarak çok mal vermesinden elbette daha hayırlıdır.) Onların kalblerinde (Allah sevgisinden, güzel ahlâktan ve temiz îtikâddan, sıdk ve ihlâstan) ne bulunduğunu en iyi bilen Allahü teâlâdır. O hâlde ben (Allahü teâlânın hazîneleri benim yanımdadır, ben gaybı bilirim ve ben meleğim desem ve sizin arzunuza uyarak, onların bana îmân etmelerini kabûl etmezsem, onları yanımdan kovarsam ve kendilerine, Allahü teâlâ size, hayır, mükâfât vermez desem) muhakkak ki zâlimlerden olurum.”
Nûh kavmi hiç yola gelebilecek gibi değildi. O ne söylese kavmi inkâr eder, yalanlar, hakârete başlardı. Zamân ilerledikçe bu insanların onun sözlerine, Allahü teâlâdan bildirdiklerine inanmamaları bir tarafa; karşı çıkmaları, gayz ve kinleri devamlı artıyordu. İnkar ve îtirâzları zamanla hakârete ve üzerine hücûm etme derecesine geldi.
Nûh (aleyhisselâm) kavminin yaptıklarına sabırla dayanıyor, belki îmân ederler ümidiyle, tebliğine devam ediyordu. Gece kapıları çalıp; “Ey kavmim! La ilâhe illallah deyin” diye yalvarıyordu. İnsanları Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etmesine hep karşı çıktılar; o yine devam etti. Sefih dediler, yine devam etti. Mecnûn yâni deli dediler, o yine devam etti. Hakâret ettiler, yine devam etti. Üzerine hücûm ettiler, yine devam etti. Peygamberliğini tebliğ husûsunda hiç bir şeyden yılmıyor, kavminin bütün taşkınlıklarına rağmen, vazifesinden bir an geri kalmıyordu. Şuarâ sûresinin 105. ve daha sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti. O zaman (dinde değil de nesebde) kardeşleri olan Nûh (aleyhisselâmonlara dedi ki: “Siz Allahü teâlâdan korkmaz mısınız da O'ndan başkasına ibâdet edersiniz. Muhakkak ki ben, Allahü teâlâ tarafından emîn olarak size gönderilmiş bir peygamberim. Aranızda emîn olarak tanınmış bir kimseyim. O hâlde Allahü teâlânın azâbından korkun, tevhidden ve bir olan Allahü teâlâya ibâdetten size emrettiklerimde bana itâat edin. Sizi Allahü teâlâya dâvet ettiğim ve nasîhatlerde bulunduğum için sizden bir ücret istemiyorum. Bilakis benim ecrim Rabb-ül-âlemînin katındadır. O hâlde Allahü teâlâdan korkup, emrini size tebliğimde bana itâat edin.”
Nûh kavmi, îmân etmemeye, Hazret-i Nûh'a tâbi olmamaya kesin ve kat’î karar vermiş gibi bir hâlde idi. Hazret-i Nûh'un anlattıklarını, haber verdiklerini, nasîhatlerini hiç kabûl etmiyorlar, kendi noksan akıllarına ve bozuk mantıklarına göre ileri sürdükleri sözlerle karşı çıkıyorlardı. Bu defâsında Hazret-i Nûh'a o zamana kadar îmân etmiş olanları işâret ederek; “Sana tâbi olup, îmân edenler, mal ve mevki bakımından, aşağı, düşük kimseler iken biz sana îmân eder miyiz?” dediler. (Şuarâ sûresi: 111). Bu kibirli, kendini beğenmiş kimselerin hepsi, îmân edip, Hazret-i Nûh'a tâbilik yönünden fakir ve garib kimselerle bir olmaktan kaçınarak bunu, kendileri için aşağılık saydılar. Halbuki, bu düşünce ve hareketlerinden daha büyük alçaklık ve aşağılık olamazdı. Bunu anlamadıklarından bir türlü uyanamıyorlardı. Hattâ, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmiş, mal ve mevkîi az olan kimselerin, görünüş îtibâriyle tâbi olduklarını, kalben muhâlefette bulunduklarını söyleyerek onlara iftirâdan çekinmediler.
Şuarâ sûresi 112-115. âyet-i kerîmelerinde bildirildiği gibi Hazret-i Nûh onlara şöyle cevap verdi: “Ben onların amellerini (ihlas ile mi yoksa dünyâdaki rütbelerini yükseltmek, dünyâ menfaatine kavuşmak için mi bana tâbi olduklarını) bilmem. Ben zâhire, görünüşe îtibâr ederim. Onların hesâbı, batınî olarak ne hâl üzere oldukları Allahü teâlâya âiddir. Bunun doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Şâyet şuûr sâhibi olsaydınız bunun böyle olduğunu bilirdiniz. (Fakat Allahü teâlâ, size, anlayacak şuûr vermediğinden ve gözleriniz kör olduğundan bunu anlayamıyorsunuz.) Ben, sizin arzu ve isteklerinize uyarak bana tâbi olmuş mü’minleri tardedecek, yanımdan kovacak değilim. Ben ancak, fakir olsun zengin olsun, mükellef olan insanları, küfür ve günahlardan sakındırmak için gönderilmiş bir peygamberim. Allahü teâlânın azâbı ile korkutucuyum. (Yoksa sizi râzı edebilmek için, bana tâbi olmuş mü’minleri yanımdan kovucu değilim)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget