Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İbrâhim aleyhisselâm, putları kırınca; putperestler bu işi onun yaptığını anladılar ve cezâ vermek üzere hapsettiler. Durumu ilâhlık dâvâsında bulunan kralları Nemrûd'a bildirdiler. Bunun üzerine Nemrûd; “Onu bana getirin” dedi. İbrâhim aleyhisselâmı Nemrûd’un yanına götürdüler. O zaman insanlar, Nemrûd'un yanına girince, Nemrûd'a secde ederlerdi. İbrâhim aleyhisselâm, Nemrûd'a secde etmedi. Nemrûd; “Niçin secde etmedin?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Ben, beni yaratan Allahü teâlâdan başkasına secde etmem” buyurdu. “Senin hâlıkın, seni yaratan kimdir?” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; “Benim Rabbim, dirilten (hayat veren) ve öldüren Allah'tır” dedi. Nemrûd; “Ben de diriltir ve öldürürüm” diyerek zindandan iki kişi getirtti. Birini serbest bırakıp, birini öldürdü. Güyâ böylece diriltmiş ve öldürmüş olduğunu gösterdi. Nemrûd, diriltmenin hayatı olmayana hayat vermek, yâni yaratmak; öldürmenin de, rûhu almak olduğunu ve bunu ancak her şeye kâdir olan Allahü teâlânın yapacağını bilmiyordu. Nemrûd'un bu hareketi karşısında İbrâhim aleyhisselâm; “Benim Rabbim güneşi doğudan getirir, doğdurur. Eğer gücün yetiyorsa sen de batıdan doğdur!” dedi. Nemrûd bu söz karşısında şaşırıp, âciz kaldı. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde Bakara sûresi 258. âyet-i kerîmede bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “Allah kendisine saltanat ve mülk verdi diye (azarak) İbrâhim ile Rabbi hakkında mücâdele edeni (Nemrûd'u) görmedin mi? (Haberi sana ulaşmadı mı? Habîbim elbette sen bilirsin. Kur'ân-ı kerîmde sana haber verildi.) İbrâhim ona; Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür dediği vakit, o (Nemrûd); Ben de diriltir ve öldürürüm demişti. İbrâhim; Allah güneşi doğudan getiriyor, hadi sen onu batıdan getir deyince, o kâfir şaşırıp tutuldu. Allah zâlimler kavmini muvaffak etmez.”
Nemrûd'un, İbrâhim aleyhisselâmla yaptığı mücâdeleyi bildiren bu âyet-i kerîme “Tefsîr-i Mazharî”de şöyle tefsîr edilmiştir: “Nemrûd'un, İbrâhim aleyhisselâm ile mücâdeleye girmesi onun akılsızlığını ve şaşılacak bir hâlde bulunduğunu göstermektedir. Nemrûd'un ben de diriltir ve öldürürüm diyerek zindandan iki mahpus kimse getirtip birini salıverip, diğerini öldürmesi, onun; ihyâ etmenin yâni yaratmanın ve öldürmenin, rûhu almanın ne demek olduğunu bilmeyen ve ilâhlık iddiâ eden bir ahmak olduğunu göstermektedir. İmâm-ı Begavî (rahmetullahi aleyh), tekebbür ederek, kibirlenip yeryüzünde ilk ilâhlık dâvâsında bulunan kişinin Nemrûd olduğunu bildirmiştir. Nemrûd'un, ilâhlık iddiâsı ve İbrâhim aleyhisselâm ile mücâdelesi, mülküne ve saltanatına bakarak şımarıp, taşkınlık göstermesi sebebiyledir. Veya iyilik yapana kötülük yapmak gibi, Allahü teâlânın, kendisine verdiği mülk ve saltanata şükretmesi gerekirken, aksini yapmasındandır. İbrâhim aleyhisselâmın, Nemrûd'a; “Rabbim dirilten, hayat veren ve öldürendir” demesi, Allahü teâlânın var olduğunu ve her şeye gücünün yettiğini bildirmek için idi…”
Nemrûd'un, İbrâhim aleyhisselâmla yaptığı bu mücâdelenin vukû bulduğu zaman husûsunda iki rivâyet vardır. Birincisi, İbrâhim aleyhisselâm putları kırınca, onu yakalayıp hapsettiler. Sonra ateşe atmak için hapisten çıkarıp, Nemrûd'un yanına götürdüklerinde vukû bulmuştur. Diğer rivâyet ise, insanlar arasında bir kıtlık çıkmıştı. Yiyecek almak için Nemrûd'a gidiyorlardı. Nemrûd kendisinden yiyecek almaya gelenlere; “Senin Rabbin kimdir?” diye soruyor ve; “Benim Rabbim sensin” diyenlere gıda maddeleri veriyordu, İbrâhim aleyhisselâm yiyecek almaya geldiğinde, Nemrûd ona da; “Senin Rabbin kimdir” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; “Benim Rabbim dirilten, hayat veren ve öldürendir” dedi. Bunun üzerine, ilâhlık iddiasında bulunan Nemrûd, İbrâhim aleyhisselâm ile mücâdeleye kalkıştı. Yine bir rivâyete göre İbrâhim aleyhisselâm, Nemrûd'un ilâhlık iddiâsını red edince, Nemrûd ona yiyecek maddesi, verilmemesini ve satılmamasını emretti.
İbrâhim aleyhisselâm Keldânî kavmini dalâletten kurtarıp, hidâyete kavuşturmak için gâyet açık tebliğlerde bulundu. Yıldızlara, putlara ilâhtır diyerek tapmalarının, Nemrûd'a boyun eğmelerinin ve Nemrûd'un ilâhlık dâvâsında bulunmasının tam bir sapıklık olduğunu anlattı. Ayrıca onlara, ibret alabilecekleri hâdiseler ile açıkça gösterdi. Alay ederek yıldızları gösterip; “Bu mu benim Rabbim? Batıp gidenler Rab olur mu?” ve; putları kırıp, sorduklarında da; “Belki şu büyüğü onları kırmıştır ona sorun!” diyerek, putların fayda ve zarardan uzak olduğunu anlatmak istedi. Yine Nemrûd kendisiyle mücâdeleye girişince, onun da âciz, azgın ve taşkın bir kimse olduğunu ispat etti. Bütün bunlara rağmen Keldânîler bir türlü îmâna gelmediler. Üstelik mahlûk olan, yaratılmış şeylere ilâh diyerek tapmaya devam ettiler. Daha da ileri giderek İbrâhim aleyhisselâma nasıl bir cezâ verebileceklerini düşünmeye başladılar. Önce bir müddet hapsettiler. Sonra hapisten çıkarıp yakmaya karar verdiler. Rivâyete göre Nemrûd'a, İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmayı Henûn adında biri hatırlatmıştır. Bir rivâyete göre, Allahü teâlâ bunu hatırlatan kimseyi yere batırmıştır. Yakma işini Nemrûd'un düşündüğü de rivâyet edilmiştir. Nemrûd ve Keldânî kavmi, şiddetli kin ve düşmanlık içinde, İbrâhim aleyhisselâmı yakmak için hazırlığa başladılar. Onu, içinde yakacakları geniş bir yer hazırladılar. Herkesin buraya odun taşımasını, karşı çıkanın ise İbrâhim aleyhisselâm ile birlikte ateşe atılacağını îlân ettiler. Putperest kavmin hepsi bir ay kadar odun taşıdılar. Aralarında hasta bir kadın vardı. O da putun önüne giderek; “Eğer hastalığım geçerse şu kadar odun satın alıp vereceğim” demişti. Bir başka kadın ise ip eğirip satar, parasıyla odun alıp, verirdi. Nihâyet her taraftan taşıyıp getirdikleri odunları büyük bir dağ gibi yığıp, yakmaya başladılar. Yedi gün yanan ateşin alevleri gökleri kaplayıp çok uzaklardan görünüyordu. Ateşin değil yakınından, uzağından geçen kuşlar bile sıcaklığın şiddetinden yanıyordu. Nemrûd, kendine yaptırdığı yüksek bir yerden bu hâli kibir içinde seyrediyordu. Keldânî kavmi de aynı merâkla büyük bir kalabalık hâlinde ateşin çevresinde toplanmışlardı. Nemrûd'un yardımcıları ve hizmetçileri ise, hazır bir vaziyette emrini bekliyorlardı. Nemrûd, şiddetle yanan bu korkunç ateşe atılması için; İbrâhim aleyhisselâmın hapsedildiği yerden getirilmesini emretti. Onu boynunda zincir, elleri kelepçeli, ayaklarında bukağı, halka olduğu hâlde, bekçiler ve halk, ortalarına alıp getirdiler.
Allahü teâlânın Halîli, dostu İbrâhim aleyhisselâm tevekkül ve yakînin en yüksek mertebesinde olduğu için kalbine zerre kadar korku gelmedi. Oraya toplanan azgın kavmin bakışları karşısında gâyet vakârlı idi. Nemrûd'un önüne götürüldüğünde, herkes yanan ve gökleri tutan ateşin içerisine onun nasıl atılacağını düşünmeye başlamıştı. Bir rivâyete göre bedbaht bir kimse, bir başka rivâyette ise şeytan insan kılığına girip yanlarına gelerek; onu ancak mancınıkla atabilecekleri teklifini yapmıştır. Bu teklif, Nemrûd'un ve putperestlerin hoşuna gitmişti. İbrâhim aleyhisselâmı, alevleri göklere çıkan kocaman ateş yığınının içine fırlatmak üzere kurdukları mancınığa bağladılar. İbrâhim aleyhisselâm her zaman olduğu gibi şimdi de Allahü teâlâya tam bir tevekkül ve muhabbet içinde idi. Tam bir teslimiyet içinde, kendinden geçmiş bir hâlde olduğundan, mancınığa ve yanan korkunç ateşe hiç aldırmıyordu. Yerde ve gökte bütün mahlûkât, feryâd edip; “Aman yâ Rabbî! Halîlin İbrâhim (aleyhisselâm) ateşe atılıyor! O, her an seni zikreder ve seni bir an unutmaz. Ona yardım etmek için bize izin verir misin?” dediler. Rivâyet edilir ki, İbrâhim aleyhisselâma bir melek gelip: “Allahü teâlâ rüzgârı emrime verdi. Emredersen, bu ateşi rüzgâr ile darmadağın edeyim!” dedi. Bir başka melek gelip; “Sular benim emrimdedir. İstersen bu ateşi şu anda söndürürüm!” dedi. Bir melek daha gelip; “Yeryüzü emrime verilmiştir. Emir verirsen bu ateşi yere yuttururum!” dedi. İbrâhim aleyhisselâm bu meleklere; “Dost ile dostun arasına girmeyin. Rabbim ne dilerse yapsın. Kurtarırsa lütfundandır, şükrederim. Eğer yakarsa benim hizmetimdeki kusurumdandır, sabrederim” cevâbını verdi.
Putperestler; yaptıkları bütün hazırlıklardan sonra, kendilerini dünyâ ve âhırette saâdete kavuşturacak, ebediyyen kurtuluşa götürecek yolu gösteren yüce peygamber İbrâhim aleyhisselâmı dinlememe, onu, reddetme felâketi içerisinde ateşe atıyorlardı. Nihâyet benzeri görülmemiş bir bedbahtlık ve azgınlık içinde İbrâhim aleyhisselâmı mancınıkla korkunç ateşe fırlattılar. İbrâhim aleyhisselâm, mancınığa konulup, ateşe atılmak üzereyken; “Hasbiyallah ve nî'mel vekil” (Allahü teâlâ bana yetişir. O çok iyi vekildir) dedi. Ateşe düşerken, Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Bir dileğin var mı?” deyince; “Var, amma sana değil” diye cevap verdi. Böylece “Hasbiyallah” sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Necm sûresinde; “Sözünün eri olan İbrâhim” meâlindeki 37. âyet-i kerîme ile medh buyruldu. Cebrâil aleyhisselâm, “Niçin Hak teâlâdan istemiyorsun?” dedi. “Hâlimi biliyor, istemeye ne hacet. Hem, Allahü teâlâ yakmak dileyince, O'nun takdirine râzı olmaktan başka ne istenir” buyurdu. “Ateşten Hak teâlâya sığın, O'ndan yardım iste” deyince de; “Ateş kimin emriyle yanıyor? Yakma kimin işidir?” diye cevap verdi. Cebrâil aleyhisselâm “Allahü teâlânın emriyle yanıyor” dedi. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm; “Halîl (yani ben), Celîl'in (yani yüce Allah'ın) işinden râzıdır” buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm tam ateşe düşerken Allahü teâlâ ateşe, meâlen; “Ey nâr (ateş)! İbrâhim'in üzerine serin ve selâmet ol.” buyurdu (Enbiyâ sûresi: 69) Bu ilâhî hitâb üzerine ateşin sıcaklığı gidip soğudu. Cebrâil aleyhisselâm kanadıyla ateşi sıvadı. İbrâhim aleyhisselâm düşerken iki melek kollarından tutup yere indirerek oturttular. İndiği yer güllük, gülistanlık oldu. Bülbüller, kumrular ötmeye başladı. İbrâhim aleyhisselâm için oradan tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Cennet’ten bir gömlek getirildi, (Hazret-i İbrâhim'e giydirilen bu gömlek sonra oğlu İshak'a (aleyhisselâm) giydirildi. Hazret-i İshak da oğlu Hazret-i Ya’kûb'a giydirdi. O, oğlu Hazret-i Yûsuf'a giydirdi. Hazret-i Yûsuf kuyuya atıldığında bu gömlek üzerinde idi. Üzerinde Cennet’in kokusu bulunan bu gömlek bir hastaya giydirildiğinde, hasta sıhhate kavuşurdu. Hazret-i Yûsuf'un babası Hazret-i Ya’kûb'un gözleri görmez olunca, gözlerine sürmek için gönderdiği gömlek bu gömlek idi.) Allahü teâlâ, ayrıca İbrâhim aleyhisselâmın sûretinde bir melek gönderdi. Bu melek, ona hizmet ederdi. Mikâil aleyhisselâm Cennet’ten yemek getirdi. Rivâyet edilir ki, Allahü teâlâ ateşe; “Serin ve selâmet ol!” buyurunca, dünyâdaki bütün ateşler sıcaklığını kaybetti. Görünüşte ateş olup hiç sıcaklıkları bulunmuyordu. Meâlen; “Ey ateş! İbrâhim üzerine serin ve selâmet ol!” buyurulan âyet-i kerîme Tefsîr-i Mazharî de şöyle tefsîr edilmiştir: Begavî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: Meşhûr rivâyettir ki; “Ey ateş! İbrâhim üzerine serin ve selâmet ol” buyrulduğu gün, yeryüzündeki bütün ateşler söndü ve faydasız hâle geldi, sıcaklık vermedi. Eğer; “İbrâhim (aleyhisselâm) üzerine serin ol” buyrulmasaydı, bütün ateşler ebediyyen soğuk kalırdı. Zâhiren anlaşılan mânâ ise ateş aynı hâliyle kaldı, fakat Allahü teâlâ ateşe; “İbrâhim üzerine serin ol” buyrulmasının gösterdiği gibi, İbrâhim aleyhisselâmı yakmayacak ve tesir etmeyecek bir hâle soktu. İbn-i Abbâs buyurdu ki: “Şâyet; “Selâmet ol” buyrulmasaydı ateşin soğukluğu, serinliği İbrâhim aleyhisselâmı öldürür idi.”
Süddî (radıyallahü anh) da şöyle buyurdu: İbrâhim aleyhisselâm mancınıkla fırlatılıp yüksekten ateşin ortasına düşerken iki melek kollarından tutup, koltuklarına girerek yere indirdiler ve oturttular. İbrâhim aleyhisselâmı ateşin ortasında oturttukları yerden birdenbire tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Gayet güzel kırmızı bir gül ağacı yeşerdi. Ka'b-ül-Ahbâr (radıyallahü anh) da şöyle buyurdu: İbrâhim aleyhisselâm ateşe atılınca ateş onu yakmadı. Sâdece İbrâhim aleyhisselâma bağladıkları bağları, ipleri yaktı. Keler hâriç yeryüzündeki bütün canlılar ateşi söndürmek için çalışmışlardır.
İbrâhim aleyhisselâm ateşin ortasında bu saâdetli hâlde iken, Nemrûd onu yüksek bir yerden seyrediyordu. Gürül gürül yanan ateşin ortasında İbrâhim aleyhisselâmın, yemyeşil bir bahçe içerisinde oturduğunu ve yanında da onun sûretinde birinin bulunduğunu gördü. Hayretler içerisinde; “Ey İbrâhim! Senin bildirdiğin ilâhının kudreti çok büyükmüş, seni böyle korudu. Şu gördüğüm hâli sana verdi. Oradan çıkıp gelebilir misin?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Evet çıkabilirim” dedi. Bunun üzerine Nemrûd; “Sen bu ateşin içinde kaldığın zaman sana zarar vermesinden, yakmasından korkar mısın?” deyince, o; “Hayır korkmam” dedi. “Öyleyse oradan çık gel” dedi. İbrâhim aleyhisselâm kalktı ve etrâfında yanan ateşin arasından geçerek dışarı çıktı. Nemrûd'un yanına varınca, Nemrûd; “Ey İbrâhim! Senin yanında, senin sûretinde gördüğüm kişi kimdir?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “O bir melektir. Rabbim onu bana orada arkadaşlık etmesi için gönderdi” dedi. Nemrûd bunu da öğrendikten sonra; “Ey İbrâhim! Israrla O'ndan başka ilâh olmadığını söylediğin ve O'ndan başkasına îmân ve ibâdet etmediğin Rabbinin, senin hakkındaki kudretinden ve âzametinden dolayı ben O'na dörtbin sığır kurban keseceğim!” dedi. Nemrûd'un bu sözü karşısında İbrâhim aleyhisselâm; “Sen, içinde bulunduğun sapıklıktan dönüp, Allahü teâlâya îmân etmedikçe, Allahü teâlâ senin kurbanlarını kabûl etmez!” diye karşılık verdi. Nemrûd; “Mülkümü, saltanatımı terkedemem. Fakat kurbanları keseceğim!” dedi. Nemrûd söylediği kurbanları kesti ve İbrâhim aleyhisselâm ile mücâdele etmekten âciz kaldığını anlayıp, bu işten vazgeçti. Fakat îmân etmediği için Allahü teâlâ onun kurbanlarını kabûl etmedi. Şu’ayb el-Cemâî; “İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığı sırada onaltı yaşında idi” demiştir. İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atılmasını ibretle tâkip edip seyredenlerin bir kısmı îmâna geldi. İbrâhim aleyhisselâmın kardeşinin oğlu Lût (aleyhisselâm) ve İbrâhim aleyhisselâmın amcasının kızı hazret-i Sâre de îmân edenlerden idi. Nemrûd ise inâd ve kibir göstererek îmân etmedi ve ebedî saâdetten mahrûm kalıp, sonsuz bir felâkete düştü.
İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atılması ve ateşten kurtarılması, Kur’an-ı kerîmde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir; (Nemrûd ve kavmi şöyle) dediler: Bunu (İbrâhim'i cezâların en şiddetlisi olan ateş ile) yakın ve ondan intikâm alarak ilâhlarınıza yardım edin! Böylece ilâhlarınıza yardım etmiş olursunuz. Biz de dedik ki: “Ey ateş! İbrâhim'in üzerine serin ve selâmet ol.” (Enbiyâ sûresi: 68, 69) (Hazret-i İbrâhim, îmâna dâvet edince) kavminin cevâbı; “Öldürün onu, yâhut yakın onu demekten başka bir şey olmadı. (Bunun üzerine kavmi, İbrâhim'i ateşe attığı zaman) Allah da onu ateşten kurtardı. Elbette bunda (Allahü teâlânın onu ateşten korumasında) îmân edecek bir kavim için şüphe götürmez ibretler var.” (Ankebût sûresi: 24)
“İbrâhim'e (böyle) bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz kendilerini daha ziyâde hüsrâna düşenlerden kıldık.” (Enbiyâ sûresi: 70)
İbrâhim aleyhisselâm, ateşten kurtulduktan sonra, Keldânî kavmini bir müddet daha îmâna dâvet etti. Bütün gayretlerine rağmen, putperest kavim îmân etmeye bir türlü yanaşmıyor, üstelik ona hakâret ve işkence ediyorlardı. İbrâhim aleyhisselâm ise bunlara, sabır ve tevekkül ile tahammül gösteriyordu. Bütün gayretlerine rağmen az bir cemâat îmân etmişti. Nihâyet, İbrâhim aleyhisselâm putperestlere son dâvetlerini yaptı ve îmân etmedikleri müddetçe, inananlarla aralarında buğz ve düşmanlığın süreceğini; îmân ettikleri takdirde, dost ve kardeş olacaklarını ve ebedî saâdete kavuşacaklarını söyledi. Îmân edenlerle birlikte onlardan alakayı kesti. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “İbrâhim ve onun mâiyetindekiler de (ona îmân edenlerde) sizin için hakîkaten (sözlerinde, işlerinde ve hareketlerinde) güzel bir nümûne vardır. Vaktiyle kavimlerine dediler ki; Biz sizden ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz şeylerden kat’îyetle uzağız. Allah'ın birliğine îmân etmedikçe sizi (dininizi) tanımıyoruz. Siz, Allah'ın birliğine îmân edinceye kadar, bizimle aranızda ebedî düşmanlık ve buğz başlamıştır.” (Mümtehine sûresi: 4)
“İbrâhim, kavmine dedi ki: Siz dünyâ hayatında Allahü teâlâdan yüz çevirip, putlara tapmayı aranızda sevişme vesîlesi edindiniz. (Fakat) sonra kıyâmet gününde ise bâzınız bâzınıza küfür ve inkâr isnat edecek, bâzınız da bâzınıza lânet edecektir. Sizin yeriniz Cehennem’dir. Orada sizi ateşten kurtaracak hiç bir yardımcı da yoktur.” (Ankebût sûresi: 25)
Putperest müşrikler, İbrâhim aleyhisselâma ve îmân edenlere karşı şiddetli ve görülmedik bir inâdla karşı duruyor ve onları ağır işkencelere de maruz bırakıyorlardı. Bu durum hat safhaya ulaşmış ve dayanılmaz bir hâl almıştı. Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma, ibâdet ve tâatlarını rahat yapmaları için, bulunduğu beldeden hicret etmesini emir buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm böylece Şam tarafına hicret etti. Bu husûsta Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “…İbrâhim şöyle dedi: Ben kavmimin arasından Rabbimin emrettiği yere hicret edeceğim. Şüphe yoktur ki, Allah azîzdir; her şeye gâliptir, hâkimdir; hükmünde hikmet sâhibidir.” (Ankebût sûresi: 26)

İbrâhim aleyhisselâm Keldânî kavmini, dâimâ Allahü teâlâya îmâna dâvet eder, onları içinde bulundukları sapıklıktan kurtarmaya çalışırdı. Bâbil halkı onu bu tutumundan dolayı üvey babası olan Âzer'e şikâyet etmişlerdi. Âzer, İbrâhim aleyhisselâmı azarlamak istedi ve bu işten vaz geçmesini söyledi. İbrâhim aleyhisselâm, onun sözlerine hiç aldırmayıp; “Benden delil isteyin göstereyim. Bana hidâyet veren, doğru yolu gösteren Allahü teâlâ beni sizden ayırdı. Sizin içinde bulunduğunuz sapıklığa düşürmedi. Sizi ve pullarınızı sevmiyorum.” dedi. Bunun üzerine Âzer hiddetlenip, İbrâhim aleyhisselâmın, yanından uzaklaşmasını istedi.
İbrâhim aleyhisselâmAllahü teâlânın emri üzerine büyük-küçük kim olursa olsun insanları îmâna dâvet ediyordu. Bu sırada, insanlara topluca açık bir tebliğde bulunmayı, putların mânâsız ve âcizliğini, onlara tapmanın apaçık bir dalâlet, sapıklık olduğunu gâyet açık bir şekilde göstermek istiyordu. O zaman Keldânî kavmi senede bir gün toplanıp, kendilerine göre, bayram yapardı. O gün gelince, halk bayram yapmak üzere bir yerde toplanırdı. Bayram yaptıktan sonra puthâneye gidip, putlara secde ederek taparlar, sonra evlerine dönerlerdi. Keldânî kavminin toplanıp bayram yapacakları yere gittiği zaman, İbrâhim aleyhisselâmın üvey babası ve puthânenin bekçisi olan Âzer ona; “Bu gün, bayram yapmaya sen de bizimle gel!” dedi. İbrâhim aleyhisselâm onlarla birlikte, toplanacakları yere doğru yola çıktı. Biraz gittikten sonra; “Ben hastayım” diyerek geri döndü. İnsanlar bayram yerinde toplandıkları zaman şehirde kimse kalmamıştı. İbrâhim aleyhisselâm şehre girip doğruca puthâneye gitti. Burada yetmiş kadar put vardı. Putların önüne, çeşit çeşit yemekler konmuştu. Putperestler bayram yapmaya giderken bu yemekleri putların önüne koyup; “Yemeklerimiz bereketlenir dönünce yeriz” demişlerdi. İbrâhim aleyhisselâm putların önüne dizilmiş olan bu yemekleri görünce, alay ederek putlara; “Niçin yemiyorsunuz? Niçin konuşmuyorsunuz?” diye bağırdı. Bu putlar gümüşten, pirinçten, bakırdan ve ağaçtan yapılmıştı. En iri putu altından yapmışlar ve altından bir taht üzerine yerleştirmişlerdi. Üzerine sırmalı elbiseler giydirip, başına da süslü bir taç koymuşlardı.
İbrâhim aleyhisselâm yanında getirdiği bir balta ile bütün putları kırıp, parça parça etti. Sâdece en iri putu kırmadı ve baltayı bunun boynuna asarak oradan uzaklaştı. Putperest Keldânî kavmi bayramdan dönünce âdetleri üzere puthâneye gittiler. İçeri girdikleri zaman putların kırılıp parça parça edildiğini görünce şaşırdılar. Bunu kim yaptı diye bağrışmaya başladılar. Putları kıranı cezâlandıracağız dediler: Sonra araştırmaya başladılar ve; “Bu işi, yapsa yapsa İbrâhim yapar. Hastayım diyerek bizimle bayram yerine gelmedi” dediler. Zâten İbrâhim aleyhisselâmın, kendilerini puta tapmaktan vaz geçip, Allahü teâlâya îmân etmeye çağırdığını, putlardan nefret ettiğini biliyorlardı. İbrâhim aleyhisselâmı derhal yakalayıp cezâlandırmaya karar verdiler, durumu Nemrûd'a da bildirdiler. Nihâyet İbrâhim aleyhisselâmı bulup, halkın önünde sorguya çektiler.
“Ey İbrâhim! Bizim ilâhlarımız olan putları sen mi kırdın? Bu hakâreti sen mi yaptın” dediler. İbrâhim aleyhisselâm bu sapık kişilerin açık delillerle uyanmalarını, sapıklıklarını anlamalarını ve böylece hidâyete kavuşmalarını istiyordu. Bu sebeple onlara; “Bu işi olsa olsa, boynunda balta asılı duran şu en iri put yapmıştır. Ben varken bu küçük putlara niçin tapıyorlar? demiştir. Siz ona bir sorunuz. Belki o yapmıştır” dedi. Putperestler; “Putlar konuşamaz ki sen bize onlara sor diyorsun” dediler. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm; “O hâlde daha kendilerini kırılmaktan kurtaramayan, size hiç bir faydası olmayan bu putlara ilâh diyerek niçin tapıyorsunuz, hâlâ akıllanmayacak mısınız? Size ve taptığınız bu putlara yazıklar olsun!” dedi.
Bu husûslar Kur’an-ı kerîmde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “Nihâyet o, putları paramparça etti, yalnız bunların büyüğünü bıraktı (ve baltayı büyük putun boynuna astı). Umulur ki (putların âcizliklerini görürler de) İbrâhim'e ve dînine dönerler (veya büyük puttan hâdiseyi sorarlar.) Kâfirler bayram yerinden döndükleri zaman dediler ki: Bunu bizim ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak o kimse kendisine zulüm edip tehlikeye atanlardandır. (Yine bir kısmı) dediler ki: İşittik ki bir genç bunları (putları) kötülüyor, kendisine İbrâhim deniyormuş. (Nemrûd ve kavminin ileri gelenleri şöyle) dediler: Öyle ise, onu insanların gözleri önüne getirin ki onun hakkında bildikleri şeye şâhidlik etsinler. (Böylece delilsiz onu yakalamış, cezâlandırmış olmayalım. Hazret-i İbrâhim'i getirdikleri zaman); Ey İbrâhim! ilâhlarımıza bunu sen mi yaptın? dediler. İbrâhim dedi ki: Belki bunu onların şu büyükleri yapmıştır. Sorun bakalım, o küçük putlara, eğer konuşabiliyorsalar size cevap versinler. Bunun üzerine kalbleri ile tefekkür edip, akıllarına dönüp (birbirlerine) dediler ki: Doğrusu siz, konuşmayan, işitmeyen şeye tapmakla zâlimlerdensiniz. Sonra yine eski küfür ve isyânlarına döndüler ve dediler ki: Sen gerçekten biliyorsun ki, bu putlar konuşmazlar. Niçin onlara sorunuz dersin? İbrâhim; O hâlde Allah'ı bırakıp da size hiç bir fayda vermeyecek şeylere mi tapıyorsunuz? Üf (yazıklar olsun) size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanamayacak mısınız? dedi.” (Enbiyâ sûresi: 58-67)

Keldânî kavmine gönderilen peygamber. Ülü’l-azm adı verilen altı büyük peygamberden biridir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra, peygamberlerin ve insanların en üstünüdür. Kendisine on suhuf indirildi. Allahü teâlâ ona; Halîlim (dostum) buyurdu. Bu sebeple Halîlürrahmân olarak zikredilir. Oğulları, hazret-i İsmâil ve hazret-i İshak da peygamberdir. Torunlarından da peygamberler gönderilmiş olduğu için Ebü'l-enbiya (peygamberler babası) denilmiştir. Babası Târuh'tur. Bir rivâyete göre annesinin adı Emîle'dir. İbrâhim aleyhisselâmdan önce de her kavme peygamber gönderildi. Araplar, İbrâhim aleyhisselâmın ilk oğlu hazret-i İsmâil'in; Benî İsrâil de, ikinci oğlu olan hazret-i İshak'ın soyundandırlar.
İbrâhim aleyhisselâm, Keldânîlerin memleketi olan Bâbil'in doğu tarafında ve Dicle nehri ile Fırat nehirleri arasındaki bölgede doğdu. Babası, Târuh isminde temiz bir mü’min idi. Annesi, İbrâhim aleyhisselâma hâmile iken, babası Târuh vefât etti. Bundan sonra İbrâhim aleyhisselâmın annesi, İbrâhim aleyhisselâmın amcası olan, Âzer ile evlendi. Âzer, üvey babası ve amcası olup, putperest idi.
İbrâhim aleyhisselâmsevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın ecdâdındandır. Peygamberimizin soyu ona dayanır. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Ben babam (ceddim) İbrâhim'in (aleyhisselâmduâsı, kardeşim Îsâ'nın (aleyhisselâmmüjdesi ve annemin rüyâsıyım” buyurdu.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm kitabında yazıldığı üzere, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyârların hepsi; zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en şerîf, en cemîl, en temiz zâtları idi. Hepsi de; azîz, mükerrem ve muhterem idi. İbrâhim aleyhisselâmın babası Târuh da, böylece, mü’min idi ve fenâ ahlâktan, âdî ve çirkin sıfatlardan uzak idi.
Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur’an-ı kerîmin âyetleri iki türlüdür: Biri muhkemât olup, mânâsı açık, meydanda olan âyetlerdir. İkincisi; müteşâbihât olup, görülen, anlaşılan, meşhûr olan mânâyı vermeyip, meşhûr olmayan mânâsı verilen âyetlerdir. Yâni, bunların açık ve meşhûr mânâlarını vermek, akla ve dîne uygun olmazsa, meşhûr olmayan mânâ vermek, yâni te’vil etmek icâb eder Açık mânâlarını vermek günah olur. Meselâ, tefsîr âlimleri “el” kelimesine kudret, gücü yetmek mânâsını vermişlerdir. İşte, bunlar gibi, En’âm sûresinde meâl-i şerîfi; “İbrâhim, babası Âzer'e dediği zaman...” olan yetmiş dördüncü âyet-i kerîmesinde, “Âzer” kelimesi, “Ebîhi” kelimesinin atf-ı beyânı olduğu Beydâvî tefsîrinde yazılıdır. Bir kimsenin iki ismi olup, bu iki isim, birlikte söylendiği vakit, birinin meşhûr olmadığı, ikincisinin meşhûr olduğu anlaşılır ki, bu ikincisine, atf-ı beyân denir. Bunun için, belâgat, fesâhat ve îcâz kâidelerine göre, İbrâhim aleyhisselâm iki kimseye baba demektedir. Birisi, kendi babası, diğeri, baba dediği başkasıdır. Âyet-i kerîmenin mânâsı; “İbrâhim, Âzer olan babasına dediği zaman” demektir. Böyle olmasaydı, Kur’an-ı kerîmde; “Babası Âzer'e dediği zaman” demeyip; “Âzer'e dediği zaman” veya “Babasına dediği zaman” demek yetişirdi. Âzer, kendi babası olsaydı; “Babası” kelimesi fazla olurdu.
Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hak olarak tatbik edildiği seneler içinde, Tevrât âlimlerinin hepsi ve Îsâ aleyhisselâmın havârîleri ve bunlara tâbi olan papazlar, Âzer'in asıl baba olmayıp, İbrâhim aleyhisselâmın amcası olduğunu söylemişlerdir. Bâzı hakîkatten habersiz olanların yazdığı gibi, Târuh kelimesi, Âzer isminin İbranî karşılığı değildir. Yâni, ikisi de, bir adamın ismi değildir. Kur’an-ı kerîmde, Tevrât ve İncil'e uygun âyet-i kerîmeler pek çoktur. Hindistan'daki İslâm âlimlerinden Rahmetullah Efendi (rahmetullahi aleyh), “Beyân-ül-hak” kitabının Türkçe tercümesi, otuzuncu sahifesinde diyor ki: “Nesh, yâni Allahü teâlânın değiştirmesi, yalnız emirlerde ve yasaklarda olur. İmâm-ı Begavî'nin “Meâlim-üt-tenzil” ismindeki tefsîrinde; “Nesh, kısas ve haberlerde olmaz. Fen bilgilerinde ve hesap ile bulunan bilgilerde de olmaz. Yalnız, emir ve yasaklarda olur” diye yazılıdır. Nesh; emir ve yasakları değiştirmek demek değildir. Bunların yürürlük zamanlarının bittiğini haber vermek demektir. Kur’an-ı kerîm, Tevrât'ın ve İncil'in hepsini değil, birkaç yerini nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır.” Bu âyet-i kerîmeyi, bu bakımdan da, te’vil etmek lâzım gelmektedir.
Bakara sûresinde, Ya’kûb aleyhisselâma, çocuklarının; “Ve senin babaların İbrâhim ve İsmâil ve İshak'ın da Rabbi” dedikleri meâlindeki yüzotuzüçüncü âyet-i kerîmeden, İsmâil aleyhisselâmın, Ya’kub aleyhisselâmın babası olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki, Ya’kub aleyhisselâm, İshak aleyhisselâmın, bu ise İbrâhim aleyhisselâmın oğludur. İshak aleyhisselâm da, İsmâil aleyhisselâmın kardeşidir. Şu hâlde, İsmâil aleyhisselâm, Ya’kub aleyhisselâmın babası değil, amcasıdır. Demek ki, Kur’an-ı kerîmde amcaya, baba denildiği de vâkidir. Arabînin çeşitli lügatlerinde, amcalara, baba denildiği, tefsîr kitaplarında, bu âyetin tefsîrinde yazılıdır. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir köylü Araba, amcası Ebû Tâlib ve Ebû Leheb'e, Hazret-i Abbâs'a çok defâ baba dediği, kitaplarda yazılıdır. Her millette, her lisânda, her zaman, amcalara, üvey baba ve kayın pederlere ve her hâmî ve yardımcıya baba denilmesi âdet hâlindedir. Hem de, Âzer, İbrâhim'in aleyhisselâm hem amcası, hem de üvey babası idi. Fîrûzâbâdî de, “Kamus”da böyle olduğunu bildirerek; Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın amcasının ismidir. Babasının ismi Târuh'tur diyor. Din kitaplarının bu kadar açık beyânı karşısında; Âzer'in amca olması kavli zayıftır. Kuvvetli kavle göre, Âzer babasıdır demek, zayıf ve çürük bir sözdür. Âlimlerin sözlerindeki inceliği anlamamak olur.
İmâm-ı Süyûtî (rahmetullahi aleyh) “Kitab-üd-derc-il-münîfe” kitabında, Âzer'in, İbrâhim aleyhisselâmın babası olmadığını, amcası olduğunu vesîkalarla ispat etmektedir. Bu kitap, Süleymâniye Kütüphânesi'nin Reis-ül-küttâb Mustafa Efendi kısmında 1150 numarada kayıtlıdır.
“Envâr-ül-Muhammediyye”de diyor ki, Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Âdem aleyhisselâmdan babam Abdullah'a gelinceye kadar, hep nikâhlı ana-babalardan geldim. Hiç bir babamın nikâhsız, zinâ ile çocuğu olmadı.” buyruldu.
İslâmî ilimlerin; tefsîr, hadis, fıkıh ve tasavvuf kısımlarında derin bilgisi olan ve çok kıymetli kitapları ile insanlara büyük hizmet eden, ebedî saâdet yolunu gösteren Senâullah-ı Dehlevî (Pani-püti) hazretleri, “Tefsîr-i Mazharî”nin birinci ve üçüncü ciltlerinde buyuruyor ki: “En’âm sûresindeki (Âzer) kelimesi, (Ebîhi) kelimesine atf-ı beyândır. Âzer'in, İbrâhim aleyhisselâmın babası değil, amcası olduğunu bildiren haberler daha doğrudur. Arabistan'da, amcaya baba denilir. Kur'ân-ı kerîmde de, İsmâil aleyhisselâma, Ya’kûb aleyhisselâmın babası denilmiştir. Halbuki amcasıdır. Âzer'in asıl ismi Nâhûr idi. Nâhûr, dedelerinin hak dîninde idi. Nemrûd'un veziri olunca, dînini dünyâya değişerek kâfir oldu. Fahreddîn-i Râzî ve selef-i sâlihinden çoğu da Âzer'in amca olduğunu bildirdiler. Zerkanî (rahmetullahi aleyh), “Mevâhib-i ledünniyye”yi şerh ederken, İbn-i Hâcer-i Heytemî'nin (rahmetullahi aleyh); “Âzer'in amca olduğunu, Ehl-i kitap ve târihçiler sözbirliği ile bildirmişlerdir” sözünü vesîka olarak yazmıştır. İmâm-ı Süyûtî; Âzer'in, İbrâhim aleyhisselâmın babası olmadığını, esas babasının Târuh olduğunu, İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ) bildirdi diyor. İbn-i Abbâs'ın bu sözünü, Mücâhid ve İbn-i Cerîr ve Süddî, senetleri ile bildirmişlerdir, İbn-i Münzir'in tefsîrinde de Âzer'in amca olduğunun açıkça bildirildiğini yine Süyûtî haber vermektedir.”
“El-Müstened” kitabında; Âzer'in, İbrâhim aleyhisselâmın babası olmadığını, amcası olduğunu, İmâm-ı Süyûtî ispat etmektedir. “Babam ve baban Cehennem’dedirler” hadîs-i şerîfi, Ebû Leheb'in Cehennem’de olduğunu bildirmektedir demektedir.
İbrâhim aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Keldânî kavmi, yıldızlara ve putlara tapıyordu. Bu kavmin o devirdeki kralı Nemrûd idi. İnsanlara; putlara ve kendine tapmayı emreden Nemrûd, cebbâr, zâlim ve büyüklük taslayan ve çok zulmeden azgın bir kraldır. Nemrûd'un babası Ken’ân, Hâm soyundandır. Nemrûd, dünyânın meskun bölgelerine hâkim idi. İlk taç giyen odur. Gurur ve sefâhat, cehâlet ve ahmaklıkla hâşâ uluhiyyet dâvâsında bulundu. O zaman insanların pek çoğu ona boyun eğmişti.
Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân aleyhisselâm idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî mâlik olacaktır.”
Kur’an-ı kerîmde Bakara sûresi 258. âyet-i kerîmede meâlen; “Allah, kendisine saltanat ve mülk verdi diye (azarak) İbrâhim ile Rabbi hakkında mücâdele edeni (Nemrûd'u) görmedin mi?... (Haberi sana ulaşmadı mı? Habîbim elbette sen bilirsin. Kur’an-ı kerîmde sana haber verildi) buyrulmaktadır.
“Mearic-un-nübüvve” adlı eserde kaydedildiğine göre Nemrûd, saltanatının ilk yıllarında adâlet ve insâf ile idâre etti. Sonradan şeytanın vesvesesine aldanarak kibre kapıldı ve ilâhlık dâvâsında bulundu. Bütün insanları kendine taptırmak istedi. Kendisinin heykellerini yaptırıp, her tarafa gönderdi. İnsanlar, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyi bırakıp, Nemrûd'a, yıldızlara ve putlara tapmağa başladılar.
Nemrûd ve ona tâbi olanlar, azgınlık ve isyân içinde yaşamakta iken, bir gün Nemrûd bir rüyâ gördü. Bir rivâyete göre, rüyâsında gökyüzünde bir nûrun parladığını, güneşin, ayın ve yıldızların bu nûrun ışığında kaybolduğunu gördü. Diğer bir rivâyete göre ise, rüyâsında bir kimse gelip kendisini tahtından kaldırıp yere vurduğunu gördü. Müneccimlerini toplayıp gördüğü bu korkunç rüyâyı tâbir ettirdi. Müneccimler; Yeni bir peygamber ve din gelecek, senin saltanatını temelinden yıkacak! Ona göre tedbirini almalısın diye tâbir ettiler. Nemrûd, bu işin tedbiri kolaydır dedi. Buna mâni olacağı zannına kapılıp, gücüne güvenerek önemsemedi ve; “Bundan sonra kimse çocuk sâhibi olmayacak. Hanımlardan uzak durulacak. Doğan çocuklar, erkekse öldürülecek, kızsa bırakılacak!” emrini verdi. Bu işi gerçekleştirmek için me’murlar tâyin etti. Her on âilenin başına bir me’mûr vazifelendirip, halkı o sene kontrol altına aldı. Bütün erkekleri şehirden dışarı çıkardı. Şehrin çevresine de nöbetçiler dikti ve erkeklerin şehre girmesini engelletti. Yeni doğan erkek çocukları derhal öldürtüyordu. Bu sûretle yüzbin masum bebeğin öldürüldüğü nakledilmiştir.
Doğacak erkek çocukların öldürülmesi için emir verildiğinde, annesi İbrâhim aleyhisselâma hâmile idi. Babası Târuh ise bu sıralarda vefât etmişti. İbrâhim aleyhisselâmın annesi, Târuh'un kardeşi Âzer ile evlendi.
Mü’mine bir hanım olan bu kadın, Âzer'in şerrini bildiği için, doğacak çocuğa bir zarar vermesinden korkuyordu. Kurtulmak için; “Eğer karnımdaki bu çocuk erkek doğarsa, götürüp Nemrûd'a teslim edersin. Böylece Nemrûd seni daha çok sever ve sana kıymet verir” demesi üzerine Âzer buna sevindi. Doğum zamanı yaklaşınca, onu başından savarak zararından korunmak için; “Kadınların doğum yapmasında ölmek tehlikesi de vardır. Çok korkuyorum. Sen puthâneye git, benim için duâ et kurtulayım” dedi. Böylece hîle ile Âzer'i yanından uzaklaştırdı. Âzer puthâneye giderek içeri kapanıp çıkmadı. Bu sırada İbrâhim aleyhisselâmın annesinin doğum zamanı geldi. Hemen doğum hazırlıklarını tamamlayıp gizlice bir mağaraya gitti. Orada İbrâhim aleyhisselâm dünyâya geldi. Nemrûd gibi zâlim bir diktatörün bütün tedbirleri boşa gitmiş ve İbrâhim aleyhisselâm dünyâya gelmişti. Annesi onu iyice emzirip, mağaranın veya onu bıraktığı ark gibi bir yerin ağzını iyice kapatıp şehre döndü. Âzer'e haber gönderip eve gelmesini istedi. Âzer eve gelip merâkla hâlini sorunca; “Başın sağolsun, bir erkek çocuk doğurdum. Çocuk zayıf doğdu ve hemen öldü” dedi. Buna Âzer de inandı. İbrâhim'in aleyhisselâm annesi, Âzer evden çıkıp gidince gizlice çocuğunu bıraktığı mağaraya gider, onu emzirip dönerdi. Çocuğunun yanına gittiğinde bâzan onu, parmaklarını emer bir hâlde görürdü. Dört parmağından ağzına; yağ, bal, süt ve hurma şırası gelirdi. Ne zaman yalnız kalsa Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı gönderir bu gıdaları parmaklarına akıtırdı.
İbrâhim aleyhisselâmın mağarada ne kadar kaldığı husûsunda rivâyetler muhtelif olup; yedi, onüç, onaltı veya onyedi yaşına, kadar kaldığı rivâyet edilmiştir. Mağaradan çıktıktan sonra, Keldânî kavmine doğru yolu anlatmaya başlamıştır. Bu kavim putlara ve yıldızlara tapıyordu. Azgın kralları Nemrûd da ilâhlık iddia ediyor, insanları kendine taptırıyordu. İbrâhim aleyhisselâm putlara ve yıldızlara tapmanın bâtıl ve yanlışlığını, Nemrûd'un da âciz bir insan olduğunu açık delillerle ve anlayacakları bir usûlle anlattı. Bu husûs, Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi; “Biz (büluğundan) önce İbrâhim'e, tevhîde ve putlara tapmaktan sakınmaya yol bulabilecek rüştünü (veya Mûsâ ve Hârun'dan önce peygamberlik) verdik. Biz onun buna lâyık olduğunu biliyorduk.” (Enbiyâ sûresi: 51) Müfessirler bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle buyurmuşlardır: “Biz İbrâhim'e (büluğundan) önce rüştünü verdik” buyrulan âyet-i kerîmede, eğer İbrâhim aleyhisselâmın büluğundan önceki zaman murâd ise; “Onun rüştünün” mânâsı; din ve dünyâ iyiliğine yol bulmasıdır.
İbrâhim aleyhisselâm mağaradan çıkıp üvey babası Âzer'in evine gittiği zamanlar, başta kavmin kralı Nemrûd olmak üzere insanlar korkunç bir sapıklık ve azgınlık içinde idiler. İbrâhim aleyhisselâmAllahü teâlânın verdiği rüşd ve hidâyet ile insanların hidâyete kavuşmaları, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeleri için tebliğe başladı. Önce üvey babası olan Âzer'e, putlara tapmaktan vazgeçip, Allahü teâlâya îmân etmesini söyledi. İbrâhim aleyhisselâm üvey babası Âzer'e, peygamberlik gereği, gâyet yumuşak bir tavırla, putların; işitmeyen, görmeyen, fayda ve zarar vermekten âciz; onlara tapmanın ise sapıklık ve boş bir şey olduğunu söyledi. Üvey babasını îmâna dâvet etmesi ve nasîhati, Kur'ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresinde bildirilmiştir. Bu husûs ile ilgili âyet-i kerîmelerin tefsîrinde müfessirler şöyle bildirmişlerdir: İbrâhim aleyhisselâm üvey babasına; “Niçin bir fayda vermekten âciz olan şeylere taparsın? Duâ, niyâz ve ibâdet ancak, her şeye kâdir olan, her şeyi bilen Allahü teâlâya yapılır. Putlar kendilerini bile korumaktan âciz şeylerdir. Hiç onlara tapılır mı?” dedi. Yine Âzer'e; “Ey babacığım! Bana; vahiy yoluyla sana gelmeyen, senin bilmediğin bir ilim; Allahü teâlâyı tanımak, îmân etmek ve O'nun hükümleri geldi. Bana tâbi ol, söylediğim şeyleri kabûl et. Seni, doğru bir yola, doğru bir îmâna kavuşturayım. Tâ ki sapıklıktan kurtulup hidâyete kavuşasın. Ey babacığım! Şeytanın seni aldatmasına kapılma, şeytanın seni aldatmak için süslü gösterdiği putlara tapma. Küfründen vazgeç. Şüphesiz ki şeytan, Allahü teâlânın emrine uymayıp isyân etmiştir. Böylesine âsî olan şeytana uyma! Eğer putlara tapmakla küfürde, îmân etmemekte ısrâr edersen, şeytana uyarsan, korkarım ki bu isyânın sebebiyle azâba düşer, ebediyyen felâkete uğrarsın! Şeytanı dost edinmiş olursun ve şeytanla birlikte Cehennem’e atılırsın. Böylece ebedî bir felâketi düşün de şeytana uyma, putlara tapmaktan vazgeç! Allahü teâlâya îmân et ve ebedî saâdete kavuş” dedi. İbrâhim aleyhisselâmın, üvey babası Âzer'e nasîhati ve onu îmâna çağırması Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmiştir:
(Ey Resûlüm!) kitâbda (Kur’an'da bildirilen) İbrâhim'in (babasıyla olan) kıssasını (İslâm'a dâvet ettiğin kimselere), zikret, anlat. Çünkü o sıddîk (doğruluğu tam, sıdkı bütün) bir peygamber idi. Yine hatırla ki, İbrâhim babasına şöyle demişti: “Ey babam! işitmez, görmez ve sana hiç bir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun? Ey babam! Gerçekten bana, sana gelmeyen bir ilim (vahiy yoluyla tevhid ilmi) gelmiştir. O hâlde bana uy da, seni doğru yola ileteyim.
Ey babam! (Allahü teâlâya ortak koşarak, putlara ibâdet ederek) şeytana uyma, çünkü şeytan, Rahmân'a (Allah'a) âsî oldu.
Ey babam! Doğrusu ben korkarım ki, (şeytana uyman sebebiyle) sana Rahmân'dan bir azâb gelir de şeytana (Cehennem’de) yâr, (yardımcı, arkadaş) olursun.” (Meryem sûresi: 41-45)
Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın yumuşaklıkla söylemesine ve Allahü teâlâya îmâna dâvet etmesine rağmen bunu kabûl etmedi ve sert bir lisânla; “Ey İbrâhim! Nedir bu öğütler? Yoksa sen bizim putlarımızı, tanrılarımızı red mi ediyorsun? Eğer tanrılarımızı kötülemekten vaz geçmezsen, sana çirkin sözler söylemekten geri durmam veya seni öldürürüm. Evimden yurdumdan çık, uzaklaş, git!” dedi.
Puthanenin nâzırı yâni bakıcısı olan Âzer, put yapıp satarak geçimini te’min ederdi. Yaptığı putları çocuklarına sattırırdı. İbrâhim aleyhisselâmın da satmasını ister ona da verirdi. Âzer'in oğulları, putları halk arasında överek satarlardı. İbrâhim aleyhisselâm da, satmak için kendine verilen puta ip bağlayıp; sürükleyerek pazara götürürdü. İnsanların yaptığı bu putların; güçsüz, kudretsiz olduğunu göstermek için, sürükleyerek götürdüğü putun başını suya sokar, alay ederek; “Hadi iç!” derdi. Böylece insanlara, bu âciz putlara tapmalarının mânâsızlığını, gösterirdi. Âzer, kıyâmet günü, yüzü simsiyah ve toz toprağa batmış bir hâlde İbrâhim aleyhisselâma gösterilecektir. İbrâhim aleyhisselâm ona, ben sana dünyâda iken benim bildirdiklerime îmân et (putlara tapma) demedim mi? deyince, Âzer; “İşte bu gün sana âsî olmayacağım” diyecek. Fakat iş işten geçmiş olacak, artık affolunmayacak. Bundan sonra Âzer, kana bulanmış bir sırtlan sûretinde İbrâhim aleyhisselâma gösterilecek ve ayaklarından tutulup Cehennem’e atılacaktır. Bu husûslar “Sahîh-i Buhârî”de rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte bildirilmiştir.
O zaman insanların putlara tapması; yıldızları ilâh kabûl etmeleri ve putları da, ilâh kabûl ettikleri yıldızlara yaklaşma vâsıtası olarak düşünmeleri sebebi ile idi. İbrâhim aleyhisselâm Keldânî kavmini bu husûsta da uyararak, yıldızlara tapmanın, onları ilâh kabûl etmelerinin bâtıl ve yanlış olduğunu, gâyet açık bir şekilde, anlayacakları tarzda bildirdi. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Vakta ki İbrâhim (üvey) babası Âzer'e; Sen putları kendine tanrılar mı ediniyorsun? Gerçekten ben, seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum demişti. Biz İbrâhim'e (Âzer'in ve kavminin dalâlette olduğunu öğrettiğimiz gibi) tevhidde yakîn üzere sabitlerden olması için, göklerin ve yerin melekûtunu (mülkünü de) öylece gösterdik.” (En’âm sûresi: 74, 75) Bu âyet-i kerîmede zikredilen “Melekût” kelimesi için Mücâhid ve Sa’îd bin Cübeyr (rahmetullahi aleyhima); “Arş'a kadar yedi kat semâ ve arzın tabakalarıdır” demişlerdir. Katâde (radıyallahü anh) ise, “Melekût” kelimesini şöyle tefsîr etmiştir: “Semânın melekûtu; güneş, ay ve yıldızlar, arzınki ise; dağlar, ağaçlar ve denizlerdir.” Bütün bunlar; Allahü teâlânın büyüklüğünü, her şeye kâdir olduğunu ve âlemleri yoktan var ettiğini gösteren birer işâret ve delildir. İbrâhim aleyhisselâma, semâvatın ve arzın melekûtu gösterildiği beyân burulduktan sonra, meâlen şöyle buyruldu: “Vakta ki İbrâhim'in üzerini gece bürüdü (hava karardı). Yıldız gördü. Bu mu benim Rabbim? dedi. Yıldız batınca (kaybolunca); Ben böyle batanları sevmem dedi. Sonra ayı doğarken gördü. Rabbim bu mudur? dedi. Fakat o da batıp kaybolunca; Yemîn ederim ki, eğer Rabbim benî hidâyet üzerinde sâbit kılmasaydı elbette ben dalâlete düşenler topluluğundan olacaktım demişti. Daha sonra güneşi doğar hâlde görünce; Rabbim bu mudur? Bu gördüklerimden daha büyük dedi. Batınca da şöyle dedi: “Ey kavmim, bu gördükleriniz hep yok olan varlıklardır, ben sizin Allah'a şirk koştuğunuz şeylerden kat’î olarak uzağım” dedi. Şüphesiz ben bir muvahhid (Allahü teâlâya îmân eden) olarak, yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim. Ben Allah'a ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim.” (En’âm sûresi: 76-79)
İbrâhim aleyhisselâmın yıldızları, ayı, sonra da güneşi göstererek; “Bu mu benim Rabbim” dediğini bildiren âyet-i kerîmeler, Mazharî tefsîrinde şöyle tefsîr edilmiştir: “Gece vakti gösterdiği yıldızlar zühre ve müşteri yıldızı idi. Yıldızları, ayı ve güneşi göstererek; “Bu mu benim Rabbim” demesi, yıldızlara tapanları ilzam içindir. Onun bu ifâde şekline baş vurması; batıp kaybolan bu varlıkların ilâh olmadığını, bunları yaratanın Allahü teâlâ olduğunu, O'na îmân etmek lâzım geldiğini kesin ve kat’î deliller ile göstererek, yıldızlara tapanları sükuta mecbûr etmek için idi. Çünkü puta ve yıldıza tapan Keldânî kavmi, yıldızları ilâh tanıdıklarından, işleri yıldızlara bağlıyorlardı. İbrâhim aleyhisselâm böyle davranmakla; onları içinde bulundukları dalâletten, sapıklıktan kurtarmak, delil göstererek hakîkati bildirmek ve Hakk'a kavuşturmak istedi. Bu sebeple de; yıldızları, ayı, güneşi göstererek; “Size göre güyâ bu benim Rabbimdir öyle mi?” dedi.” Yukarıdaki âyet-i kerîmenin tefsîri, Beydâvî tefsîrinin “Şeyhzade hâşiyesi”nde ise şöyle yapılmıştır:
İbrâhim aleyhisselâm böyle söylemekle yıldızlara tapan bir kavme, delil göstermek yoluyla hakîkati bildirmek istemiştir. Onları iyice düşünmeye ve anlamaya sevketmek istemiştir. Yıldızları, ayı ve güneşi gösterip her biri için; “Bu mu benim Rabbim?” diyerek önce dikkatlerini çekmiş, sonra da böyle inanmalarının bâtıl olduğunu söylemiştir. Yâni âdetâ şöyle demiştir. İyice bir düşünün. İlâh dediğiniz bu yıldızlardan daha parlak olan ay ve güneş doğup batıyor. Bunların hepsi dâimâ değişiyor, başkalaşıyor, yâni doğuyor, batıyor. Bunlar nasıl ilâh olabilir. Bunları bir yaratan vardır. O da Allahü teâlâdır. O, noksan sıfatlardan münezzeh ve her şeye kâdirdir.
İbrâhim aleyhisselâm, Keldânî kavmini sapıklıktan kurtarmak ve hidâyete kavuşturmak için, taptıkları yıldızların ve putların ilâh olmadığını anlayabilecekleri açık delillerle gösteriyordu. Onlara; “Nedir bu taptığınız bir takım heykeller, sûretler? Bu cansız ve âciz şeylerin ne faydası ne de zararı vardır. Ey kavmim! Taştan, ağaçtan yaptığınız putlara tapmayı bırakınız, Allah'a şirk koşmayınız! Kesinlikle biliniz ki, sizin ibâdet ettiğiniz şeyler, aslâ size fayda verme gücüne sâhip değildirler. Her şeye kâdir olan Allahü teâlâya îmân ediniz ve O'na ibâdet yapınız. Eğer Allahü teâlâya ibâdet ederseniz mükâfâtını; şirk koşarsanız, azâb ve cezâsını göreceksiniz. Döneceğiniz yer âhırettir. Yaptıklarınızın hesâbını Allah'a vereceksiniz!” şeklinde îkâzda bulundu. Fakat, Keldânî kavmi İbrâhim aleyhisselâma şöyle dedi: “Biz babalarımızı, putlara ibâdet ediciler olarak bulduk. Böylece onlara uyarak putlara tapmaktayız.” Bu cevap karşısında İbrâhim aleyhisselâm; “Ey putlara tapan kavim! Yemîn ederim ki siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içinde bulunmaktasınız!” dedi.
Bu husus Kur’an-ı kerîmde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “Biz (büluğundan) önce İbrâhim'e, tevhîde ve putlara tapmaktan sakınmaya yol bulabilecek rüştünü (veya Mûsâ ve Hârun'dan önce peygamberlik) verdik. Biz, onun buna lâyık olduğunu biliyorduk. O zaman o, babasına ve kavmine; “Sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller nedir?” demişti. Onlar; Biz atalarımızı bunların tapıcıları olarak bulduk (ve biz onlara uymaktayız) dediler. (İbrâhim) dedi ki: “Yemîn ederim ki siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz.” Onlar (İbrâhim'in aleyhisselâm, atalarına dalâlet izâfesine ihtimâl vermedikleri için hayretle); “Sen bize bu sözü gerçek olarak mı söylüyorsun? Yoksa latîfe mi yapıyorsun? (bizimle eğleniyor musun?).” dediler. O da; “Hayır, sizin Rabbiniz hem göklerin, hem de yerin Rabbidir ki, bunları O yaratmıştır ve ben de bu dediğime şâhidlik edenlerdenim. Allah'a yemîn ederim ki, siz arkanızı dönüp (bayram yerinize) gittikten sonra ben putlarınızı elbette kıracağım dedi.” (Enbiyâ sûresi: 51-57) Mücâhid (radıyallahü anh) ve Katâde'nin (radıyallahü anh) kavillerine göre İbrâhim aleyhisselâm; “Putlarınızı kıracağım” diye herkesin duyacağı şekilde açıkça değil, gizlice söylemiş, bunu da bir kişi duymuştu.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget