Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İbrâhim aleyhisselâmın dîni hanîf dînidir. Hanîf kelimesi (Hanef) masdarından türemiş olup sıfat-ı müşebbehedir. Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya yönelen mânâsına gelmektedir. Kelime bâzan meyletmek, bâzan da istikâmet (doğruluk) mânâsına kullanılır. Hanîf'in çoğulu (Hunefâ) dır. Hunefâ (hanîfler); İslâmiyetten önce putlara tapmayan, putperestlerden bu husûsta ayrılan, hac yapan, sünnet olan, kısacası hazret-i İbrâhim'in dîninde bulunan araplardan bir cemâate de denmiştir. Ümeyye bin Ebî Salt ile İslâmiyetten evvel Arabistan'daki hatiplerin meşhûrlarından olan ve herkesi İsmâil aleyhisselâmın dînine çağıran Kus bin Saîde bunlardandır. Külliyat-ı Ebi'l-Beka'da diyor ki: “Hanîf kelimesi, Kur’an-ı kerîmde müslim lâfzı ile beraber zikredildiğinde, hac yapan, tek başına zikredildiğinde, müslüman olan mânâları murâd edilmiştir.”
İsmâil aleyhisselâm da İbrâhim aleyhisselâmın dînini bildiren bir Nebî idi. Hanîflerden Kus bin Saîde, İslâmiyetin gelmesine yakın bir zamanda, Ukaz panayırında okuduğu bir hutbesinde; “...Yemîn ederim ki, Allah'ın indinde bir din vardır. Şimdi bulunduğunuz dinden daha sevimlidir. Ayrıca gelmesi yaklaşan bir peygamberin gölgesi başınız üstüne düştü. Ona îmân eden bahtlı kişiye ne mutlu. Vay ona isyân ve muhâlefet eden talihsizlere ve yazıklar olsun ömürlerini gaflette geçiren ümmetlere!...” diyerek insanlara gelecek olan âhır zaman peygamberini müjdelemiştir.
İbrâhim aleyhisselâm için Kur’an-ı kerîmde Hanîf buyrulması bâtıla değil, Hakk'a yönelmesi sebebiyledir. Yâni Keldânî kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp, onları tahkîr edip, Allahü teâlâya ibâdet ettiği içindir. Hanîf olmak; dinde istikâmet üzere olmak demektir. İstikâmet ise, yalnız Allahü teâlâya yönelmek ve sâdece Allahü teâlâyı Rab bilip, bütün işlerinde O'nun emrine tâbi olup, bu istikâmette yürümektir. Bu husûsta Bakara sûresi 112. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu: “Hayır, onların dediği gibi değil! Kim tâat ve amelinde ihsân mertebesine yükselerek yüzünü (kendini) tamâmen Allahü teâlâya çevirirse (teslim ederse), işte ona Rabbi katında amelinin ecri (olarak Cennet) vardır. Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar, mahzûn da olmazlar.” Yine Ahkâf sûresi 13. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbimiz, Allah'tır deyip, O'nun vahdâniyetini (bir olduğunu) ikrâr edenlere, (bu, ilmin hulâsâsıdır), sonra din işlerinde (amellerin nihâyeti olan) istikâmet üzere bulunanlara, bir korku yoktur. Onlar, mahzûn da olmazlar.” buyrulmaktadır.
Hanîf dîni tâbiri de; kendisinde eğrilik bulunmayan, dosdoğru olan din mânâsınadır ki bu da İslâmiyettir. Hanîflik de, İslâm dîni mânâsınadır. Hanîf, daha çok İbrâhim aleyhisselâmın milleti ve müşrikliğin zıddı olarak bildirilmiştir. Nitekim Bakara sûresi 135. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yahudi ve hıristiyanlar, müslümanlara; Bizim dînimize girerseniz hidâyete erersiniz dediler. (Yâ Muhammed)! De ki, hanîf olduğu (her bâtıl inanıştan uzaklaşıp, hak dinde bulunduğu) hâlde, İbrâhim'in dînine tâbi oluruz” buyrulmaktadır.
Hanîf kelimesi bâzan da tevhid ve ihlâs ile, dinde istikâmet üzere olmayı te’kit için zikredilmektedir. Beyyine sûresi 5. âyet-i kerîmede meâlen; “Onlar, kitaplarında, hanîfler olarak (batıl îtikâd ve dinlerden yüz çevirip) İslâm'a meylederek yalnız Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmek, farz namazları vaktinde kılmak, zekâtı mahalline vermekle emrolundular” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmedeki Hunefâ kelimesi, tevhid ve ihlâs ile dinde istikâmet üzere olmayı te’kid için zikredilmiştir. Hanîf kelimesi bu iki şekilden başka mânâda da gelmiştir.
Kısaca hanîflik, İbrâhim aleyhisselâmın dîninin esas vasfıdır. Bununla beraber, bu husûs yalnız ona mahsus değildir. Hanîflik, umûmiyetle müşrikliğin (Allahü teâlâya, şirk, ortak koşmanın) zıddı olarak, bütün peygamberlerin bildirdikleri tek bir îmânın, yalnız Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmenin adıdır. Bu sebeple Şihristânî, “El-milel ven-nihal” adındaki eserinde, hunefâyı (hanîfleri), umûmî mânâda müşriklerin, daha umûmî mânâda ise sâbitlerin (yıldıza tapanların) zıddı olarak almıştır. Sâbiîlik de, umûmî mânâsıyla müşrikliğin esası, temeli olan eski ve bâtıl bir dindir.
Hunefâ (hanîfler); şirk olan bütün bâtıl inanışlardan uzak durmayı şiâr edinen, sâdece Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağıran ve hakkın mücâdelesini veren, peygamberlerin yolunda gidenler demektir. Hanîfliğin en bariz vasfı; şirkten uzak durup, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmektir. Hac sûresi 30 ve 31. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu: “Rics olan putlara ibâdet ve tâzimden kaçının. Yalan söylemekten, yalancı şâhidlik etmekten de sakının. Allah'a şirk koşmayın. Allah için hâlis müslümanlar, O'na şirk koşmayanlar olun. Kim Allah'a şirk koşarsa, sanki o, gökten düşerek helâk olup da kuşların onu kaptığı, yâhut rüzgârın, onu, helâkine sebep olacak uzak bir yere attığı şey gibidir. (Yani kim îmândan küfre düşerse nefsinin arzu ve istekleri onu perişân eder. Şeytanın vesvesesi onu dalâlet vâdisine düşürür).”
Hanîflik; putlara tapmak sefâletinden ve herhangi bir şeyi mâbud edinmekten kurtulup, yalnız Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmektir. Kısaca kâmil bir mü’min ve müslüman olmaktır. Bu mânâ kelimenin kökünden gelmektedir. Netîce îtibâriyle hanîflik; bütün bâtıl inanışlardan uzak durup, İslâm'a dönmek ve İslâm üzere olmaktır.
İbrâhim aleyhisselâma indirilen suhufda yer alan ve dîninin esaslarından olan husûslardan bir kısmı, Kur’an-ı kerîmde bildirilmiştir:
1- “Kimse kimsenin günahını yüklenmez. Kimse başkasının günahından muâhaze olunamaz.” (Necm sûresi: 38) Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinden biri olan Velîd bin Mugîre, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği husûsları ve nasîhatleri dinler ve bunları dinledikçe de epeyce etkilenirdi. Bu hâliyle, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmaya ve îmân etmeye meyletmişti. Ebû Cehil'in de amcası olan Velîd bin Mugîre'nin bu hâli, Kureyş müşriklerinin dikkatini çekmişti. Ona; “Yoksa ecdadının dînini, (putlara tapmayı) terk mi ediyorsun? Müslüman mı oluyorsun?” dediler. Velîd bin Mugîre onlara; “Ben, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân etmeyenler ve müslüman olmayanlar için bildirdiği azâba düşmekten korkuyorum. Ben, o azâblara dayanamam” dedi. Bunun üzerine, müşriklerden biri Velîd bin Mugîre'ye; “Sen malının yarısını bana ver, senin azâbını ben üzerime alayım” dedi. Güyâ ona garanti verdi. O da kabûl edip malından vermeye râzı oldu. Böyle bir teklife inandığı için, îmân etmekten mahrûm oldu. Sonra, kendisini aldatan müşriğe söz verdiği maldan bir kısmını verip, bir kısmını vermedi. Kendisi gibi bir müşriğe aldanıp mal vermekle, Cehennem azâbından kurtulacağını zanneden Mugîre, böylece îmândan mahrûm oldu. Bu âyet-i kerîme, Velîd'e günahını yükleneceği husûsunda söz veren o müşriğin, sözünün doğru olmadığını ortaya koymaktadır.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: İbrâhim aleyhisselâmdan önce, bir kimse başkasının işlediği suçtan dolayı cezâlandırılırdı. Meselâ bir kimsenin babası, oğlu, kardeşi, hanımı veya kölesi, birini öldürse, buna karşılık, onların yerine o kimse öldürülürdü. Bu durum, İbrâhim aleyhisselâm zamanına kadar devam etti. İbrâhim aleyhisselâm böyle haksız bir muâmeleden onları menetti. Kimsenin başkasının günahı yüzünden hesâba çekilemeyeceğini Allahü teâlânın emriyle onlara bildirdi. Bu husus İslâm Hukuku'nda; “Ukubatta niyâbet cârî olmaz” tâbiri ile ifâde edilmektedir. Bu bir kâide-i külliyedir. Bu bakımdan kimse, başkasının günahını boynuna almakla onu kurtaramaz. Fakat taahhüdünün cezâsını çeker.
Ayrıca hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, İslâm'da kötü bir çığır açarsa, bunun günahı ve kıyâmete kadar bunu yapanların günahları kendisine verilir” buyruldu. Kötü çığır açanların bu şekilde günahkâr olmaları, başkalarının günah işlemelerine sebep oldukları içindir.
2- Bir diğer husûs da meâlen şöyledir: “İnsan için, (ahirette), ancak (dünyâda) ihlâsla işlediği sâlih ameller ve niyeti fayda verir.” (Necm sûresi: 39)
Bu da İbrâhim aleyhisselâmın suhufunda ve Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'ında bildirilen husûslardandır. Bir kimse, sebebiyet vermediği müddetçe başkasının günahından mesul olmadığı gibi, başkasının işlediği sâlih amelden dolayı da mükâfâta müstehak olmaz. Ancak haberlerde meyyit nâmına sadaka vermenin, başkasının yerine hac etmenin onlara faydası olduğu bildirilmiştir. Başkasının yaptığı iş, yine o kimsenin bizzât çalışmasına bağlıdır. Faydası da bu şekilde olur.
Meselâ, peygamberlerin aleyhimüsselâm şefâatinden, meleklerin istiğfârından, müslümanların duâsından ve evlâd-ü iyâlin yâni çoluk-çocuğun verdikleri sadakadan faydalanmak, faydalanan kimsenin îmân sâhibi olmasına bağlıdır. Bu faydalanma, kişinin îmân etmesi ve hâlini düzeltmek için çalışıp gayret göstermesinin semeresidir. Bundan anlaşılıyor ki, başkasının, bir kimse hakkında yaptığı iyiliğin fayda vermesi, fayda görecek kimsenin îmânlı olmasına, bu husûsta çalışıp gayret göstermesine bağlı oluyor. Bu takdirde, başkasının çalışması ve gayreti de sanki, fayda görecek kimsenin çalışması ve gayreti gibidir. Çünkü, başkasının yaptığı işin, bir kimse hakkında faydalı olması, o kimsenin îmân sâhibi olmasına bağlıdır. O kimse îmânlı olmasa idi, ne kendi yaptığının, ne de başkasının onun nâmına yaptığının faydası olurdu. Çünkü kâfir bir kimsenin bunlardan faydalanması imkansızdır. Bir kimse, iyi bir iş yapar, başkalarının da bu işin sevâbından hisse almasına niyet ederse, o kimse de yapılan işin sevâbından faydalanır.
Bir kimse adına, başkasının yaptığı sâlih bir amelin fayda verdiğine dâir bildirilen haberlerden bâzısı şunlardır:
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmiştir: Bir kadın, çocuğunu Resûlullah efendimize arzedip; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Bunun için hac olur mu?” diye suâl etti. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Evet, onun için ve senin için bunun ecri olur.” buyurdu.
Yine Eshâb-ı kirâmdan birisi Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) “Benim annem vefât etti. Onun için sadaka versem, ona sevâbı olur mu?” diye sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Evet olur.” buyurdular.
3- “Onun (her mükellef insanın) hayır ve şerden ibâret olan ameli, kıyâmet gününde mîzânında görülür.” (Necm sûresi: 40) Yâni insan kıyâmet gününde amelini mîzânda görür. Burada mü’min için müjde, kâfir için hüzün vardır. Çünkü Allahü teâlâ mü’mine sevinmesi için sâlih amellerini gösterir. Kâfir ise, kötü amellerini görünce üzülür; gamlı ve çok kederli olur.
4- “İnsana, çalışmasının karşılığı (kıyâmet günü) tam olarak verilecektir.” (Necm sûresi: 41) Yâni herkes çalışmasının karşılığını görecektir. Günah işlemişse, o günahından dolayı cezâ çekecektir. Îmân sâhibi günahkârın günahlarının affedilmesi de umulur. Sâlih amel işleyen mü’min de ihlâsına göre, işlediği güzel amelin sevâbının en az on misli sevâba kavuşur. Yediyüz misli sevâba nâil olacak olan mü’minler de bulunacaktır.
5- (Öldükten sonra) bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir.” (Necm sûresi: 42)
Bu âyet-i kerîmede muhatab hakkında iki husûs vardır: 1- Muhâtab umûmîdir. Buna göre âyet-i kerîmenin meâl-i âlisi şöyledir: "Ey akıl sâhipleri! Bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir." Buna göre, âyet-i kerîmede kötülük yapanın, kötülüğünden vazgeçmesi için şiddetle tehdit edildiğini, iyi kimsenin de, iyiliğinde devam etmesi ve iyiliğini çoğaltması için aynı şekilde teşvik olunduğunu anlamaktayız. 2- Yâhud muhatab Resûlullah efendimizdir (sallallahü aleyhi ve sellem). Buna göre Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli buyrulmaktadır. O zaman âyet-i kerîmenin meâl-i âlisi şu şekildedir; “Ey Resûlüm! Sen, kâfirlerin muâmelelerinden dolayı hüzünlenme. Çünkü, bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir. Onlar âhırette lâyık oldukları cezâya çarptırılacaklardır.”
6- “Muhakkak ki; güldüren de ağlatan da O'dur (Allahü teâlâdır).” (Necm sûresi: 43)
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsîr etmişlerdir: 1- Birbirine zıt olan gülmek ve ağlamayı bir mahalde (insanda) yaratmaya kâdir olan Allahü teâlâdır. Burada, insanın bütün yaptıklarının Allahü teâlânın kazâ ve kaderi ile olduğuna delil vardır. Gülmeye ve ağlamaya kadar insanın bütün yaptıklarını Allahü teâlâ yaratır. 2- Cennet ehlini Cennetle güldüren, Cehennemlikleri Cehennem’de ağlatan O'dur. 3- Yeryüzünü bitkilerle güldüren gök yüzünü yağmurla ağlatan O'dur. 4- Sevindiren ve mahzûn eden O'dur. Çünkü sevinç gülmeye, hüzün ağlamaya sebeptir.
7- “Muhakkak ki; (dünyâda) öldüren, (ahirette) dirilten O'dur.” (Necm sûresi: 44) O'ndan başkasının öldürmeye ve diriltmeye kudreti yoktur. Hattâ, kâtil maktûlü (öldürüleni) yaraladığında, ölüm, Allahü teâlânın yaratması ile meydana gelir.
8- “Nutfe rahme inzâl olunduğu zaman, Allahü teâlâ, nutfeden (her canlıdan) erkek ve dişi iki sınıfı yarattı.” (Necm sûresi: 46) Allahü teâlânın nutfeden (meniden) yaratması O'nun yüce kudretini göstermektedir. Nutfe tek bir şey olduğu hâlde, Allahü teâlâ ondan muhtelif uzuvlar, farklı tabîatlar, erkek ve dişi yaratmaktadır. Bütün bunlar Allahü teâlânın kudretiyle olmaktadır.
9- “Kıyâmette yeniden diriltmek de O'na (Allahü teâlâya) aittir.” (Necm sûresi: 47)
İnsanlar öldükten sonra Allahü teâlâ onları tekrar diriltecek. Herkes yaptığının, karşılığını bulacak; iyi amel işleyenler mükâfâtını görecek, kötü amel işleyenler de cezâsını çekecektir.
Bu husûslar, Mûsâ aleyhisselâma vahyedilen Tevrât’da da bildirilmiştir.
“Mearic-ün-nübüvve” kitabında şöyle bildirilmiştir: “İbrâhim aleyhisselâma vahyedilen suhufda bildirilen şeylerin ekserîsi ibret verici kıssalar (hadiseler) ve nasîhatler idi. Bunlardan bir kısmı Ka'b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiş olup şöyledir:
1- Hak teâlâ hazretleri buyuruyor ki: “Ey Âdemoğlu! Ben sizin her gün yaptığınız ibâdetlere râzıyım. Siz de benim her gün verdiğim rızıklara râzı olun.”
2- Ey Âdemoğlu! Acele etme, rızk taksim olunmuştur. Hırslı olan mahrûm kalır. Cimri olan kötülenir. Hased eden üzülür. Dünyâ devamlı değildir. Rızk verici, sizi yaratan ve yaşatan Allahü teâlâdır.
3- Ey Âdemoğlu! Şimdi fırsatın var iken elinde olanı Allahü teâlâ için ver ki, ilerde sana rehber olsun.
4- Ey Âdemoğlu! Nimet verene şükreyle.
5- Ey Âdemoğlu! Bütün ömrünü dünyâyı istemekle geçirdin. Ya âhıreti ne vakit taleb edeceksin?
6- Ey Âdemoğlu! Size göz verdim. Görmesi câiz olmayan şeylerden gözünüzü çeviresiniz. Ağzınızı yarattım. Söylenmesi câiz olmayan sözü söylemeyesiniz.
7- Ey Âdemoğlu! Uzun emel ile dünyâyı ve az ameli ile âhıreti isteyenlerden olma! Sözü abidlerin kelâmına işi münâfıkların ameline uygun olanlardan ve ihsân olmadığı zaman kanaat; murâdı hâsıl olmayınca da sabr etmeyenlerden olma. Eğer bunlardan olursan sana öyle bir belâ veririm ki, herkese ibret olursun.
8- Ey Âdemoğlu! Her kim seni dost edinirse kendisi için edinir. İzzet ve celâlime yemîn ederim ki, ben seni senin için dost edinirim. Sakın kendini benden uzak eyleme.
9- Ey Âdemoğlu! Sen dâimâ kendi ayıblarını gözet; başkasının ayıblarını araştırma. Aksine davranırsan insâfsız olursun.
10- Ey Âdemoğlu! “La ilâhe illallah” diyen kimsenin, bununla beraber bir çok ameller yapması da lâzımdır. Bunlar; Tevâzu sâhibi olmak, ömrünü benim zikrimle geçirmek, nefsini haramlardan korumak; benim rızâm için gariplere yanında yer vermek, fakirlere ihsân eyleyip yetimlere acımaktır.
11- Ey Âdemoğlu! Ne zaman kalbinde bir kasâvet, sıkıntı ve darlık duysan, malında noksanlık bulsan yâhut bedeninde hastalık hissetsen veya nafakanda bereketsizlik olsa, bilmiş ol ki, söylediğin mâlâyâni (faydasız boş) bir sözün netîcesidir.
12- Ey Âdemoğlu! Eğer Cennet’i seviyorsan Hak teâlâ da tâatı sever. Sen Hak teâlânın sevdiğini işle ki, O da seni sevdiğine kavuştursun. Eğer Cehennem’i sevmiyorsan, Hak teâlâ da günahı sevmez. Sen Hak teâlânın sevmediğini terket ki, O da seni sevmediğinden korusun.
13- Ey Âdemoğlu! Şüpheli şeylerden sakın ki, beni bilesin. Açlığı âdet eyle ki beni tanıyasın. Bana ibâdet etmekle kendinden geçerek bana kavuşasın.
14- Ey Âdemoğlu! Eğer dünyâya çalıştığın kadar âhıret için çalışsaydın, hesapsız Cennet’e girerdin. Eğer kanâat etseydin, herkesten zengin olurdun. Eğer haramdan sakınsaydın, dînini hâlis ederdin. Eğer yalan söylemeği terk etseydin sıddîklardan olurdun.
15- Ey Âdemoğlu! Gücünün yettiği şeyi muhtâçlardan esirgemezsen, murâdını hâsıl ederim. Ben senin misâfirine ikrâm ettiğim gibi, sen de benim misâfirime ikrâm eyle. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin misâfirin kimdir?” deyince, Hak teâlâ; “Kapınıza gelen her fakir ve garib benim misâfirimdir” buyurdu.
16- Ey Âdemoğlu! Sizler günah işleyici, ben ise affediciyim. Günahınıza pişman olarak bana gelirseniz sizi affederim ve günahınıza bakmam.
17- Ey Âdemoğlu! Sana gadab geldiği zaman beni hatırlarsan, gadablanınca, seni anar ve sana acırım.
18- Ey Âdemoğlu! Kim benim verdiğim az rızka râzı olursa ben de onun az amelinden râzı olurum.
19- Ey Âdemoğlu! Üç şey vardır: Biri bana mahsustur. Biri sana. Diğeri de ikimiz arasındadır. Bana mahsus olan rûhtur. Sana mahsus olan bedendir. İkimiz arasında olan da; senden duâ, benden kabûl etmektir. Sakın aramıza haram lokma ile perde çekme.
20- Ey Âdemoğlu! Ne kadar dünyâya gönül bağlarsan, kalbinden muhabbetimi o kadar çıkarırım. Ne kadar dünyâya sarılırsan îmânının parlaklığını o kadar gideririm. Ey Âdemoğlu! Seni dünyâlık toplaman için değil, bana ibâdet edesin diye halk ettim. Mazlumların bedduâsıyla dergâhıma gelme, Zirâ ben, mazlumların duâsını elbette kabûl ederim.
21- Ey Âdemoğlu! Sana yeni rızık göndermediğim hiç bir gün yoktur. Verdiğim rızkı yer, bana isyân eder ve günah işlersin. Sonra duâ edersin, kabûl eder, istediğini veririm. Seni Cennet’ime dâvet edince, kabûl etmezsin. Senin bu işin insâfa sığmaz.
22- Ey Âdemoğlu! Duâ etmeyi ihmâl etme! Duânı kabûl ederim. Ne kadar günah işlesen benden ümîdini kesme. Benim rahmetim her şeyden, çoktur. Ey Âdemoğlu! Sen istemeden îmân verdim. Zannediyor musun ki, bu kadar istemene ve yalvarmana rağmen sana Cennet vermeyeyim. Elbette veririm.
23- Ey Âdemoğlu! Sana ihsân etmeyene sen ihsân eyle. Sana söylemeyene sen söyle (dargın durma), ve sana hıyânet edene sen nasîhatte bulun ve iyilik eyle. Sana zulmedeni sen affeyle. Kötülük yapana iyilik et. Eğer böyle yaparsan Cennet’e önce girenler arasında bulunur, rahmetime kavuşanlardan olursun. Sana da peygamberlerin sevâbını veririm.
24- Ey Âdemoğlu! Sefer azığı hazırla! Çünkü gidecek yol uzundur ve günah yükünü hafif eyle! Zirâ azâb şiddetlidir. Gemini sağlam yap ki deniz derindir. Amelini hâlis eyle! Çünkü Rabbin her şeyi gören ve bilendir.

Kâbe-i muazzamanın, yeryüzünde yapılan ilk binâ ve ilk mâbet olduğu Kur’an-ı kerîmde bildirilmiştir. İlk defâ kimin tarafından yapıldığı husûsunda ise çeşitli rivâyetler vardır. Bir rivâyete göre; Allahü teâlâ, yeryüzünde bir beyt (Kâbe) yapılmasını isteyince meleklerden bir kısmını yeryüzüne gönderip; “Yeryüzünde benim için bir beyt binâ ediniz. Semâda Beyt-i ma’mûr tavâf olundukça, yapacağınız bu beyt de yeryüzünde bulunanlar tarafından ziyâret ve tavâf edilsin” buyurdu.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâma da; “Ey Âdem! Sen sağ oldukça Beytullah'ı tâmir et. Senden sonra gelecek peygamberler ve ümmetler de zaman zaman onu tâmir edecekler. En son Peygambere kadar bu böyle devam edecektir. Son Peygamberden önce Beytullah'ın şerefini, ismini, zikrini, medh-ü senâsını lâyıkıyla yapacak olan bir peygamber göndereceğim. Bu, O'nun dedelerinden İbrâhim'dir. Kâbe'nin temellerini o yükseltecek, inşâ ve tâmirini onun elinde tamamlayacağım. Ona, Harem'i ve Hil'i (Harem'in dışında kalan yerler) göstereceğim. Onu kendime itâatli, emirlerimi tutan ve benim yoluma dâvet eden bir peygamber yapacağım. İnsanlar arasından seçip, ona doğru yolu göstereceğim. İmtihâna çekeceğim, sabredecek. Afiyet vereceğim, şükredecek. Çocukları ve kendinden sonra gelecek olan nesli için duâ edecek. Ben de kabûl edeceğim. Onu, onlar hakkında şefâatçi yapacağım. Benim için adayacak. Benim için vâd edecek ve vâdini yerine getirecek. Neslini Beyt'imin halkı yapmak sûretiyle, bozulup bid’atlere sapmalarına kadar Kâbe'nin hizmetçileri, mütevellîleri, perdedârları ve bekçileri yapacağım. Onlar saptıkları zaman dilediğimi, istediğim şekle çevirmeye gücüm yeter. İbrâhim'i, bu Beyt halkının ve bu din ehlinin rehberi yapacağım. Buralarda bulunan insanlar ve cinlerin hepsi onun yolunda gidecekler. Onun yoluna uyup, orada, onun gibi kurban kesecekler. Onlardan kim bunu yaparsa adağını îfâ etmiş, hac ibâdetini yerine getirmiş olur. Yapmayanlar da haclarını zâyi etmiş, nasiplerini kaybetmişlerdir...” buyurdu.
Âdem aleyhisselâm, meleklerin yol göstermesiyle bugünkü Kâbe'nin olduğu yere geldi. Burada melekler yedi kat yere kadar varan bir temel kazdılar. Otuz kişinin kaldırabileceği kayaları temele koydular. Sonra Allahü teâlâ melekler vâsıtasıyla bu temelin üzerine, Cennet’ten bir beyt indirdi.
Bâzı rivâyetlere göre; Cennet’ten gelen Beytullah (Kâbe-i muazzama), Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra tekrar göklere kaldırıldı. Âdem aleyhisselâmın evlâtları, önceki temellerin üzerine taştan ve çamurdan bir binâ yaptılar. Bu binâ, Nûh aleyhisselâm zamanındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi ise de tûfanda yıkıldı. Allahü teâlâ, tûfandan önce, Hacer-ül-esved’i Ebû Kubeys Dağı’na konmasını emretti. Böylece Kâbe'nin yeri kesin olarak bilinmez hâle geldi. Sâdece, hangi bölgede olduğu biliniyordu.
Burası kırmızı topraklı ve hafif tümsek bir tepe durumunda idi. Bu yerde yapılan duâlar kabûl olup duâ eden herkes murâdına kavuşurdu. Her millet buraya saygı gösterirdi. Bu belirsiz hâl, Nûh aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâm zamanına kadar devam etti.
İbrâhim aleyhisselâmAllahü teâlânın emri ile Kâbe-i muazzamayı yapmak için, Mekke'ye gitti. Oğlu İsmâil aleyhisselâm ile Zemzem kuyusunun başında karşılaştılar. Senelerdir hiç görüşemeyen baba-oğul, sevinçle birbirlerine sarılıp hasretlerini giderdiler. Zemzem kuyusunun başında oturdukları zaman İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! Allahü teâlâ, bana kendi zâtı için bir beyt yapmamı emrediyor. Sen de yardım eder misin?” buyurdu, İsmâil aleyhisselâm da; “Elbette yardım ederim” diye cevap verdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Kâbe'yi nerede yapayım?” diye suâl etti. Cenâb-ı Hak; “Biz sana onun yerini göstereceğiz” buyurdu. Bir rivâyete göre Kâbe'nin yerini Cebrâil aleyhisselâm gösterdi. Böylece İbrâhim aleyhisselâm oğlu İsmâil aleyhisselâm ile birlikte temel kazmaya başladı. Âdem aleyhisselâm zamanında kazılan temeli buldular. Aynı temel üzerine, Kâbe'yi inşâ etmeye başladılar. Cebrâil aleyhisselâmın târifine göre İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmın getirdiği taşlarla, binâyı yapıyordu. Nihâyet Kâbe'nin duvarları yükseldi ve yukarıya taş yetişemez oldu. Bunun üzerine büyükçe bir taş getirdiler. İbrâhim aleyhisselâm bu taşa basarak duvarı örmeye devam etti. Mübârek ayağının izi çıkan bu taşa da Makâm-ı İbrâhim dendi. Kâbe'de tavâf namazı bu taşın bulunduğu yer olan Makâm-ı İbrâhim'de kılınır. Binanın yapımında, melekler, taş getirmede İsmâil aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esved'e gelince İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâret olsun!” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Bundan daha iyi bir taş getir” deyince, Ebû Kubeys Dağı’ndan; “Cebrâil aleyhisselâm tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!” diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı, Ebû Kubeys dağından alınıp, Kâbe'deki yerine konuldu.
Baba-oğul, Kâbe'yi yapıp bitirince, Bakara sûresi 127. âyet-i kerîmesinde meâlen bildirildiği gibi; “Yâ Rabbî! Bizden bu hayırlı işi kabûl et! Muhakkak ki sen, duâmızı işitici, niyetimizi bilicisin.” diye duâ ettiler.
İbrâhim aleyhisselâm, Kâbe-i muazzamayı yapınca Cebrâil aleyhisselâm; “Ey İbrâhim! Beytullah'ı yedi defâ tavâf et” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, oğlu İsmâil aleyhisselâm ile birlikte, Kâbe'yi tavâf etmeye başladı. Her tavâfta rükünlerin hepsinde istilâm yaptılar. Yedi tavâfı bitirdikten sonra Makâm-ı İbrâhim'in arkasında ikişer rekat namaz kıldılar. Bundan sonra Cebrâil aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâma hac ile ilgili bütün ibâdet yerlerini; Safâ, Merve, Minâ, Müzdelife ve Arafat'ı gösterdi. Cebrâil aleyhisselâm Arafat'a kadar olan her yerde yapılacak ibâdetleri yaptırdı ve tek tek öğretti. Arafat meydanına geldikleri zaman; “Ey İbrâhim! Hac vazifesini yapacağın yerleri öğrendin mi?” diye sordu. İbrâhim aleyhisselâm da; “Evet, öğrendim” diye cevap verdi.
İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmla haccın erkânını yerine getirdikten sonra, oğluna Kâbe'ye bakması ve onu koruması için tenbihatta bulundu ve Şam'a gitmek istedi. Gitmeden önce bir gün Arafat'a çıkmıştı. Mekke-i mükerremeye baktı. Burası bir vadi içinde olup, taşlı ve kumlu idi. Oğlu İsmâil aleyhisselâmın evlâdını düşünerek, şefkât edip mübârek ellerini kaldırdı ve; “Yâ Rabbî! İsmâil'in evlâdına rahmet eyle” diye duâ buyurdu. Gideceği sırada kendisine vahy gelerek, Hac sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi meâlen; “Bütün insanlara haccı îlân et. Gerek yaya olarak, gerek her uzak yoldan zayıf develer (binekler) üzerinde tavâf için Kâbe'ye gelsinler” buyruldu. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Benim sesim nereye kadar ulaşır ki?” dedi. Cenâb-ı Hak'dan; “Seslenmek senden, seni insanlara duyurmak benden. Tâ ki, insanlar gelip bu evi ziyâretle şereflensinler” emr-i ilâhîsi geldi. İbrâhim aleyhisselâm mübârek yüzünü Yemen tarafına çevirip; “Ey insanlar! Allahü teâlâ, bir ev binâ ettirdi ve bu evi ziyâret etmenizi emreyledi. Geliniz, Kâbe'yi ziyâret ediniz” diye seslendi. Her yöne doğru dönerek birer defâ bağırdı. Hak teâlâ İbrâhim aleyhisselâmın sesini bütün dünyâya duyurdu. İnsanlar bu sesi duyunca; “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk (emrine âmâdeyim Allah'ım!)” diye cevap verdiler. O zaman, ana rahminde ve baba sulbünde ne kadar hacca gidecek kimse varsa, hepsi “Lebbeyk” dediler. Bir defâ hac yapacak olanlar bir defâ, iki defâ hacca gidecekler iki defâ, daha fazla yapacaklar da ziyâdesiyle cevap verdiler. Sonra İbrâhim aleyhisselâm, oğlu İsmâil aleyhisselâm ve Cürhümîlerle beraber hac yaptı ve Şam'a döndü. Ertesi sene hac mevsiminde refîkası Sâre vâlidemizi ve oğlu İshak aleyhisselâmı da alarak Mekke'ye geldi. Haccı edâ ettikten sonra, tekrar Şam'a döndüler.
Kâbe-i muazzama, Mescid-i Haram'ın ortasında, dört köşe taştan bir oda olup, 17 m. yüksekliktedir. Kuzey duvarı 8,8 m. güney duvarı 7 m. doğu duvarı 11,9 m. batı duvarı 12,8 m. uzunluğundadır. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-esved taşı vardır. Hacer-ül-esved’in yüksekliği, yere nazaran bir metreden fazladır. Hacıların ellerini, yüzlerini sürmeleri ve öpmeleri sebebiyle çukurlaşmıştır. Kâbe'nin doğu duvarında bir kapı vardır. Kapı yerden 1,7 m. yükseklikte olup, eni 1,7 m. boyu 2,7 m.dir. Duvarlarının iç yüzü ve zemini renkli mermerlerle kaplıdır.
Kâbe'nin dört köşesine Rükn denir. Şam'a karşı olan köşeye Rükn-i Şâmî, Bağdat'a karşı olana Rükn-i Irâkî, Yemen tarafında olana Rükn-i Yemânî, dördüncü köşeye de Rükn-i Hacer-ül-esved denir. Rükn-i Irakî hizasında; yedisi mermer, diğer basamakları ağaçtan 27 basamaklı, minâre merdiveni gibi yuvarlak olan merdiveni, Osmanlı sultânlarından ikinci Mustafa Han yenilemiştir. Kapının sağ tarafında çukur ve tavana kadar yükselen üç direk bulunmaktadır. Kâbe'nin dış yüzü ipekten yapılmış siyah bir perde ile örtülüdür. Kapının perdesi yeşil atlastır.
Zemzem kuyusu, Mescid-i Haram içinde, Hacer-ül-esved köşesi karşısında ve köşeden 8 m. uzakta bir odada olup, 1,8 m. yüksekliğinde taştan yapılmış bir bileziği vardır. Birinci Sultân Abdülhamid Han'ın yaptırdığı bu odanın zemini mermer döşeli ve duvarlara doğru meyillidir.
Kâbe'nin kuzey duvarı üzerinde altın oluk vardır. Yerde bu oluk hizasında, kavis şeklinde duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yere Hatim denir. Dünyâda Mekke-i mükerremede bulunan Kâbe'den başka ikinci bir Kâbe yoktur ve burası yeryüzünün en kıymetli yeridir.
Kâbe-i muazzamaya bakmak sevâbdır. Beytullah ilk görüldüğünde yapılan duâlar kabûl olunur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kâbe'yi gördüğü zaman mübârek ellerini kaldırıp; “Ey Allah'ım! Bu beytin şerefini, saygısını, heybetini, kerâmetini arttır. Hac ve Umre yapanların da şerefini, din gayretini, âzametini ve keremini ziyâde et” diye duâ ederdi. Ayrıca Kâbe'yi tavâf ederlerken Hacer-ül-esved rüknünde hazret-i Âişe vâlidemize buyurdular ki: “Ey Âişe! Bu taş, eğer câhiliyet devrinin pislikleri ve kirleri ile kirletilmiş olmasaydı, onunla her türlü hastalık, veba ve musîbetten kurtulmak için Allahü teâlâdan şifâ istenir ve hâlen de cenâb-ı Hakk'ın ilk indirdiği şekilde bulunurdu, Hak teâlâ elbette bir gün onu ilk yarattığı şekle döndürecektir. O, Cennet yâkutlarından beyaz bir yâkut idi. Fakat Allahü teâlâ, onu, kötülerin günahı sebebiyle değiştirip; zînetini, zâlim ve günahkârlardan gizledi. Zirâ onlar, Cennet’ten çıkma bir şeye bakmaya lâyık değillerdir.” Bir hadîs-i şerîflerinde de; Allahü teâlâ Hacer-ül-esved’i kıyâmette mahşer meydanına getirecek, onun, göreceği iki gözü, konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm yapanlara (el sürüp, öpenlere) hakkıyla şâhidlik yapacaktır” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Hacer-ül-esved rüknü ile Rükn-i Yemânî arasında şu duâyı okurlardı: “Ey Allah'ım! Sen Allahü teâlâsın. Sen Rahmânsın. Senden başka ilâh yoktur. Sen varsın, senden başka Rab yoktur. Sen, gâfil olmayan, devamlı var olansın. Sen, görüneni de görünmeyeni de yaratansın. Ey Allah'ım! Beni ihsân ettiğin rızka kanaat ettir. O rızka, benim için bereket ver ve beni, bana malûm olmayan her şeyde hayırla muhâfaza et. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin.” Rükn-i Yemânî’ye gelince de; “Ey Allah'ım! Küfürden, zilletten, fakirlikten dünyâ ve âhırette îtibâr kaybettirecek yerlerde durmaktan sana sığınırım. Ey bizim Rabbimiz! Sen bize dünyâda da, âhırette de nîmet ver ve bizi Cehennem azâbından koru” diye duâ buyururlardı.
Kâbe'yi tavâf etmenin fazîleti hakkında sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) pek çok hadîs-i şerîfleri vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir: “Kim Beytullah'ı tavâf ederse, Allahü teâlâ, onun her adımına bir sevâb yazıp, bir günahını siler.”, “Bu beyt, İslâmın direğidir. Kim bu beyti ziyâret etmek maksadıyla hac veya umre yapmaya çıkarsa (bu yolda) öldüğü takdirde, Allahü teâlâ, onu Cennet’ine koymayı, sağ kaldığı takdirde, ganîmet ve mükâfâtla memleketine döndürmeyi taahhüt eder.”
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün eshâbından birine Kâbe-i muazzamayı ziyâret ile ilgili buyurdular ki: “Şüphesiz sen, Beytullah'ı ziyâret kastıyla evinden çıktığın zaman, bindiğin deve, ayağını her kaldırıp indirdikçe, Allahü teâlâ sana bir sevâb yazıp bir günahını da siler. Cenâb-ı Hak katındaki mevkîin dahî bir derece yükselir. Kâbe-i muazzamayı tavâf esnâsında, ayağını her kaldırıp indirdikçe, Hak teâlâ, sana bir sevâb verir, bir hatânı yok eder. Allahü teâlâ katındaki mevkîin de bir derece yükselir. Tavâftan sonra kılacağın iki rekat namazın sevâbı ise, İsmâil aleyhisselâm neslinden yetmiş köle âzâd etmekle birdir. Safâ ile Merve arasında dolaşman, bir köle âzâd etmek kadar sevâbdır. Allahü teâlâ, Arafat'ta meleklerine karşı sizinle öğünerek buyurur ki: “Bu benim kullarım, engin vâdileri aşarak, toz toprak içinde benim emrimi yerine getirmeye geldiler. Benim rahmetimi istiyorlar. Onların günahları; denizdeki kumlar, yağmurlardaki damlalar, yâhut denizdeki dalgaların köpükleri kadar çok olsa da, günahlarını mağfiret edeceğim. Hem sizleri hem de şefâatçi olduğunuz kimseleri affediyorum.” Cemreleri taşlarken attığınız bir taş, günahınızı yok eder. Kestiğin kurban da Allahü teâlâ katında senin için saklanacaktır. Başından tıraş ettiğin veya kısalttığın saç kıllarının her biri senin için bir sevâbdır. Her kıla karşılık olarak da Allahü teâlâ senden bir hatâyı siler.”
Bu müjdeyi alan o kimse; “Yâ Resûlallah! Eğer günahlar daha az ise ne olacaktır?” diye suâl edince de buyurdular ki: “Kıyâmete kadar hasenâtın senin için saklanır. Bu işlerden sonra Beytullah'ı tekrar tavâf ederken, tamâmen günahsız olarak tavâf edersin. Sonra bir melek gelip; Geçmiş bütün günahların affedilmiştir. Artık istikbâlin için amel et der.”
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kâbe'ye bakmanın fazîletiyle ilgili olarak da; “Her gün ve her gece Allahü teâlâ Beytullah'ın üzerine yüzyirmi rahmet indirir. Bunların altmışı tavâf edenler, kırkı namaz kılanlar, yirmisi de Kâbe'ye bakanlar içindir” buyurdu. Sa’îd bin Müseyyib hazretleri buyurdu ki: “Kim Allahü teâlâya inandığı ve sırf O'nu tasdik ettiği için Kâbe-i muazzamaya bakarsa, anasından doğduğu gibi günahlarından, sıyrılır.” Ebû Saib (radıyallahü anh) da buyurdu ki: “Kim Allahü teâlâya inandığı ve tasdik ettiği için Kâbe'ye bakarsa, ağacın yaprakları döküldüğü gibi, günahları da ondan dökülür. Mescid-i Haram'da oturup tavâf etmese ve namaz kılmasa, sâdece Beytullah’a baksa; ona bakmayıp evinde nâfile ibâdet ve namaz kılmakla meşgûl olan kimseden daha çok sevâb kazanır.”
Makâm-ı İbrâhim'in fazîleti hakkında Abdullah bin Amr hazretleri buyurdu ki: “Şüphesiz Hacer-ül-esved ile Makâm-ı İbrâhim, Cennet’ten çıkmadırlar” İbn-i Abbâs'dan rivâyet edildiğine göre; “Dünyâda Hacer-ül-esved ile Makâm-ı İbrâhim'den başka Cennet varlığı yoktur. Zirâ onlar Cennet cevherlerindendir. Eğer onlara müşrikler ellerini dokundurmasalardı, onlara dokunan dert sâhiplerine Allahü teâlâ mutlakâ şifâ verirdi.”
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâbına (radıyallahü anhüm) Medîne-i münevverede bulunan Mescid-i Nebî için buyurdu ki: Allahü teâlâya yemîn ederim ki, burada namaz kılmak, diğer memleketlerde namaz kılmaktan bin derece daha fazîletlidir.” Başka bir hadîs-i şerîfinde de; “Mescid-i Haram'da namaz kılmanın fazîleti, benim bu mescidimde yüz namaz kılmaktan daha fazîletlidir.” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin fethinde, Mekke'nin fazîletini bildiren bir hadîs-i şerîfinde; “Ey insanlar! Şüphesiz Allahü teâlâ, gökleri ve yeryüzünü, güneş ile ayı yarattığı zaman Mekke'yi yasak bölge (harem) yapmıştır. Şu iki dağı da buraya koymuştur. Mekke, kıyâmete kadar haremdir. Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanan kimseler için; burada, kan akıtmak, ağaç kesmek, helâl olmaz. Eğer; “Resûlullah Harem'de harp etmiştir…” denilecek olursa; “Allahü teâlâ bunu Resûlüne helâl kılmıştır, size mubâh etmemiştir” deyiniz” buyurdular.
Kâbe'nin çeşitli zamanlarda yapılan tâmir ve inşâsı sırası ile şöyledir: 1- Meleklerin ve Âdem aleyhisselâmın inşâsı, 2- Şît aleyhisselâmın inşâsı, 3- İbrâhim aleyhisselâmın inşâsı, 4- Amalikalıların inşâsı, 5- Cürhüm kabîlesinin inşâsı, 6- Kusayy'ın inşâsı, 7- Kureyş'in inşâsı, 8- Abdullah bin Zübeyr'in inşâsı, 9- Haccac'ın inşâsı, 10- Sultân Dördüncü Murad Han'ın inşâsı.

İsmâil aleyhisselâm büyüyüp gençlik çağına girmişti. Cürhümîlerden Arapça öğrenmiş ve onlar arasında çok sevilen bir genç olmuştu. Asâleti ve üstün hâlleri ile Cürhümîleri hayran bırakıyordu. Bu sebeple evlenecek çağa girdiğinde onu kendi kabîlelerinden bir kız ile evlendirdiler. Oraya gelen insanların kalbleri onlara ısınmış, o belde emîn ve ma’mûr bir yer olmuştu. Hayatları böyle hoş bir şekilde sürüp giderken günün birinde hazret-i Hâcer vefât etti. Vefât ettiğinde doksan yaşında idi. Hazret-i Hâcer'i Kâbe'nin bitişiğinde bir yer olan ve Hicr denilen yere defnettiler.
İbrâhim aleyhisselâm bir gün onları görmek için Mekke'ye doğru yola çıktı. Bu sırada hazret-i Hâcer vefât etmiş, İsmâil aleyhisselâm da evlenmişti. Babası İbrâhim aleyhisselâmın kendilerini görmeye geldiği sırada, İsmâil aleyhisselâm yiyeceklerini te’min etmek için evinden dışarı çıkmıştı. İbrâhim aleyhisselâm oğlu İsmâil aleyhisselâmın evine yarıp, hazret-i İsmâil'in hanımından onu sordu. “Yiyeceğimizi kazanmak için dışarı çıktı, evde yok” dedi. “Geçiminiz, hâliniz nasıldır?” diye sordu. İsmâil aleyhisselâmın hanımı; “Şiddetli bir darlıkta ve sıkıntılı bir hâldeyiz” diyerek hâllerinden şikâyetçi oldu. İbrâhim aleyhisselâm ona; “Kocan geldiğinde benden selâm söyle, kapısının eşiğini değiştirsin!” dedi. Sonra da ayrılıp gitti. İsmâil aleyhisselâm evine geldiğinde evinde güzel bir koku duydu. “Evimize gelen oldu mu?” diye sorunca, hanımı; “Evet yaşlı bir zât geldi” diyerek İbrâhim aleyhisselâmı târif etti. Sonra; “Bana mâişetimizi, geçimimizi sordu. Ben de şiddetli bir darlık içinde bulunduğumuzu söyledim” dedi. Bunun üzerine İsmâil aleyhisselâm; “Bana söylemen için bir tavsiye ve tenbihte bulundu mu?” diye sordu. Hanımı da; “Evet, sana selâm söylememi ve kapının eşiğini değiştirmeni söylememi tenbih etti” dedi. İsmâil aleyhisselâm bunları işitince; “O gelen ihtiyâr zât benim babamdır. Bana, senden ayrılmamı emretmiştir. Artık sen âilenizin evine gidebilirsin” dedi. Ondan ayrılıp Cürhümîlerden başka bir kadınla evlendi.
İbrâhim aleyhisselâm, bir müddet sonra tekrar, oğlu İsmâil aleyhisselâmı görmeye geldi. İsmâil aleyhisselâm yine evde yoktu. İsmâil aleyhisselâmın yeni hanımına onu sordu. O da; “Mâişetimizi te’min etmek için gitti” dedi. “Geçiminiz, hâliniz nasıl, iyi midir?” dedi. Hazret-i İsmâil'in hanımı; “Biz; hayır, saâdet ve bolluk içindeyiz” diyerek Allahü teâlâya hamdetti. “Ne yiyip ne içiyorsunuz?” deyince de; “Et yeyip, zemzem içiyoruz” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl, bereket ihsân eyle” diye duâ etti. Buharî'de İbn-i Abbâs'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İbrâhim (aleyhisselâm) zamanında Mekke civarında hububât bilinmiyordu. Av etiyle gıdalanılırdı. Eğer o zaman hububât malûm olsaydı, İbrâhim aleyhisselâm hububât hakkında duâ ederdi” buyurmuştur. İbn-i Abbâs buyurdu ki:” İbrâhim aleyhisselâmın bu duâsı bereketiyle Mekke sıcak olmasına rağmen, et ile su, burada diğer yerlere nazaran insanlara daha faydalıdır.”
“Mearic-ün-nübüvve” kitabında da şöyle yazılmıştır:
“İbrâhim aleyhisselâm, oğlu hazret-i İsmâil'in ikinci hanımına “Hâliniz nasıldır” buyurduğunda; “Elhamdülillah iyiyiz, hayır içindeyiz” dedi ve İbrâhim aleyhisselâma çok hürmet ve ikrâmda bulundu. Buyurun evimizi şereflendirin, hazırda ne varsa size ikrâm edeyim” dedi. İçeri girmeyip döneceğini söyleyince, İbrâhim aleyhisselâma; “Başınız toz içinde kalmış, müsâde ederseniz tozları silip temizleyeyim” dedi. Müsâde etti, o da tozları temizleyip güzel koku sürdü. Atına binip gideceği sırada bir tabak içinde peynir getirip eliyle tuttu. İsmâil aleyhisselâmın bu hanımının ismi Hâle idi. İbrâhim aleyhisselâm onun hizmetinden memnun oldu. Ona; “Kocan geldiğinde benden selâm söyle evinin eşiğini iyi muhâfaza etsin” buyurdu. Sonra İbrâhim aleyhisselâm onların berekete kavuşması için duâ etti ve geri Şam'a döndü.
Akşam hazret-i İsmâil evine döndü. Hanımına; “Bugün kimse geldi mi? deyince, hanımı; “İhtiyâr bir zât geldi, alnında ve yüzünde büyüklük ve peygamberlik nûru parlıyordu. Sana selâm söyledi, evinin eşiğini iyi muhâfaza etsin diye tenbih etti” dedi. İsmâil aleyhisselâm ağlayarak; “O gelen benim babamdır. Evin eşiğinden maksadı sensin. Ey Hâle sana müjdeler olsun! Âhır zaman peygamberi Habîbullah'ın (Muhammed aleyhisselâmın) mübârek nûru sana nasîb olacak (senden geçecek)” buyurdu. İsmâil aleyhisselâmın bu hanımı Hâle'den bir oğlu oldu. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nûru bu oğluna geçip ondan da evlâtlarına intikâl etti.”
İbrâhim aleyhisselâm bir müddet sonra Şam'dan İsmâil aleyhisselâmın bulunduğu yere, Mekke'ye tekrar geldi. Bu gelişinde, İsmâil aleyhisselâm Zemzem kuyusunun yakınında, büyük bir ağacın altında okunu yontup düzeltmekte idi. Babası İbrâhim aleyhisselâmı görünce hemen kalkıp, karşıladı. Uzun zamandan beri birbirlerine hasret idiler. Kucaklaşıp, hoş geldin dedi ve elini öptü. O da oğlunun gözlerinden öptü. Oturup hasretlerini giderdikten sonra İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! Allahü teâlâ bana muazzam bir iş emretti” dedi. İsmâil aleyhisselâm da; “Ey babacığım! Allahü teâlâ ne emrettiyse o emri yerine getir!” dedi. “Fakat sen bana yardımcı olacaksın” deyince; “Babacığım ben sana her türlü yardımı yaparım” cevâbını verdi. Sonra İbrâhim aleyhisselâm, yüksekçe bir yere işâret ederek; “Allahü teâlâ bana burada bir beyt (Kâbe'yi) yapmamı emretti!” dedi. İşaret ettiği yerde, Kâbe'nin temellerini bulup birlikte yeniden inşâ ettiler.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget