Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Âd-ı ûlâ, ilk Âd kavmi demektir. Âd-ı uhrâ ise sonraki Âd kavmi demektir. Bunların kimler oldukları hakkında çeşitli rivâyetler varsa da, meşhûr olan rivâyetlere göre, birinci Âd kavmi, Hûd'un (aleyhisselâm) zamanında bulunup, ona îmân etmeyerek helâk olanlardır. Necm sûresinin 50. âyet-i kerîmesinde; “O, ilk Âd kavmini helâk etti” buyruldu.
Bu kavme ilk Âd kavmi buyrulması, Hazret-i Nûh'dan sonra ilk helâk olan kavim olması sebebiyledir.
Katâde'nin (radıyallahü anh) bildirdiğine göre İrem, bir Âd kavmidir. Onlara, zât-ül-Imâd (direkler sâhibi) denirdi.
Kur’an-ı kerîmde, Hazret-i Hûd ile Âd kavmi arasında vâki olduğu zikredilen hâdiseler hep bu Âd-ı ûlâ'ya (birinci Âd'a) aittir. Âd-ı ûlâ'nın helâk olmasından sonra, geride kalanlardan çoğalanlara da Âd-ı uhrâ (sonraki Âd kavmi) denilmiştir. Âd-ı ûlâ, Âd-ı uhrâ ve İrem hakkında daha değişik rivâyetler de bildirilmiştir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Nûh tûfanından sonra, gemide bulunarak kurtulanlar çoğalıp, zamanla Arabistan yarımadası ve başka yerlere dağılarak yerleştiler. Hazret-i Nûh'un torunlarından olan Âd; Yemen'de, Hadrâmut bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkâf denilen yeri yurt edindi. Âd'ın evlâdı burada çoğalarak büyük bir kabîle oldu. Bu kabîle, Âd'ın soyundan geldiği için, bu kavme Âd kavmi denildi. Âd, kendi arasında yirmiüç kabîleden meydana gelen büyük bir Arab kavmi idi. İbn-i Ebî Hatim, Âd kavminin yerleşme sahasının, Yemen ile Şam arasında olduğunu da rivâyet etmiştir.
Âd kavminin insanları, gâyet uzun boylu, iri cüsseli, tuttuğunu koparan cinsten çok kuvvetli kimselerdi. Yeryüzünde onlardan daha uzun boylu ve cüsseli kimseler gelmemiştir. Aynı zamanda uzun ömürlü idiler. Bedenî olan kuvvetleri yanında, Allahü teâlânın ayrıca bir ihsânı olarak, bulundukları belde de, gâyet bereketli idi. Yaşadıkları yerin toprağı çok verimli, yağmurları da bol idi. Her taraf yemyeşil olup, her yanda, bağlar, bahçeler, etrâfta rengarenk çiçekler, göz görebildiğince çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Adım başı pınarlar, akarsular bulunurdu. Hattâ bu Ahkâf diyârının İrem diye tanındığı, İrem bağları tabirinin oradan geldiği de rivâyet edilmiştir.
Âd kavmi insanları, büyük kaya parçalarını yontarak sütun (direk) şekline getirirler, bu direkler üzerine muazzam, gösterişli binâlar yaparlardı. O muazzam binâlarının içinde ayrıca bağlar, bahçeler, güzel havuzlar bulunurdu. Her yer akıl almaz süslerle, göz kamaştırıcı güzelliklere sâhipti.
Hazret-i Nûh'dan sonra sekiz asır gibi uzun bir zamanın geçmesi sebebiyle, Âd kavmi bozulmaya başladı. Önceleri doğruluk, hak ve adâlet üzere rahat yaşarlarken, zamanla fitne ve fesada başladılar. Dinlerine âit ilimleri büsbütün unutarak doğru yoldan ayrıldılar.
Nûh tûfanını görenler çoktan vefât etmiş olduklarından ve tûfanın tesiri yavaş yavaş insanların hâfıza ve gönüllerinden silindiği için, azmaya başladılar. Şeytan da zâten bütün gayretiyle insanları hidâyet yolundan ayırmak için, devamlı hîle ve tuzaklar hazırlıyordu.
Boy ve kuvvetlerine, ellerindeki nîmetlerin çokluğuna bakarak aldanan bu kavim; “Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve; bizden daha kuvvetli kim var (olabilir) ki dediler” (Fussilet sûresi: 15) âyetinin haber verdiği şekilde kibre kapıldılar.
Bütün nîmetleri veren Allahü teâlâyı da çoktan unutmuşlardı. Kendilerinin ve bütün âlemin bir yaratıcısı olduğu akıllarına bile gelmiyordu. Her geçen gün kibir ve büyüklenmeleri, cehâlet ve taşkınlıkları artıyordu.
Nihâyet Âd kavmi; samed, samûd, sadâ ve hebâ adlı putlara tapmağa, etrâfta bulunan kabîlelere zulüm ve işkence etmeğe başladı. Öyle zâlim ve gaddar oldular ki, zayıf ve güçsüzler, onların yanında eğlence vâsıtası idi. Bunlar üzerinde âdetâ kuvvet denemesi yaparlar, beğenmedikleri zavallı bir kimseyi çok yüksek binâlardan aşağıya atıverirler, merhamet nedir bilmezlerdi. Âdeta zorbalık ve şiddet ile muâmele etmeyi, kendilerine şiâr edinmişlerdi. Kuvvet, şiddet sâhibi olanlar, diğerlerini ezer, inletir, hattâ işkence ile öldürürlerdi. Güçsüz ve korunmasız olanların hâmisi ve sığınağı yoktu.
Zulüm ve aşağılıkta akıl almaz derecede ileri gitmişlerdi. Herkesin gelip geçmekte olduğu çöl yollarına güyâ kolay, kısa ve emîn olan istikâmeti göstermek için çeşitli yanlış işâretler koyarlardı. Yolu bilmeyen, garib, zavallı yolcular, bu yanlış işâretlere aldanarak farkında bile olmadan, kızgın çöllerin içlerine kadar giderler; Âd kavminin zâlimleri de, bu biçârelerin sıcak çöllerde, açlık ve susuzluktan, perişân bir vaziyete düşmelerini, kurda kuşa yem olmalarını seyrederler ve habis rûhları bu alçaklık ve vahşetten zevk alırdı.
Bâzen uzak olsun, yakın olsun civârlarında bulunan kabîlelere baskın yaparlar, her tarafı yakıp yıkarlardı. Ele geçirdikleri malları yağma ederler, yakaladıkları insanları da köle olarak çalıştırır, yâhut da satarlardı. Merhamet duyguları tamâmen kaybolmuş, yerini, canilik ve zulüm duygusu almıştı. Güç ve kuvvetlerini zulüm ve haksızlıkta kullanıyorlardı.
Allah korkusu ve insanlık düşünceleri dumûra uğrayan, şefkât ve merhametten tamâmen mahrûm kalan bu kavim, elindeki maddî imkan ve zenginlikleri sâdece zulüm vâsıtası olarak kullanıyordu. Garib ve kimsesizleri, zayıfları, haklı, haksız ayırmadan, akıl almaz işkencelerle inletiyorlar, onları köle gibi çalıştırıyorlardı. Komşu kabîleler de bunların zulüm ve işkencelerinden yaka silker hâle gelmişlerdi. Çünkü aynı şekilde onlara da, zulüm ve haksızlık ediyor rahat bırakmıyorlardı.
Maddî imkan ve nîmetleri arttıkça, Âd kavminin şımarıklığı, haddi aşması da artıyor, Allahü teâlânın sonsuz nîmet ve ihsânlarına karşı, şükür yerine nankörlükte ileri gidiyorlardı. Bağ, bahçe, tarla, hayvan, mahsul ve hattâ nesillerinde şaşılacak bir bereket bulunması, dünyâ nîmetleri bakımından, ulaşılması arzu edilen bütün her şeye kavuşmuş olmaları, onların gittikçe azıtıp sapıtmalarına, zulüm ve haksızlıkta daha da ileri gitmelerine sebep oluyordu. Bu hesapsız nîmetlere şükredecekleri yerde, şükrü terkedip şirke, müşrikliğe devam ediyorlar, içinde bulundukları bolluk sebebiyle gurur ve kibre kapılıp, insânî duygu ve meziyetlerden ayrılarak, eğlence ve sefâhet yolunda ilerliyorlardı.
Herkesin gelip geçmekte olduğu işlek yolların kenarlarında yaptıkları gâyet muazzam binâlarda, benzeri görülmemiş bir ihtişâm içinde yaşıyorlardı. Bu umûmi yerlerde, ayrıca yüksek tepelerde, yaptıkları sağlam binâ ve kâşânelerde vakitlerini oyun ve eğlence ile geçiriyorlardı.
Ahlâkî ve insanî değerlerini kaybetmiş, mânevîyattan tamâmen mahrûm kalmış kimselerin, ellerine geçirdikleri kuvveti ve maddî imkanları, başkalarına zulüm ve işkence âleti olarak kullanacakları gâyet açıktır. İşte Âd kavmi de böyle olup, ellerindeki kuvvet ve imkanları ile etrâfa dehşet saçıyorlar, bundan da zevk duyuyorlardı. Bu zamanda Âd kavminin melîki (hâkimi), Halcan bin Vehm isminde, vicdansız, zâlim bir kimse idi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Yemen'de bulunan Âd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın getirdiği dîni kuvvetlendirmek, yaymak için gönderilen Nebîlerdendir. Hazret-i Hûd'un ismi, Hûd bin Abdullah bin Riyâh (veya Ribah) bin el-Halud bin Âd bin Avs bin İrem bin Sam olup, Sam da Hazret-i Nûh'un oğludur. Kaynaklarda Hazret-i Hûd'un, Hazret-i Nûh'a kadar olan nesebi başka isimlerle de rivâyet olunmuştur. Hazret-i Hûd'un diğer ismi Âbir olup, lakabı Nebiyyullah'dır. Hûd; yumuşaklık, sâkinlik, rûhsat, sulh ve sükûna vesîle olması ümîd olunan şey mânâsına gelen hevâdet kökündendir.
Hûd (aleyhisselâm) Âd kavminin yaşadıkları yer olan Ahkâf diyârında doğup yetişti. Ahkâf, Yemen'de Aden ile Umman arasındadır. Bu bölgeye Şihr de denilmektedir. Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, Hazret-i Hûd'un babası olan Abdullah, bir gece rüyâsında, sırtından bir nûr silsilesinin çıktığını gördü. Hâtifden (gizliden) bir ses; “Ey Abdullah, kalk! Amcanın kızı ile evlen. Böyle emrolundun” dedi. O da rüyânın heyecanıyla uyandı. Sabah olduğunda gidip amcasının kızına evlenme teklifinde bulundu ve onunla evlendi. Mübârek bir kimse olan Abdullah ile Mercâne ismindeki bu sâliha hanımın evliliğinden, Hazret-i Hûd dünyâya geldi. Mercâne'nin ismi başka bir rivâyette Mek'abe olup, Sâm'ın evlâdından Uveylim isminde bir zâtın kızıdır.
Hazret-i Hûd'un annesi ona hâmile olduğu gece, yerler, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar dâhil olmak üzere her şey onu müjdelediler, tebrik ettiler. Annesinin Hûd aleyhisselâma hâmile kaldığı gecenin sabahında kalkıp baktıklarında, etrâfta bulunan ağaçların yeşillendiğini, çiçeklerin açtığını ve hiç mevsimi olmadığı hâlde çeşit çeşit meyvelerin bulunduğunu gördüler. Aynı zamanda; “Hûd aleyhisselâmın doğumu (gelmesi) yaklaştı; ona itâat etmezseniz helâk olursunuz” diye sesler duydular.
Mek'abe'nin hâmilelik müddeti tamamlandıktan sonra, bir Cumâ gecesi Hazret-i Hûd doğdu. Doğumuyla beraber, o beldede yaşayan bütün insanlarda sebebini ve hikmetini anlayamadıkları korkuyla karışık bir titreme, kalp çarpıntısı meydana geldi. Mek'abe'nin bir çocuğu olduğu öğrenilince, önceden gördükleri hâlin hikmetini anladılar. Âd kavminden olanlar birbirlerine; “Bu çocuk herhâlde peygamber olacaktır. Ondan sakınınız. Ona karşı dikkatli davranınız” dediler.
Doğduğu zaman, annesi ona, Âbir ismini verdi. Bu isim, Âber ve Ayber şeklinde de rivâyet edilmiştir. Ana rahmine düşmesinden îtibâren, her zaman fevkalâde hâlleri görülen Hazret-i Hûd'un, bebeklik ve çocukluğu da başkalarından çok farklı idi. Soy bakımından baba ve dedeleri de kendi zamanlarının en seçkini idiler.
Büyüyüp yetiştiğinde, çehre îtibâriyle zamanındaki insanların en güzeli, akıl bakımından da onların en mükemmeli idi. Bir gün namaz kılıyordu. Namazdan sonra annesi merâkla; “Yavrucuğum! Bu ibâdet kimin içindir? Kime ibâdet ediyorsun?” deyince; “Beni ve her mahlûku yaratan Allahü teâlâya ibâdet ediyorum” dedi. Annesi; “Yâni herkesin ibâdet ettiği putlara ibâdet etmiyorsun öyle mi?” deyince, Hazret-i Hûd şöyle dedi: “Anneciğim! O putlar, hiç kimseye zarar ve faydası dokunmayan taş parçalarından başka bir şey değildir. Şeytan, müşriklere; yaptıkları kötü amellerini iyi; putlara tapmayı da süslü gösterdiği için, onlar putlara tapıyorlar. Halbuki kendisinden başka ibâdet olunmaya lâyık, hiç bir ilâh bulunmayan, hak ve yegâne mâbud, yalnız Allahü teâlâdır.”
Oğlunun bu sözlerini dikkatle ve heyecanla dinleyen annesi, Hazret-i Hûd'a sarılarak; “Yavrucuğum! Sen bildiğin, bildirdiğin şekilde ibâdetine devam et. Muhakkak ki, ben sana hâmile iken, doğumun esnâsında ve hâlâ şu anda bile çok acâib hâller gördüm ve görüyorum” dedi ve gördüğü garib hâllerden bâzılarını şöyle anlattı:
“Doğumun yaklaştığında, pek çok vâdiyi dolaştım. Bu esnâda, sana bir zarar gelmesinden ziyâdesiyle endişe ediyordum. Bir Cumâ gecesi, sen doğunca, endişelerimin yersiz ve lüzumsuzluğunu, senin husûsî olarak muhâfaza edildiğini anladım. Çünkü doğduğun gecenin sabahında, o siyah vâdinin beyazlaşıp kardan ak olduğunu gördüm. Kupkuru ağaçlar bir gecede yeşerip, taptaze olmuşlar ve meyve vermişlerdi.
Evlâdım! Seninle beraber giderken, yoluma çok heybetli birisi çıktı. Seni benden alıp, daha önce kendilerini hiç görmediğim, beyaz yüzlü nûranî kimselere teslim etti. Bir müddet sonra bana geri verdiler ve seni getirdiklerinde; başının üzerinde bir nûr hâlesi, pazularında ise yeşil renkli yâkutlar vardı. O topluluktan birinin, sana hitâben; “Allahü teâlâ seni peygamber kıldı. Müjdeler olsun” dediğini işittim. Bu gördüğüm hâllerin şeytânî olması mümkün değildir, mutlakâ rahmânidir; onlar da meleklerdir. Sen yanlış bir hâl üzere olamazsın. Onun için, Rabbine bildiğin şekilde ibâdet et!”
Pek tatlı ve sevimli olan Hazret-i Hûd, sîmâ olarak, Hazret-i Âdem'e çok benzerdi. Dünyâ ve dünyâlık ile alâkası yoktu ve çok ibâdet ederdi. Kendini; Allahü teâlâya ibâdet ve tâata vermiş idi. Gâyet şefkâtli, çok cömert bir zât olan Hûd (aleyhisselâm) ara sıra ticâretle meşgûl olurdu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget