Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Mersed ve Lokman bin Âd hariç, Kayl bin Ayr ve beraberindeki heyet, kendileri ve kavimleri için; “O bir azâb bulutudur” diye ikaz olunduğu hâlde seçtikleri siyah bulut, Allahü teâlânın izni ve kudretiyle, onlar daha Mekke'den ayrılmadan, Âd kavminin bulunduğu vadiye doğru gitti. Kayl ve yanındakiler de, kendi kanaatlerine göre, kavmimiz artık rahata ve bol suya kavuştular düşüncesiyle, sevinç içerisinde Mu’âviye'nin sarayına döndüler.
Diğer taraftan azâb yüklü siyah bulut, Âd kavminin bulunduğu yere, Magîs dedikleri bir vâdi tarafından gelerek yaklaştı. Ufuktaki bulutu, ilk önce Âd kavminden ismi, Mehded ve Fehded şeklinde de bildirilen Mehder adlı bir kadın gördü. Mehder, buluttaki azâbı görür görmez bir çığlık attı ve bayılıp düştü. Bir zaman sonra kendine geldiğinde; “Sana ne oldu! Ne gördün de birdenbire bayılıp düştün?” deyince, kadın; “Şu bulutu, görüyorsunuz ya, onu parıldayarak etrâfa kıvılcım saçan korkunç bir ateş şeklinde gördüm ve onun içinde, heybetli ve güçlü kuvvetli bir takım kimselerin o ateş bulutunu alarak bizim bulunduğumuz yere doğru ilerlediklerini görünce, bu dehşetli hâlden bayılıp düştüm” diye cevap verdi. Buna rağmen, Âd kavminin insanları bu hâle hiç ehemmiyet vermiyorlar, gelenin yağmur yüklü bir bulut olduğunu zannettiklerinden, çok sevinip, birbirlerine müjde veriyorlardı. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “Onlar kendi vâdilerine karşı gelen azâbı, bir bulut parçası olarak görünce, memnun olup sevinerek; İşte şu görülen şey bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur dediler. (Hûd aleyhisselâmda onların bu sözlerine karşı): Hayır. O, yağmur yağdırıcı bir bulut değil, bilakis o, sizin acele gelmesini istediğiniz azâbdır. O bulut zannettiğiniz şey, kendisinde azâb-ı elîm bulunan bir rüzgârdır. O rüzgâr, Rabbimin emriyle uğradığı her şeyi helâk eder (dedi). (Ahkâf sûresi: 24)
Hûd aleyhisselâm, devamlı olarak onları Allahü teâlânın şiddetli azâbları ile korkuttukça, Ahkâf sûresinin 22. âyetinde bildirildiği gibi; “Haydi, bizi korkutmakta olduğun azâbı getir (de görelim) diyerek taşkınlıkta daha ileri giderlerdi. İşte Âdlıların yağmur yüklü bulut zannettikleri o şiddetli azâbın, Magîs vâdisi tarafından geldiği görülünce, müşriklerin sevinmelerine karşı, Hûd aleyhisselâm, onların yukarıdaki; “Azâbı getir de görelim” şeklindeki sözlerine cevap olmak üzere; “O sizin acele gelmesini istediğiniz azâbdır” buyurdu. (Ahkâf sûresi: 24) Artık bu apaçık sözleri duyduktan sonra, îmân etmeye koşmaları, böylece iki cihânda saâdete kavuşmaları gerekirken, inâd ve inkârlarında ısrâr edip taşkınlıkta bulundular ve bozuk yoldan ayrılmadılar.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


O zamanda, mü’min, müşrik hangi din ve milletten olursa olsun; herhangi bir kimsenin bir sıkıntısı olsa, başı daralsa, haksızlığa uğrasa veya bir şey isteyecek olsa, Kâbe-i muazzamanın yanına gelerek duâ ederdi. Burası, yapılan duâların mutlaka kabûl olması sebebiyle, Âdem aleyhisselâmdan beri Beytullah olarak tanınmış ve hürmet yönü dâimâ gözetilmiştir. Bu yüzden Mekke hiç boş kalmazdı. Değişik beldelerden gelen çeşitli insanlar toplanırlar ve duâda bulunurlardı. Beytullah'ın yerinde, o zaman kırmızı bir tepeciğin olduğu söylenmektedir.
Mekke ahâlisi, Nûh aleyhisselâmın oğlu Sam'ın torunu olan Amelîk bin Lâvüd (veya Lâvez) bin Sâm'ın neslinden gelenlerdendi. Mekke'nin halkına da, dedeleri olan Amelîk'a nispetle Amâlika denilmiştir. Amâlika kabîlesinin reisi, Muaviye bin Bekr isminde birisi olup, annesi Keldehe, Âd kavminden Hayr (veya Hayberî) isimli birinin kızı idi. Mekke hâkimi Muaviye'nin sarayı ise şehrin dışında bulunuyordu.
Dört seneden beri devam eden kıtlık ve yağmursuzluktan çok muzdarip olan Âd kavminin insanları, bütün bu sıkıntıların, Hûd aleyhisselâma karşı çıkmaları yüzünden olduğunu bir türlü anlayamamışlardı. Nihâyet onlar da zamanın âdetlerine göre, kavmin ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi seçerek, Kayl bin Amr isimli birinin başkanlığında, süslü develerle bir heyet hâlinde, duâ edip, kavimlerindeki kıtlığın sona ermesi için Mekke'ye gönderdiler. Heyette, Mersed bin Sa'd bin Ufeyr isminde bir zât vardı. Hûd aleyhisselâma îmân etmiş fakat kavminin müşriklerinden çekindiğinden müslümanlığını gizlemişti. Bununla beraber, kavmin ileri gelenlerinden olması sebebi ile heyete dâhil edilmişti. Heyette, Mu’âviye bin Bekr'in dayısı Cülhüme bin Hayr’dan başka; Muaviye'nin kızkardeşi Hüzeyle ile evli olan eniştesi Lükaym bin Hezzâl da bulunuyordu.
Lükaym'ın; Ubeyd, Amr, Âmir ve Umeyr ismindeki çocukları, Mekke'de dayıları Mu’âviye'nin yanında duruyor ve nezâretinde bulunuyorlardı. Âd kavminin tamâmen helâk olmasından sonra, bu dört çocuktan gelen nesle Lükaym oğulları denilmiş ve bunlar Âd kavminin bâkiyesi (kalanları) kabûl edilmiştir.
Mu’âviye bin Bekr'in, Mekke reisi olması, bir de Âdlıların onun dayıları mesâbesinde bulunmasından dolayı, Âd kavminden gelen heyet, doğruca Mu’âviye'nin sarayına indi ve orada misâfir oldu. Akrabâlık yüzünden Mu’âviye de onlara çok ikrâmlarda bulunup, o zaman Mekke'de bulunan ve kendilerine Kaynetân denilen meşhûr iki şarkıcı kadını da şarkı söylemeleri için kirâladı.
Âdlılar, Mekke'ye bir ayda gelmişlerdi. Bir ay da Mu’âviye’nin sarayında kaldılar. Devamlı içki içip, eğleniyorlardı. Mersed ismindeki mü’min zât ise onlara karışmaz, bir köşede gizlice ibâdet ederdi. Ötekiler buradaki zevk ve eğlenceyi görünce, asıl geliş maksatlarını, geride bıraktıkları yakınlarının kuraklık sebebiyle neler çektiklerini âdetâ unutmuşlardı. Mu’âviye, onların zevk ve eğlenceye dalıp, geliş maksatlarını unutmalarına, vurdum duymazlıklarına ve çok kalmalarına içerlemeye başladı. Kavimlerinin, kendilerine isâbet etmiş olan kıtlık belâsının kaldırılması için, duâ etmek üzere gönderdiği bu insanlar ise ne yapıyorlardı? Mu’âviye bunları düşündükçe çok üzülüyordu. “Benim dayılarım, yakınlarım, akrabâm (Âd kavmi) orada helâk olurken, bunlar yanımda duruyorlar ve gitmiyorlar. Misâfirim oldukları için bir şey diyemediğim gibi, onlara nasıl muâmele edeceğimi de bilemiyorum. Kavimlerinin onları buraya gönderme maksatları olan, duâ etmeyi hatırlatsam ve evimden çıkmalarını emretsem, çok kalmaları sebebiyle benim darıldığımı, sıkıldığımı zannederler. Geride bıraktıkları (Âd kavmi) ise açlık ve susuzluktan helâk oluyorlar. Acabâ ne yapsam ki...” şeklinde bir düşüncenin içinde idi.
Mu’âviye kendi kendine böyle düşünürken hatırına şarkıcı kadınlar geldi. Onlara durumdan yakınarak, düşündüklerini bildirdi. Şarkıcılar, Mu’âviye’ye; “Sen bize bu dediklerini anlatan bir şiir söyle. Biz de o şiiri şarkı şeklinde misâfirlere okuyalım. O zaman anlayıp harekete geçerler” şeklinde cevap verdiler.
Bunun üzerine Mu’âviye şu meâlde bir şiir söyledi: “Şüphesiz Âd kavmi, açlık ve susuzluk şiddetiyle bir şey söyleyemeyecek, iki kelimeyi bir araya getiremeyecek şekilde hâlsiz ve perişân olmuştur. Kadınları da, açlık ve susuzluğun had safhada olması sebebiyle pek zor durumdadır. Âd kavmi o kadar hâlsiz ve hareketsiz kalmışlardır ki, vahşî hayvanlar, onların yanlarına kadar sokulabilmekte, bir ok ve mızrak darbesi gelir diye çekinmemektedirler. Sizler ise burada, gece-gündüz zevk-ü safâdasınız. Kavminiz sizi, duâ etmek üzere, kendileri nâmına buraya elçiler olarak gönderdi. Siz ise buna riâyet etmediniz. Sizin bu elçiliğiniz kavminizin şânına yakışır bir elçilik değildir.”
Muganniyeler (şarkıcı kadınlar) bu şiiri okudukları zaman, Âd kavminin gönderdiği heyet, vazifelerini hatırladılar. Birbirlerine; “Ey topluluk! Kavminiz sizi, kendilerine gelmiş olan belânın def’i için duâ etmeye göndermişti. Siz ise onların verdiği vazifede çok geciktiniz. Haydi Harem-i şerîfe girip, kavminiz için duâ edin” diyerek geciktikleri için hem hayıflandılar hem de bu husûsta kabahati birbirlerine yüklediler.
Sonunda duâ etmek üzere Harem'e gidelim diye kalktıkları sırada, Mersed ismindeki zât onlara; “Siz, (Âd kavmine) peygamber olarak gönderilen Hûd aleyhisselâma îmân ve itâat edip tevbe etmedikçe, Allahü teâlâ duânızı kabûl etmez” dedi. Böylece müslüman olduğunu, Hûd aleyhisselâma îmân ettiğini açıkladı. Onun bu sözlerinden îmân etmiş olduğunu anlayan Âdlılar, fenâ hâlde kızıp, çok hakâret ederek ağızlarına geleni söylediler. O da bu hakâretlerden çok incinip, ağladı. Âdlılar, Mu’âviye’ye ve Mu’âviye'nin babası Bekr'e de; “Bunu bizden uzaklaştırınız. Harem'e bizimle birlikte gelmesin. Çünkü o, bizim dînimizi terk ederek Hûd'un (aleyhisselâm) dînine girdi” dediler.
Bunun üzerine aslında tâ baştan beri onlardan ayrı olan ve eğlencelerine hiç katılmayıp, tek başına bir köşede ibâdetle meşgûl olan Mersed bin Sa'd onlardan ayrıldı. Âdlılar, Beytullah'da duâ etmek için Mu’âviye’nin evinden çıktıktan sonra, Mersed de yola düştü. Rivâyet olunduğuna göre, îmân etmiş olan Mersed, devesi üzerinde Harem-i şerîfe doğru gelirken, yolda bir kısım melâike onu karşıladılar. “Hoş geldin! Merhâbâ ey Mersed!” diye iltifâtta bulunup, nereye gittiğini sordular. O da Harem-i şerîfe gitmek üzere olduğunu söyleyince; melekler, devesinden indirip, getirdikleri bir deveye bindirerek Harem-i şerîfe geldiler.
Mersed, Harem-i şerîfe geldiğinde melekler, Harem'in sağından ve solundan gelerek her tarafı tuttular. Her birinin elinde, bembeyaz, nûrdan âlemler (bayraklar) vardı.Her biri: “Ey Rabbimiz! Kavmine karşı, Hûd'a (aleyhisselâm) yardım et!” diye duâ ediyorlardı.
Mersed'in, Harem-i şerîfte duâ ettiği sırada, Âd heyeti de duâ ediyordu. Fakat Mersed, onlara hiç karışmadı ve; “Yâ Rabbî! Bana yalnız benim dileğimi, isteğimi ihsân et! Âd kavminden gelen, heyetin yaptığı duânın içine beni sokma! Onlarla beraber gelmiş isem de, onlardan farklıyım. Yâ Rabbî! Sana ve peygamberine inandım, îmân ettim. Ben onların isteklerinin, duâlarının dışındayım” diye duâ etti. Bunun üzerine gizliden bir ses; dileğinin ne olduğunu sorunca, o, doğruluk ve iyilik istediğini söyledi ve buna kavuştu.
Bundan sonra Âd kavminden gelen heyet; “Bizim dileğimiz Kayl'ın dileğidir. O ne isterse biz de onu istiyoruz” diye duâ etti.
Kayl da kalkarak; “Yâ Rabbî! İçimizde peygamber olduğunu söyleyen Hûd aleyhisselâm, eğer dâvâsında sâdık ise yağmur yağdır ve bize su ver! Şüphesiz biz helâk olduk” diye duâ etti.
Kayl bilerek veya bilmeyerek Hazret-i Hûd'u vesîle ettiği için, Allahü teâlânın izni ile o sırada gökyüzünde, beyaz, kızıl ve siyah olmak üzere üç ayrı bulut göründü. Gaybden; “Ey Kayl! Kendin ve kavmin için bu bulutlardan birini seç!” diye bir ses geldi. Kayl ve yanındakiler; “Beyaz bulut boş ve faydasızdır, kızıl renkli bulutun, sâdece rüzgâr ile dolu olduğu çok vâkidir. Siyah bulut ise yağmur ile dolu ve pek faydalıdır” diyerek hepsi birden siyah bulutu tercih edince, başkanları olan Kayl; “Siyah bulutu seçtim. Çünkü siyah bulut, suyu en çok olandır” dedi. Bunun üzerine tekrar nidâ geldi. O ses; “Sen o bulutu seçmekle; evleri, ocakları yıkıp yok edecek çok şiddetli bir azâbı seçtin. O azâb, Âd kavminden hiç kimseyi bırakmaz. Herkesi yok eder” diyordu. Fakat onlar bunu tercih ettiklerinden, o bulut Âd kavminin bulunduğu memlekete doğru gitti. Geride kalanlar, gelen nidâya hiç aldırış etmiyor, bunun yağmur yüklü bir bulut olduğunu zannediyorlardı.
Bu arada, Âd heyetinde bulunan Lokman bin Âd ismindeki bir kimse de, duâ esnâsında heyette bulunanlardan geri kalmıştı. Daha sonra kendi başına, yalnız olarak; “Yâ Rabbî! Ben sana sırf kendi hâcetimi istemek üzere geldim. Benim isteğimi ver” dedi ve uzun ömürlü olmağı diledi. Buna; “Bir zaman seçip, ne kadar ömür istediğini söyle; zîrâ, devamlılık ölümsüzlük mümkün değildir ve ölüm mutlakâ gelecektir” denildi. O da, yedi kerkenez (veya Akbaba) ömrü istedi. Ona da dileği kadar ömür verildi.
Lokman bin Âd, bu duâdan sonra yumurtadan yeni çıkmış bir kerkenez yavrusu alıp besledi. Bu ölünce başka bir kerkenez yavrusu aldı. Böylece yedi kerkenez besledi. Kaynakların ekserisinde bildirildiğine göre, her kerkenez seksen sene yaşıyordu. Yedinci kerkenezin İsmi Lübed (veya Lübend) idi. Lübed onların lisânında; dehr yâni uzun zaman demek olup, bu son kerkenezin daha uzun ömürlü olması ümidiyle bu ismi vermişti. Yedinci kerkenezin ömrü seksen seneyi doldurmak üzere iken yeğeni (kardeşinin oğlu), Lokman bin Âd'a dedi ki: “Ey amca! Bu kerkenezden sonra artık ömrün kalmadı.” Lokman bin Âd da ona; “Ey kardeşimin oğlu! Bu lübeddir (yani çok uzun ömürlü olacak)” dedi.
Lokman bin Âd'ın, Lübed'den başka çok kerkenezleri vardı. Hattâ bu mânâya nispetle kendisine Sâhib-ün-nüsûr denilirdi. Onlarla meşgûl olur, eğlenir, zevkle uçuşlarını seyrederdi. Artık Lübed'in ömrü seksen seneye ulaşmıştı. Bir gün Lokman bin Âd, aşağıdan, dağın tepesinde bulunan kerkenezlere seslendi. Hepsi uçup geldi. Fakat o da ne? Lübed gelmemişti. Seksen senedir bu hâl ilk defâ oluyordu. Bunun sebebini merâk ederek gidip tepedeki yuvalarına bakmaya karar verdi. Kerkenezlerle birlikte tepeye doğru çıkmaya başladı, fakat kendisini çok zayıf ve halsiz hissetti. Daha önce hiç zayıf ve tâkâtsiz kaldığı görülmemişti. Tepeye vardığında, Lübed'in diğer kerkenezlerin önünde yattığını görünce; “Kalk, kanatlan, ey Lübed!” diye seslendi. Lübed, kalkmak için son defâ gayrete geldi. Lâkin kalkamadı ve düşüp can verdi. Lokman bin Âd da o anda öldü.
Rivâyet edilir ki, Harem-i şerîfte, Âd kavminden olan üç kişi, (Mersed, Lokman ve Kayl) duâ ederlerken, Mersed ve Lokman husûsî olarak kendileri, Kayl da kavmi için duâ etmişti. O sırada Kayl'a gizli bir nidâ gelip, “Yakınında bulunan arkadaşlarının (Mersed ve Lokman) sırf kendilerine duâ ettikleri gibi sen de sâdece kendin için dilekte bulun” denildi. O da; “Kavmime ne gelirse, bana da aynısının gelmesini isterim” deyince, o gizli ses; “Kavmin için helâk olmak vardır” dedi. Buna rağmen, o, kararını değiştirmeyip; “Kavmime gelen bana da gelsin. Helâk ise hiç aldırış etmeden helâk olurum. Kavmim helâk olduktan sonra, benim geride kalmamın ne mânâsı var, bunu istemem” dedi. Bunu, aslında kavmine olan bağlılığından değil, böyle bir belâ ve musîbet geleceğine inanmadığı için söylüyordu. Netîcede kavmine gelen musîbet onu da bularak helâk oldu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Rivayet edildiğine göre, Âd kavmi, kendilerini perişân eden kuraklığa dört yıl müddetle tahammül ettiler. Nihâyet melikleri olan Halcân'ın yanına geldiler. İleri gelenleri vâsıtasıyla, Halcân'a; “Artık daha fazla dayanamıyoruz. Hûd'un (aleyhisselâm) söylediklerinin, haber verdiklerinin doğru olmasından korkuyoruz. Yâni ona îmân etmekten başka çâremiz kalmadığını hissediyoruz” dediler.
Halcân, o kadar zulüm ve haksızlıklarına, aşağılık ve alçaklıklarına, şirk ve isyânlarına, küfürdeki inâd ve ısrârlarına bir yenisini daha ekleyerek, kavminin bu sözlerine şiddetle karşı çıktı ve; “İçinde bulunduğunuz zorluklar sebebiyle Hûd'un dînine girmeye azmettiğinizi haber aldım. Kumları yemek ve idrarlarınızı içmek pahasına da olsa onun dînine girmeyeceksiniz” dedi. “O çok yalan söyleyen sihirbazın biridir” gibi hezeyânlarla da Hazret-i Hûd'a dil uzattı. Bu saçma sözlerini kendi bozuk mantığı ile güyâ şöyle isbât etmeye çalışıyordu: “Bu belâ bize, ona itâat etmediğimiz için isâbet etmiş ise, o hâlde niye davarlarımız, ehlî ve vahşî hayvanlar açlıktan helâk oldular? Onların böyle bir günahları yok ki. Bize isâbet eden, aynen onlara da isâbet etti. Şüphesiz, bu belâ size ve sizin dışınızda olanların hepsine isâbet etmiştir. Siz bu hâle bir miktar daha sabredin. Bu böyle devam edecek değil ve siz de hep bu hâlde kalacak değilsiniz.” Halcân'ın bu sözlerinden sonra Âdlılar, Hazret-i Hûd'a tâbi olmaktan yine vazgeçtiler. Halcân'ın sözlerine aldanarak olanca güçleri ile açlığa tahammül etmeye, bu sıkıntılara göğüs germeye çalıştılar.
Bu esnâda Hazret-i Hûd, yüksek bir tepeye çıkarak şöyle nidâ etti: “Ey Âdlılar! Beni inkâr etmeye devam ediyorsunuz. Ama biliniz ki, şu içinde bulunduğunuz hâl benim, sizi, kendisiyle korkuttuğum azâbın başlangıcıdır. Benim sözlerime iltifât etmez, inanmazsanız o azâba kavuşursunuz. Şâyet Allahü teâlâya îmân ederseniz, gökten size yağmur yağdırması, yerden ot bitirmesi için O'na duâ ederim.”
Musîbetten kurtulmak için, Hûd aleyhisselâma uymanın şart olduğunu bir türlü anlayamayan Âdlılar bunu dinledikten sonra, birbirlerine; “Bu dört sene içinde yapabildiğimiz kadar güçlüklere göğüs gerdik. Bunu hepiniz biliyorsunuz. Korkarız ki, bu hâl bizim aleyhimize devam edecek, İstiska (yağmur duâsı) için Mekke'ye heyet gönderelim. Çünkü nerede ise helâk olacağız” diyerek bir heyetin yağmur duâsı için Mekke'ye gitmesine karar verdiler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget