Kavmini îmâna dâveti
Allahü teâlâ sapık Semûd kavmini îmâna dâvet için hazret-i Sâlih'i peygamber olarak gönderdi. Bir rivâyette Sâlih (aleyhisselâm) 40 yaşına girdiğinde; Allahü teâlâ Cebrâil'e (aleyhisselâm) emrederek Sâlih'e (aleyhisselâm) gitmesini ve ona peygamber olduğunu bildirmesini, kavmini îmâna, itâate “La ilâhe illallah ve enne Sâlihan Abdullahi ve resûlühü” “Sâlih (aleyhisselâm) Allahü teâlânın kulu ve peygamberidir” demeye dâvet etmesini bildirdi. Cibrîl-i emîn, bir anda Sâlih'e (aleyhisselâm) geldi. Selâm verdi. Sâlih (aleyhisselâm) onun heybetinden dolayı kendinden geçti. Cebrâil (aleyhisselâm); “Ey Sâlih! Şimdi kavmini Allahü teâlâya îmâna çağır ve tevhide dâvet et. Şirk ve putlara tapmaktan uzak durmalarını söyle. Allahü teâlânın kendilerine ihsân buyurduğu nîmetleri hatırlat. Ayrıca Âd kavminin şiddetli rüzgârda niçin ve neden helâk olduklarını sor” dedi ve risâletini tebliğ etti. Sonra ona Cennet elbiselerinden yeşil bir elbise giydirdi. Sağ eli üzerine nübüvvet mührünü basarak Âdem'in (aleyhisselâm) asâsını verdi. Sonra da; “Ey Sâlih! Sen, Nûh ve Hûd aleyhimüsselâm zamanlarında olmayan bir çok acâib hâlleri müşâhede edeceksin” buyurdu ve semâya yükseldi.
Sâlih (aleyhisselâm) bu ilâhî emir üzerine hemen kavminin toplandığı yere (putlara tapıp kurbanlar keserlerken yanlarına) gitti. Reisleri Cenda bin Amr da orada idi. Sâlih (aleyhisselâm) onun yanına vardı. Reis Cenda onu görür görmez târifi imkansız bir korkuya kapıldı. Sâlih (aleyhisselâm) ona güler yüz ve tatlı dille hitâbederek; “Ey Cenda, sana nasîhat ederim. Allahü teâlâ beni size peygamber olarak gönderdi. Seni ve kavmimi “La ilâhe illallah” demeye ve beni tasdîke yâni Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğuma inanmaya çağırıyorum” dedi. Cenda da; “Ey Sâlih! Neler söylüyorsun. Semûd kavmi senin Allahü teâlânın peygamberi olduğunu kabûl etmez. Kavmime bildireyim bakayım ne derler. Sen yarın gel” dedi. Sonra eşrâfını (önde gelenleri) toplayıp, Sâlih'in (aleyhisselâm) söylediklerini bildirdi. Kavmin ileri gelenleri; “Ey Cenda! Gelsin söylediklerini biz de duyalım” dediler. Ertesi gün Sâlih (aleyhisselâm) oraya teşrîf etti. Peygamber olarak gönderildiğini söyleyip, onları Allahü teâlâya îmâna ve itâate çağırdı ve; “Ey kavmim! Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ediniz. Sizi ve her şeyi yaratan O'dur. Bu topraklarda size uzun ömür ve çok nîmetler verdi. O'na tevbe ve istiğfârda bulunun. O, tevbeleri kabûl edicidir” şeklinde nasîhatlerde bulundu.
Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde, Sâlih'in (aleyhisselâm) kavmine peygamber olarak gönderilişini ve dâvetini şöyle bildirmektedir: “Biz Semûd kavmine (nesebde) kardeşleri Sâlih'i resûl olarak gönderdik. (Sâlih aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Ey kavmim! Allahü teâlâyı tevhîd ediniz (bir biliniz). O'na ibâdet edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur. O (Allahü teâlâ) babanız Âdem'i (aleyhisselâm) topraktan yarattı. Siz onun (Âdem'in (aleyhisselâm)) evlâdısınız. Sizi orada (yeryüzünde) geçinmek ve orasını îmâr yapmaya (mâmur hâle getirmeye) me’mûr etti, güç verdi. Şimdi ondan mağfiret dileyin. Sonra başkasına ibâdetten vazgeçin. Tâat ve ibâdetle Allahü teâlâya dönünüz. Benim rabbim (müminlere, kendisine îmân edenlere, rahmetiyle) yakındır, (Dua edenlerin duâlarına) icâbet edicidir.” (Hûd sûresi: 61).
“Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih aleyhisselâmı) tekzip ettiler (yalanlayıp kabûl etmediler). Onların (nesebde, soyda) kardeşleri Sâlih aleyhisselâm, onlara dedi ki: Allahü teâlâdan korkmaz mısınız ki O'na şirk koşarsınız. Ben, Allahü teâlâdan size gönderilen emîn bir resûlüm (peygamberim). Şimdi Allahü teâlâdan korkun. Size tebliğ ettiğim (bildirdiğim) O'nun emir ve yasaklarında bana itâat edin. Bunun için (tebliğim için) sizden ücret istemem. Bilin ki benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi Allahü teâlânın üzerinedir.” (Şuarâ sûresi: 141-145)
Sâlih (aleyhisselâm) dalâlette (küfürde) olan kavmini îmâna dâvet ettiğinde, pek az kimse inandı. Çoğunluğu hak dîni kabûl etmemekte direndiler. Servetlerine güvenip zevk ve sefâ içinde kendilerinden geçip zulme başvurdular. Sâlih aleyhisselâma da; “Ey Sâlih! Sen bundan evvel (yani bizi putlara ibâdeti terke çağırmadan önce) bizim aramızda ümîd edilen (güvenilen) bir kimse idin. Sende rüşd ve efendilik alâmetlerini görüp bize baş ve işlerimizde müsteşar (danışılan bir kimse) olmanı, dînimizi kabûl etmeni beklerdik. Şimdi sen bizi babalarımızın ibâdet edegeldiği ilâhlara (putlara) ibâdetten nehy mi ediyorsun? (Vaz geçirmek mi istiyorsun?) Halbuki sen bizi dâvet ettiğin Allah'a ibâdetten (tevhidden) şüphe içindeyiz dediler.” (Hûd sûresi: 62)
“Sâlih (aleyhisselâm) (onlara) dedi ki: “Ey kavmim! Bana haber verin. Rabbim teâlâ bana açık bir beyyine (mûcize) ve rahmet (peygamberlik) vermişken eğer ben risâleti tebliğ ve sizi Allahü teâlâya dâvet etmeyip O'na âsî olursam, beni O'nun (Allahü teâlânın) azâbından kim kurtarır. Beni kendinize tâbi kılmakla bana hüsrândan başka bir şey arttırmazsınız.” (Hûd sûresi: 63)
Semûd kavmi, peygamberleri Sâlih (aleyhisselâm) onları îmâna dâvet edip, nasîhatte bulunduğu zaman tekzip ettiler. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Dediler ki: O da bizden bir kimse değil mi? Üzerimize bir üstünlüğü olmayan kimseye tâbi mi olacağız. Ona uyduğumuz takdirde dalâlete düşer delilik yapmış oluruz. Aramızda vahye daha lâyık var iken ona vahiy mi olundu? Doğrusu o yalancı ve mütekebbirdir.” (Kamer sûresi: 23-25)
Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselâmı büyülenmiş, yalancı ve mütekebbir diye ithâm etmelerine rağmen, Sâlih (aleyhisselâm) Kur’an-ı kerîmde bildirildiği şekilde, tatlı dille îmâna dâvete ve nasîhatlerine devam etti:
(Ey kavmim) Şu bulunduğunuz hâlde, bahçeler, pınarlar, ekinler ve latîf (hoş) tomurcuklanmış hurma ağaçları arasında ve dağlardan yonttuğunuz ve yaptığınız (kaşâneler, köşkler, saraylar) içinde, (ölüm ve azâbdan) emîn ve ferah olarak terk olunur musunuz? Öyle bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkun, tûl-i emelde (uzun emelde) olmayın. Artık bana itâat edin. Çünkü, benim emrime (dediklerime) itâat, Allahü teâlâya itâattir!) (Şuarâ sûresi: 146-150)
Semûd kavmi, Sâlih'i (aleyhisselâm) iyi bir insan olarak görüyordu. Ancak onun iyiliğini putlara hizmette görmek istiyorlardı. Sâlih aleyhisselâm peygamber olduğunu bildirince; “Sâlih'in maksadı bizi kandırıp elimizdeki mallara konmaktır” dediler. Diğer bir kısmı ise; “Hayır Sâlih'in bizim malımıza ihtiyâcı yoktur. Onun maksadı olsa olsa bize reis olmaktır” diyordu. Bir başka grup da; “Onun reislikte de gözü yoktur. Belki akıl hastalığından dolayı böyle bir takım anlaşılmaz şeyler söylemiş olabilir” dedi. Daha sonra mel’ûn şeytan da sapıklara vesvese verip; “Ne garip şey! Daha dün bir çoban gibi aranızda bulunan kişi, şimdi birden bire korkutucu sözler söylüyor. Bütün putları bir kenara itip, görünmeyen bir mâbuda tapmamızı söylüyor. Herkesin kendi etrâfında toplanmasını, sözünü dinlemelerini, böylece insanlara daha iyi bir hayat vereceğini söylüyor. Ama nasıl ve neyle? belli değil. Hepimizin sapık, kendisinin tek başına bize yol gösterici olduğunu söylüyor. Aklının, hepimizin aklından çok olduğunu ve âlemlerin Rabbi ile irtibatta bulunduğunu söylüyor. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Başkalarının yapamadığını o nasıl yapabilir? Yoksa ayı gökyüzünden yere mi indirecek, yoksa yeryüzünü güneşe mi yaklaştıracak? Yoksa ölüyü mü diriltecek” dedi. Semûdlular da kalkıp Sâlih aleyhisselâma gittiler ve ona; “Şimdiye kadar kimse senin ceddinden ve soyundan bir kötülük görmedi. Fakat, sen insanların hayatını perişân edecek sözler söylüyorsun. Sen bu mâbutların hiç birini kabûl etmiyorsun ve karışıklık çıkarmaktasın. Sen bu yeni sözleri nereden getirmişsin? Ve görülmeyen mâbud seni nasıl vazifelendirmiştir. Söz ve iddia ile bir şey sabit kılınamaz. Eğer doğru söylüyor isen, hiç kimsenin yapamadığı bir işi yapman gerekir. Doğru söz delil ister. Sen bütün insanları, senin mâbudunun yarattığını ve herkesten güçlü olduğunu söylüyorsun. Eğer böyleyse; bu mâbud meselâ geceyi gündüz yapabilir. Biz de her şeyi bildiğimizi söylemiyoruz. Yaşadığımız bir dünyâ vardır. Eğer sen de yeni bir iş yapamayacaksan ve insanlarla aranda yeni bir fark bulunmuyorsa bu dâvâdan vazgeç” dediler. Sâlih aleyhisselâm: “Söylediğim her şeyi Rabbimin irâdesiyle söylüyorum. Rabbim dilerse düşündüğünüz bütün şeyler, istediğiniz her alâmet meydana gelir” buyurdu. O zaman Semûdlular Kur’an-ı kerîmde meâlen buyrulduğu üzere; “Sen çok sihre (büyüye) uğramışsın (aklına halel getirmişlerdensin) dediler.” (Şuarâ sûresi: 153)
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet olundu ki: “Sâlih (aleyhisselâm) kavminin îmân etmeyeceğini anlayınca çok üzüldü. Rabbine yalvarıp; “Yâ Rabbî! Bir sefere çıkayım. Yolculuğumda sâlih kimselerle karşılaşıp onlarla dost olayım” dedi. Hak teâlâ ona izin verdi. Oradan ayrıldı. Bir çok yerlerden geçti. Bir gün kendini ibâdete vermiş bir kişiye rastladı. Ona; “Niçin tenhâlarda yalnızlığı seçtin” dedi. O da; “Bu yerde bir köy vardı. Ahâlisinin tamamı Allahü teâlâya inanmaz idi. Cümlesi helâk olup yalnız ben kurtuldum. Geri kalan ömrümü o belâdan kurtulduğum için Allahü teâlânın şükrüne sarfettim. Bu sebeple tenhâlarda ibâdet ederim” dedi. Sâlih (aleyhisselâm) onun sözlerinden ve hâlinden ibret alıp daha fazla şükürle meşgûl oldu. Sonra yolu bir deniz kenarına uğradı ve bir adaya geldi. Adada ibâdet eden, namaz kılan bir şahıs gördü. Ona da tenhâlarda ibâdet etmesinin sebebini sordu. O da; “Ey Sâlih (aleyhisselâm)! Bu adada bir cemâat ile idim, onlar çok habis (kötü) insanlardı. Bir gün onlarla birlikte bir gemiye bindim. İçlerinde benden başka Hak teâlâya inanan yoktu. Netîcede gemi battı. Benden başka hepsi boğuldular. Kurtuluş nîmetinin şükrünün edâsı için burasını seçtim” dedi. Sâlih (aleyhisselâm) vedâ edip ayrıldı. Çok yerler geçip, halkının tamamı îmânsız olan bir şehre geldi. Sâlih (aleyhisselâm) orada iki mü’min kimse buldu. Bunlar gündüzleri helâl kazanıp akşam kendilerine yetecek kadar yiyecek alıkoyup fazlasını fakirlere sadaka verirlerdi. Bir akşam birlikte otururlarken heybetli bir ses işittiler. Sâlih aleyhisselâm bu sesin sebebini sorunca; “Burada yırtıcı bir hayvan vardır. Sesi her gün bu saatte duyulur. Kimi bulursa helâk eder” dediler. Sâlih de aleyhisselâm; “Eğer şehirdekiler bana mallarının bir kısmını verirlerse onları bu hayvanın şerrinden kurtarırım” dedi. Onlar gidip, Sâlih'in (aleyhisselâm) sözlerini şehir halkına söylediler. Herkes malının bir kısmını getirip bir yere yığdı. Sonra da Sâlih'ten (aleyhisselâm) dediğini yapmasını istediler. Sâlih (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ etti. Duâsı netîcesinde o vahşî hayvanın iki parça olduğu görüldü. Şehir halkı sözlerinde durup mallarını Sâlih'e (aleyhisselâm) verdiler. Daha sonra Sâlih (aleyhisselâm) o iki kişiye bu malları kabûl etmelerini söyledi. Fakat onlar istemediler ve; “Bize alın terimizle kazandığımız kifâyet eder” dediler. Bunun üzerine sâhiplerine geri verdi. Sonra da Allahü teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî! Sana şükürler olsun ki kullarından sülehâyı (salih kimseleri) bana gösterdin. O zaman Allahü teâlâdan vahiy geldi: “Ey Sâlih! Dünyânın nizâmı, âlemin intizâmı benim sevgili kullarımın mevcût olmaları iledir. Dünyânın nizâmını, âlemin intizamını sevgili kullarımın varlığına bağladım. Eğer onlar olmasa bütün isyân edenleri göz açıp kapayıncaya kadar helâk ederim.” Sâlih (aleyhisselâm) daha sonra kendisine îmân etmemiş olan kavminin yanına döndü.”
Cebrâil (aleyhisselâm) bir gün Sâlih'e (aleyhisselâm) gelerek, kendisi ve mü’minler için bir mescid inşâ etmesini bildirdi. Bunun üzerine mü’minlerle beraber mescid yapmaya başladı. Melekler de yardım ettiler ve yapılan bu mescitte ibâdete başladılar. Sâlih (aleyhisselâm) her gün kavmi arasında dolaşır, güler yüz, tatlı dil ve yumuşaklıkla onları îmâna dâvet eder, itâate çağırır, Âd kavminden bahseder; onların başlarına gelen azâbdan ibret almalarını söylerdi. Buna karşılık, kavminin alaylı ve hakâret dolu sözlerine sabreder, cevap vermeyip üzüntülü bir şekilde mescide dönerdi. Ayrıca kâfirler, mü’minlerle de her yerde istihzâ ederlerdi. Kavminin kendisiyle ve mü’minlerle alay edişleri Kur’an-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir.
“Îmâna gelmeyip, tekebbür üzere olan o kavmin ileri gelenleri, zayıf ve âciz addettikleri mü’minlerle istihzâ (alay) ederek dediler ki: Siz, Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Mü’minler (tam bir îmân bütünlüğü içinde, sağlam bir îmânla); Evet, onun bize ve size peygamber olduğunda şek ve şüphemiz yoktur dediler. (O zaman) o îmân etmeyi kibirlerine yediremeyenler; Biz sizin îmân ettiğiniz şeye inanmıyor inkâr ediyoruz dediler.” (A’râf sûresi: 75-76)
Ayrıca; “Ey Sâlih! Sen bizi görmediğimiz bir şeye inanmaya çağırıyor, babalarımızın taptığı putlarımızı bırakmamızı söylüyor ve Âd kavminin başına gelenlerle korkutuyorsun. Halbuki onların evleri, çardakları kumlar üzerine kurulmuştu. Rüzgâr elbette onları yıkar. Bizim saraylarımız öyle olmayıp, dağlara kayalara oyulmuştur. Rüzgârın kayaları yıkması mümkün değildir. Senin Rabbinin de bize gücü yetmez” dediler. O esnâda şiddetli bir sesle irkildiler; “Sâlih (aleyhisselâm) hakîkaten Allahü teâlânın peygamberidir. Putlar bâtıldır” sesiyle bütün putlar devrildiler. Bu hâli açıkça görenler hayret ve dehşetle; “Bu olsa olsa Sâlih'in sihridir” dediler. Küfürleri ve düşmanlıkları gittikçe fazlalaştı; “Sâlih aramızda doğru bir kişi idi. Şimdi yalanı, sihri, bühtânı, putlarımıza muhâlefeti apaçık meydana çıktı” dediler. Sâlih de (aleyhisselâm) elindeki Âdem'in (aleyhisselâm) asâsını kaldırıp kavmine seslendi. O zaman kalplerine korku düşüp her birisi bir tarafa kaçıştılar. İzdihamdan ölenler oldu. Sâlih aleyhisselâm bunların kendi bağırmasından dolayı ve küfür üzerine ölmelerine çok üzüldü. Semûdlular daha sonra yine toplandılar ve; “Ey Sâlih! Peygamber olduğun doğru ise bize vahşî hayvanlardan birkaç tane çağır da gelip senin peygamber olduğunu söylesinler. O zaman gerçekten sana inanacağız” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) da onların bu istekleri karşısında Allahü teâlâya duâ etti ve; “Ey hayvanlar geliniz. İstedikleri şehâdeti söyleyiniz” diye seslendi. Büyük bir aslan kükreyerek çıkageldi ve dile gelerek; “Buyur ey Sâlih aleyhisselâm” deyip, Allah'ın birliğine Sâlih'in (aleyhisselâm) peygamberliğine şehâdet etti. Boynunu eğdi. Kafirler; “Şu sihre bakınız” dedi. O anda aslan o kâfire hücûm etti. Kafirlerden her biri dağılıp evlerine kapanarak kapılarını da kilitlediler. Sonra da pişman olup; “Ey Sâlih bu belâyı def et seni dinleyeceğiz” diye özür dilediler. Sâlih'in (aleyhisselâm) işâreti ile arslan geri dönüp kayboldu. O gün Semûdlulardan bir grup îmânla şereflendi. Bunlardan son îmân eden, Sâlih'in (aleyhisselâm) amcasının oğlu Sâlim bin Sa'd idi.
Cenâb-ı Hak isyân ve taşkınlığın (küfrün) zirvesine çıkan bu kavmin de, Hûd (aleyhisselâm) kavminde olduğu gibi, kadınlarını kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Sığırlar buzağılamayıp davarlar kuzulamadı. Semûdluların bir kuyusu hariç hepsi kurudu. Bu durum karşısında Semûd kavminin insanları kin ve öfke ile; “Ey Sâlih aramıza fesâd karıştırdın. Mallarımıza, çoluk-çocuğumuza, bizlere zarar verdin. Buradan çekil git, yoksa seni öldürürüz” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) mescidine döndü ve mü’minlere; “Ey îmân edenler! Siz mescide devam ediniz. Ben bir müddet yalnız kalıp dağlarda Rabbime ibâdet edeceğim” diyerek oradan ayrıldı. Dağlara çıktı. Bir yer ararken akşam oldu. Bir su görüp abdest aldı ve namazını kıldı. Nur dolu, içinden misk kokusu gelen bir mağaraya rastladı ve oraya girdi. Etrâfta koltuk ve yaygılar gördü. Mağara, mücevherden süslü bir kandille aydınlatılmıştı. Hayretler içinde koltuğa oturdu. Sonra da orada bulunan yatağa uzanınca, Allahü teâlâ kendisine uyku verdi ve tam kırk sene uyudu. Sâlih'in (aleyhisselâm) hâlinden mü’minler dâhil kimsenin haberi olmadı. Kimse yerini bilemedi ve öğrenemedi. Mü’minler, peygamberleri Sâlih'i (aleyhisselâm) aradılar fakat bir haber alamadılar. Uzun seneler firâk (ayrılık) ateşiyle ağladılar. Ancak zaman zaman insan şekline girmiş bir melek onlara; “Niçin ağlıyorsunuz. Bedenleriniz üzüntüden zayıf düştü. Hâliniz değişti” der teselli verirdi. Mü’minler de; “Nebîmiz Sâlih'i (aleyhisselâm) kaybettik. Ondan bir haber alamadık” dediklerinde melek de; “Kendinizi üzüp sabırsız olmayınız. O bir himâye ve muhâfaza altındadır. Şimdi onu görmeniz mümkün değildir. Ancak Allahü teâlânın irâde ettiği zaman görürsünüz” derdi. Mü’minler ayrılık ve ibâdetle günlerini geçirdiler. Kuvvetleri azaldı. Teker teker vefât ettiler. Bir kısmı da eski putperestliklerine döndüler. Her vefât eden mescidin bitişiğine defnedildi. Kabir taşına da bu filanın kabridir yazıldı. Kırk sene dolunca Sâlih (aleyhisselâm) uykudan uyandı. Kendi kendine; “İki rekat namaz kılıp kavmimi dâvete koşayım. Nasıl oldu da uykuyu, Rabbime ibâdete tercih ettim” dedi. Abdest alıp namaz kıldı. Sonrada yola koyuldu. Giderken gâibden bir sesle; “Ey Sâlih acele etme. Zirâ sen kırk senedir kavminden ayrı bırakıldın. Allahü teâlâ sana kırk sene süren bir uyku verdi. Şimdi ikinci defâ Allahü teâlâ seni kavmine gönderiyor. Onlara git; vâz-ü nasîhatte bulunarak, Allahü teâlâya îmâna ve itâate çağır. Fakat acele etme. Muhakkak, senin Rabbin aceleci değildir. Ey Sâlih! Kavmine dön. Putlara tapmaktan el çekmelerini söyle. Onlara Allahü teâlânın intikâm alıcı olduğunu bildir” dendi. Sâlih (aleyhisselâm) bu husûsu iyice anladı. Secdeye kapandı ve; “Yâ Rabbî! Senin gücün her şeye yeter. Sen her şeye kâdirsin” diye niyâzda bulundu.
Sâlih (aleyhisselâm) dönüşte yollarda çok değişiklikler gördü. Nihâyet mescidine geldi, fakat her tarafı harâb buldu. Mescidde meleklerden başka kimseler yoktu. O zaman; “İlâhî! Geriye bıraktığım bu mesciddeki mü’min kardeşlerim nerede kaldı” dedi. Melekler; “Ey Sâlih! Ölüm, onları âhırete götürdü. Yalnız bir kısmı senden ümidi kesince kavmine dönüp onların dînini seçti, kâfir oldu” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) kavminin yanına gitti. Onlar bayramları sebebiyle bir yere toplanmışlardı. Reisleri süslü elbiseler giymişti. Putları da sağ ve soluna dizmişler, altın ve gümüşten kürsîlere koymuşlardı. Reisleri Cenda’, altın ve gümüşle süslü bir tahta kurulmuş oturuyordu. Başında da meliklere âit taç vardı. Erkânı, eşrâfı etrâfına toplanmıştı. Sâlih (aleyhisselâm) oraya gelince; “Ey kavmim! La ilâhe illallah. Sâlih, Allahü teâlânın kulu ve peygamberidir deyiniz. Ey kavmim size bir kere peygamber olarak gönderildim. Şimdi ikinci defâ gönderiliyorum” dedi. Kavmi bunu duyunca hayrette kaldılar. O esnâda putlar yüzüstü düştü ve hayvanlardan konuşmalar duyuldu; “Rabbimizden hak geldi” dediler. Reisleri Cenda’; “Sen kimsin?” diye sordu. Sâlih de (aleyhisselâm); “Ben Sâlih'im” dedi. Cenda’; “Sen hakîkaten Sâlih misin? Uzun zaman oldu, seni göremedik. Kırk sene kadar aramızda yoktun. Kaybolmuştun. Ey kişi! Sen Sâlih olamazsın. Sen bir sihirbazsın” deyip ölümle tehdit etti. O zaman bir kartal; “Ey Semûdlular! Siz yalan söylüyorsunuz. Bu, Allahü teâlânın size gönderdiği Sâlih'tir (aleyhisselâm)” diye seslendi. Daha başka acâib hâller de görüldü. Reis Cenda'nın, Hedîl bin Lakîm isminde ve amcasının oğlu olan biri; “Ey Sâlih biz seni tanıdık. Sen bize nasîhat edensin. Lâkin biz senin nasîhatine muhtâç değiliz. Buradan git. Bizi rahat bırak” dedi. Sâlih (aleyhisselâm) ona dönerek; “Ey kişi! Sen bugün, çoluk çocuğun da falan saatte ölecek. Yarın da anan ve baban ölecekler. Çabuk îmân et. Eğer îmânlı vefât edersen Allahü teâlâ seni yarın diriltir ve bir mûcize olarak Semûd kavmine gösterir. Ömrünü, sonuna kadar sıddîk bir kimse olarak yaşar gidersin” buyurdu. Bunu duyan Hedîl bin Lakîm derhal değişti îmân edip, Sâlih'in (aleyhisselâm) hak peygamber olduğuna şehâdet getirdi. Sonrada insanların bakışları arasında oradan ayrıldı. Sâlih'in (aleyhisselâm) dediği vakit gelince hakîkaten o kişi vefât etti. Arkasından da hanımı ve çocukları öldüler. Bu hâdise Semûd kabîlesi arasında yayıldı. Ertesi gün, baba ve annesi öldü. Semûdlular daha çok şaşırdılar. Reis Cenda’ da korku ve telâşla bu olanları tâkip ediyordu. Sâlih (aleyhisselâm); “Ey Semûdlular! O ilk vefât eden kişi aranızda nasıl bir kimse idi” diye sordu. Onlar; “Sevdiğimiz hayırlı biri idi” dediler Sâlih (aleyhisselâm); “Eğer Allahü teâlâ onu benim duâmla diriltirse îmân eder misiniz?” diye sordu. Onlar da; “Putlarımıza tapmaktan vazgeçer sana îmân ederiz” dediler. Sonra beraberce ölen kişinin evine gittiler. O kişi, eşi, çocukları, anası, babası her biri bir köşede yatıyorlardı. Sâlih (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâdan sonra, o ilk vefât edene ismiyle hitap etti. O meyyit; “Buyur ey Allahü teâlânın peygamberi” deyip kelime-i şehâdet getirdi. Semûdlular bu mûcizeyi gördüler. Lâkin îmân edeceklerine dâir verdikleri sözde durmayıp yine Sâlih'e (aleyhisselâm) sihirbaz dediler, iftirâda bulundular. Telâşla kalkıp puthânelerine gelerek, Sâlih'in (aleyhisselâm) mûcizesini putlarına anlattılar. Mel’ûn şeytan putlara girerek; “Sözünüzü anladım. Eğlencenizin başına dönerek, yeyip içip kendinizden geçiniz. Sâlih'i görürseniz ona, senden önce gelen Nûh ve Hûd peygamberlerin getirdiği burhanlardan (mûcizelerden) getir, göster de görelim” deyin diye seslendi. Semûdlular sevinç ve neşe ile geriye döndüler. Sâlih'i (aleyhisselâm) görüp şeytanın dediklerini ilettiler. Sâlih (aleyhisselâm); “Ey kavmim! Bu güne kadar peygamberliğime burhan (delil) olan çok alâmetler gördünüz. Size; vahşî hayvanlar, kuşlar, ağaçlar, ölüler ses verip şehâdette bulundular. Bunlar yetmez mi ki hâlâ şek ve şüphedesiniz. Mâdemki bunlar yetmedi, öteki isteklerinizi de söyleyin. Nasıl bir mûcize istersiniz?” deyince onlar; “Ey Sâlih! Bizimle beraber bayramımıza iştirâk edersin. Sen kendi ilâhına biz de kendi ilâhlarımıza duâ ederiz. Eğer senin duân kabûl olursa, biz sana tâbi oluruz” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) “Bayram günü yanınıza inşallah geleceğim” dedi. O gün gelince bütün Semûdlular eğlence yerinde toplandılar. Reisleri Cenda’ bin Amr da orada altın tahtlar üstünde ve ipek elbiseler içinde idi. Sâlih de (aleyhisselâm) bayram yerine gitmek için hazırlandı. Mescidinden çıkmak üzere iken Cebrâil aleyhisselâm geldi. Selâm verdi ve Âdem'in (aleyhisselâm) elbisesini giydirip, İdrîs'in (aleyhisselâm) yüzüğünü taktı. Nûh'un (aleyhisselâm) kılıcını kuşatarak Âdem'in (aleyhisselâm) asâsını da eline verdi. O zaman Sâlih'in (aleyhisselâm) güzelliği kat kat fazlalaştı. Sâlih (aleyhisselâm) abdest alıp iki rekat namazdan sonra, Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulunup yola çıktı. Yolda bir çok mûcizeler zuhûr etti. Ağaçlar eğiliyor, kuşlar gölge yapıyor, hayvanlar muvaffakiyeti için duâ ediyorlardı.
Sâlih (aleyhisselâm) gelince kavmi onu tanıyamadı. Heybetinden ürktüler. Sâlih (aleyhisselâm) doğruca reis Cenda’ bin Amr'ın karşısına gitti. Orada toplananlara; “Ey kavmim! Ben, Allahü teâlânın size gönderdiği peygamberim. Bana itâat edin ki azaptan kurtulasınız” dedi. Cenda’; “Ey Sâlih; Eğer doğru söylüyorsan ve peygamberlik dâvâsında isen seni imtihân etmek istiyoruz. Bu imtihânımız şöyle olacak. Biliyorsun ki, bölgemizde El-Kâtibe isminde büyük bir kaya vardır. Oraya gideceğiz. Senin ilâhın o kayadan kızıl tüylü, doğurmak üzere olan dişi bir deve çıkarsın ve taştan çıkan deve yavrulasın, yavrusunun da rengi anasına benzesin” dedi. Puthane bakıcısı Dârid bin Amr da başka vasıflarını saydı. Alayla; “Sütü; yazın soğuk, kışın sıcak olacak. Hasta içtiğinde şifâ bulacak, fakir içtiğinde fakirlikten kurtulacak” dedi. Diğerleri de başka şeyler söylediler. İbn-i İshak ve öbür siyer müelliflerinin îzâhlarına göre Sâlih'ten (aleyhisselâm) mûcize olarak deve istenmesi, Semûdluların en kıymetli mallarının deve olması sebebiyledir.
Sâlih (aleyhisselâm) müşriklerin kendini âciz bırakıp kalabalığın önünde mahcub etmek için teklif ettikleri bu istekler karşısında hiç telâşlanmayıp namaza durdu. Allahü teâlâya münâcât edip (yalvarıp) bu mûcize isteğinden rızâsı var mı yok mu diye vahiy bekledi. Allahü teâlâ Kamer sûresi 27 ve 28. âyet-i kerîmelerinde beyân buyurduğu üzere o mübârek peygamberinin doğruluğunu meydana çıkarmak için, öyle bir devenin meydana çıkarılacağını kendisine şu şekilde müjdeledi: (Ey Sâlih!) Şüphe yok ki, biz onları imtihân için, diledikleri minval üzere (şekilde) taştan bir deve çıkarır ve göndeririz. Artık onların yaptıklarına bak, helâklerini bekle ve ezâlarına sabret. Onlara haber ver ki, kendilerine mahsus olan büyük kuyunun suyu, kendileri ile deve arasında taksim olunmuştur. Bir gün devenin, bir gün de onların ve hayvanlarınındır. Her birisi su nöbetinde hazır bulunsun. (Devenin nöbetinde onlardan hiç bir kimse gelmesin).”
Sâlih (aleyhisselâm), kavminin mûcize isteklerini kabûl etti. Onlara, bu istedikleri mûcize olduğu takdirde ne yapacaklarını sordu. Hep birlikte îmân edeceklerini söylediler. Semûdlular aslında böyle bir devenin ortaya çıkabileceğine hiç ihtimâl vermiyorlardı. Sâlih (aleyhisselâm) duâ etti. O zaman önüne geldikleri o kaya büyümeye başladı. Gebe bir deve şekline döndü. Bir takım sancılı sesler peydâ olup, kaya çatladı. “La ilâhe illallah Sâlih Nebîyyullah. Ben Allahü teâlânın gönderdiği bir deveyim. Yaratıcımı tesbîh ederim. Beni bir mûcize kıldı” dedi. Reis Cenda’, bu mûcizeyi büyük bir dikkatle seyretti ve sonunda koltuğundan kalkıp Sâlih'in (aleyhisselâm) yanına gelerek alnından öptü. Sonra da kavmine dönüp; “Ey Semûd kabîleleri! Bu kadar körlük yeter. Ben ona inandım. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enne Sâlihan Nebîyyullah” dedi ve onunla birlikte kavminden yüz kişi îmânla şereflendi. Semûd kabîlesi insanlarının yavaş yavaş îmân ettiklerini gören puthâne muhâfızı Dârid bin Amr yüksek bir sesle; “Ey Semûd kabîleleri! Sihir olan bir şeye ne kadar çabuk meylediyor ve Sâlih'i peygamber kabûl ediyorsunuz. Gelin putlarımıza gidelim de bundan daha acâibini onlar bize göstersin” diye bağırdı. Bu sözler karşısında bir çoğu tereddüt gösterip îmân etmediler. Cenda'nın kardeşi Şihab bin Amr îmân etmek üzereyken vazgeçip şekâveti, küfrü seçti. Semûdlular onu görüp îmânsızlıkta ısrâr ettiler ve kendilerine kumandan, reis seçtiler. Tacı onun başına koydular. Cenda’ şehre döndü. Evindeki putları kırıp koltuğunu parçaladı. Kendine âit malları îmân edenlere taksim etti. Sert keçeleşmiş bir elbise giydi ve Semûdlular arasında dolaşmaya başladı. Onlara; “Ey Semûd oğulları, devenin söylediğini söyleyiniz, lâ ilâhe illallah Sâlih Nebîyyullah deyiniz” dedi. Semûd kabîleleri kötü sözlerle onunla alay etmeye başlayarak; “Yazıklar olsun sana Ey Cenda’! Sâlih'in sihrine kandın” dediler. O da; “Sizin aranızdaki îtibârımı ne çabuk unuttunuz. Ben kendim için bu dîni seçtim. Rabbimin azâbından korkum çoktur” dedi. Daha sonra Cenda’, Sâlih'ten (aleyhisselâm) hiç ayrılmaz oldu. Allahü teâlâya ibâdete başladı.
Sâlih (aleyhisselâm), kayadan istedikleri cins deve çıkınca, onlara Allahü teâlânın; “İşte istediğiniz dişi deve; su bir gün o devenin, bir gün de sizindir. Su içmekte ona dokunmayın. Sakın ona bir kötülük yapmayın (gerek dövmek, öldürmek gibi). Yoksa sizi büyük bir günün azâbı yakalar.” (Şuarâ sûresi: 155, 156) şeklindeki kesin azâb emrini de tebliğ etti.
Deve, yavrusuyla birlikte dağlara çıkar, ağaçlar kendisine dallarını eğerdi. O da en lezzetti yaprakları yer, sonra vâdilerde otlardı. Semûd'un hayvanları onu görünce korkar kaçarlardı. Deve, akşam olduğunda şehre gelir, fasîh (açık ve anlaşılır) bir lisânla; “Kim süt isterse gelsin alsın” derdi. Semûdlular gelir kaplarını doldurur giderlerdi. Sağmak zahmeti olmadan, süt, kaplarına akardı. Deve, daha sonra Sâlih'in (aleyhisselâm) mescidi civarına gelir, orada kalır, sabaha kadar Allahü teâlâyı tesbîh eder, sabah olunca tekrar meralara giderdi. Allahü teâlâ onun için her gün yeni bir mera (otlak) bitirirdi. Semûdluların bir su kuyusu olup etrâfında bir havuzu vardı. Deve su nöbetinde oraya gelir doyuncaya kadar su içer ve; “Beni suya kandıran ve Semûd kavmine bir mûcize olarak gönderen Allahü teâlâya hamd ederim” derdi. Her gün sabah olduğunda; “İlâhî, benden süt içen ve Sâlih'e (aleyhisselâm) îmân edenlerin îmân ve yakînlerini arttır. Yâ Rabbî! Sana ve peygamberin Sâlih'e (aleyhisselâm) îmân etmeyenlerden benden süt içenlere de, ilacı olmayan bir dert ver. Sen her şeye kâdirsin” derdi.
Semûdlular, bir gün su, bir gün de devenin sütünü içiyorlardı. Su nöbetlerinde, kuyunun suyu deveye kalmasın diye çok su biriktiriyorlardı. Zamân zaman birbirlerine; “İşte görüyorsunuz, ağaçlar dallarını, yapraklarını yesin diye deveye eğiyor. Her gün meralarda deve için otlar bitiyor. Hayvanlarımız ondan kaçıyor. Helâk oluyor. Sütünü içtiğimizde bedenlerimizde hastalık oluyor. Bu deve bize hayır getirmiyor. Buna bir çıkar yol bulalım” dediler ve deveyi helâk etmek yollarını aradılar. Fakat Sâlih'in (aleyhisselâm) haber verdiği azâb sebebiyle de korkup karar veremediler.
Semûd kavmi içinde, sürüleri zarar gördüğü için devenin öldürülmesini çok isteyen iki kadın vardı. Birisi, yaşlı fakat malı-mülkü çok bir kadın olan, cemâl sâhibi (güzel) kızları bulunan Uneyze binti Ganem idi. Diğeri Sadûf binti Muheyya idi ki, hem cemâl sâhibi (güzel), hem de malı-mülkü pek fazla idi. Sâlih'e (aleyhisselâm) en çok bu kadın düşmandı. Bu sebeple Semûd kavminden îmân etmeyenleri, o deveyi boğazlamaları için teşvik etti. Bir gün ismi Mısda’ bin Mehrec olan amcası oğlunu çağırdı. Ona; “Ey Mısda’! Eğer büyük zararını gördüğümüz Sâlih'in (aleyhisselâm) devesini öldürürsen sana varırım. Her şeyimle senin olurum” dedi. Bu teklifinde ısrâr ederek sonunda onu iknâ etti. Gidip durumu Uneyze'ye anlattı. Ona; “İknâ ettiğim Mısda'nın yanına yardımcılar lâzımdır. Kavmimiz içinde Kıdâr bin Sâlif isminde evlenmemiş birisi var, kızlarını ona teklif et. Kabûl ederse onu da yardımcı vererek deveyi boğazlatmış oluruz” dedi. Uneyze kabûl edip, kızlarından en güzelini giydirip süsledi ve Kıdâr'a gösterdi. Kıdâr, kavmi içinde çok çirkin ve babası belli olmayan biri idi. Teklifi kabûl etti. Kıdâr ile Mısda’ görüşüp deveyi öldürmede hemfikir oldular. Yanlarına Mısda'nın kardeşi, Herîl bin Mîlâd, Düayr bin Dâir, Dârid bin Amr, Reyyân bin Duâyn, Lübeyd bin Helmes, Mesred bin Mehil isimli bedbahtları da alarak tam dokuz kişi oldular. Bunlar kabîleleri dolaşıp yapacakları işi anlattılar ve taraftar topladılar. Semûd oğullarının küçüğü-büyüğü, kadını-erkeği, devenin öldürülmesine rızâ göstermişti. Devenin öldürüleceği gün, Uneyze, kızını süsleyip Kıdâr'ın yolu üzerine çıkardı. Kıdâr, evlenmek arzusuna kavuşmak için deveyi beklemeye başladı.
Kur’an-ı kerîmde Neml sûresinin 48. âyet-i kerîmesinde toplanan bu fesâd ehli şöyle bildirilmektedir: (O (Semûd kavminin bulunduğu) şehirde dokuz kimse vardı. (Reisleri Kıdâr bin Sâlif idi. Bunlar deveyi öldürmeye teşebbüs ettiler.) Bunlar orada (o şehirde) ıslâh ile değil ifsâd ile meşgûl idiler.”
Bu dokuz kişi plânları gereği devenin geçeceği yolda pusuya yattılar. Deve yaklaşınca Mısda’, bir ok atıp deveyi yaraladı ve yere düşürdü. Kıdâr ve yanındakiler de üzerine atılıp boğazladılar. Kur’an-ı kerîmde A’râf sûresinin 77. âyet-i kerîmesinde beyân olunduğu üzere; “(Semûd kavmi) o deveyi kestiler. Rablerinin emrine uymayıp isyân ettiler.” Sâlih'in (aleyhisselâm), “Deveyi kendi hâline bırakın yesin, içsin.” emrine karşı gelip taşkınlık yaptılar. Devenin yavrusu korkup dağa kaçtı. Bir rivâyette onu da yakalayıp öldürdüler. Semûdlular devenin etlerini pay ettiler ve pişirip yediler. O zaman kuşlar ve yırtıcı hayvanlar dile gelerek; “Şimdi Semûd kavmi helâk oldu. Rabbimizin emrine karşı gelip isyân ettiler” diye çağrıştılar. Sâlih (aleyhisselâm) durumu öğrenip mü’minlerle birlikte oraya gitti. Devenin hâlini görünce çok üzüldü. Sâlih'in (aleyhisselâm) gözyaşları mübârek sakallarına aktı ve; “İlâhî! Âhır zamanda gönderilecek âlemlere rahmet olacak olan Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkı için kavmime hidâyet eyle” diye duâda bulundu. Semûd'un azgın müşrikleri alaya, hakârete devam ederek; “Ey Sâlih! Eğer gönderilen peygamberlerden isen, bize vâd ettiğin azâbı getir dediler.” (A’râf sûresi: 77) Sâlih (aleyhisselâm) kavmine; “Ey kavmim. Ben size Rabbimin risâletini tebliğ ettim ve size nasîhat ettim. Lâkin siz nasîhat edenleri sevmezsiniz” (A’râf sûresi: 79), “Ey kavmim! Niçin tevbeden evvel azâbın gelmesine acele edersiniz. (Zirâ onlar azâbın gelmesi ânında tevbe ederiz derlerdi.) Niçin Allahü teâlâdan mağfiret isteyerek îmân etmezsiniz. Keşke Allahü teâlâya istiğfâr etseniz de merhamet olunsanız.” (Zirâ azâb geldiğinde tevbe kabûl olmaz.) buyurdu. (Neml sûresi: 46)
Müşrikler Sâlih'in (aleyhisselâm) şefkât ve merhamet dolu nasîhatlerine karşı; “(Ey Sâlih!) Biz seninle ve sana tâbi olanlarla (müminlerle) teşe’üm ederiz. (yani uğursuzluğa uğradık. Sen bu dîni ortaya attığından beri bizim başımız belâdan kurtulmuyor. Sen böyle bir din getirmeden önce bu belâlardan hiç birisine maruz kalmazdık)” dediler. (Neml sûresi: 47)
Semûd kavmi, kıtlık ve mallarının telef olması gibi sevmedikleri bir takım âfetlerin başlarına gelmesine hazret-i Sâlih'in (aleyhisselâm) ortaya koyduğu hak dînin sebep olduğuna inandıklarından; “Biz sizinle teşe’üm ederiz ve kötülüklere sebep sizsiniz” demişlerdir.
Sâlih (aleyhisselâm) onlara cevap olarak buyurdu ki: “(Ey kavmim!) Hayır ve şerden size erişen, Allahü teâlânın emriyledir. O takdir olmuştur. Belki siz bir kavimsiniz ki; hayr, şer, izzet, zillet, rahat ve şiddetle tecrübe olunuyorsunuz ve lâkin bilmiyorsunuz.” (Neml sûresi: 47)
Allahü teâlâ Sâlih'e (aleyhisselâm) vahiy gönderip; “Kavmine azâbın geleceğini bildir” buyurdu. Bu durum Kur’an-ı kerîmde Hûd sûresi 65. âyet-i kerîmesinde şöyle bildirilmektedir: “Nihâyet o devenin ayaklarını keserek öldürdüler. Bunun üzerine Sâlih şöyle dedi: Hânelerinizde üç gün yaşayınız. (Çarşamba, Perşembe ve Cumâ günü. İlk günde yüzleriniz sararır, ikinci günde kızarır, üçüncü günde kararır, dördüncü gün de helâk olursunuz.) Bu yalan olmadık bir vâddir.”
Bu âyet-i kerîmenin üç hükmü ihtivâ ettiği bildirildi. Birincisi, Sâlih'in (aleyhisselâm) kavminin mûcize olan deveyi öldürmeleri; ikincisi, Sâlih'in müşrik Semûdlulara kendi beldelerinde ve hânelerinizde üç gün yaşayın demesi; üçüncüsü, helâklerine üç gün kalıp, üç günden ziyâde yaşayamayacaklarına dâir vâdin doğru bir vâd olup yalan olmadığını beyân etmesidir.
Semûdlular, Sâlih'in (aleyhisselâm) azâb vadi karşısında; “Ey Sâlih! Elinden geleni ardına koyma. Biz deveyi öldürerek etini yedik. Sen uzun zamandır bizi azâbla korkutursun. Biz ondan bir eser göremiyoruz” dediler. O gecenin sabahında bir takım acâib hâllerle karşılaştılar. Devenin bastığı yerlerden kan fışkırdığını, ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyu suyunun kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu görüp, birbirlerine haber verdiler. Sonra Sâlih'e (aleyhisselâm) gittiler ve; “Ey Sâlih! Sen bizim renklerimizde ve etrâfta olan değişikliğe ne dersin” dediler. Sâlih de (aleyhisselâm); “Bu, Allahü teâlânın azâbının ilk alâmetidir. Bu ilk gününüzdür” buyurdu. Semûdlulardan deveyi öldüren dokuz kişi; “Sâlih bizlere ne sihir varsa yapıyor. Üç güne kadar da azâb vâdi var. O gelmezden önce Sâlih'i, âilesini ve ona inananları öldürelim” dediler ve yola çıktılar. Gece olduğunda Sâlih'in (aleyhisselâm) mescidine geldiler. Cebrâil aleyhisselâm birer taşla her birini öldürdü. Ertesi gün Semûdlular bu dokuzunun cesetlerini buldular. Kur’an-ı kerîmde bu durum şöyle bildirilmektedir:
“Onlar bu şekilde (Sâlih'i (aleyhisselâm) öldürmek için) hîle yaptılar. Biz de onların bu hîlelerinin cezâsını verdik. Halbuki onların bundan haberleri yoktu.” (Neml sûresi: 50)
“İşte bak, o tuzaklarının âkıbeti nice oldu. Çünkü biz onları da kavimlerini de (Cebrâil'le (aleyhisselâm) ve ateşle) helâk ettik.” (Neml sûresi: 51)
Allahü teâlâ Sâlih'e (aleyhisselâm) Cebrâil'i (aleyhisselâm) göndererek müşriklerin tuzaklarından ve başlarına geleceklerden haberdâr etti. O da îmân edenlerle birlikte (dörtbin kişi olduğu rivâyet edilmiştir) o beldeyi terk ettiler. Bunların kurtulmalarına sebep îmânları idi. Allahü teâlâ bu durumu Hûd sûresi 66. âyet-i kerîmesinde şöyle bildirmektedir; “Vaktâ ki azâbımız veya azâbla emrimiz gelince Sâlih'i ve onunla beraber mü’minleri indimizde rahmetle o azâbdan ve o günün rüsvâlığından halâs ettik (kurtardık). Muhakkak senin Rabbin azâbında kuvvetli ve düşmanlarına gâliptir.”
“Sâlih'e ve onunla olan mü’minlere necât verdik. Onlar küfür ve günahtan sakınırlardı.” (Neml sûresi: 53)
İkinci günde Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Azâbın geleceğine kanaat getirip feryâd ettiler, bağrıştılar, ağlaştılar. İki gün geçti dediler. Üçüncü günü yüzleri simsiyah oldu. Sanki yüzlerine zift sürülmüştü. Hepsi me’yûs olup; “Azâb hangi taraftan gelir” diyerek sağa-sola ve semâya doğru bakıştılar.
Azâb geldiğinde, Allahü teâlâ Cebrâil'i (aleyhisselâm) gönderip; “Semûd kavmi bana îmân etmediler. Nimetlere şükretmediler. Benim hâlık (yaratıcı) ve Rab olduğumu inkârla kendilerine mûcize olarak gönderdiğim nâkayı (deveyi) öldürdüler. Resûlüm Sâlih'i (aleyhisselâm) yalanladılar. Şimdi onlara şiddetli sayha ile azâbı indir. Saraylarını, diyârlarını harâb et” buyurdu. Bu ilâhi emir üzerine bir sabah vakti azâb sayhası, Semûd kavminin insanlarını yakaladı. Cebrâil (aleyhisselâm) onları muhkem binâlarda helâk etti. Fahreddîn-i Râzî'nin beyânına göre, sayhanın şiddet ve heybetinden hepsinin ödleri patlamak sûretiyle öldüler. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen bu hâli şöyle bildirmektedir:
“Onları (Semûd kavmini) sabah vaktinde Cebrâil aleyhisselâmın şiddetli sayhası yakaladı. Hepsi helâk oldular. Kazanageldikleri (işledikleri) o şeyler (muhkem evler, mal ve nüfusça çoğalmış olmaları) onlardan azâbı def edemedi.” (Hicr sûresi: 83-84)
“Onların üzerine Cebrâil'in bir sayhasını gönderdik de hayvan ağılına konan kuru çalı, çırpı ve otlar gibi mahv oluverdiler.” (Kamer sûresi: 31)
“Onlar; (gökten) heybetli sesle yerde zelzele olup, kalpleri parçalanarak yüzleri üzerine düşüp, evlerinde helâk oldular.” (A’râf sûresi: 78)
“Küfürle nefslerine zulüm edenleri; Cebrâil'in sayhası alıp, kalpleri parçalanıp, evlerinde yıkılıp helâk oldular.” (Hûd sûresi: 67)
“Onları azâb yakaladı. Muhakkak bunda bir ibret vardır. Onların çoğu îmân edici olmadı. Muhakkak ki senin Rabbin azîzdir, rahîmdir.” (Şuarâ sûresi: 158-159)
Bu âyet-i kerîmede, onların çoğu veya yarısı îmân edici olsa idi yâni Sâlih'e (aleyhisselâm) îmân etse idiler onlara azâbın gelmeyeceğine, gönderilmeyeceğine dâir işâret olduğu bildirilmektedir.
“Biz Semûd kavmine hayr ve şer yolunu gösterdik. Onlar körlüğü (yani cehl ve dalâleti) hidâyet üzerine tercih ve ihtiyâr ettiler. Onları, (dünyâda) kazandıkları (küfür ve isyân) sebebiyle azâb sâikası (yani Cebrâil'in (aleyhisselâm) sayhası) alıp, zelîl ve helâk oldular.” (Fussilet sûresi: 17)
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyeten “Tefsîr-i Hazin”de beyân edildiğine göre; Sayha ile helâk olan ümmet ikidir: Birincisi, Sâlih'in (aleyhisselâm) ikincisi Şuayb'ın (aleyhisselâm) ümmetidir. Şu kadar ki, Sâlih'in (aleyhisselâm) ümmetine sayha, memleketlerinin altından ve Şuayb'ınkine (aleyhisselâm) memleketlerinin üstünden geldiği rivâyet edilmiştir. Zirâ Şuayb'ın (aleyhisselâm) kavmi de nasîhat dinlemeyip sonunda sayha ile helâk oldular.
Sâlih (aleyhisselâm) kavminin helâkinden sonra, kendisine îmân edenlerle birlikte Mekke'ye veya Şam taraflarına gitti. Remle kasabasına yerleşti. (Hadramut tarafına gittiğine dâir rivâyetler de vardır).