İbrâhim aleyhisselâmın dîni hanîf dînidir. Hanîf kelimesi (Hanef) masdarından türemiş olup sıfat-ı müşebbehedir. Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya yönelen mânâsına gelmektedir. Kelime bâzan meyletmek, bâzan da istikâmet (doğruluk) mânâsına kullanılır. Hanîf'in çoğulu (Hunefâ) dır. Hunefâ (hanîfler); İslâmiyetten önce putlara tapmayan, putperestlerden bu husûsta ayrılan, hac yapan, sünnet olan, kısacası hazret-i İbrâhim'in dîninde bulunan araplardan bir cemâate de denmiştir. Ümeyye bin Ebî Salt ile İslâmiyetten evvel Arabistan'daki hatiplerin meşhûrlarından olan ve herkesi İsmâil aleyhisselâmın dînine çağıran Kus bin Saîde bunlardandır. Külliyat-ı Ebi'l-Beka'da diyor ki: “Hanîf kelimesi, Kur’an-ı kerîmde müslim lâfzı ile beraber zikredildiğinde, hac yapan, tek başına zikredildiğinde, müslüman olan mânâları murâd edilmiştir.”
İsmâil aleyhisselâm da İbrâhim aleyhisselâmın dînini bildiren bir Nebî idi. Hanîflerden Kus bin Saîde, İslâmiyetin gelmesine yakın bir zamanda, Ukaz panayırında okuduğu bir hutbesinde; “...Yemîn ederim ki, Allah'ın indinde bir din vardır. Şimdi bulunduğunuz dinden daha sevimlidir. Ayrıca gelmesi yaklaşan bir peygamberin gölgesi başınız üstüne düştü. Ona îmân eden bahtlı kişiye ne mutlu. Vay ona isyân ve muhâlefet eden talihsizlere ve yazıklar olsun ömürlerini gaflette geçiren ümmetlere!...” diyerek insanlara gelecek olan âhır zaman peygamberini müjdelemiştir.
İbrâhim aleyhisselâm için Kur’an-ı kerîmde Hanîf buyrulması bâtıla değil, Hakk'a yönelmesi sebebiyledir. Yâni Keldânî kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp, onları tahkîr edip, Allahü teâlâya ibâdet ettiği içindir. Hanîf olmak; dinde istikâmet üzere olmak demektir. İstikâmet ise, yalnız Allahü teâlâya yönelmek ve sâdece Allahü teâlâyı Rab bilip, bütün işlerinde O'nun emrine tâbi olup, bu istikâmette yürümektir. Bu husûsta Bakara sûresi 112. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu: “Hayır, onların dediği gibi değil! Kim tâat ve amelinde ihsân mertebesine yükselerek yüzünü (kendini) tamâmen Allahü teâlâya çevirirse (teslim ederse), işte ona Rabbi katında amelinin ecri (olarak Cennet) vardır. Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar, mahzûn da olmazlar.” Yine Ahkâf sûresi 13. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbimiz, Allah'tır deyip, O'nun vahdâniyetini (bir olduğunu) ikrâr edenlere, (bu, ilmin hulâsâsıdır), sonra din işlerinde (amellerin nihâyeti olan) istikâmet üzere bulunanlara, bir korku yoktur. Onlar, mahzûn da olmazlar.” buyrulmaktadır.
Hanîf dîni tâbiri de; kendisinde eğrilik bulunmayan, dosdoğru olan din mânâsınadır ki bu da İslâmiyettir. Hanîflik de, İslâm dîni mânâsınadır. Hanîf, daha çok İbrâhim aleyhisselâmın milleti ve müşrikliğin zıddı olarak bildirilmiştir. Nitekim Bakara sûresi 135. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yahudi ve hıristiyanlar, müslümanlara; Bizim dînimize girerseniz hidâyete erersiniz dediler. (Yâ Muhammed)! De ki, hanîf olduğu (her bâtıl inanıştan uzaklaşıp, hak dinde bulunduğu) hâlde, İbrâhim'in dînine tâbi oluruz” buyrulmaktadır.
Hanîf kelimesi bâzan da tevhid ve ihlâs ile, dinde istikâmet üzere olmayı te’kit için zikredilmektedir. Beyyine sûresi 5. âyet-i kerîmede meâlen; “Onlar, kitaplarında, hanîfler olarak (batıl îtikâd ve dinlerden yüz çevirip) İslâm'a meylederek yalnız Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmek, farz namazları vaktinde kılmak, zekâtı mahalline vermekle emrolundular” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmedeki Hunefâ kelimesi, tevhid ve ihlâs ile dinde istikâmet üzere olmayı te’kid için zikredilmiştir. Hanîf kelimesi bu iki şekilden başka mânâda da gelmiştir.
Kısaca hanîflik, İbrâhim aleyhisselâmın dîninin esas vasfıdır. Bununla beraber, bu husûs yalnız ona mahsus değildir. Hanîflik, umûmiyetle müşrikliğin (Allahü teâlâya, şirk, ortak koşmanın) zıddı olarak, bütün peygamberlerin bildirdikleri tek bir îmânın, yalnız Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmenin adıdır. Bu sebeple Şihristânî, “El-milel ven-nihal” adındaki eserinde, hunefâyı (hanîfleri), umûmî mânâda müşriklerin, daha umûmî mânâda ise sâbitlerin (yıldıza tapanların) zıddı olarak almıştır. Sâbiîlik de, umûmî mânâsıyla müşrikliğin esası, temeli olan eski ve bâtıl bir dindir.
Hunefâ (hanîfler); şirk olan bütün bâtıl inanışlardan uzak durmayı şiâr edinen, sâdece Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağıran ve hakkın mücâdelesini veren, peygamberlerin yolunda gidenler demektir. Hanîfliğin en bariz vasfı; şirkten uzak durup, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmektir. Hac sûresi 30 ve 31. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu: “Rics olan putlara ibâdet ve tâzimden kaçının. Yalan söylemekten, yalancı şâhidlik etmekten de sakının. Allah'a şirk koşmayın. Allah için hâlis müslümanlar, O'na şirk koşmayanlar olun. Kim Allah'a şirk koşarsa, sanki o, gökten düşerek helâk olup da kuşların onu kaptığı, yâhut rüzgârın, onu, helâkine sebep olacak uzak bir yere attığı şey gibidir. (Yani kim îmândan küfre düşerse nefsinin arzu ve istekleri onu perişân eder. Şeytanın vesvesesi onu dalâlet vâdisine düşürür).”
Hanîflik; putlara tapmak sefâletinden ve herhangi bir şeyi mâbud edinmekten kurtulup, yalnız Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmektir. Kısaca kâmil bir mü’min ve müslüman olmaktır. Bu mânâ kelimenin kökünden gelmektedir. Netîce îtibâriyle hanîflik; bütün bâtıl inanışlardan uzak durup, İslâm'a dönmek ve İslâm üzere olmaktır.
İbrâhim aleyhisselâma indirilen suhufda yer alan ve dîninin esaslarından olan husûslardan bir kısmı, Kur’an-ı kerîmde bildirilmiştir:
1- “Kimse kimsenin günahını yüklenmez. Kimse başkasının günahından muâhaze olunamaz.” (Necm sûresi: 38) Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinden biri olan Velîd bin Mugîre, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği husûsları ve nasîhatleri dinler ve bunları dinledikçe de epeyce etkilenirdi. Bu hâliyle, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmaya ve îmân etmeye meyletmişti. Ebû Cehil'in de amcası olan Velîd bin Mugîre'nin bu hâli, Kureyş müşriklerinin dikkatini çekmişti. Ona; “Yoksa ecdadının dînini, (putlara tapmayı) terk mi ediyorsun? Müslüman mı oluyorsun?” dediler. Velîd bin Mugîre onlara; “Ben, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân etmeyenler ve müslüman olmayanlar için bildirdiği azâba düşmekten korkuyorum. Ben, o azâblara dayanamam” dedi. Bunun üzerine, müşriklerden biri Velîd bin Mugîre'ye; “Sen malının yarısını bana ver, senin azâbını ben üzerime alayım” dedi. Güyâ ona garanti verdi. O da kabûl edip malından vermeye râzı oldu. Böyle bir teklife inandığı için, îmân etmekten mahrûm oldu. Sonra, kendisini aldatan müşriğe söz verdiği maldan bir kısmını verip, bir kısmını vermedi. Kendisi gibi bir müşriğe aldanıp mal vermekle, Cehennem azâbından kurtulacağını zanneden Mugîre, böylece îmândan mahrûm oldu. Bu âyet-i kerîme, Velîd'e günahını yükleneceği husûsunda söz veren o müşriğin, sözünün doğru olmadığını ortaya koymaktadır.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: İbrâhim aleyhisselâmdan önce, bir kimse başkasının işlediği suçtan dolayı cezâlandırılırdı. Meselâ bir kimsenin babası, oğlu, kardeşi, hanımı veya kölesi, birini öldürse, buna karşılık, onların yerine o kimse öldürülürdü. Bu durum, İbrâhim aleyhisselâm zamanına kadar devam etti. İbrâhim aleyhisselâm böyle haksız bir muâmeleden onları menetti. Kimsenin başkasının günahı yüzünden hesâba çekilemeyeceğini Allahü teâlânın emriyle onlara bildirdi. Bu husus İslâm Hukuku'nda; “Ukubatta niyâbet cârî olmaz” tâbiri ile ifâde edilmektedir. Bu bir kâide-i külliyedir. Bu bakımdan kimse, başkasının günahını boynuna almakla onu kurtaramaz. Fakat taahhüdünün cezâsını çeker.
Ayrıca hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, İslâm'da kötü bir çığır açarsa, bunun günahı ve kıyâmete kadar bunu yapanların günahları kendisine verilir” buyruldu. Kötü çığır açanların bu şekilde günahkâr olmaları, başkalarının günah işlemelerine sebep oldukları içindir.
2- Bir diğer husûs da meâlen şöyledir: “İnsan için, (ahirette), ancak (dünyâda) ihlâsla işlediği sâlih ameller ve niyeti fayda verir.” (Necm sûresi: 39)
Bu da İbrâhim aleyhisselâmın suhufunda ve Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'ında bildirilen husûslardandır. Bir kimse, sebebiyet vermediği müddetçe başkasının günahından mesul olmadığı gibi, başkasının işlediği sâlih amelden dolayı da mükâfâta müstehak olmaz. Ancak haberlerde meyyit nâmına sadaka vermenin, başkasının yerine hac etmenin onlara faydası olduğu bildirilmiştir. Başkasının yaptığı iş, yine o kimsenin bizzât çalışmasına bağlıdır. Faydası da bu şekilde olur.
Meselâ, peygamberlerin aleyhimüsselâm şefâatinden, meleklerin istiğfârından, müslümanların duâsından ve evlâd-ü iyâlin yâni çoluk-çocuğun verdikleri sadakadan faydalanmak, faydalanan kimsenin îmân sâhibi olmasına bağlıdır. Bu faydalanma, kişinin îmân etmesi ve hâlini düzeltmek için çalışıp gayret göstermesinin semeresidir. Bundan anlaşılıyor ki, başkasının, bir kimse hakkında yaptığı iyiliğin fayda vermesi, fayda görecek kimsenin îmânlı olmasına, bu husûsta çalışıp gayret göstermesine bağlı oluyor. Bu takdirde, başkasının çalışması ve gayreti de sanki, fayda görecek kimsenin çalışması ve gayreti gibidir. Çünkü, başkasının yaptığı işin, bir kimse hakkında faydalı olması, o kimsenin îmân sâhibi olmasına bağlıdır. O kimse îmânlı olmasa idi, ne kendi yaptığının, ne de başkasının onun nâmına yaptığının faydası olurdu. Çünkü kâfir bir kimsenin bunlardan faydalanması imkansızdır. Bir kimse, iyi bir iş yapar, başkalarının da bu işin sevâbından hisse almasına niyet ederse, o kimse de yapılan işin sevâbından faydalanır.
Bir kimse adına, başkasının yaptığı sâlih bir amelin fayda verdiğine dâir bildirilen haberlerden bâzısı şunlardır:
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmiştir: Bir kadın, çocuğunu Resûlullah efendimize arzedip; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Bunun için hac olur mu?” diye suâl etti. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Evet, onun için ve senin için bunun ecri olur.” buyurdu.
Yine Eshâb-ı kirâmdan birisi Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) “Benim annem vefât etti. Onun için sadaka versem, ona sevâbı olur mu?” diye sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Evet olur.” buyurdular.
3- “Onun (her mükellef insanın) hayır ve şerden ibâret olan ameli, kıyâmet gününde mîzânında görülür.” (Necm sûresi: 40) Yâni insan kıyâmet gününde amelini mîzânda görür. Burada mü’min için müjde, kâfir için hüzün vardır. Çünkü Allahü teâlâ mü’mine sevinmesi için sâlih amellerini gösterir. Kâfir ise, kötü amellerini görünce üzülür; gamlı ve çok kederli olur.
4- “İnsana, çalışmasının karşılığı (kıyâmet günü) tam olarak verilecektir.” (Necm sûresi: 41) Yâni herkes çalışmasının karşılığını görecektir. Günah işlemişse, o günahından dolayı cezâ çekecektir. Îmân sâhibi günahkârın günahlarının affedilmesi de umulur. Sâlih amel işleyen mü’min de ihlâsına göre, işlediği güzel amelin sevâbının en az on misli sevâba kavuşur. Yediyüz misli sevâba nâil olacak olan mü’minler de bulunacaktır.
5- “(Öldükten sonra) bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir.” (Necm sûresi: 42)
Bu âyet-i kerîmede muhatab hakkında iki husûs vardır: 1- Muhâtab umûmîdir. Buna göre âyet-i kerîmenin meâl-i âlisi şöyledir: "Ey akıl sâhipleri! Bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir." Buna göre, âyet-i kerîmede kötülük yapanın, kötülüğünden vazgeçmesi için şiddetle tehdit edildiğini, iyi kimsenin de, iyiliğinde devam etmesi ve iyiliğini çoğaltması için aynı şekilde teşvik olunduğunu anlamaktayız. 2- Yâhud muhatab Resûlullah efendimizdir (sallallahü aleyhi ve sellem). Buna göre Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli buyrulmaktadır. O zaman âyet-i kerîmenin meâl-i âlisi şu şekildedir; “Ey Resûlüm! Sen, kâfirlerin muâmelelerinden dolayı hüzünlenme. Çünkü, bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir. Onlar âhırette lâyık oldukları cezâya çarptırılacaklardır.”
6- “Muhakkak ki; güldüren de ağlatan da O'dur (Allahü teâlâdır).” (Necm sûresi: 43)
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsîr etmişlerdir: 1- Birbirine zıt olan gülmek ve ağlamayı bir mahalde (insanda) yaratmaya kâdir olan Allahü teâlâdır. Burada, insanın bütün yaptıklarının Allahü teâlânın kazâ ve kaderi ile olduğuna delil vardır. Gülmeye ve ağlamaya kadar insanın bütün yaptıklarını Allahü teâlâ yaratır. 2- Cennet ehlini Cennetle güldüren, Cehennemlikleri Cehennem’de ağlatan O'dur. 3- Yeryüzünü bitkilerle güldüren gök yüzünü yağmurla ağlatan O'dur. 4- Sevindiren ve mahzûn eden O'dur. Çünkü sevinç gülmeye, hüzün ağlamaya sebeptir.
7- “Muhakkak ki; (dünyâda) öldüren, (ahirette) dirilten O'dur.” (Necm sûresi: 44) O'ndan başkasının öldürmeye ve diriltmeye kudreti yoktur. Hattâ, kâtil maktûlü (öldürüleni) yaraladığında, ölüm, Allahü teâlânın yaratması ile meydana gelir.
8- “Nutfe rahme inzâl olunduğu zaman, Allahü teâlâ, nutfeden (her canlıdan) erkek ve dişi iki sınıfı yarattı.” (Necm sûresi: 46) Allahü teâlânın nutfeden (meniden) yaratması O'nun yüce kudretini göstermektedir. Nutfe tek bir şey olduğu hâlde, Allahü teâlâ ondan muhtelif uzuvlar, farklı tabîatlar, erkek ve dişi yaratmaktadır. Bütün bunlar Allahü teâlânın kudretiyle olmaktadır.
9- “Kıyâmette yeniden diriltmek de O'na (Allahü teâlâya) aittir.” (Necm sûresi: 47)
İnsanlar öldükten sonra Allahü teâlâ onları tekrar diriltecek. Herkes yaptığının, karşılığını bulacak; iyi amel işleyenler mükâfâtını görecek, kötü amel işleyenler de cezâsını çekecektir.
Bu husûslar, Mûsâ aleyhisselâma vahyedilen Tevrât’da da bildirilmiştir.
“Mearic-ün-nübüvve” kitabında şöyle bildirilmiştir: “İbrâhim aleyhisselâma vahyedilen suhufda bildirilen şeylerin ekserîsi ibret verici kıssalar (hadiseler) ve nasîhatler idi. Bunlardan bir kısmı Ka'b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiş olup şöyledir:
1- Hak teâlâ hazretleri buyuruyor ki: “Ey Âdemoğlu! Ben sizin her gün yaptığınız ibâdetlere râzıyım. Siz de benim her gün verdiğim rızıklara râzı olun.”
2- Ey Âdemoğlu! Acele etme, rızk taksim olunmuştur. Hırslı olan mahrûm kalır. Cimri olan kötülenir. Hased eden üzülür. Dünyâ devamlı değildir. Rızk verici, sizi yaratan ve yaşatan Allahü teâlâdır.
3- Ey Âdemoğlu! Şimdi fırsatın var iken elinde olanı Allahü teâlâ için ver ki, ilerde sana rehber olsun.
4- Ey Âdemoğlu! Nimet verene şükreyle.
5- Ey Âdemoğlu! Bütün ömrünü dünyâyı istemekle geçirdin. Ya âhıreti ne vakit taleb edeceksin?
6- Ey Âdemoğlu! Size göz verdim. Görmesi câiz olmayan şeylerden gözünüzü çeviresiniz. Ağzınızı yarattım. Söylenmesi câiz olmayan sözü söylemeyesiniz.
7- Ey Âdemoğlu! Uzun emel ile dünyâyı ve az ameli ile âhıreti isteyenlerden olma! Sözü abidlerin kelâmına işi münâfıkların ameline uygun olanlardan ve ihsân olmadığı zaman kanaat; murâdı hâsıl olmayınca da sabr etmeyenlerden olma. Eğer bunlardan olursan sana öyle bir belâ veririm ki, herkese ibret olursun.
8- Ey Âdemoğlu! Her kim seni dost edinirse kendisi için edinir. İzzet ve celâlime yemîn ederim ki, ben seni senin için dost edinirim. Sakın kendini benden uzak eyleme.
9- Ey Âdemoğlu! Sen dâimâ kendi ayıblarını gözet; başkasının ayıblarını araştırma. Aksine davranırsan insâfsız olursun.
10- Ey Âdemoğlu! “La ilâhe illallah” diyen kimsenin, bununla beraber bir çok ameller yapması da lâzımdır. Bunlar; Tevâzu sâhibi olmak, ömrünü benim zikrimle geçirmek, nefsini haramlardan korumak; benim rızâm için gariplere yanında yer vermek, fakirlere ihsân eyleyip yetimlere acımaktır.
11- Ey Âdemoğlu! Ne zaman kalbinde bir kasâvet, sıkıntı ve darlık duysan, malında noksanlık bulsan yâhut bedeninde hastalık hissetsen veya nafakanda bereketsizlik olsa, bilmiş ol ki, söylediğin mâlâyâni (faydasız boş) bir sözün netîcesidir.
12- Ey Âdemoğlu! Eğer Cennet’i seviyorsan Hak teâlâ da tâatı sever. Sen Hak teâlânın sevdiğini işle ki, O da seni sevdiğine kavuştursun. Eğer Cehennem’i sevmiyorsan, Hak teâlâ da günahı sevmez. Sen Hak teâlânın sevmediğini terket ki, O da seni sevmediğinden korusun.
13- Ey Âdemoğlu! Şüpheli şeylerden sakın ki, beni bilesin. Açlığı âdet eyle ki beni tanıyasın. Bana ibâdet etmekle kendinden geçerek bana kavuşasın.
14- Ey Âdemoğlu! Eğer dünyâya çalıştığın kadar âhıret için çalışsaydın, hesapsız Cennet’e girerdin. Eğer kanâat etseydin, herkesten zengin olurdun. Eğer haramdan sakınsaydın, dînini hâlis ederdin. Eğer yalan söylemeği terk etseydin sıddîklardan olurdun.
15- Ey Âdemoğlu! Gücünün yettiği şeyi muhtâçlardan esirgemezsen, murâdını hâsıl ederim. Ben senin misâfirine ikrâm ettiğim gibi, sen de benim misâfirime ikrâm eyle. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin misâfirin kimdir?” deyince, Hak teâlâ; “Kapınıza gelen her fakir ve garib benim misâfirimdir” buyurdu.
16- Ey Âdemoğlu! Sizler günah işleyici, ben ise affediciyim. Günahınıza pişman olarak bana gelirseniz sizi affederim ve günahınıza bakmam.
17- Ey Âdemoğlu! Sana gadab geldiği zaman beni hatırlarsan, gadablanınca, seni anar ve sana acırım.
18- Ey Âdemoğlu! Kim benim verdiğim az rızka râzı olursa ben de onun az amelinden râzı olurum.
19- Ey Âdemoğlu! Üç şey vardır: Biri bana mahsustur. Biri sana. Diğeri de ikimiz arasındadır. Bana mahsus olan rûhtur. Sana mahsus olan bedendir. İkimiz arasında olan da; senden duâ, benden kabûl etmektir. Sakın aramıza haram lokma ile perde çekme.
20- Ey Âdemoğlu! Ne kadar dünyâya gönül bağlarsan, kalbinden muhabbetimi o kadar çıkarırım. Ne kadar dünyâya sarılırsan îmânının parlaklığını o kadar gideririm. Ey Âdemoğlu! Seni dünyâlık toplaman için değil, bana ibâdet edesin diye halk ettim. Mazlumların bedduâsıyla dergâhıma gelme, Zirâ ben, mazlumların duâsını elbette kabûl ederim.
21- Ey Âdemoğlu! Sana yeni rızık göndermediğim hiç bir gün yoktur. Verdiğim rızkı yer, bana isyân eder ve günah işlersin. Sonra duâ edersin, kabûl eder, istediğini veririm. Seni Cennet’ime dâvet edince, kabûl etmezsin. Senin bu işin insâfa sığmaz.
22- Ey Âdemoğlu! Duâ etmeyi ihmâl etme! Duânı kabûl ederim. Ne kadar günah işlesen benden ümîdini kesme. Benim rahmetim her şeyden, çoktur. Ey Âdemoğlu! Sen istemeden îmân verdim. Zannediyor musun ki, bu kadar istemene ve yalvarmana rağmen sana Cennet vermeyeyim. Elbette veririm.
23- Ey Âdemoğlu! Sana ihsân etmeyene sen ihsân eyle. Sana söylemeyene sen söyle (dargın durma), ve sana hıyânet edene sen nasîhatte bulun ve iyilik eyle. Sana zulmedeni sen affeyle. Kötülük yapana iyilik et. Eğer böyle yaparsan Cennet’e önce girenler arasında bulunur, rahmetime kavuşanlardan olursun. Sana da peygamberlerin sevâbını veririm.
24- Ey Âdemoğlu! Sefer azığı hazırla! Çünkü gidecek yol uzundur ve günah yükünü hafif eyle! Zirâ azâb şiddetlidir. Gemini sağlam yap ki deniz derindir. Amelini hâlis eyle! Çünkü Rabbin her şeyi gören ve bilendir.