Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Peygamber veya velî. Kur’an-ı kerîmde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zikredilmiştir. Nûh'un (aleyhisselâm) oğlu Yafes'in soyundandır. Asıl ismi İskender'dir. Doğuya ve batıya gittiği için, İskender-i Zülkarneyn namıyla anılmıştır. Yemen'de yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo'nun talebesi olan Makedonyalı İskender'den daha önce yaşadı. İbrâhim'le (aleyhisselâm) birlikte haccetti. Onun elini öpüp duâsını aldı. Teyzesinin oğlu olan Hızır'ı (aleyhisselâm), ordusuna kumandan tâyin etti. Ye’cüc ve Me’cüc kavminin insanlara zarar vermelerine mâni olmak için taş ve demirden bir sed yaptı. Asya ve Avrupa kıtalarına hâkim oldu. Her tarafa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaydı. Kafirlerle savaşıp, mü’minlere güzel muâmelede bulundu. Vazifesini bitirip ömrünü tamamlayınca, Medîne ile Şam arasında, Şam'a beş günlük mesâfedeki Dûmet-ül-Cendel denilen yerde vefât eyledi. Mekke'de veya yine o civarda Tehâme dağlarında defnedildi.
İskender-i Zülkarneyn, doğuya ve batıya (yeryüzüne) hâkim olan bir cihângirdi. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde; “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan ikisi, Zülkarneyn ile Süleymân aleyhisselâm idi. Kafir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî mâlik olacaktır” buyurmuşlardır.
Mûsâ'ya (aleyhisselâm) gelen Tevrât'ın bir yerinde hazret-i Zülkarneyn'den bahsediliyordu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de peygamberliğini îlân edip, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen ibretli hâdiselerden bahsedince; Kureyş müşrikleri, O'na karşı muhâlefet etmek için kendilerince daha ilgi çekici olan hikâyeler bulup anlatmaya başladılar. Yahudilerden ve İranlılardan duydukları masallar ve geçmiş ümmetlere dâir hikâyelerle, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı çıkmaya kalkıştılar. O sırada âhır zaman peygamberinin kendi içlerinden çıkacağı ve oraya hicret edeceği inancıyla Medîne'ye gelip yerleşmiş olan birçok yahudi vardı. Mekkeli müşrikler, Medîne yahudilerine adam gönderip, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) imtihân için malûmat istediler. Medîne yahudileri onlara; Eshâb-ı Kehf’i, yeryüzünün doğusuna ve batısına gidip fetheden Zülkarneyn'i ve rûhun mâhiyetini sormalarını tavsiye ettiler. Sonra da; “Eğer bu üç şeyden haber verirse peygamberdir, O'na uyun. Eğer cevap veremezse yalancının biridir, istediğinizi yapın” dediler. Yahudilerden bu bilgileri öğrenen Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip bu üç soruyu sordular. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kimseden ilim öğrenmemişti, okuması yazması bile yoktu. İnsanlara söyledikleri, Allahü teâlânın kendisine vâsıtalı ve vâsıtasız olarak bildirdiği veya kalbine ilham ettiği şeylerdi. Tabi ki, O, ne Eshâb-ı Kehf’i, ne rûhun mâhiyetini, ne de Zülkarneyn'i (aleyhisselâm) bir yerden öğrenmiş değildi. Müşrikler gelip sorularını sorunca Allahü teâlâ, Resûlüne Kehf sûresini inzâl buyurdu. Bu sûrenin 83-98. âyet-i kerîmelerinde Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) doğuya ve batıya seyahati, bu sırada karşılaştığı kavimler ve kâfirlere olan muâmelesi anlatıldı. Bu vesîleyle müslümanlar da Zülkarneyn aleyhisselâm hakkında en doğru bilgilere sâhip oldular. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Senden Zülkarneyn'i (aleyhisselâmsorarlar. Sen; Ben size onun hâlinden (Allahü teâlâ katından) haber vereyim de! Biz onu yeryüzünde bir kudrete erdirdik. (Onu dünyâda hâkimiyete, güzel bir tasarrufa muktedir kıldık) ve ona her (istediği) şeyden bir sebep verdik. (Onu ilme, kudrete ve başka ne lâzımsa hepsine malik eyledik.) O da, (batıya doğru) bir yol tuttu. Nihâyet güneşin battığı yere ulaştı. Onu (güneşi) sanki kızgın siyah çamurlu bir pınar içine batarken buldu. Ve onun yanında bir kavim buldu. Ey Zülkarneyn! (Sen muhayyersin. İslâm'a gelmezlerse dilersen öldürmek sûretiyle bu kavme) azâb et! Yâhud onların hakkında hüsn-i muâmele (onları, hak dîne çağırarak kendilerini irşâda çalışırsın. Kendilerine dînî mes’eleleri talim) edersin” dedik. Zülkarneyn hak dîne dâveti seçip), dedi ki: Her kim (ben dîne dâvet ettiğim hâlde küfürde ısrâr ile nefsine) zulmederse biz ona öldürmekle azâb ederiz. Sonra da o, kıyâmette Rabbine döndürülür. Allahü teâlâ ona işitilmemiş şiddetli azâbı ile azâb eder. Ama, kim îmân eder, sâlih amelde bulunursa, onun için dünyâ ve âhırette çok güzel bir mükâfât (Cennet) vardır. Ona emrimizden kolay tarafını da söyleyeceğiz. Sonra o, başka bir yol tuttu (doğuya gitti). Nihâyet üstüne güneşin (ilk önce) doğduğu yere ulaştığı zaman, onu bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için buna karşı (korunacak) hiç bir siper yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn'in işi) böyle idi. (Kudreti, mülkü, saltanatı anlatılanlar gibi idi.) Halbuki onun yanında olan (asker, aletler ve kuvvetin gizli ve açık) cümlesini ilmimizle kuşatmışızdır. Sonra yine bir yol buldu (doğudan kuzeye gitti). Nihâyet iki dağ arasına ulaştığı zaman, onların önünde hemen hiç söz anlamaz bir kavim buldu. Onlar (tercümanları vâsıtasıyla); Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc tâifesi bu yerde fesâd (katil, tahrip, zirâatı telef) edicilerdir. Acabâ biz sana masrafını tâyin etsek de bizimle onların arasına sed yapsan dediler. (Zülkarneyn;) Rabbimin bu işte bana verdiği kudret, sizin vereceğiniz haraç ve masraftan hayırlıdır. Haydi siz bana (bedenî) kuvvetle (ve lâzım olan aletlerle) yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir sed (duvar) yapayım. Bana demir kütleleri getirin dedi. (Onu getirdiler. O iki dağın arasını su çıkıncaya kadar kazdılar. Temelini kayalarla doldurup üzerine bir kat demir, bir kat odun döşediler.) Tâ ki, iki yanı (iki dağın arası) eşit oldu. (Sonra çalışanlara) Üfleyin (körüklerle ateşi tutuşturun) dedi. Nihâyet o (demir) ateş gibi olunca; Getirin bana, üstüne erimiş bakır dökeyim dedi. Artık (Ye’cüc ve Me’cüc kavmi) onu aşmaya güç yetiremedikleri gibi, onu (duvarı) delip geçmeye de kâdir olamadılar. (Zülkarneyn); İşte bu (sed) Rabbimin bir rahmetidir. Fakat Rabbimin vâdi geldiği vakit (kıyâmet yaklaştığı zaman) ise, o bunu dümdüz yapar. Rabbimin vâdi bir haktır” dedi.”
Bu âyet-i kerîmeleri tefsîr eden müfessirler, hadîs-i şerîflerde ve çeşitli rivâyetlerde bildirilen haberlerle oldukça geniş açıklamışlardır. Bu bilgilerin ışığında Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) hayatı ve hâlleri şöyle anlatılmıştır:
Sâlih bir zât olan Zülkarneyn'i (aleyhisselâmAllahü teâlâ, yeryüzündeki insanlara, emir ve yasaklarını tebliğ ile vazifelendirdi. Zülkarneyn (aleyhisselâm), Allahü teâlâya niyâzda bulunup; “Yâ Rabbî! Bana tevcih ettiğin bu işte ancak sen yardıma kâdirsin. Beni hangi ümmetlere gönderdiğini, onlara hangi asker ve kuvvetle ve nasıl gâlib geleceğimi, bunun için hangi çârelere baş vuracağımı, onlara karşı çoğunluğu nasıl elde edeceğimi, hangi hilm ve sabırla karşı duracağımı, nasıl hitâb edeceğimi ve lisânlarını nasıl anlayacağımı, sözlerini hangi kulak ile duyacağımı, hangi göz ile onlara nüfûz edeceğimi, karşılarına hangi hüccetle çıkacağımı, işlerini hangi hikmetle düzenleyeceğimi, aralarında hangi ilim ve adâletle hükmedeceğimi bilmiyorum. Bu bahsettiğim şeylerden hiçbiri bende yok. Yâ Rabbî! Sen Rahimsin. Sen hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemezsin. Bilakis sen, kullarına merhamet edensin” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu:
“Sana verdiğim vazifeyi yapabilmen için kuvvet ihsân ederim. Göğsünü açarım. Her şeye gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim, kulağını açarım, ta uzaktakileri işitirsin. Basîretini genişletirim, çok uzakları görür, her şeye nüfûz edersin. Tedbirli olmak istidâdını veririm, her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin her şeyi ihsân ederim. Bunları, senin için muhâfaza ederim. İstediğini her zaman bulursun. Ayağını sağlam bastırırım. Sana heybet veririm, hiç bir kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiç bir şey sana zarar veremez. Seni kuvvetlendiririm, hiç bir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm, hiç bir şeyden korkmazsın. Nur (aydınlık) ve zulmeti (karanlığı) emrine verir, onları senin askerin yaparım. Nur, önünde yol gösterir; zulmet, arkandan seni muhâfaza eder.”
Allahü teâlâ bulutları ve başka vâsıtaları Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) emrine verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerinde tasarruf ve hâkimiyet verdi. Ayrıca; beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsân etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse, siyah sancağını açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece kısa zamanda düşmana gâlib gelirdi. Her sefere çıkışında, önü aydınlık, arkası karanlık olurdu. Çok geçmeden memleketi genişledi, devleti güçlendi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bütün dünyâya yaymayı azmetti. Teyzesinin oğlu olan Hızır'ı (aleyhisselâm) kendisine vezir, ordusuna kumandan tâyin etti.
Allahü teâlânın emriyle, mü’minlerden meydana gelen ordusu ile birlikte, ilk önce batıya yürüdü. Vardığı her yerde kâfirleri hak dîne dâvet etti. İnananlara iltifât ve ikrâmda bulunup inanmayanlarla harp etti. Batıda meskûn yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş, hep deniz başlamıştı. Oraya vardığı sırada güneşin batma vakti idi. Güneş kızarmış bir hâlde sanki bir çamur pınarında batıyor gibiydi. İnsan gözü güneşin o şekilde battığını zannediyordu. Elbette ki, güneş, değil o denizden, dünyâdan bile defâlarca büyüktü. Zülkarneyn (aleyhisselâm) orada bir kavim buldu. Bu kavmin fertleri kâfir idi. Vahşî hayvan derilerinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Değişik bir dille konuşan, bu güçlü kuvvetli kimselerin acayip tabîatları, yadırganacak âdet ve huyları vardı. Allahü teâlâ, Zülkarneyn'i (aleyhisselâm), onlar hakkında serbest bıraktı. Dilerse îmân etmeyenleri öldürmesini, isterse onların hak dîni kabûl etmeleri için gayret göstererek güzel muâmelede bulunmasını bildirdi. Zülkarneyn'e (aleyhisselâmAllahü teâlânın bildirmesi; eğer kendisi peygamber ise, melek ile; değilse, yanında bulunan bir peygamber ile veya tâbi olduğu peygamberin dîni dairesinde kendisinin yaptığı ictihâd iledir.
Zülkarneyn aleyhisselâm bunlardan ikincisini tercih edip, hüsn-i muâmelede bulundu ve onlara; “Her kim nefsine zulmederek dâvetimi kabûl etmez, küfürden ayrılmazsa; elbette onu öldürürüz. Sonra da âhırette Rabbimizin mahkeme-i kübrâsına sevk olunur. Allahü teâlâ da onu şiddetli ve ebedî olan Cehennem azâbıyla cezâlandırır. Ama kim dâvetimi kabûllenir, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını gözetir ve tasdik eder, yapması emredilen ibâdet ve vazifeleri yerine getirirse, onun için çok güzel ve ebedî olan Cennet vardır. Böyle îmân eden kimse için kendisine emrettiğimiz şeylerde kolaylık söyler, ona; namaz, zekât, cihâd gibi yapabileceği şeyleri teklif eder, yapamayacağı meşakkatli şeyleri emretmeyiz” dedi. Onları îmâna dâvet etti. Bir kısmı îmânla şereflendi, bir kısmı da yüz çevirdi. Zülkarneyn (aleyhisselâm), îmân etmeyenlerin üzerine yürüdü ve karanlık içinde bıraktı. Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Helâk olacak bir hâle gelince, Zülkarneyn'e (aleyhisselâm) yalvararak tevbe edip, dâvetine icâbet ettiler. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine îmân edip, O'nun emir ve yasaklarına canla başla tâbi olacaklarına söz verdiler.
Zülkarneyn (aleyhisselâm), bu müslümanlardan kalabalık bir ordu kurdu. Bu ordunun arkasını karanlıkla emniyete aldı. Beyaz bayrağı nûr ile önünü aydınlattı. Ordusu ile uğradığı her yerde, ne kadar millete rastlamışsa hepsini hak dîne dâvet etti. Allahü teâlâya îmâna ve ibâdete çağırdı. Îmân etmeyenler cezâlarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti. İbrâhim'le (aleyhisselâm) görüştü. Hayır duâsını aldı. Nâsîhatlerine mazhâr oldu.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı. Orada güneşten korunacak kaya ve ağaç cinsinden hiç bir şey yoktu ve buranın insanları, güneş doğunca, yeraltındaki mahzenlerine veya denize girerlerdi. Güneşin şiddetli sıcağı geçince, girdikleri yerlerden çıkıp, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlardı. Zülkarneyn (aleyhisselâm), onları da hak dîne dâvet etti.
Zülkarneyn (aleyhisselâm), daha sonra, kuzeye bir sefer yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle karşılaştı. Bilmediği bir dille konuştuklarından bir şey anlamıyordu. Bir tercümân vâsıtasıyla veya Allahü teâlânın ihsânı olarak Zülkarneyn (aleyhisselâm), onların sözlerini anladı. O kavmin pâdişahı, Zülkarneyn'i (aleyhisselâm) iyilikle karşıladı. Hediyeler takdim etti. Bütün kavmi ile birlikte hak dîni kabûl etti. Zülkarneyn'in (aleyhisselâm) iltifâtına mazhar oldu. O kavim, Zülkarneyn'e (aleyhisselâm) Ye’cüc ve Me’cüc'den şikâyet etti. O kavimle birlikte Ye’cüc ve Me’cüc'ün zararından korunmak için sed yaptılar.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) yaptığı seferlerin birinde, bir ülkeye uğradı. Oradaki insanların elinde dünyâ serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden te’min ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezârını kazar, her gün mezârını temizler ve ibâdetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (aleyhisselâm), bunların hükümdârlarını çağırttı. Hükümdâr; “Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm) bu söz üzerine hükümdârın yanına giderek; “Ben seni dâvet ettim, niye gelmedin?” dedi. Hükümdâr; “Sana bir ihtiyâcım yok, olsa gelirdim” cevâbını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Bu hâliniz nedir? Sizdeki bu hâli kimsede görmedim” deyince, hükümdâr; “Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz! Çünkü baktık ki; bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzûru bozulacak. Onun için dünyâlık peşinde değiliz” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Bu mezârlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibâdetlerinizi burada yapıyorsunuz?” diye sordu. Hükümdâr; “Dünyâlık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezârları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vaz geçeriz” dedi. Zülkarneyn (aleyhisselâm); “Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz, sütünden, etinden istifâde etseniz olmaz mı?” dedi. Hükümdâr; “Midelerimizin, canlı hayvanlara mezâr olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zâten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız” diye cevap verdi.
Bir gün birisi Zülkarneyn'e; “Bana, îmân ve yakînimi kuvvetlendirecek bir şey öğret” dedi. O da; “Gadab edip kimseye kızma, zirâ şeytanın insana en çok hulûl edebileceği zaman, insanın hiddetli ânıdır. Bunun için, hiddetini sükûnetle yenmeye çalış. Sakın acele etme, zirâ acele ettiğin zaman, nasîbini kaybedersin. Yakın ve uzağına karşı yumuşak ol; inâdçı, inkârcı ve zâlim olma” diye cevap verdi.
Zülkarneyn (aleyhisselâm), Allahü teâlânın yardımı ile doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri fethedip, her tarafa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayma vazifesini tamamladıktan sonra, askerine izin verdi. Kendisi Medîne ile Şam arasındaki Dûmet-ül-Cendel denilen yerde insanlardan ayrıldı. Yalnız Allahü teâlâya ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Az bir zaman sonra da vefât etti. Mekke'ye veya Mekke civarındaki Tehâme dağlarında bir yere defnedildiğine dâir rivâyetler vardır.
Zülkarneyn (aleyhisselâm) vefât etmeden önce yakınlarına; “Ben vefât edince, usûlüne uygun yıkayıp kefenleyin. Sonra tabuta koyun. Yalnız kollarım, dışarıda sarkık kalsın! Hazînelerimi de katırlara yükleyin” diye vasiyette bulundu. Söyledikleri aynen yapıldı. Definden sonra, âlim olan büyük bir zât, onun bu sözlerini şöyle açıkladı. “İskender-i Zülkarneyn, demek istedi ki: Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Hizmetçilerim emrimden çıkmadı. Dünyâyı baştan başa tuttum. Sayısız hazînelerim vardı. Fakat bütün bu dünyâ nîmetleri, kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi, mezâra eller boş gidiliyor. Dünyâ malı, dünyâda kalıyor sizler, âhırette de faydalı olacak işleri yapın.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


1- Küfür üzere idiler. Sâlih'i (aleyhisselâm) yalanlıyorlardı. Tuğyan yâni küfürde çok ileride idiler. Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak, ateist yâni dinsiz olmaktır. İnanılması lâzım olan bir şeye inanmamak küfür olur. Meleklerin, insanların ve cinnin îmân etmeleri, inanmaları emrolundu. Allahü teâlânın var olduğunu anlamamak, düşünmemek günah olur. Allahü teâlâ tarafından bildirilenlerden birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Her birini bilmeden, hepsine inandım demek de îmân olur. Îmân hâsıl olmak için, küfür alâmeti olan şeylerden sakınmak da lâzımdır. Dinin emir ve yasaklarından birini hafif görmek, Kur’an-ı kerîm ile, melekle, peygamberlerden biri ile alay etmek, küfür alâmetlerindendir. İnkâr etmek, yâni işittikten sonra inanmamak, tasdik etmemek demektir. Bundan dolayı, şüphe etmek de, inkâr olur.
2- Dînin temeli olan hususlarda Sâlih'e (aleyhisselâm) itâat etmeyip, nefslerinin arzu ve isteklerine uydular. Düşmanlık ve kibir gösterdiler.
Kur’an-ı kerîmde; “Semûd kavmi, gönderilmiş olan peygamberlerini (Sâlih'i (aleyhisselâm)) tekzip ettiler (yalanlayıp kabûl etmediler). (Şuarâ sûresi: 141), “Îmâna gelmeyip tekebbür üzere olan o kavmin ileri gelenleri, zayıf ve âciz addettikleri mü’minlerle istihzâ (alay) ederek dediler ki: Siz, Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Mü’minler (tam bir îmân bütünlüğü içinde sağlam bir îmânla); Evet, (onun) bize ve size peygamber olduğunda şek ve şüphemiz yoktur dediler. (O zaman) îmân etmeyi kibirlerine yediremeyenler; Biz sizin îmân ettiğiniz şeye inanmıyor, inkâr ediyoruz dediler.” Buyruldu. (A’râf sûresi: 75, 76) Nefse uymak kötü huylardandır. Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkça bildirilmiştir. Nefsin arzularının, insanı Allah yolundan saptırıcı olduğu, Kur’an-ı kerîmde haber verilmiştir. Çünkü nefs, dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, O'na inâd, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid’at sâhibi olmağa, yâhut fıska yâni haram işlemeğe başlar. Ebû Bekr Tamistânî diyor ki: “Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allah ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.” Sehl bin Abdullah Tüsterî diyor ki: “İbadetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır.” Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), uzun bir hadîs-i şerîfinin sonunda buyurdu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.” İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: Allahü teâlânın, insana yardımına mâni olan perdelerin en kötüsü, ucbdur. Yâni ayıplarını görmeyip, kendini beğenmektir.”
Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin, iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır” buyruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte, “Aklın alâmeti; nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahü teâlâdan af ve merhamet beklemektir” buyruldu.
3- Rey (Kendi görüşlerine uymak): Semûd kavmi kendi görüşlerini dînin nasslarına (esaslarına) tercih ediyor, ona uyuyorlardı. Kur’an-ı kerîmde; “Sâlih (onlara) dedi ki: “Ey “Kavmim! Bana haber verin. Rabbim teâlâ bana açık bir beyyine (mûcize) ve rahmet, peygamberlik vermişken, eğer ben risâleti tebliğ ve sizi Allahü teâlâya dâvet etmeyip O'na âsî olursam, beni O'nun azâbından kim kurtarır. Beni kendinize tâbi kılmakta, bana hüsrândan başka bir şey arttırmazsınız” buyruldu. (Hûd sûresi: 63) Bu âyet-i kerîmede Semûd kavmini nassa muhâlefetle hâsıl olan şeyden korkutmak ve onları günahlardan sakındırmak mânâsı vardır.
4- Nâsîhat edenlere buğz etmek, kızmak, ondan rahatsız olmak: Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, Sâlih'in (aleyhisselâm), kavmine meâlen şöyle söylediğini buyurdu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin risâletini tebliğ ettim ve size nasîhat ettim. Lâkin siz nasîhat edenleri sevmezsiniz.” (A’râf sûresi: 79)
Hâris bin Esed Muhâsibî (radıyallahü anh) kitabında Hazret-i Ömer'in şöyle buyurduğunu bildiriyor: Birbirine nasîhat etmeyen ve nasîhat edenleri sevmeyen bir kavimde (cemiyette) hayır yoktur.
Beyhekî “Şuab-ül-îman” kitabında, İbn-i Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti: “Allahü teâlânın katında en büyük günah, bir kimse diğerine Allahü teâlâdan kork dediği zaman, diğerinin ona; “Sen kendine bak, sen mi bana emrediyorsun?” demesidir.”
5- Yeryüzünü ifsâd edenlere itâat etmek, yaptıkları fesâd ve bozuk işlerinde muvafakat etmek: Kur’an-ı kerîmde; “Şimdi, Allahü teâlâdan korkun. Size tebliğ ettiğim (bildirdiğim) O'nun emir ve yasaklarında bana itâat edin. Yeryüzünde bozgunculuk yapanların, ıslâh yapmayanların emrine itâat etmeyin” buyruldu. (Şuarâ 150-151) Bu âyet-i kerîmede; “Onlar ıslâh yapmazlar” diye te’kid yapılmasında, onların fesatlarında salâh olmadığı, onların iyi hasletlerinin bulunmadığına işâret vardır.
6- Hayır ehli ile (mü’minlerle) tetayyür, yâhut mutlak tayâre ve teşe’üm: Sâlih'in (aleyhisselâm) nasîhatleri üzerine kavmi; “Ey Sâlih! Biz seninle ve sana îmân eden maiyetinle (mü’minlerle) teşe’üm ederiz. Zirâ bu dîni kavmine anlattığından beri bizim başımız belâdan kurtulmuyor ve biz sizin sebebinizle uğursuz olduk. Bir çok musîbetlere uğradık. Bunların hepsi sizdendir. Çünkü siz böyle bir din meydana koymadan evvel, bu belâlardan hiç birisine maruz kalmazdık” demekle Sâlih'e (aleyhisselâm); sertlik, kabalık, küstahlık gösterdiler. Sâlih (aleyhisselâm), onların mukâbelelerini (karşılıklarını) işitince; “Ey kavmim! Sizin uğursuzluğunuz Allah katında takdir edilmiştir. Zirâ siz irâdenizi küfre ve belâ icap edecek bir takım günahlara sarf ettiğinizden, Allahü teâlâ sizin başınıza gelecek belâları takdir etmiştir. Siz öyle bir kavimsiniz ki; hayr, şer, izzet, zillet, rahat ve şiddetle imtihân olunuyorsunuz. Lâkin bilmiyorsunuz” buyurarak teşe’ümün yâni uğursuzluğun kendi işleri netîcesi olduğunu bildirdi. Semûd kavmi kıtlık ve mallarının telef olması gibi sevmedikleri bir takım âfetlerin meydana gelmesine, Sâlih'in (aleyhisselâm) ortaya koyduğu hak dîni sebep saydıklarından; “Biz seninle tetayyür yâni teşe’üm ederiz ve kötülüklere sebep sizsiniz” demişlerdir.
7- Kadınlara itâat etmek: Kıdâr ve Mısda'ı deveyi öldürmeye iten sebep, Sadûf ve Uneyze isimlerindeki kadınlara itâat etmeleri idi. Kadınlara kanarak deveyi boğazlayan bu insanlar, evvel gelenlerin en şakîsi oldu. Kadının, haram yolla kendisini veya başkasını erkeğe teklif etmesi en büyük günahlardandır. Sadûf ve Uneyze'nin durumu böyledir. Allahü teâlâ ikisini de takbih buyurdu. Çünkü bunlar Mısda’ ve Kıdâr'a mubâh olan evliliği teklif etmeyip haram ve gayr-i meşru olanı teklif ettiler. Kudâî, İbn-i Asakir, hazret-i Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte; “Kadınlara itâat, nedâmettir” buyruldu. Allahü teâlâ Nisâ sûresi 34. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünkü Allahü teâlâ bâzı kullarını bâzısından üstün yaratmıştır. Hem de, erkekler, kendi mallarını, onlar için harcederler. Kadınların iyileri Allahü teâlâya itâat eder ve zevclerinin haklarını gözetirler. Zevcleri hazır olmadıkları zaman, onların nâmuslarını ve mallarını, Allah'ın yardımı ile korurlar. Hıyânet etmesinden korktuğunuz kadınlara, zevc haklarını öğretin ve tatlı sözlerle nasîhat edin! Onları yatağınızdan ayırın” buyrularak erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu bildirdi.
8- Cemâl sâhiplerine (güzel kadınlara) rağbetten dolayı, masiyete günaha ve belâya düşmek. Bir kimse sâdece malından ve güzelliğinden dolayı bir kadın ile evlenirse, o kimsenin dînine zarar gelir. Nitekim Kıdâr ile Mısda'ın durumu böyledir.
Evlenebilmek için önce, dînin emir ve yasaklarını öğrenmek, nefsi dîne uyar hâle getirmek, gönül sâhibi olmak, olgunlaşmak lâzımdır. Ondan sonra, sünneti yerine getirmek niyeti ile evlenir. Edebi, hayâsı, ahlâkı olan; dînini, îmânını, İslâmın şartlarını öğrenmiş, dîne uyan, sokakta İslâmiyetin emrettiği gibi örtünen bir kızla nikâhlanır. İffet sâhibi, dînini kayıran bir kız aramalıdır. Malı ve güzelliği çok olanı aramamalıdır. Mal için, güzellik için iffeti ve salâhı elden kaçırmamalıdır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Kadın,ya malı için, veya güzelliği için, yâhut dîni için alınır. Siz dîni olanı alınız! Malı için alan, malına kavuşamaz. Yalnız cemâl için alan, cemâlinden mahrûm kalır.” Din ile cemâlin (güzelliğin) birlikte olması çok iyi olur.
9- Dünyâ malına aldanmak: Semûd kavmi, ömürlerinin uzunluğuna, rahatlıklarına, mallarının-mülklerinin çokluğuna güveniyorlardı. Ölümün ansızın kendilerine geleceğinden korkmuyorlardı. Sâlih (aleyhisselâm) onlara dedi ki: (Ey kavmim!) Şu bulunduğunuz hâlde, bahçeler, pınarlar, ekinler ve latîf (hoş) tomurcuklanmış hurma ağaçları arasında ve dağlardan yonttuğunuz, yaptığınız kaşâneler, saraylar içinde ölüm ve azâbdan emîn ve ferah olarak terk olunur musunuz? Öyle bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Allahü teâlâdan korkun; tûl-i emelde olmayın. Artık bana itâat edin. Zirâ ki benim emrime itâat, Allahü teâlâya itâattir.” (Şuarâ sûresi: 146-150)
Semûdlular sâhip oldukları dünyâlıkları sebebiyle şımarmışlardı. Kavuştukları geçici nîmetler sebebiyle taşkınlık ve azgınlık içinde yaşıyorlardı. Fakat, kendilerine verilen bu nîmetlerde cimrilik ediyorlar, ihtiyaç sâhiplerini gözetmiyorlardı. Dünyâlık kazanmak ve kazandıklarını muhâfaza edip, koruyabilmekte çok dikkatli idiler. Pek çok dünyâ malına sâhip oldukları hâlde, gözleri doymuyor, aşırı derecede düşkünlük gösteriyorlardı. Kendilerini ve yaptıkları iş ne olursa olsun, onları güzel görüyorlar ve beğeniyorlardı. Allahü teâlânın mekrinden yâni hîlesinden emîn bir hâlde idiler. Allahü teâlânın verdiği nîmetlerin şükrünü yapmıyorlar, bilakis nankörlükte bulunuyorlardı. Türlü türlü nîmetlerden faydalandıkları hâlde, isyân içinde idiler. Bir gün gelip ölecekleri, yaptıklarının tek tek hesâbını verecekleri hiç akıllarına gelmiyordu. Semûd kavmi, tûl-i emel ve nîmetlere nankörlük üzere idiler. Tûl-i emel, çok yaşamayı istemektir. İbâdet yapmak için çok yaşamağı istemek, tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tevbe etmeyi terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hatırlamazlar. Vâz ve nasîhatten ibret almazlar. Hadîs-i şerîfte; “Lezzetlere son veren şeyi (ölümü) çok hatırlayınız.” buyruldu. Hadîs-i şerîflerde; “Ölümden sonra olacak şeyleri bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yemek için semiz hayvan bulamazdınız.” ve “Gece ve gündüz ölümü hatırlayan kimse, kıyâmet günü şehidler yanında olacaktır.” buyruldu. Tûl-i emel sâhibi, hep dünyâ malına ve mevkîine kavuşmak için ömrünü harcar. Âhıreti unutur. Yalnız zevk ve sefasını düşünür. Çoluk-çocuğunun bir senelik ihtiyâcını hazırlamak, uzun emel olmaz. Hadîs-i şerîflerde: “İnsanların en iyisi, ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir.” ve “İnsanların en kötüsü, ömrü uzun, ameli kötü olandır.” ve “Ölmek istemeyiniz. Kabr azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyete uymak, büyük saâdettir.” ve “Müslümanlıkta beyazlaşan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaklardır.” buyruldu.
Tûl-i emelin sebepleri, dünyâ zevklerine düşkün olmak ve ölümü unutup sıhhat ve gençliğine aldanmaktır. Bu hastalıktan kurtulmak için, sebepleri yok edip, ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin ve gençliğin, ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri, her zaman görülmektedir. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın faydalarını öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve âhırete zararlı olan şeylerden sakınmağa sebep olur.” buyruldu. Eshâb-ı kirâmdan Berâ bin Âzib diyor ki: “Bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabir başına oturup, ağlamağa başladı. Mübârek gözyaşları toprağa damladı. Sonra; “Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hazırlanınız.” buyurdu.” Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bir âlimi görünce, nasîhat istedi. O da; Şimdi halîfesin istediğin gibi emredersin. Yarın öleceksin dedi. Biraz daha söyle deyince; “Âdem'e (aleyhisselâm) kadar, bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi dedi.” Halîfe uzun zaman ağladı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem“İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene kazâ ve kadere îmân etmek yetişir.”, “İnsanların en akıllısı ölümü hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana; dünyâda şeref, âhırette yüksek dereceler nasîb olur.”, “Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi gayb etmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyacınızdan fazla binâlar yapmakla hayatınızı harcamayınız.”, (Evlerinizi haram malzeme ile yapmayınız. Dininizin ve dünyânızın harâb olmasına sebep olur.” buyurup, çok sevdiği Üsâme bin Zeyd'in bir ay sonra ödemek üzere yüz altına bir köle satın aldığını işitince de; “Siz buna hayret etmediniz mi? Üsâme tûl-i emel sâhibi olmuş.” buyurdu. İhtiyaç maddelerinin veresiye de alınmaları câizdir. Bir hadîs-i şerîfte; “Cennet’e gitmek isteyen, uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allahü teâlâdan hayâ etsin.” buyruldu. Haram olan lezzetler içinde yaşamayı düşünerek uzun emel sâhibi olmak haramdır. Çok yaşamayı değil, sıhhat ve âfiyet ile yaşamayı istemelidir.
10- Allahü teâlâya ahd ve mîsâkı bozdular: Semûdlular, Sâlih'e (aleyhisselâm); “Bize kayadan deve çıkarırsan sana îmân edeceğiz. Senin Rabbine itâat edeceğiz” dediler. Sâlih aleyhisselâm da Allahü teâlânın izni ile kayadan deveyi çıkarınca, hak sözden rücu ettiler, yâni döndüler. Sonra da azâba uğradılar.
Hâkim, Câbir'den (radıyallahü anh) rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hicr'e uğramıştı. Bu sırada buyurdu ki: “Mûcize istemeyiniz. Muhakkak Sâlih'in kavmi mûcize istedi de, Allahü teâlâ onlara deve gönderdi. Deve bu yoldan suya gelir, şu taraftan giderdi. Sonra onlar, Rablerinin emrinden (hak sözden) dönüp haddi aştılar. Allah'ın hareminde olan bir kişi dışında (ve îmân edenler müstesnâ) Semûd kavminden herkesi helâk eden bir sayha, onları yakalayıverdi.” Eshâb-ı kirâm, o bir kişi kimdi? diye sorduklarında, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ebû Rigâl'dir, Harem'den çıktığında kavmine isâbet eden azâb ona da isâbet etti.”
Tefsîr âlimleri bildirdiler ki; “Sâlih aleyhisselâm ve ona tâbi olanların dışında Semûd zürriyetinden Ebû Rigâl denilen bir kişi hariç, hiç kimse kalmayıp hepsi helâk oldu. Ebû Rigâl, o sırada Mekke-i mükerremede Harem-i şerîfte idi. Bu sebepten ona bu musîbetten bir şey isâbet etmedi. Günlerden bir gün Harem'den çıktığında gökten bir taş düşüp onu öldürdü.”
Abdürrezzak dedi ki: Mamer'in, İsmâil bin Ümeyye'den naklettiğine göre; Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Rigâl'in kabrine uğradı ve Eshâb-ı kirâmına; “Bu kimdir biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar da; “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dediler. O zaman Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bu, Ebû Rigâl'in kabridir. Semûd kavminden birisidir. Allahü teâlânın Harem’inde idi. Bu mekân onu azâbdan korumuştu. Oradan çıkınca, kavminin başına gelen, onun da başına geldi ve burada defnolundu. Onunla birlikte altın bir dal da gömülmüştü” buyurdu. Halk onun kabrini kazmaya ve o altını aramaya koyuldular ve altın dalı çıkardılar.
Buharî, Abdullah bin Dinâr'dan, o da, Abdullah ibni Ömer'den rivâyet ettiğine göre; Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük gazâsında Semûd kavminin helâk olduğu vadide konakladığı zaman, Eshâb-ı kirâmına (radıyallahü anhüm) buranın kuyusundan su içmemelerini ve buradan su almamalarını tembih etti. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem) ! Biz bu kuyunun suyundan alıp hamur yoğurduk ve kaplarımızı da doldurduk” demeleri üzerine, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Öyle ise hamuru atınız, aldığınız suyu da dökünüz” buyurdu.
Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Semûd kavminin vâdisine geldiği vakit; “Nefslerine zulmeden kimselerin meskenlerine girmeyin ki onlara dokunan azâb, size de dokunmasın. Ancak ağlayarak girerseniz bir beis yoktur” buyurarak, bürdesini yâni hırkasını başına alarak oradan uzaklaştığı beyân olunmuştur.
11- Emâneti zâyi etmek (koruyamamak): Deve, Semûdluların yanında Allahü teâlânın emâneti idi. Onlar bu emâneti korumak bir yana, ihânet edip onu boğazladılar. Emâneti gözetmemek münâfıklık alâmetidir ve büyük günahtır. Emânet, malda olduğu gibi sözde de olur. Hadîs-i şerîfte; “Münâfıklık alâmeti üçtür: Yalan söylemek, vâdini îfâ etmemek, emânete hıyânet etmek” buyruldu. Kendisine mal veya söz yâhut sır emânet olunan kimsenin bunlara hıyânet etmesi münâfıklık olur.
“Buharî”de yazılı, Amr ibni Âs'ın (radıyallahü anh) oğlunun bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Dört şey münâfıklık alâmetidir: Emânet olunana hıyânet etmek, yalan söylemek, vâdini bozmak ve ahdine gadr etmek ve mahkemede doğruyu söylememek” buyruldu. İbn-i Hâcer buyurdu ki: “Nifâk yâni münâfıklık, zâhirîn bâtına uymaması demektir. Sözü, özüne uymaz. Îtikâd edilecek şeylerde münâfıklık yapmak, küfürdür. İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak, haram olur. Îtikâdda, îmânda münâfıklık, diğer küfürlerden daha fenâdır.
12- Mâsiyet ehlinin (günah işleyenlerin) yaptığı günah ve küfür işlerini tasvip etmek. Emr-i mâruf ve nehy-i münkeri (iyiliği emredip kötülükten menetmeyi) terk etmek: Aslında, deveyi bir veya iki kişi, yedi kişinin yardımı ile boğazlamıştır. Fakat Allahü teâlâ onların hepsine, onu tekzip ettiler, deveyi bağladılar diye nispet buyurdu. Onların hepsine azâbı gönderdi. Çünkü onlar, zâlimlerin o işi yapmasına mâni olmadılar. Üstelik onlar deveyi boğazlayanların bu işinden râzı idiler. Günahın işlenmesine rızâ göstermek, mâsiyetin ta kendisidir.
İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mâce'nin Cerîr bin Abdullah Beclî'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Bir kavmin arasında mâsiyet işlenir, onlar o mâsiyeti yapandan daha üstün ve kalabalık oldukları hâlde, o mâsiyeti (kötülüğü) değiştirmezlerse, (ona mâni olmazlarsa) Allahü teâlâ o kavmin hepsine umûmi azâb gönderir.”
13- Zarûret olmadan vakıf olan hayvanı boğazlamak ziyân etmektir: Sütünden içmeleri için fakirlere vakfedilen koyun, hac edeceklere vakfedilen katır, cihâda gidecek olanlar için vakfedilen at böyledir. Kimse, bunlara kötülük ile dokunamaz. Kim bunu çiğnerse, deveyi boğazlayan Semûd kavmine benzemiş olur. O devenin sütü onlara sebil idi. Deve, kimsenin mülkiyetinde değildi. Onun sâhibi ancak Allahü teâlâ idi. Aynı şekilde vakıf olan akarât (gelirler) ve diğerleri dînimizde Allahü teâlânın mülküdür. Telef, tahrip, tâmir ve satmak sûreti ile vakıflara hıyânet etmek bu kâbildendir. Yine ihtiyaçların giderilmesi için müslümanların ortak mallarına da hıyânet bu kâbildendir. Bu şekilde davrananlar hâinlik yapmak hususunda Semûd kavmine benzer.
14- Dokuz kişinin fesadda ileri olması: Semûd kavminden dokuz kişinin yapmadıkları fesâd yoktu. Bunlar her türlü kötülüğü yaparlar, başkalarının malını zorla elinden alırlar ve kadınlarına tecâvüz ederlerdi.
Mücâhid ve başkalarından rivâyet edildi ki: “Semûd kavmi deveyi boğazlayınca, Sâlih (aleyhisselâm) onlara üç gün sonra size azâb gelir buyurdu. O zaman bu dokuz kişi ittifâk edip; “Eğer o, tehdidinde yalancı ise, ona lâyık olduğu cezâyı verelim. Doğru ise, azâb bize gelmeden önce işini bitirmekte acele edelim de kendimizi böyle bir azâbdan kurtaralım” diyerek, Sâlih'i (aleyhisselâm) öldürmek için evine gittiler.
Abdullah ibni Abbâs buyurdu ki: “Dokuz kişi, Sâlih'in (aleyhisselâm) evine geldiler. Kılıçlarını çektiler. Fakat Cebrâil (aleyhisselâm) onları taşlarla öldürdü. Ancak onlar Cebrâil'i görmeyip, sâdece kendilerine atılan taşları görüyorlardı.”
Katâde (radıyallahü anh); “Dokuz kişi sür’atle Sâlih'in (aleyhisselâm) evine geldiler. Allahü teâlâ elinde kaya bulunan bir meleği onlara gönderdi. O, hepsini helâk etti” diye bildirdi.
Dokuz kişi, diğer Semûdlulardan fazla olarak: mekr (hîle), dînar ve dirhemleri kırmak, başkalarının kadınlarına sarkıntılık etmek, öldürmeye azmetmek gibi çeşitli günahları işlemekte çok ileri gitmişlerdi.
Kur’an-ı kerîmde Neml sûresi 50 ve 51. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Onlar bu şekilde (Sâlih'i (aleyhisselâm) öldürmek için) hîle yaptılar. Biz de onların bu hîlelerinin cezâsını verdik. Halbuki onların bundan haberleri yoktu. İşte bak, o tuzaklarının âkıbeti nice oldu. Çünkü biz onları da kavimlerini de (Cebrâil (aleyhisselâm) ile ve ateşle) helâk ettik.”
Dokuz kişinin, başkalarının yapmadığı ortak husûsiyetlerinden biri de günah işlemekte yardımlaşmaları idi. Bilhassa inananları öldürmek, öldürmeye teşvik ve bunun için hep birlikte yemîn etmek pek kötü ve çok çirkin günahlardır. Bir müslümanın öldürülmesine bir parça söz ile de olsa yardımcı olan kimsenin alnına; “Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiştir” yazılır. Bu damga ile Allahü teâlânın huzûruna çıkar.
Beyhekî, “Şuâb” adlı eserinde şöyle anlattı: Mâlik bin Dînar, Neml sûresi 48. âyet-i kerîmesini okudu ve; “Bugün yeryüzünde ifsâd yapan ve ıslâh etmeyen nice kimseler vardır” dedi. Mâlik bin Dinâr'ın (rahmetullahi aleyh) zamanının hâli böyle olursa, diğer zamanların nasıl olduğu artık meydandadır. Akıllı kimse, zamanın bozukluğu içerisinde (onun akışına kendini kaptırmaz) dâimâ ölümü hatırlar, ölümün bir müddet sonra da olsa geleceğini aslâ unutmaz. Rabbinin rızâsını kazanmak için gayret sarfeder. Geçmiş milletlerin çok kuvvetli ve pek zengin olmalarına rağmen, ölüme karşı koyamadıklarından ibret alır. Halbuki onların ömürleri pek uzundu. Geniş arâzileri ve mülkleri vardı. Fakat sonunda helâk oldular ve sâhip oldukları hiç bir şey fayda vermedi.”

1- Meyvesiz ağaçların meyve vermeleri: Sâlih aleyhisselâmın gönderildiği Semûd kavminin çevresinde hamt diye bilinen dikensiz ve meyveleri olmayan ağaçlar vardı. Orada bunlardan başka ağaç bulunmazdı. Bir gün Semûd kavminin önde gelenleri Sâlih aleyhisselâma gelip; “Sen, gerçekten peygamber isen bu ağaçlar meyve versin” dediler. Sâlih aleyhisselâmdan mûcize göstermesini istediler. Onların bu teklifi üzerine Sâlih aleyhisselâm duâ etti. Orada hamt cinsinden ne kadar ağaç var ise hepsi meyve verdi.
2- Taştan su çıkması: Sâlih aleyhisselâm mûcize olarak duâ edince büyük bir kayadan su çıktı. Sâlih aleyhisselâmın kavminin bulunduğu yerde tek bir kuyu olup, başka su ve kuyu yoktu. Susuzluktan dolayı bu beldede mahsul elde edilemediğinden, Semûd kavmi gelip; “Gerçekten peygamber isen şu taştan su çıkar” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) onların bu teklifi üzerine Allahü teâlâya duâ etti. Onun bu duâsı üzerine kendisine vahiy geldi ve; “O taşın çevresinde yedi kere dolaş” buyruldu. Sâlih aleyhisselâm vahiy mucibince hemen o taşın çevresinde dolaşmaya başladı. Dolaşırken, o büyük taştan göz göz sular akmaya başladı. Semûdlular bu sularla boş arâzilerini suladılar. Kurak arâzileri; bağlar, bahçeler hâline getirdiler.
3- Ateşin yakmadığı çadır: Sâlih aleyhisselâmın çadırına ateş atıldı, fakat hiç tesir etmedi. Sâlih aleyhisselâmın kavmi olan Semûdlular, koyunculuk da yaparlardı. Bunun için senenin bâzı aylarını sahralarda, yaylalarda çadır kurarak geçirirlerdi.
Yaylada bulundukları bir sırada îmân etmeyenlerden bir kişi gizlice Sâlih aleyhisselâmın çadırını ateşe verdi. Çadır ateş aldı. Oradaki kâfirler alaya başladılar; “Sen gerçekten peygamber isen çadırındaki yangını söndür de görelim” dediler. Bunun üzerine Sâlih aleyhisselâm duâ etti. Ateş hemen etrâftaki çadırlara sıçradı. Kafirlerin bütün çadırları yanıp kül olduğu hâlde Sâlih aleyhisselâmın çadırına bir şey olmadı.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget