Mir’ât-ı Kâinat kitabında diyor ki: Gemideki seksen kişi dışarı çıkınca bir kasaba kurup, Medînet’üs-Semânîn (Seksenler şehri) ismini verdiler. İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet olunmuştur ki, bu seksen kişinin her biri kendi için birer ev yapıp, kasabanın adını Sûk-i Semânin (Seksenler çarşısı) koydular. Sonra çoğalınca, Bâbil diyârına varıp, orada da şehir kurdular. Nüfusları zamanla artıp yüzbini buldu. Hepsi müslüman idiler.
Nûh'un (aleyhisselâm) evlâdı zamanla daha da çoğalarak yer yüzünün her tarafına dağıldı. Diğer insanlar bunlardan çoğaldı. Bunun için Hazret-i Nûh'a Ebü'l-beşer-i sânî (insanoğlunun ikinci babası) ve Âdem-i sânî (ikinci Âdem (aleyhisselâm)) de denilmiştir. Nûh'un (aleyhisselâm) üç evlâdı vardı:
Sâm, Hazret-i Nûh'un büyük oğlu olup, akıl ve fazîlette, sâlih bir zât olmakla kardeşlerinden üstündü. Yüksek babasındaki nûrlardan, gizli mârifetlerden pek çok istifâde etmiş, çok şeylere kavuşmuş idi. Babasından sonra bütün müslümanlara halîfe oldu. Hazret-i Nûh'un hayırlı duâlarına çok mazhar olmuştu. Bu fazîleti sebebiyle, bir çok peygamberden başka üstünlük ve şeref sâhibi pek çok kimse onun temiz neslinden gelmiştir.
“Mir’ât-ı Kâinat” kitabında bildirildiğine göre Sâm'ın (rahmetullahi aleyh) Hazret-i Nûh'dan sonra peygamber olduğu da söylenmiştir. Keldânîler, Âsûrîler, Süryanîler, Finikeliler, İbranîler ve Arablar onun soyundandır.
Rivayet edilir ki, Hazret-i Nûh'un vefâtı yaklaştığında, oğlu Sâm'ı yanına çağırıp şöyle söyledi: “Oğlum, sana iki şeyi tavsiye ediyor, iki şeyden de men ediyorum. Sana yasak ettiğim iki şey; Allahü teâlâya şirk koşmak ve kibirdir. Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.
Sana tavsiye edeceğim iki şey de şudur ki, bunlar; Allahü teâlâya yönelmeyi arttırır. Bunlardan birisi, La ilâhe illallah diğeri ise Sübhânallahtır. Çünkü Sübhânallah, mahlûkâtın duâsıdır. Onlar bununla rızıklanırlar.
“Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî”deki bir hadîs-i şerîfte meâlen buyruldu ki: “Yerleri ve gökleri terâzinin bir kefesine, kelime-i tevhidi (La ilâhe illallah) ikinci kefesine koysalar, bu kelimenin bulunduğu kefe elbette ağır gelir.”
Hâm, Hazret-i Nûh'un diğer oğlu olup, Hindistan, Habeş ve Afrika halkı soy îtibâriyle buna bağlıdır.
Yâfes de Hazret-i Nûh'un oğullarındandır. Çin, Rus, Slav ve Türkler bunun soyundandır. Yâfes beşyüz yaşında iken suda boğuldu. Binlerce torunu (neslinden gelenler) Asya'nın ortalarında yerleşti. Doğu Asya'ya ve o zaman mevcût olan kara yolları ile, okyanus adalarına yayıldılar. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Nûh'un (aleyhisselâm) dînini ve nasîhatlerini unutarak, yıldızlara, güneşe, heykellere tapınmaya başladılar.
Ankebût sûresinin 14 ve 15. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Biz Nûh'u, onları îmâna dâvet etsin diye kavmine peygamber olarak gönderdik. O, kavminin arasında dokuzyüzelli sene kaldı. Nihâyet dâvetinin tesiri olmayınca, onlar zulümde devam edip dururlarken, kendilerini tûfan yakalayıverdi.
Nûh'a ve sefînede onunla beraber olan mü’minlere tûfandan kurtuluş verdik ve onu (gemiyi veya tûfan hâdisesini) âlemlere ibret kıldık (ki sonra gelenler ibret alsınlar).”
Fahrüddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde, Nûh aleyhisselâmın ümmeti arasında dokuzyüzelli sene kaldığının bildirilmesindeki hikmet ve faydayı şöyle anlatıyor: Kureyş kâfirlerinin İslâma girmemesi ve müşriklikte ısrâr etmeleri sebebiyle Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) üzülüyordu. Bu sebeple Allahü teâlâ sevgili habîbini teselli buyurarak, Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi arasında 950 sene kaldığını, onları hak dîne dâvet ettiği hâlde, pek az kimsenin ona inandığını, buna rağmen onun sabrettiğini bildirdi. Muhammed aleyhisselâmın ise, Hazret-i Nûh'a göre kavmi arasında daha az kaldığını; îmân edenlerin ise daha çok olduğunu, bu bakımdan O'nun sabretmeye daha lâyık olduğunu bildirerek teselli buyurdu.
Yine bu âyet-i kerîmede; “...onlar zulme devam edip dururlarken kendilerini tûfan yakalayıverdi” buyurdu Burada bir incelik vardır. Allahü teâlâ sâdece zulümden dolayı azâb etmez. Böyle olsa idi, zulmedip sonra tevbe edene de azâb ederdi. Fakat durum böyle değildir. Allahü teâlâ, ancak, zulme ısrâr edildiği zaman azâb eder. Nitekim, Allahü teâlâ, onları, zulme devam ettikleri için helâk etti. Yoksa zulmü terk etselerdi, Allahü teâlâ onları helâk etmezdi.
Yûnus sûresinin 73. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Onlar Nûh'u yalanlamakta ısrâr ettiler. Biz de Nûh'a ve gemide onunla birlikte bulunan kimselere, selâmet, kurtuluş verdik ve onları yeryüzünde halîfeler kıldık. (Onları suların içinde boğulup gidenlerin yerlerine kâim eyledik.) Bizim âyetlerimizi yalanlayanları da tûfanla gark ettik. (Suda boğduk. Şu hâlde ey Habîbim!) Bir bak ki, kendilerine gönderdiğimiz peygamberler, Allahü teâlânın azâbıyla korkuttuğu hâlde, îmân etmeyenlerin hâli nice oldu.” İnanmayanlar korku ve dehşet veren azâb dalgaları içinde mahv-ü perişân olup gittiler. İşte bu, târihî bir hakîkattir. Bütün inkârcı kimseler, bu gibi âkıbetleri düşünüp de ibret almalı, uyanmalıdır.
Kur’an-ı kerîmin bu beyânatı Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bir teselli ve inkârcılar için de küfürden sakındırma ve bir tehdittir.
Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm) ile kavmi arasında cereyân eden konuşmaları, beyân buyurduktan sonra, bu âyet-i kerîmede de netîceyi bildirmiştir. Burada îmân sâhipleri için iki husûs vardır.
1- Allahü teâlâ onları kâfirlerden kurtardı.
2- Allahü teâlâ, tûfanda boğularak helâk olanların yerine Hazret-i Nûh'u ve îmân eden mü’minleri bıraktı.
Yine burada kâfirler için şu husûs vardır: Allahü teâlâ onları tûfanda boğulmaları sûretiyle helâk etti.
İnansın, inanmasın herhangi bir kimse bu kıssayı okuyup dinlediği zaman, kendi kendine düşünür. Bu kıssa, inanmayanların; Nûh (aleyhisselâm) kavmine gelen belâ gibi, kendilerine de gelmesinden korkmalarına ve îmân edip iyi işlere yönelmelerine sebep olur. Mü’minlerin de, îmânlarında sebât etmelerine, kötülüklerden sakınmalarına yol açar. Kötülükten sakındırmak ve iyiliğe teşvik etmek için baş vurulan bu yol, yâni geçmiş ümmetlerin hâllerini bildirmek daha tesirli olmaktadır.
Yine Yûnus sûresinin 74. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Nûh'dan sonra kavimlere peygamberler gönderdik. O peygamberler kavimlerine, peygamberliklerini isbât eden açık mûcizeler getirdiler. Fakat, o kavimler evvelce yalanlamış oldukları şeylere, yine, îmân eder olmadılar. İşte bunlar gibi haktan bâtıla koşan, haddi aşmış olanların kalbleri üzerine böylece mühür basarız.”
“El-Besâir li-münkir-it-tevessüli bi-ehl-il-mekâbir” kitabında, Nûh (aleyhisselâm) hakkında diyor ki: Nûh (aleyhisselâm) kavmi arasında, 950 sene kaldı. İnsanları gece, gündüz; gizli ve âşikâre olarak hak dîne dâvet etti. Bu dâveti sırasında, kavminden ezâ ve cefânın her türlüsünü gördü. Fakat, bütün bunlar onu, hak dîne dâvet vazifesini yerine getirmekten alıkoymadı. Sonunda onların, hakîkati kabûl etmelerinden ümidi kesilince; Kamer sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi, Allahü teâlâya duâ ederek; “(Yâ Rabbî!) Ben (Kavmim arasında) mağlûb oldum. Artık sen onlardan benim intikâmımı al!” dedi. Nûh'un (aleyhisselâm) ağzından bu bir kaç kelime çıkmıştı. Fakat tesiri çok oldu.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, çok şükredici bir kul olarak medhettiği Hazret-i Nûh'un bu sözünden sonra, katında kadri çok yüksek olan bu kulunun duâsı sebebiyle, kuvvetli bir şekilde yağmur yağdırdı. Yine yer, Allahü teâlânın emri ile, içinde bulunan suları dışarı attı. Bu sırada yer, korkunç bir hâl aldı. Semâdan inen ve yerden fışkıran sular birbirine kavuşunca, her yeri kaplayan bir tûfan meydana geldi. Böyle korkunç bir tûfanda, Allahü teâlâ yeryüzündeki bütün kâfirleri suda boğdu.
Gençleri bile ihtiyârlatan bu korkunç tûfanda, Hazret-i Nûh ve ona îmân edenler dağ gibi dalgaların üzerinde giden gemide rahat bir hâlde idiler. Hiç bir korku ve üzüntüleri de yoktu. Onlara, tûfandan azıcık olsun bir serpinti bile gelmedi. Çünkü Allahü teâlâ bu gemi hakkında, Kamer sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde; “Nezaretimiz, muhâfazamız altında, akıp gidiyor, hareket ediyordu.” buyurdu. Hiç, Allahü teâlâ tarafından korunan, O'nun muhâfazasında bulunan bir gemi ve içindekiler için bir korku olabilir mi?
Allahü teâlâ katında Hazret-i Nûh'un derecesi o kadar yüksek idi ki, onun gadaplanması ile: Allahü teâlâ, gökler, yer ve hava gadaba geldi. Bu, öyle bir gadablanma idi ki, yeryüzünde değişikliğe uğraması icâbeden ne kadar yer varsa değişikliğe uğrayıncaya ve yeryüzünde kâfirler kalmayıncaya kadar dinmedi. Nûh'un (aleyhisselâm) yüksekliği, üstünlüğü buradan da anlaşılmaktadır.
Kamer sûresinin 9-16. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mekke kâfirlerinden yâni Kureyş kavminden evvel Nûh'un kavmi de kulumuz Nûh'u yalanladılar. Mecnûn dediler ve (çeşit çeşit eziyetlerle) tebliğ vazifesine devam etmekten vaz geçirmek için zorladılar. Hazret-i Nûh'a; kavminden daha evvel îmân etmiş olanların dışında hiç kimse îmân etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki; onlardan intikâm alma vakti gelmiştir diye vahyolundu.” (Hûd sûresi: 36) (O da bu vahiyden sonra; "Yâ Rabbî!) Ben (kavmim arasında) mağlûb oldum. Artık sen onlardan benim intikâmımı al! diye Rabbine duâ etti. Bunun üzerine biz de semânın kapılarını açtık. (Kırk gün devamlı olarak şiddetli yağmur yağdırdık) Yeri de kaynaklar hâlinde tamâmen fışkırttık da her iki su ezelde takdir edilmiş bir emir üzerinde (takdir edilmiş olan, onların helâkleri vazifesini îfâ husûsunda) birleşiverdi. Biz Nûh'u ve ona tâbi olan mü’minleri yassı tahtalardan yapılmış gemi ve geminin tahtalarını birbirine rapteden, (bağlayıp yapıştıran) mıhlar (çiviler) üzerinde götürdük. O gemi bizim nezâretimiz ve muhâfazamız altında akıp gidiyor, hareket ediyordu. Biz bunu kendisine küfrân-ı nîmette bulunulan Nûh'a bir mükâfât ve îmân etmeyip küfredenlere bir cezâ olarak yaptık.” (Tefsîr-i Mazharî'de diyor ki: “Şüphesiz ki her peygamber, ümmetine Allahü teâlânın bir nîmeti ve rahmetidir.” Bu nîmetin şükrünü, îmân ederek yerine getirmeyenler, küfrân-ı nîmette bulunanlar helâk olmuşlardır. Zirâ nâil olduğu nîmetin kıymetini bilmeyenler, dâimâ felâkete mâruz kalmışlardır.”
“Hiç şüphe yok ki, biz Nûh'un gemisini âleme ibret olarak, (uzun müddet Cûdî Dağı üzerinde) terkettik. (Tefsîr-i Mazharî'de buyruluyor ki: “Nûh'un (aleyhisselâm) gemisi, Cezîre'de Cûdî Dağı üzerinde çok uzun zaman kaldı. Hattâ bu ümmetin önce gelenlerinin, gemiyi gördükleri bildirilmiştir.) Bizim alâmet olarak terkimiz üzerine ibret alan ve bunun ne gibi san’atlara muhtâç olduğunu düşünüp, ibret alanlar var mıdır?
(Tefsîr-i Tibyanda diyor ki: “Denildi ki, bu hâdiseden evvel insanlar, sefînenin ne olduğunu bilmezlerdi. Bundan sonra gemiyi görünce onu numûne edinip, kendilerine gemiler yaptılar. Allahü teâlânın izni ile denizlerde gemilerle yol aldılar.”) “O hâlde dikkatle tefekkür eyle ki, peygamberlerim, kendilerini azâbla korkuttukları hâlde; îmâna gelmeyenlere benim azâbım nasıl oldu?”