Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İbrâhim aleyhisselâm ülü’l-azm peygamberlerin ikincisidir. Ülü’l-azm; Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etmek, bildirmek husûsunda gayret ve azm sâhibi, bu husûsta insanlardan gelen işkence ve sıkıntılara sebâtla, yılmadan katlanan demektir. İbrâhim aleyhisselâmpeygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra bütün peygamberlerden ve resûllerden üstündür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, her zamanda, her memlekette yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve geleceklerin her bakımdan en üstünüdür. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra gelen bütün peygamberler onun neslindendir. Bu bakımdan Ebü'l-enbiya yâni peygamberler babası diye isimlendirilmiştir. Kur’an-ı kerîmde, şu sıfatlarla anılmıştır: Halîm (yumuşak huylu); Reşîd (doğru yolda giden, doğru yolu gösteren); Evvâh (çok duâ eden, merhametli, ince kalbli, îmânı kuvvetli); Münîb (Hakk'a bağlanan); Kânit (itaat eden, boyun eğen); Şâkir (şükür ve hamd edici); Sıddîk (sıdkı, doğruluğu tam); Sâlih (iyilik ve salâh sâhibi); İctibâ ve İstıfâ (seçilmiş).
İbrâhim aleyhisselâm, peygamberlik vazifesini yapması, sıkıntı ve belâlara katlanmasıyla da medhedilmiştir.
Kur’an-ı kerîmde Bakara sûresi 124. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu: “Bir vakit Rabbi İbrâhim'i bir takım kelimeler (emirler ve yasaklar) ile imtihân etti. İbrâhim onları tamâmen yerine getirdi. Allahü teâlâ; “Ben seni insanlara imâm (dinde önder, rehber) yapacağım.” buyurdu...” Hazret-i İbrâhim'in imâmlığı umûma olup ve ebedîdir. Zirâ sonra gelen peygamberler onun neslindendir. Ayrıca, ondan sonra gelen peygamberler, dinlerinin îmân edilecek temel esaslarında ve insana âit bütün kemâllerde, ona uymakla, bereketli ve emîn olan yolundan gitmekle emrolunmuşlardır. İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlâya, sonra gelecek ümmetler içinde hayırla yâd edilmesi için duâ etti. Bu duâsı kabûl olundu. Allahü teâlâ onu bütün insanlara imâm kıldı. Kıyâmete kadar bütün dinlerdeki insanlar, dağınık tâifeler din ve mezhepte bâzıları, hesap ve nesepte ise hepsi, İbrâhim aleyhisselâma mensup olduklarını söylediler. Bütün dünyâ milletleri İbrâhim aleyhisselâma karşı muhabbet ve tâzime riâyet ettiler. Kıyâmete kadar insanlar arasında, kalblerin mahbubu, azîzi ve mergûbudur. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti her namazda salavât okurken; “Yâ Rabbî! İbrâhime ve İbrâhim'in âline salât (rahmet) ettiğin gibi Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ve âline de salât et” demektedir. Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Gerçekten İbrâhim, hak dîne yönelen, Allah'a itâat üzere bulunan, bütün iyi hasletleri kendinde toplayan bir imâm idi (rehberdi).” (Nahl sûresi: 120) İmâm (rehber) buyrulması çok ümmetlerde toplu olarak bulunmayan üstünlükleri, fazîletleri, kemâl dereceleri kendinde topladığı içindir. Veya zamanında bütün insanlar küfr üzere olup, ondan başka îmân eden olmadığı içindir. “Fevâyîh-i Mıskiyye” de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet günü bütün insanlar kabirlerinden kalkınca, melekler, İbrâhim aleyhisselâm elbisesiz olarak ateşe atıldığı için, Cennet’ten getirdikleri hullelerden ilk önce ona giydirirler.” buyruldu.
Kur’an-ı kerîmde İbrâhim aleyhisselâmın vasıflarını bildiren bâzı âyet-i kerîmeler meâlen şöyledir:
“Hakîkaten İbrâhim bir ümmetti. Allah'a itâatkardı. (Bâtıl dinlerden uzak ve) Hanîf idi (muvahhid bir müslümandı.)” O (hiçbir zaman) müşriklerden olmamıştır. O (Allah'ın) nîmetlerine şükredendi. Allahü teâlâ onu beğenip seçmiş, kendisini doğru yola iletmişti. Biz ona dünyâda bir hasene vermiştik. Şüphesiz ki o, âhırette de sâlihlerdendir. (Ey Muhammed!) Sonra biz sana bütün bâtıl dinlerden uzak olan İbrâhim'in dînine (tevhidde, yumuşaklık ve mudâra ile hak dîne dâvette, müşriklere deliller getirmekte ona) tâbi ol. “O, müşriklerden olmadı diye” vahyettik (O, tevhid dîninde olanların başı idi).” (Nahl sûresi: 120-123)
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrini müfessirler şöyle bildirmiştir:
1- Âyet-i kerîmede İbrâhim aleyhisselâmın tek başına bir ümmet olduğu bildirilmiştir. Bunun tefsîrinde birkaç husus vardır: 1- İbrâhim aleyhisselâm hayır yolu gösterir, bunu öğretirdi. Bir ümmette bulunan güzel hasletler yalnız onda toplanmıştı. Bu sebeple başlı başına bir ümmet olmuştu.
2- Mücâhid (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: O zaman insanlar küfür üzere iken, sâdece İbrâhim aleyhisselâm mü’min idi. Bu sebeple yalnız başına bir ümmet olmuştur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Zeyd bin Ömer bin Nüfeyr hakkında; Allahü teâlâ onu tek başına bir ümmet olarak gönderir.” buyurdu.
3- Tevhid ve hak dîni üzere bir ümmetin meydana gelmesine vesîle olduğu için, ona başlı başına bir ümmet buyrulmuştur.
2- Allahü teâlâya itâatkar idi.” Emirlerini yerine getirirdi. Ebü’d-Derdâ (radıyallahü anh) buyurdu ki: İbrâhim aleyhisselâm namaz kılarken kalbinin cızırtısı çok uzak mesâfeden duyulurdu.
3- “Hanîf idi.” Hanîf, tam olarak İslâm’a meyleden, yönelen demektir. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: İlk önce İbrâhim aleyhisselâm sünnet olmuş, hac vazifelerini yerine getirmiş ve kurban kesmiştir. Bunlar hanîfliğin husûsiyetlerindendir.
4- “O müşriklerden değildi.” Yâni, İbrâhim aleyhisselâm küçüklüğünde de, büyüdüğü zaman da tevhid îtikâdı üzere idi. Kureyş müşrikleri kendilerinin İbrâhim aleyhisselâmın dîni üzere olduklarını söylüyorlardı. Onların iddia ettikleri gibi, İbrâhim aleyhisselâm müşriklerden değildi. Çünkü o, tevhid (kelâm) ilminin esaslarını ortaya koydu. Zamânın kralına karşı kâinatın yaratıcısının varlığını delillerle ispat etti. “Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir” dedi. Sonra; “Ben batanları (kaybolanları) sevmem” buyurarak putlara ve yıldızlara ibâdet edilmesinin bâtıl ve boş bir şey olduğunu ispat etti. Putları da kırdı. Bu yüzden Nemrûd ve kavmi tarafından ateşe atıldı. Allahü teâlâ, kuşları diriltmek sûretiyle, ona, ölüleri nasıl dirilttiğini gösterdi.
5- Az olsun, çok olsun Allahü teâlânın bütün nîmetlerine şükredici idi ve misâfirsiz yemek yemezdi.
6- Allahü teâlâ, onu peygamber olarak seçti.
7- Allahü teâlâ, onu doğru yola yâni tevhid dîni olan İslâm’a hidâyet etti.
8- Allahü teâlâ, ona dünyâda hasene verdi. Bu hasene, Allahü teâlânın ona peygamberlik vermesi, kendisini halîl (dost) kılması, ihtiyârlığında evlâd ihsân etmesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin namazlarında Muhammed aleyhisselâma salât okudukları gibi, İbrâhim aleyhisselâma da salât okumasıdır. Yâni namazlarda; “Allahümme salli alâ Muhammedin ve ala âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhim...” demeleridir.
Katâde (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâmı bütün mahlûkâta sevdirdi. Bütün dinlerin mensupları ondan memnun idiler, onu çok severlerdi.”
Allahü teâlânın İbrâhim aleyhisselâmı, Halîl (hâlis bir dost) edinmesi, onu ilâhî sırlara vâkıf kılarak ihsân buyurmasıdır.
İbrâhim aleyhisselâma “Halîl” isminin verilmesinin sebebi ile ilgili çeşitli rivâyetler yapılmış olup, en mûteberi; Allahü teâlâya karşı pek ziyâde muhabbeti olması ve Allahü teâlânın rızâsını ve muhabbetini celbeden ibâdet ve tâatları yapması sebebiyledir.
İbrâhim aleyhisselâm İbranîce konuşurdu. İbrânice Arapça'ya benzerdi. İbrâhîm ismi, İbrânice olup, mânâsı; “Ebî rahîm” yâni merhametli baba demektir. İbrâhim aleyhisselâm peygamberler babası olup, bütün insanlara karşı merhametli olduğu için bu isimle anıldı. İbrâhim aleyhisselâmın kumaş tüccarlığı ve zirâatla de meşgûl olduğu rivâyet edilmiştir. İnsanları doyurmak, misâfirlere ziyâfet vermek için zirâat yapardı. Sürüleri, koyunları ve sığırları sayılamayacak kadar çoktu. Bütün bunları insanların menfaatine harcamıştır. Köy, kasaba ve şehirler îmâr etmiştir.
İbn-i Abbâs'dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma çok mal ve zenginlik verdi. İbrâhim aleyhisselâm misâfir, yolcu ve garipler için iki kapılı bir misâfirhane yapmıştı. İçinde kışın kışlık, yazın yazlık elbiseleri ve dâimâ yiyeceklerle dolu bir sofrayı hazır bulundururdu. Muhtâc kimseler bir kapıdan girer, karnını doyurur, istediği elbiseyi giyer ve diğer kapıdan çıkıp giderdi. Misâfirhanede; yiyecek, içecek ve giyecekler eksildikçe tamamlardı.” Onun bu işteki sadâkatinden dolayı mezârının bulunduğu Halîlurrahmân'da (bugün İsrâil işgalindeki Hebron), onun vefâtından sonra da, oraya gelen misâfirlere kusursuz ikrâmda bulunulurdu. (Osmanlı Devleti zamanında ve daha önceki devirlerde buraya gelen misâfirlere ikrâmı karşılamak için, gelir olarak köyler vakfedilmişti.)
İbrâhim aleyhisselâmın sünneti olan misâfirperverlik ve cömertlik, her dinde çok öğülmüş, hadîs-i şerîf de; “Misâfirperver olmayanda hayır yoktur.” buyrulmuştur. Ancak bu hususta da ölçüyü gözetmek lâzımdır.
Dinimizde esas olan, misâfir gelince; tekellüf etmemeli, kendisini sıkıntıya sokmamalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Misâfir için tekellüf etmeyiniz. Sonra ona düşman olursunuz. Misâfire düşman olan, Allahü teâlâya düşman olmuş olur. Allahü teâlâya düşman olana da, Allahü teâlâ düşman olur.” buyrulmuştur. Garib bir misâfir gelirse, onun için borç yapmak ve tekellüf etmek câizdir. Fakat birbirlerini ziyârete gelen dostlar için sıkıntıya girmemelidir. Gidip gelmemeye sebep olur. Ebû Râfi’ anlatır: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle buyurdu: “Filan yahudiye söyle, Receb ayına kadar borç un versin. Misâfirim gelmiştir.” Yahudi; Teminat vermeyince vermem dedi. Döndüm ve; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Teminat istiyor dedim. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Vallahi ben gökte emînim, yerde emînim. Eğer verirse, geri veririm. Şimdi zırhımı te’minat göster.” buyurdu. Götürdüm ve te’minat verdim.
Bir dostunu, bir sevdiğini misâfir edip, yemek vermek; birçok sadakadan daha üstündür. Hadîs-i şerîfte; “Üç şeyden suâl yoktur: Kulun sahurda yediğinden, iftar ettiğinden, misâfirlerle yediğinden.” buyruldu. Ca'fer bin Muhammed buyurdu ki: “Din kardeşlerinle sofraya oturduğun zaman, acele etme ki uzun sürsün. Çünkü bu zaman ömürden sayılmaz.” Hasen-i Basrî hazretleri; “Kendine, babasına, annesine sarf ettiğinin hesâbı vardır. Ama misâfirlere ikrâm edilen yemekten suâl yoktur” buyurdu. Büyüklerden bâzıları misâfir gelince sofraya çok yemek koyarlar ve; Hadîs-i şerîfte; “Misâfirlerden artan yemeği yiyene, bu yediğinden suâl yoktur.” buyruldu. Bunun için, sizin önünüzden kaldırıldıktan sonra, bunları yiyeceğim derlerdi.
Emîr-ül-mü’minîn hazret-i Ali buyurdu ki: “Müslümanların önüne çeşitli ve fazla fazla yemek koymayı, bir köle âzâd etmekten daha çok severim.” Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: Allahü teâlâ kıyâmet gününde; “Ey insanoğlu! Dünyâda acıktım, bana yemek vermedin buyurur. Bütün âlemlerin sâhibi iken, Sen nasıl acıkırsın? derler. Bir din kardeşin aç idi. Ona yedirseydin, Bana yedirmiş olurdun buyurur.” Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bir din kardeşine doyuncaya kadar yemek ve su vereni, Allahü teâlâ Cehennem’den yedi hendek uzaklaştırır. Her bir hendek arasında beşyüz senelik yol vardır.” buyurdu ve yine buyurdu ki: “Sizin hayırlınız, yemeği çok vereninizdir.”
Dinimize uygun olarak bir kardeşine misâfir gitmenin ve gelen misâfire ikrâm etmenin nasıl olacağını, İslâm âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) şöyle açıklamıştır: Birbirine ziyârete giden dostların şu dört edebe dikkat etmeleri lâzımdır:
1- Çağrılmadığı yere yemek vaktinde gitmemelidir. Hadîs-i şerîfte;
“Çağrılmadan bir kimseye yemeğe giden, giderken günah işler, yemekte ise haram yemiş olur.” buyruldu. Ama tesâdüfen giderse, izinsiz yememelidir. Buyurun, yiyin denirse, kalbden söylenmediğini bilirse, yine yememelidir. Bir sebep, söyleyerek güzellikle el çekmelidir. Fakat güvendiği bir dostunun evine giderse, kalbinden geçeni bilirse câizdir. Hattâ dostlar arasında bu sünnettir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ömer acıktıkları zaman, Ebû Eyyûbe’l-Ensârî ve Ebül-Heysem-i Tehyân'ın evlerine giderler, yemek isterlerdi. Ev sâhibinin böyle bir şeyi çok sevdiği bilinince, böyle davranmakla onun iyilik yapmasına yardım edilmiş olur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Berîre'nin (radıyallahü anh) evine gider, o evde olmasa da yemeğinden yerdi. Çünkü buna sevineceğini bilirdi. Muhammed ibni Vasi' (rahmetullahi aleyh) verâ sahiblerinin büyüklerindendi. Talebesi ile Hasen-i Basrî'nin (rahmetullahi aleyh) evine gider ve bulduklarını yerlerdi. Hasen-i Basrî eve gelince, buna sevinirdi. Bâzı insanlar, Süfyân-ı Sevrî’nin evinde böyle yaptılar. “Bizden öncekilerin âdetini bana hatırlattınız, çünkü onlar böyle yaparlardı.” buyurdu.
2- Arkadaşı misâfirliğe gelince hazırda olanı getirmeli, tekellüf ve zahmet etmemelidir. Bir şeyi yoksa borç almamalıdır. Çoluk-çocuğuna yetecek kadardan fazla bir şeyi yoksa, onlara vermemelidir, yâni çoluk-çocuğun ihtiyâcına öncelik vermelidir. Hazret-i Ali'yi bir kimse yemeğe dâvet etti. Buyurdu ki: “Üç şartla gelirim: Pazardan bir şey getirmeyeceksin, evinde olandan başka bir şey almayacaksın, çoluk-çocuğunun nasîbini kısmadan vereceksin.” Fudayl bin Iyâd (rahmetullahi aleyh); “Birbirinden kesilen insanlar, tekellüf sebebiyle kesilmişlerdir. Tekellüf (zahmet) aradan kalkarsa, çekinmeden birbirlerine gidip gelebilirler” buyurdu. Büyüklerden birine, bir dostu tekellüfte bulundu. Buyurdu ki: “Yalnız yesen böyle yemezsin, ben de yalnız olsam böyle yemem. Bir araya gelince, niçin bu tekellüfe lüzum görülüyor? Ya tekellüfü aradan kaldır, yâhut bundan sonra bir daha gelmem.” Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh); “Bize, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tekellüf etmememizi ve hazır olanı misâfire ikrâmdan kaçınmamamızı söylerdi” buyurdu. Enes bin Mâlik ve diğer Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) birbirlerinin önüne ekmek ve kuru hurma getirirler; “Hazır olanı aşağı görüp misâfirin önüne koymamak mı; yoksa önüne geleni beğenmeyerek, aşağı görüp yememek mi, daha çok günahtır, bilmiyoruz” derlerdi. Yûnus aleyhisselâm, misâfirlerin önüne ekmek ve kendi ektiği tere otundan getirir ve; “Allahü teâlâ tekellüf edenlere (yani misâfire hazır olandan başka şeyler ikrâm edenlere) lânet etmeseydi, tekellüf eder, size çok şey ikrâm ederdim” buyururdu. Buradan, işlerde tekellüf etmektense, doğruluk üzere ve olduğu gibi görünmenin daha iyi olduğu anlaşılmaktadır.
3- Ev sâhibini zorlamamalıdır. İki şey arasında onu serbest bırakırsa, kolayını seçmelidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün işlerde böyle yapardı. Selmân-ı Fârisî'nin (radıyallahü anh) yanına birisi geldi. Önüne bir parça arpa ekmeği ve tuz getirdi. O kimse; “Eğer kekik olsaydı, bu tuzla iyi giderdi” dedi. Selmân'ın (radıyallahü anh) bir şeyi yoktu. Hemen gidip su kabını rehin bırakarak kekik satın atıp geldi. O kimse yemeği yiyince de; Allahü teâlâya hamd olsun ki, verdiği rızka bizi kanaat edici eyledi dedi. Selmân (radıyallahü anh) “Sende kanaat olsa, su kabım rehinde olmazdı” buyurdu. Zor olmadığını, hattâ ev sâhibinin memnun olacağını bildiği yerde, misâfirin ev sâhibinden istemesi câizdir. İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi aleyh) Bağdat'ta Za’ferânî'nin evinde idi. Za’feranî her gün, çeşit çeşit, yemekler pişirirdi. Bir gün İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh) kendi yazısıyla bir kâğıda istediği yemeği yazdı. Za’ferânî hizmetçisinin elinde bu yazıyı görünce çok sevindi ve bu nîmete şükür olarak hizmetçisini âzâd eyledi.
4- Ev sâhibi gelenlere; “Cânınız ne ister, ne seversiniz?” demelidir. Onların istediklerine kalben râzı olursa, bunun sevâbı daha çok olur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Bir müslüman kardeşinin arzusunu yerine getirene, milyon sevâb yazılır ve milyon günahı silinir, milyon derece kazanır. Firdevs, Adn ve Huld Cennetlerinden nasîb alır.” buyurdu. Bir şey getireyim mi, getirmeyeyim mi? diye sormak, mekruh ve çirkindir. Hazırda ne varsa getirilir, yemezse geri götürülür.

İbrâhim aleyhisselâmın dîni hanîf dînidir. Hanîf kelimesi (Hanef) masdarından türemiş olup sıfat-ı müşebbehedir. Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya yönelen mânâsına gelmektedir. Kelime bâzan meyletmek, bâzan da istikâmet (doğruluk) mânâsına kullanılır. Hanîf'in çoğulu (Hunefâ) dır. Hunefâ (hanîfler); İslâmiyetten önce putlara tapmayan, putperestlerden bu husûsta ayrılan, hac yapan, sünnet olan, kısacası hazret-i İbrâhim'in dîninde bulunan araplardan bir cemâate de denmiştir. Ümeyye bin Ebî Salt ile İslâmiyetten evvel Arabistan'daki hatiplerin meşhûrlarından olan ve herkesi İsmâil aleyhisselâmın dînine çağıran Kus bin Saîde bunlardandır. Külliyat-ı Ebi'l-Beka'da diyor ki: “Hanîf kelimesi, Kur’an-ı kerîmde müslim lâfzı ile beraber zikredildiğinde, hac yapan, tek başına zikredildiğinde, müslüman olan mânâları murâd edilmiştir.”
İsmâil aleyhisselâm da İbrâhim aleyhisselâmın dînini bildiren bir Nebî idi. Hanîflerden Kus bin Saîde, İslâmiyetin gelmesine yakın bir zamanda, Ukaz panayırında okuduğu bir hutbesinde; “...Yemîn ederim ki, Allah'ın indinde bir din vardır. Şimdi bulunduğunuz dinden daha sevimlidir. Ayrıca gelmesi yaklaşan bir peygamberin gölgesi başınız üstüne düştü. Ona îmân eden bahtlı kişiye ne mutlu. Vay ona isyân ve muhâlefet eden talihsizlere ve yazıklar olsun ömürlerini gaflette geçiren ümmetlere!...” diyerek insanlara gelecek olan âhır zaman peygamberini müjdelemiştir.
İbrâhim aleyhisselâm için Kur’an-ı kerîmde Hanîf buyrulması bâtıla değil, Hakk'a yönelmesi sebebiyledir. Yâni Keldânî kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp, onları tahkîr edip, Allahü teâlâya ibâdet ettiği içindir. Hanîf olmak; dinde istikâmet üzere olmak demektir. İstikâmet ise, yalnız Allahü teâlâya yönelmek ve sâdece Allahü teâlâyı Rab bilip, bütün işlerinde O'nun emrine tâbi olup, bu istikâmette yürümektir. Bu husûsta Bakara sûresi 112. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu: “Hayır, onların dediği gibi değil! Kim tâat ve amelinde ihsân mertebesine yükselerek yüzünü (kendini) tamâmen Allahü teâlâya çevirirse (teslim ederse), işte ona Rabbi katında amelinin ecri (olarak Cennet) vardır. Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar, mahzûn da olmazlar.” Yine Ahkâf sûresi 13. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbimiz, Allah'tır deyip, O'nun vahdâniyetini (bir olduğunu) ikrâr edenlere, (bu, ilmin hulâsâsıdır), sonra din işlerinde (amellerin nihâyeti olan) istikâmet üzere bulunanlara, bir korku yoktur. Onlar, mahzûn da olmazlar.” buyrulmaktadır.
Hanîf dîni tâbiri de; kendisinde eğrilik bulunmayan, dosdoğru olan din mânâsınadır ki bu da İslâmiyettir. Hanîflik de, İslâm dîni mânâsınadır. Hanîf, daha çok İbrâhim aleyhisselâmın milleti ve müşrikliğin zıddı olarak bildirilmiştir. Nitekim Bakara sûresi 135. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yahudi ve hıristiyanlar, müslümanlara; Bizim dînimize girerseniz hidâyete erersiniz dediler. (Yâ Muhammed)! De ki, hanîf olduğu (her bâtıl inanıştan uzaklaşıp, hak dinde bulunduğu) hâlde, İbrâhim'in dînine tâbi oluruz” buyrulmaktadır.
Hanîf kelimesi bâzan da tevhid ve ihlâs ile, dinde istikâmet üzere olmayı te’kit için zikredilmektedir. Beyyine sûresi 5. âyet-i kerîmede meâlen; “Onlar, kitaplarında, hanîfler olarak (batıl îtikâd ve dinlerden yüz çevirip) İslâm'a meylederek yalnız Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmek, farz namazları vaktinde kılmak, zekâtı mahalline vermekle emrolundular” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmedeki Hunefâ kelimesi, tevhid ve ihlâs ile dinde istikâmet üzere olmayı te’kid için zikredilmiştir. Hanîf kelimesi bu iki şekilden başka mânâda da gelmiştir.
Kısaca hanîflik, İbrâhim aleyhisselâmın dîninin esas vasfıdır. Bununla beraber, bu husûs yalnız ona mahsus değildir. Hanîflik, umûmiyetle müşrikliğin (Allahü teâlâya, şirk, ortak koşmanın) zıddı olarak, bütün peygamberlerin bildirdikleri tek bir îmânın, yalnız Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmenin adıdır. Bu sebeple Şihristânî, “El-milel ven-nihal” adındaki eserinde, hunefâyı (hanîfleri), umûmî mânâda müşriklerin, daha umûmî mânâda ise sâbitlerin (yıldıza tapanların) zıddı olarak almıştır. Sâbiîlik de, umûmî mânâsıyla müşrikliğin esası, temeli olan eski ve bâtıl bir dindir.
Hunefâ (hanîfler); şirk olan bütün bâtıl inanışlardan uzak durmayı şiâr edinen, sâdece Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağıran ve hakkın mücâdelesini veren, peygamberlerin yolunda gidenler demektir. Hanîfliğin en bariz vasfı; şirkten uzak durup, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmektir. Hac sûresi 30 ve 31. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu: “Rics olan putlara ibâdet ve tâzimden kaçının. Yalan söylemekten, yalancı şâhidlik etmekten de sakının. Allah'a şirk koşmayın. Allah için hâlis müslümanlar, O'na şirk koşmayanlar olun. Kim Allah'a şirk koşarsa, sanki o, gökten düşerek helâk olup da kuşların onu kaptığı, yâhut rüzgârın, onu, helâkine sebep olacak uzak bir yere attığı şey gibidir. (Yani kim îmândan küfre düşerse nefsinin arzu ve istekleri onu perişân eder. Şeytanın vesvesesi onu dalâlet vâdisine düşürür).”
Hanîflik; putlara tapmak sefâletinden ve herhangi bir şeyi mâbud edinmekten kurtulup, yalnız Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmektir. Kısaca kâmil bir mü’min ve müslüman olmaktır. Bu mânâ kelimenin kökünden gelmektedir. Netîce îtibâriyle hanîflik; bütün bâtıl inanışlardan uzak durup, İslâm'a dönmek ve İslâm üzere olmaktır.
İbrâhim aleyhisselâma indirilen suhufda yer alan ve dîninin esaslarından olan husûslardan bir kısmı, Kur’an-ı kerîmde bildirilmiştir:
1- “Kimse kimsenin günahını yüklenmez. Kimse başkasının günahından muâhaze olunamaz.” (Necm sûresi: 38) Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinden biri olan Velîd bin Mugîre, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği husûsları ve nasîhatleri dinler ve bunları dinledikçe de epeyce etkilenirdi. Bu hâliyle, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmaya ve îmân etmeye meyletmişti. Ebû Cehil'in de amcası olan Velîd bin Mugîre'nin bu hâli, Kureyş müşriklerinin dikkatini çekmişti. Ona; “Yoksa ecdadının dînini, (putlara tapmayı) terk mi ediyorsun? Müslüman mı oluyorsun?” dediler. Velîd bin Mugîre onlara; “Ben, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân etmeyenler ve müslüman olmayanlar için bildirdiği azâba düşmekten korkuyorum. Ben, o azâblara dayanamam” dedi. Bunun üzerine, müşriklerden biri Velîd bin Mugîre'ye; “Sen malının yarısını bana ver, senin azâbını ben üzerime alayım” dedi. Güyâ ona garanti verdi. O da kabûl edip malından vermeye râzı oldu. Böyle bir teklife inandığı için, îmân etmekten mahrûm oldu. Sonra, kendisini aldatan müşriğe söz verdiği maldan bir kısmını verip, bir kısmını vermedi. Kendisi gibi bir müşriğe aldanıp mal vermekle, Cehennem azâbından kurtulacağını zanneden Mugîre, böylece îmândan mahrûm oldu. Bu âyet-i kerîme, Velîd'e günahını yükleneceği husûsunda söz veren o müşriğin, sözünün doğru olmadığını ortaya koymaktadır.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: İbrâhim aleyhisselâmdan önce, bir kimse başkasının işlediği suçtan dolayı cezâlandırılırdı. Meselâ bir kimsenin babası, oğlu, kardeşi, hanımı veya kölesi, birini öldürse, buna karşılık, onların yerine o kimse öldürülürdü. Bu durum, İbrâhim aleyhisselâm zamanına kadar devam etti. İbrâhim aleyhisselâm böyle haksız bir muâmeleden onları menetti. Kimsenin başkasının günahı yüzünden hesâba çekilemeyeceğini Allahü teâlânın emriyle onlara bildirdi. Bu husus İslâm Hukuku'nda; “Ukubatta niyâbet cârî olmaz” tâbiri ile ifâde edilmektedir. Bu bir kâide-i külliyedir. Bu bakımdan kimse, başkasının günahını boynuna almakla onu kurtaramaz. Fakat taahhüdünün cezâsını çeker.
Ayrıca hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, İslâm'da kötü bir çığır açarsa, bunun günahı ve kıyâmete kadar bunu yapanların günahları kendisine verilir” buyruldu. Kötü çığır açanların bu şekilde günahkâr olmaları, başkalarının günah işlemelerine sebep oldukları içindir.
2- Bir diğer husûs da meâlen şöyledir: “İnsan için, (ahirette), ancak (dünyâda) ihlâsla işlediği sâlih ameller ve niyeti fayda verir.” (Necm sûresi: 39)
Bu da İbrâhim aleyhisselâmın suhufunda ve Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'ında bildirilen husûslardandır. Bir kimse, sebebiyet vermediği müddetçe başkasının günahından mesul olmadığı gibi, başkasının işlediği sâlih amelden dolayı da mükâfâta müstehak olmaz. Ancak haberlerde meyyit nâmına sadaka vermenin, başkasının yerine hac etmenin onlara faydası olduğu bildirilmiştir. Başkasının yaptığı iş, yine o kimsenin bizzât çalışmasına bağlıdır. Faydası da bu şekilde olur.
Meselâ, peygamberlerin aleyhimüsselâm şefâatinden, meleklerin istiğfârından, müslümanların duâsından ve evlâd-ü iyâlin yâni çoluk-çocuğun verdikleri sadakadan faydalanmak, faydalanan kimsenin îmân sâhibi olmasına bağlıdır. Bu faydalanma, kişinin îmân etmesi ve hâlini düzeltmek için çalışıp gayret göstermesinin semeresidir. Bundan anlaşılıyor ki, başkasının, bir kimse hakkında yaptığı iyiliğin fayda vermesi, fayda görecek kimsenin îmânlı olmasına, bu husûsta çalışıp gayret göstermesine bağlı oluyor. Bu takdirde, başkasının çalışması ve gayreti de sanki, fayda görecek kimsenin çalışması ve gayreti gibidir. Çünkü, başkasının yaptığı işin, bir kimse hakkında faydalı olması, o kimsenin îmân sâhibi olmasına bağlıdır. O kimse îmânlı olmasa idi, ne kendi yaptığının, ne de başkasının onun nâmına yaptığının faydası olurdu. Çünkü kâfir bir kimsenin bunlardan faydalanması imkansızdır. Bir kimse, iyi bir iş yapar, başkalarının da bu işin sevâbından hisse almasına niyet ederse, o kimse de yapılan işin sevâbından faydalanır.
Bir kimse adına, başkasının yaptığı sâlih bir amelin fayda verdiğine dâir bildirilen haberlerden bâzısı şunlardır:
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmiştir: Bir kadın, çocuğunu Resûlullah efendimize arzedip; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Bunun için hac olur mu?” diye suâl etti. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Evet, onun için ve senin için bunun ecri olur.” buyurdu.
Yine Eshâb-ı kirâmdan birisi Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) “Benim annem vefât etti. Onun için sadaka versem, ona sevâbı olur mu?” diye sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Evet olur.” buyurdular.
3- “Onun (her mükellef insanın) hayır ve şerden ibâret olan ameli, kıyâmet gününde mîzânında görülür.” (Necm sûresi: 40) Yâni insan kıyâmet gününde amelini mîzânda görür. Burada mü’min için müjde, kâfir için hüzün vardır. Çünkü Allahü teâlâ mü’mine sevinmesi için sâlih amellerini gösterir. Kâfir ise, kötü amellerini görünce üzülür; gamlı ve çok kederli olur.
4- “İnsana, çalışmasının karşılığı (kıyâmet günü) tam olarak verilecektir.” (Necm sûresi: 41) Yâni herkes çalışmasının karşılığını görecektir. Günah işlemişse, o günahından dolayı cezâ çekecektir. Îmân sâhibi günahkârın günahlarının affedilmesi de umulur. Sâlih amel işleyen mü’min de ihlâsına göre, işlediği güzel amelin sevâbının en az on misli sevâba kavuşur. Yediyüz misli sevâba nâil olacak olan mü’minler de bulunacaktır.
5- (Öldükten sonra) bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir.” (Necm sûresi: 42)
Bu âyet-i kerîmede muhatab hakkında iki husûs vardır: 1- Muhâtab umûmîdir. Buna göre âyet-i kerîmenin meâl-i âlisi şöyledir: "Ey akıl sâhipleri! Bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir." Buna göre, âyet-i kerîmede kötülük yapanın, kötülüğünden vazgeçmesi için şiddetle tehdit edildiğini, iyi kimsenin de, iyiliğinde devam etmesi ve iyiliğini çoğaltması için aynı şekilde teşvik olunduğunu anlamaktayız. 2- Yâhud muhatab Resûlullah efendimizdir (sallallahü aleyhi ve sellem). Buna göre Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli buyrulmaktadır. O zaman âyet-i kerîmenin meâl-i âlisi şu şekildedir; “Ey Resûlüm! Sen, kâfirlerin muâmelelerinden dolayı hüzünlenme. Çünkü, bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir. Onlar âhırette lâyık oldukları cezâya çarptırılacaklardır.”
6- “Muhakkak ki; güldüren de ağlatan da O'dur (Allahü teâlâdır).” (Necm sûresi: 43)
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsîr etmişlerdir: 1- Birbirine zıt olan gülmek ve ağlamayı bir mahalde (insanda) yaratmaya kâdir olan Allahü teâlâdır. Burada, insanın bütün yaptıklarının Allahü teâlânın kazâ ve kaderi ile olduğuna delil vardır. Gülmeye ve ağlamaya kadar insanın bütün yaptıklarını Allahü teâlâ yaratır. 2- Cennet ehlini Cennetle güldüren, Cehennemlikleri Cehennem’de ağlatan O'dur. 3- Yeryüzünü bitkilerle güldüren gök yüzünü yağmurla ağlatan O'dur. 4- Sevindiren ve mahzûn eden O'dur. Çünkü sevinç gülmeye, hüzün ağlamaya sebeptir.
7- “Muhakkak ki; (dünyâda) öldüren, (ahirette) dirilten O'dur.” (Necm sûresi: 44) O'ndan başkasının öldürmeye ve diriltmeye kudreti yoktur. Hattâ, kâtil maktûlü (öldürüleni) yaraladığında, ölüm, Allahü teâlânın yaratması ile meydana gelir.
8- “Nutfe rahme inzâl olunduğu zaman, Allahü teâlâ, nutfeden (her canlıdan) erkek ve dişi iki sınıfı yarattı.” (Necm sûresi: 46) Allahü teâlânın nutfeden (meniden) yaratması O'nun yüce kudretini göstermektedir. Nutfe tek bir şey olduğu hâlde, Allahü teâlâ ondan muhtelif uzuvlar, farklı tabîatlar, erkek ve dişi yaratmaktadır. Bütün bunlar Allahü teâlânın kudretiyle olmaktadır.
9- “Kıyâmette yeniden diriltmek de O'na (Allahü teâlâya) aittir.” (Necm sûresi: 47)
İnsanlar öldükten sonra Allahü teâlâ onları tekrar diriltecek. Herkes yaptığının, karşılığını bulacak; iyi amel işleyenler mükâfâtını görecek, kötü amel işleyenler de cezâsını çekecektir.
Bu husûslar, Mûsâ aleyhisselâma vahyedilen Tevrât’da da bildirilmiştir.
“Mearic-ün-nübüvve” kitabında şöyle bildirilmiştir: “İbrâhim aleyhisselâma vahyedilen suhufda bildirilen şeylerin ekserîsi ibret verici kıssalar (hadiseler) ve nasîhatler idi. Bunlardan bir kısmı Ka'b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiş olup şöyledir:
1- Hak teâlâ hazretleri buyuruyor ki: “Ey Âdemoğlu! Ben sizin her gün yaptığınız ibâdetlere râzıyım. Siz de benim her gün verdiğim rızıklara râzı olun.”
2- Ey Âdemoğlu! Acele etme, rızk taksim olunmuştur. Hırslı olan mahrûm kalır. Cimri olan kötülenir. Hased eden üzülür. Dünyâ devamlı değildir. Rızk verici, sizi yaratan ve yaşatan Allahü teâlâdır.
3- Ey Âdemoğlu! Şimdi fırsatın var iken elinde olanı Allahü teâlâ için ver ki, ilerde sana rehber olsun.
4- Ey Âdemoğlu! Nimet verene şükreyle.
5- Ey Âdemoğlu! Bütün ömrünü dünyâyı istemekle geçirdin. Ya âhıreti ne vakit taleb edeceksin?
6- Ey Âdemoğlu! Size göz verdim. Görmesi câiz olmayan şeylerden gözünüzü çeviresiniz. Ağzınızı yarattım. Söylenmesi câiz olmayan sözü söylemeyesiniz.
7- Ey Âdemoğlu! Uzun emel ile dünyâyı ve az ameli ile âhıreti isteyenlerden olma! Sözü abidlerin kelâmına işi münâfıkların ameline uygun olanlardan ve ihsân olmadığı zaman kanaat; murâdı hâsıl olmayınca da sabr etmeyenlerden olma. Eğer bunlardan olursan sana öyle bir belâ veririm ki, herkese ibret olursun.
8- Ey Âdemoğlu! Her kim seni dost edinirse kendisi için edinir. İzzet ve celâlime yemîn ederim ki, ben seni senin için dost edinirim. Sakın kendini benden uzak eyleme.
9- Ey Âdemoğlu! Sen dâimâ kendi ayıblarını gözet; başkasının ayıblarını araştırma. Aksine davranırsan insâfsız olursun.
10- Ey Âdemoğlu! “La ilâhe illallah” diyen kimsenin, bununla beraber bir çok ameller yapması da lâzımdır. Bunlar; Tevâzu sâhibi olmak, ömrünü benim zikrimle geçirmek, nefsini haramlardan korumak; benim rızâm için gariplere yanında yer vermek, fakirlere ihsân eyleyip yetimlere acımaktır.
11- Ey Âdemoğlu! Ne zaman kalbinde bir kasâvet, sıkıntı ve darlık duysan, malında noksanlık bulsan yâhut bedeninde hastalık hissetsen veya nafakanda bereketsizlik olsa, bilmiş ol ki, söylediğin mâlâyâni (faydasız boş) bir sözün netîcesidir.
12- Ey Âdemoğlu! Eğer Cennet’i seviyorsan Hak teâlâ da tâatı sever. Sen Hak teâlânın sevdiğini işle ki, O da seni sevdiğine kavuştursun. Eğer Cehennem’i sevmiyorsan, Hak teâlâ da günahı sevmez. Sen Hak teâlânın sevmediğini terket ki, O da seni sevmediğinden korusun.
13- Ey Âdemoğlu! Şüpheli şeylerden sakın ki, beni bilesin. Açlığı âdet eyle ki beni tanıyasın. Bana ibâdet etmekle kendinden geçerek bana kavuşasın.
14- Ey Âdemoğlu! Eğer dünyâya çalıştığın kadar âhıret için çalışsaydın, hesapsız Cennet’e girerdin. Eğer kanâat etseydin, herkesten zengin olurdun. Eğer haramdan sakınsaydın, dînini hâlis ederdin. Eğer yalan söylemeği terk etseydin sıddîklardan olurdun.
15- Ey Âdemoğlu! Gücünün yettiği şeyi muhtâçlardan esirgemezsen, murâdını hâsıl ederim. Ben senin misâfirine ikrâm ettiğim gibi, sen de benim misâfirime ikrâm eyle. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin misâfirin kimdir?” deyince, Hak teâlâ; “Kapınıza gelen her fakir ve garib benim misâfirimdir” buyurdu.
16- Ey Âdemoğlu! Sizler günah işleyici, ben ise affediciyim. Günahınıza pişman olarak bana gelirseniz sizi affederim ve günahınıza bakmam.
17- Ey Âdemoğlu! Sana gadab geldiği zaman beni hatırlarsan, gadablanınca, seni anar ve sana acırım.
18- Ey Âdemoğlu! Kim benim verdiğim az rızka râzı olursa ben de onun az amelinden râzı olurum.
19- Ey Âdemoğlu! Üç şey vardır: Biri bana mahsustur. Biri sana. Diğeri de ikimiz arasındadır. Bana mahsus olan rûhtur. Sana mahsus olan bedendir. İkimiz arasında olan da; senden duâ, benden kabûl etmektir. Sakın aramıza haram lokma ile perde çekme.
20- Ey Âdemoğlu! Ne kadar dünyâya gönül bağlarsan, kalbinden muhabbetimi o kadar çıkarırım. Ne kadar dünyâya sarılırsan îmânının parlaklığını o kadar gideririm. Ey Âdemoğlu! Seni dünyâlık toplaman için değil, bana ibâdet edesin diye halk ettim. Mazlumların bedduâsıyla dergâhıma gelme, Zirâ ben, mazlumların duâsını elbette kabûl ederim.
21- Ey Âdemoğlu! Sana yeni rızık göndermediğim hiç bir gün yoktur. Verdiğim rızkı yer, bana isyân eder ve günah işlersin. Sonra duâ edersin, kabûl eder, istediğini veririm. Seni Cennet’ime dâvet edince, kabûl etmezsin. Senin bu işin insâfa sığmaz.
22- Ey Âdemoğlu! Duâ etmeyi ihmâl etme! Duânı kabûl ederim. Ne kadar günah işlesen benden ümîdini kesme. Benim rahmetim her şeyden, çoktur. Ey Âdemoğlu! Sen istemeden îmân verdim. Zannediyor musun ki, bu kadar istemene ve yalvarmana rağmen sana Cennet vermeyeyim. Elbette veririm.
23- Ey Âdemoğlu! Sana ihsân etmeyene sen ihsân eyle. Sana söylemeyene sen söyle (dargın durma), ve sana hıyânet edene sen nasîhatte bulun ve iyilik eyle. Sana zulmedeni sen affeyle. Kötülük yapana iyilik et. Eğer böyle yaparsan Cennet’e önce girenler arasında bulunur, rahmetime kavuşanlardan olursun. Sana da peygamberlerin sevâbını veririm.
24- Ey Âdemoğlu! Sefer azığı hazırla! Çünkü gidecek yol uzundur ve günah yükünü hafif eyle! Zirâ azâb şiddetlidir. Gemini sağlam yap ki deniz derindir. Amelini hâlis eyle! Çünkü Rabbin her şeyi gören ve bilendir.

Kâbe-i muazzamanın, yeryüzünde yapılan ilk binâ ve ilk mâbet olduğu Kur’an-ı kerîmde bildirilmiştir. İlk defâ kimin tarafından yapıldığı husûsunda ise çeşitli rivâyetler vardır. Bir rivâyete göre; Allahü teâlâ, yeryüzünde bir beyt (Kâbe) yapılmasını isteyince meleklerden bir kısmını yeryüzüne gönderip; “Yeryüzünde benim için bir beyt binâ ediniz. Semâda Beyt-i ma’mûr tavâf olundukça, yapacağınız bu beyt de yeryüzünde bulunanlar tarafından ziyâret ve tavâf edilsin” buyurdu.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâma da; “Ey Âdem! Sen sağ oldukça Beytullah'ı tâmir et. Senden sonra gelecek peygamberler ve ümmetler de zaman zaman onu tâmir edecekler. En son Peygambere kadar bu böyle devam edecektir. Son Peygamberden önce Beytullah'ın şerefini, ismini, zikrini, medh-ü senâsını lâyıkıyla yapacak olan bir peygamber göndereceğim. Bu, O'nun dedelerinden İbrâhim'dir. Kâbe'nin temellerini o yükseltecek, inşâ ve tâmirini onun elinde tamamlayacağım. Ona, Harem'i ve Hil'i (Harem'in dışında kalan yerler) göstereceğim. Onu kendime itâatli, emirlerimi tutan ve benim yoluma dâvet eden bir peygamber yapacağım. İnsanlar arasından seçip, ona doğru yolu göstereceğim. İmtihâna çekeceğim, sabredecek. Afiyet vereceğim, şükredecek. Çocukları ve kendinden sonra gelecek olan nesli için duâ edecek. Ben de kabûl edeceğim. Onu, onlar hakkında şefâatçi yapacağım. Benim için adayacak. Benim için vâd edecek ve vâdini yerine getirecek. Neslini Beyt'imin halkı yapmak sûretiyle, bozulup bid’atlere sapmalarına kadar Kâbe'nin hizmetçileri, mütevellîleri, perdedârları ve bekçileri yapacağım. Onlar saptıkları zaman dilediğimi, istediğim şekle çevirmeye gücüm yeter. İbrâhim'i, bu Beyt halkının ve bu din ehlinin rehberi yapacağım. Buralarda bulunan insanlar ve cinlerin hepsi onun yolunda gidecekler. Onun yoluna uyup, orada, onun gibi kurban kesecekler. Onlardan kim bunu yaparsa adağını îfâ etmiş, hac ibâdetini yerine getirmiş olur. Yapmayanlar da haclarını zâyi etmiş, nasiplerini kaybetmişlerdir...” buyurdu.
Âdem aleyhisselâm, meleklerin yol göstermesiyle bugünkü Kâbe'nin olduğu yere geldi. Burada melekler yedi kat yere kadar varan bir temel kazdılar. Otuz kişinin kaldırabileceği kayaları temele koydular. Sonra Allahü teâlâ melekler vâsıtasıyla bu temelin üzerine, Cennet’ten bir beyt indirdi.
Bâzı rivâyetlere göre; Cennet’ten gelen Beytullah (Kâbe-i muazzama), Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra tekrar göklere kaldırıldı. Âdem aleyhisselâmın evlâtları, önceki temellerin üzerine taştan ve çamurdan bir binâ yaptılar. Bu binâ, Nûh aleyhisselâm zamanındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi ise de tûfanda yıkıldı. Allahü teâlâ, tûfandan önce, Hacer-ül-esved’i Ebû Kubeys Dağı’na konmasını emretti. Böylece Kâbe'nin yeri kesin olarak bilinmez hâle geldi. Sâdece, hangi bölgede olduğu biliniyordu.
Burası kırmızı topraklı ve hafif tümsek bir tepe durumunda idi. Bu yerde yapılan duâlar kabûl olup duâ eden herkes murâdına kavuşurdu. Her millet buraya saygı gösterirdi. Bu belirsiz hâl, Nûh aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâm zamanına kadar devam etti.
İbrâhim aleyhisselâmAllahü teâlânın emri ile Kâbe-i muazzamayı yapmak için, Mekke'ye gitti. Oğlu İsmâil aleyhisselâm ile Zemzem kuyusunun başında karşılaştılar. Senelerdir hiç görüşemeyen baba-oğul, sevinçle birbirlerine sarılıp hasretlerini giderdiler. Zemzem kuyusunun başında oturdukları zaman İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! Allahü teâlâ, bana kendi zâtı için bir beyt yapmamı emrediyor. Sen de yardım eder misin?” buyurdu, İsmâil aleyhisselâm da; “Elbette yardım ederim” diye cevap verdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Kâbe'yi nerede yapayım?” diye suâl etti. Cenâb-ı Hak; “Biz sana onun yerini göstereceğiz” buyurdu. Bir rivâyete göre Kâbe'nin yerini Cebrâil aleyhisselâm gösterdi. Böylece İbrâhim aleyhisselâm oğlu İsmâil aleyhisselâm ile birlikte temel kazmaya başladı. Âdem aleyhisselâm zamanında kazılan temeli buldular. Aynı temel üzerine, Kâbe'yi inşâ etmeye başladılar. Cebrâil aleyhisselâmın târifine göre İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmın getirdiği taşlarla, binâyı yapıyordu. Nihâyet Kâbe'nin duvarları yükseldi ve yukarıya taş yetişemez oldu. Bunun üzerine büyükçe bir taş getirdiler. İbrâhim aleyhisselâm bu taşa basarak duvarı örmeye devam etti. Mübârek ayağının izi çıkan bu taşa da Makâm-ı İbrâhim dendi. Kâbe'de tavâf namazı bu taşın bulunduğu yer olan Makâm-ı İbrâhim'de kılınır. Binanın yapımında, melekler, taş getirmede İsmâil aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esved'e gelince İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâret olsun!” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Bundan daha iyi bir taş getir” deyince, Ebû Kubeys Dağı’ndan; “Cebrâil aleyhisselâm tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!” diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı, Ebû Kubeys dağından alınıp, Kâbe'deki yerine konuldu.
Baba-oğul, Kâbe'yi yapıp bitirince, Bakara sûresi 127. âyet-i kerîmesinde meâlen bildirildiği gibi; “Yâ Rabbî! Bizden bu hayırlı işi kabûl et! Muhakkak ki sen, duâmızı işitici, niyetimizi bilicisin.” diye duâ ettiler.
İbrâhim aleyhisselâm, Kâbe-i muazzamayı yapınca Cebrâil aleyhisselâm; “Ey İbrâhim! Beytullah'ı yedi defâ tavâf et” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, oğlu İsmâil aleyhisselâm ile birlikte, Kâbe'yi tavâf etmeye başladı. Her tavâfta rükünlerin hepsinde istilâm yaptılar. Yedi tavâfı bitirdikten sonra Makâm-ı İbrâhim'in arkasında ikişer rekat namaz kıldılar. Bundan sonra Cebrâil aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâma hac ile ilgili bütün ibâdet yerlerini; Safâ, Merve, Minâ, Müzdelife ve Arafat'ı gösterdi. Cebrâil aleyhisselâm Arafat'a kadar olan her yerde yapılacak ibâdetleri yaptırdı ve tek tek öğretti. Arafat meydanına geldikleri zaman; “Ey İbrâhim! Hac vazifesini yapacağın yerleri öğrendin mi?” diye sordu. İbrâhim aleyhisselâm da; “Evet, öğrendim” diye cevap verdi.
İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmla haccın erkânını yerine getirdikten sonra, oğluna Kâbe'ye bakması ve onu koruması için tenbihatta bulundu ve Şam'a gitmek istedi. Gitmeden önce bir gün Arafat'a çıkmıştı. Mekke-i mükerremeye baktı. Burası bir vadi içinde olup, taşlı ve kumlu idi. Oğlu İsmâil aleyhisselâmın evlâdını düşünerek, şefkât edip mübârek ellerini kaldırdı ve; “Yâ Rabbî! İsmâil'in evlâdına rahmet eyle” diye duâ buyurdu. Gideceği sırada kendisine vahy gelerek, Hac sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi meâlen; “Bütün insanlara haccı îlân et. Gerek yaya olarak, gerek her uzak yoldan zayıf develer (binekler) üzerinde tavâf için Kâbe'ye gelsinler” buyruldu. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Benim sesim nereye kadar ulaşır ki?” dedi. Cenâb-ı Hak'dan; “Seslenmek senden, seni insanlara duyurmak benden. Tâ ki, insanlar gelip bu evi ziyâretle şereflensinler” emr-i ilâhîsi geldi. İbrâhim aleyhisselâm mübârek yüzünü Yemen tarafına çevirip; “Ey insanlar! Allahü teâlâ, bir ev binâ ettirdi ve bu evi ziyâret etmenizi emreyledi. Geliniz, Kâbe'yi ziyâret ediniz” diye seslendi. Her yöne doğru dönerek birer defâ bağırdı. Hak teâlâ İbrâhim aleyhisselâmın sesini bütün dünyâya duyurdu. İnsanlar bu sesi duyunca; “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk (emrine âmâdeyim Allah'ım!)” diye cevap verdiler. O zaman, ana rahminde ve baba sulbünde ne kadar hacca gidecek kimse varsa, hepsi “Lebbeyk” dediler. Bir defâ hac yapacak olanlar bir defâ, iki defâ hacca gidecekler iki defâ, daha fazla yapacaklar da ziyâdesiyle cevap verdiler. Sonra İbrâhim aleyhisselâm, oğlu İsmâil aleyhisselâm ve Cürhümîlerle beraber hac yaptı ve Şam'a döndü. Ertesi sene hac mevsiminde refîkası Sâre vâlidemizi ve oğlu İshak aleyhisselâmı da alarak Mekke'ye geldi. Haccı edâ ettikten sonra, tekrar Şam'a döndüler.
Kâbe-i muazzama, Mescid-i Haram'ın ortasında, dört köşe taştan bir oda olup, 17 m. yüksekliktedir. Kuzey duvarı 8,8 m. güney duvarı 7 m. doğu duvarı 11,9 m. batı duvarı 12,8 m. uzunluğundadır. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-esved taşı vardır. Hacer-ül-esved’in yüksekliği, yere nazaran bir metreden fazladır. Hacıların ellerini, yüzlerini sürmeleri ve öpmeleri sebebiyle çukurlaşmıştır. Kâbe'nin doğu duvarında bir kapı vardır. Kapı yerden 1,7 m. yükseklikte olup, eni 1,7 m. boyu 2,7 m.dir. Duvarlarının iç yüzü ve zemini renkli mermerlerle kaplıdır.
Kâbe'nin dört köşesine Rükn denir. Şam'a karşı olan köşeye Rükn-i Şâmî, Bağdat'a karşı olana Rükn-i Irâkî, Yemen tarafında olana Rükn-i Yemânî, dördüncü köşeye de Rükn-i Hacer-ül-esved denir. Rükn-i Irakî hizasında; yedisi mermer, diğer basamakları ağaçtan 27 basamaklı, minâre merdiveni gibi yuvarlak olan merdiveni, Osmanlı sultânlarından ikinci Mustafa Han yenilemiştir. Kapının sağ tarafında çukur ve tavana kadar yükselen üç direk bulunmaktadır. Kâbe'nin dış yüzü ipekten yapılmış siyah bir perde ile örtülüdür. Kapının perdesi yeşil atlastır.
Zemzem kuyusu, Mescid-i Haram içinde, Hacer-ül-esved köşesi karşısında ve köşeden 8 m. uzakta bir odada olup, 1,8 m. yüksekliğinde taştan yapılmış bir bileziği vardır. Birinci Sultân Abdülhamid Han'ın yaptırdığı bu odanın zemini mermer döşeli ve duvarlara doğru meyillidir.
Kâbe'nin kuzey duvarı üzerinde altın oluk vardır. Yerde bu oluk hizasında, kavis şeklinde duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yere Hatim denir. Dünyâda Mekke-i mükerremede bulunan Kâbe'den başka ikinci bir Kâbe yoktur ve burası yeryüzünün en kıymetli yeridir.
Kâbe-i muazzamaya bakmak sevâbdır. Beytullah ilk görüldüğünde yapılan duâlar kabûl olunur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kâbe'yi gördüğü zaman mübârek ellerini kaldırıp; “Ey Allah'ım! Bu beytin şerefini, saygısını, heybetini, kerâmetini arttır. Hac ve Umre yapanların da şerefini, din gayretini, âzametini ve keremini ziyâde et” diye duâ ederdi. Ayrıca Kâbe'yi tavâf ederlerken Hacer-ül-esved rüknünde hazret-i Âişe vâlidemize buyurdular ki: “Ey Âişe! Bu taş, eğer câhiliyet devrinin pislikleri ve kirleri ile kirletilmiş olmasaydı, onunla her türlü hastalık, veba ve musîbetten kurtulmak için Allahü teâlâdan şifâ istenir ve hâlen de cenâb-ı Hakk'ın ilk indirdiği şekilde bulunurdu, Hak teâlâ elbette bir gün onu ilk yarattığı şekle döndürecektir. O, Cennet yâkutlarından beyaz bir yâkut idi. Fakat Allahü teâlâ, onu, kötülerin günahı sebebiyle değiştirip; zînetini, zâlim ve günahkârlardan gizledi. Zirâ onlar, Cennet’ten çıkma bir şeye bakmaya lâyık değillerdir.” Bir hadîs-i şerîflerinde de; Allahü teâlâ Hacer-ül-esved’i kıyâmette mahşer meydanına getirecek, onun, göreceği iki gözü, konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm yapanlara (el sürüp, öpenlere) hakkıyla şâhidlik yapacaktır” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Hacer-ül-esved rüknü ile Rükn-i Yemânî arasında şu duâyı okurlardı: “Ey Allah'ım! Sen Allahü teâlâsın. Sen Rahmânsın. Senden başka ilâh yoktur. Sen varsın, senden başka Rab yoktur. Sen, gâfil olmayan, devamlı var olansın. Sen, görüneni de görünmeyeni de yaratansın. Ey Allah'ım! Beni ihsân ettiğin rızka kanaat ettir. O rızka, benim için bereket ver ve beni, bana malûm olmayan her şeyde hayırla muhâfaza et. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin.” Rükn-i Yemânî’ye gelince de; “Ey Allah'ım! Küfürden, zilletten, fakirlikten dünyâ ve âhırette îtibâr kaybettirecek yerlerde durmaktan sana sığınırım. Ey bizim Rabbimiz! Sen bize dünyâda da, âhırette de nîmet ver ve bizi Cehennem azâbından koru” diye duâ buyururlardı.
Kâbe'yi tavâf etmenin fazîleti hakkında sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) pek çok hadîs-i şerîfleri vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir: “Kim Beytullah'ı tavâf ederse, Allahü teâlâ, onun her adımına bir sevâb yazıp, bir günahını siler.”, “Bu beyt, İslâmın direğidir. Kim bu beyti ziyâret etmek maksadıyla hac veya umre yapmaya çıkarsa (bu yolda) öldüğü takdirde, Allahü teâlâ, onu Cennet’ine koymayı, sağ kaldığı takdirde, ganîmet ve mükâfâtla memleketine döndürmeyi taahhüt eder.”
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün eshâbından birine Kâbe-i muazzamayı ziyâret ile ilgili buyurdular ki: “Şüphesiz sen, Beytullah'ı ziyâret kastıyla evinden çıktığın zaman, bindiğin deve, ayağını her kaldırıp indirdikçe, Allahü teâlâ sana bir sevâb yazıp bir günahını da siler. Cenâb-ı Hak katındaki mevkîin dahî bir derece yükselir. Kâbe-i muazzamayı tavâf esnâsında, ayağını her kaldırıp indirdikçe, Hak teâlâ, sana bir sevâb verir, bir hatânı yok eder. Allahü teâlâ katındaki mevkîin de bir derece yükselir. Tavâftan sonra kılacağın iki rekat namazın sevâbı ise, İsmâil aleyhisselâm neslinden yetmiş köle âzâd etmekle birdir. Safâ ile Merve arasında dolaşman, bir köle âzâd etmek kadar sevâbdır. Allahü teâlâ, Arafat'ta meleklerine karşı sizinle öğünerek buyurur ki: “Bu benim kullarım, engin vâdileri aşarak, toz toprak içinde benim emrimi yerine getirmeye geldiler. Benim rahmetimi istiyorlar. Onların günahları; denizdeki kumlar, yağmurlardaki damlalar, yâhut denizdeki dalgaların köpükleri kadar çok olsa da, günahlarını mağfiret edeceğim. Hem sizleri hem de şefâatçi olduğunuz kimseleri affediyorum.” Cemreleri taşlarken attığınız bir taş, günahınızı yok eder. Kestiğin kurban da Allahü teâlâ katında senin için saklanacaktır. Başından tıraş ettiğin veya kısalttığın saç kıllarının her biri senin için bir sevâbdır. Her kıla karşılık olarak da Allahü teâlâ senden bir hatâyı siler.”
Bu müjdeyi alan o kimse; “Yâ Resûlallah! Eğer günahlar daha az ise ne olacaktır?” diye suâl edince de buyurdular ki: “Kıyâmete kadar hasenâtın senin için saklanır. Bu işlerden sonra Beytullah'ı tekrar tavâf ederken, tamâmen günahsız olarak tavâf edersin. Sonra bir melek gelip; Geçmiş bütün günahların affedilmiştir. Artık istikbâlin için amel et der.”
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kâbe'ye bakmanın fazîletiyle ilgili olarak da; “Her gün ve her gece Allahü teâlâ Beytullah'ın üzerine yüzyirmi rahmet indirir. Bunların altmışı tavâf edenler, kırkı namaz kılanlar, yirmisi de Kâbe'ye bakanlar içindir” buyurdu. Sa’îd bin Müseyyib hazretleri buyurdu ki: “Kim Allahü teâlâya inandığı ve sırf O'nu tasdik ettiği için Kâbe-i muazzamaya bakarsa, anasından doğduğu gibi günahlarından, sıyrılır.” Ebû Saib (radıyallahü anh) da buyurdu ki: “Kim Allahü teâlâya inandığı ve tasdik ettiği için Kâbe'ye bakarsa, ağacın yaprakları döküldüğü gibi, günahları da ondan dökülür. Mescid-i Haram'da oturup tavâf etmese ve namaz kılmasa, sâdece Beytullah’a baksa; ona bakmayıp evinde nâfile ibâdet ve namaz kılmakla meşgûl olan kimseden daha çok sevâb kazanır.”
Makâm-ı İbrâhim'in fazîleti hakkında Abdullah bin Amr hazretleri buyurdu ki: “Şüphesiz Hacer-ül-esved ile Makâm-ı İbrâhim, Cennet’ten çıkmadırlar” İbn-i Abbâs'dan rivâyet edildiğine göre; “Dünyâda Hacer-ül-esved ile Makâm-ı İbrâhim'den başka Cennet varlığı yoktur. Zirâ onlar Cennet cevherlerindendir. Eğer onlara müşrikler ellerini dokundurmasalardı, onlara dokunan dert sâhiplerine Allahü teâlâ mutlakâ şifâ verirdi.”
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâbına (radıyallahü anhüm) Medîne-i münevverede bulunan Mescid-i Nebî için buyurdu ki: Allahü teâlâya yemîn ederim ki, burada namaz kılmak, diğer memleketlerde namaz kılmaktan bin derece daha fazîletlidir.” Başka bir hadîs-i şerîfinde de; “Mescid-i Haram'da namaz kılmanın fazîleti, benim bu mescidimde yüz namaz kılmaktan daha fazîletlidir.” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin fethinde, Mekke'nin fazîletini bildiren bir hadîs-i şerîfinde; “Ey insanlar! Şüphesiz Allahü teâlâ, gökleri ve yeryüzünü, güneş ile ayı yarattığı zaman Mekke'yi yasak bölge (harem) yapmıştır. Şu iki dağı da buraya koymuştur. Mekke, kıyâmete kadar haremdir. Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanan kimseler için; burada, kan akıtmak, ağaç kesmek, helâl olmaz. Eğer; “Resûlullah Harem'de harp etmiştir…” denilecek olursa; “Allahü teâlâ bunu Resûlüne helâl kılmıştır, size mubâh etmemiştir” deyiniz” buyurdular.
Kâbe'nin çeşitli zamanlarda yapılan tâmir ve inşâsı sırası ile şöyledir: 1- Meleklerin ve Âdem aleyhisselâmın inşâsı, 2- Şît aleyhisselâmın inşâsı, 3- İbrâhim aleyhisselâmın inşâsı, 4- Amalikalıların inşâsı, 5- Cürhüm kabîlesinin inşâsı, 6- Kusayy'ın inşâsı, 7- Kureyş'in inşâsı, 8- Abdullah bin Zübeyr'in inşâsı, 9- Haccac'ın inşâsı, 10- Sultân Dördüncü Murad Han'ın inşâsı.

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget