Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma oğlu İsmâil'i (aleyhisselâm) kurban etmesini emir buyurarak onları imtihân etti. İbrâhim aleyhisselâmAllahü teâlânın emrine uyarak oğlunu kurban etmek için yatırıp boynuna bıçak çaldı. İsmâil aleyhisselâm da Allahü teâlânın emrine rızâ gösterip, babasına itâat ederek başını fedâ kıldı. Kendisini boğazlamak için elinde bıçak bekleyen babasına teslim olup, hükm-i kazâya rızâ gösterdi. Hükm-i kazâya rızâ ve rızânın hakîkati hakkında İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Allahü teâlânın kazâsına rızâ göstermek, makâmların en yükseğidir ve bundan üstün başka bir makâm yoktur. Çünkü muhabbet, makâmların en iyisi; Allahü teâlânın kazâsına rızâ ise, bunun netîcesidir. Bu da her muhabbetten değil, ancak kemâl üzere olan muhabbetten ileri gelir. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); Allahü teâlânın kazâsına rızâ büyük makâmdır” buyurmuştur. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) bir topluluğa; “Sizin îmânınızın alâmeti nedir?” diye sorunca; “Belâlara sabrederiz, nîmetlere şükrederiz, kazâya râzı oluruz” diye cevap verdiklerinde; “Kâbe'nin Rabbine yemîn ederim ki, siz mü’minsiniz.” buyurdu. Diğer bir rivâyette ise, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Onlar, hikmet sâhibi âlimlerdir. Dinde anlayışlarının yüksekliğinden ötürü peygamberler gibidirler.” buyurdu. Yine şöyle buyurdu:”Kıyâmet günü ümmetimden bir kısmına Cennet’e uçmaları için kanat yaratılır. Melekler onlara; “Hesâbınız, ameliniz tartıldı mı, sıratı gördünüz mü?” derler. Biz bunların hiç birini görmedik diye cevap verince, melekler; “Siz kimsiniz?” derler. “Hazret-i Muhammed'in ümmetiyiz” derler. Melekler; “Ne amel islediniz ki, bu ihsâna kavuştunuz?” derler. “Bizim iki hasletimiz vardır; biri, yalnız iken günah işlemeye utanırdık; ikincisi Allahü teâlânın bize verdiği az bir rızka râzı olurduk” derler. Melekler; “Bu dereceye kavuşmak hakkınızdır” derler.” Mûsâ aleyhisselâma kavmi; “Allahü teâlâya sorun; neden râzı ise onu yapalım” deyince, vahiy geldi ve; “Benden râzı olun, sizden râzı olayım” buyruldu. Dâvûd aleyhisselâma vahiy geldi ki: “Evliyâ kullarımın üzüntü ile inlemeleri, kalblerinde, benimle münâcâtın tatlılığını arttırır, Ey Dâvûd! Dostlarımdan benim sevdiğim, rûhânî olanlardır. Onlar, bir şeye üzülmezler. Dünyâda hiç bir şeye gönül bağlamazlar.” Peygamber efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Allahü teâlâ buyuruyor: “Ben O Allah'ım ki, benden başka ilâh yoktur, belâlarıma sabretmeyene, nîmetlerimin şükrünü yerine getirmeyene ve kazâma râzı olmayana söyle, benim semâmın altından çıksın ve kendisine başka Rab arasın.” Resûlullah efendimiz yine buyurdu: Allahü teâlâ buyuruyor, takdir ettim, tedbir ettim ve kendi sun'umu muhkem eyledim (ölçtüm biçtim ve sağlam yaptım). Olacak şeylerin hepsine hüküm verdim. Râzı olandan râzı olurum, râzı olmayana hışım ederim. Bana kavuşuncaya kadar böyle devam eder.” Yine buyurdu:Allahü teâlâ buyuruyor ki, iyilik ve kötülüğü yarattım. Ne mutlu o kimseye ki, onu hayır için yarattım ve hayrı, iyiliği onun elinde kolay eyledim. Kötülük için yarattığıma yazıklar olsun. Onların elinde kötülük kolay olur. Niçin ve nasıl diyene de yazıklar olsun.”
Enes (radıyallahü anh) der ki: Yirmi sene Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) hizmet ettim. Yaptığım hiç bir şey için; “Bunu niçin yaptın?” demedi. Yapmadıklarım için de; “Niçin yapmadın?” demedi. Fakat Ehl-i Beyt'ten biri, bana kızınca; “Bırakın, eğer mukadder olaydı olurdu” buyururdu. Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma vahyedip; “Ey Dâvûd! Sen istersin, ben de isterim, ancak benimki olur. İstediğimi kabûl edersen istediğinde sana yetişirim. Elbette benim istediğimden başkası olmaz” buyurdu.
Ömer bin Abdülaziz buyurdu ki: “Takdir edilene sevinirim.” “Acabâ takdir nedir? Ne istersin?” dediklerinde; “Allahü teâlânın alnıma yazdığını isterim” dedi. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) buyuruyor ki: “Olan bir şeye; Keşke olmasa idi veya olmayan bir şeye; Keşke olsaydı demektense taş yemeyi tercih ederim.”
Benî İsrâil'de uzun zamandır çok ibâdet eden bir âbid vardı. Sonra rüyâsında; “Cennet’te senin arkadaşın filan kişidir” dediler. Ona gidip, ibâdetini görmek istedi. Farzlardan başka ne gece namazı, ne de nâfile oruç gördü. “Senin amelin nedir, söyle?” dedi. “Gördüğün kadardır” diye cevap verdi. Fazla ısrâr edince nihâyet hatırladı ve; “Bende bir haslet vardır, o da; başıma bir belâ gelse veya hastalansam kurtulmak istemem. Güneşte oturursam gölgeye gitmeyi; gölgede olursam güneşe çıkmayı aslâ arzu etmem ve Allahü teâlânın yaptığına râzı olurum." Abid bunu duyunca, elini başına koydu ve; “Bu büyük bir haslettir” dedi.
Allahü teâlâyı sevmeyi ve O'nun sevgisi ile meşgûl olmayı kabûl eden, rızâyı inkâr edemez. Çünkü seven, sevdiğinin her yaptığına râzı olur. Sevgi gâlib olunca, isteklere uymayan şeylere rızâ iki şekilde mümkündür. Birincisi; aşka öyle dalmış ve kendinden o derece geçmiş olur ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. Nitekim bir kimse, düşman karşısında kendini unuturcasına harbeder de, yaralansa farkına varamaz ve görünce anlar. Bir kimse mühim bir hizmete giderken, ayağına batan dikeni hissetmez. Kalb meşgûl olunca, açlık ve susuzluk aklına gelmez. Bütün bunlar, bir mahlûkun aşkında ve dünyâ hırsında mümkünken, Allahü teâlânın aşkında ve âhıret sevgisinde niçin olmasın. Kalbdeki mânevî sûretlerin güzelliğinin, aslında çöplük ve pislik üzerine çekilmiş bir deriden ibâret olan dış görünüş güzelliğinden daha büyük olduğunu herkes bilir. Kalb güzelliklerini idrâk eden basîret gözü, çok defâ yanılan baş gözünden daha açık ve daha keskindir. Büyüğü küçük, uzağı yakın görür. İkincisi; acı hisseder, fakat bilir ki sevdiğinin rızâsı bundadır. Bundan dolayı râzı olur. Nitekim bir sevdiği ona; Kan aldır veya şu acı ilacı iç dese, sevdiğinin rızâsını kazanmak için buna râzı olur. O hâlde Allahü teâlânın rızâsının kendi başına gelende olduğunu bilen kimse, fakirliğe, hastalığa, belâya sabreder, râzı olur. Nitekim dünyâ emellerine kavuşmak için sıkıntılı yolculuklara, denizdeki tehlikelere ve zor işlere râzı olur. Sevenlerin birçoğu bu dereceye kavuşmuşlardır. Cüneyd-i Bağdâdî diyor ki: “Sırrî-yi Sekatî'ye; “Muhib (seven) acı duyar mı?” diye sordum. “Hayır” dedi. Kılıçla kesilse yine duymaz mı?” deyince; “Hayır, bir değil yetmiş kılıç vursalar yine duymaz” dedi.” Evliyâdan biri buyurdu ki: “O'nun sevdiğini ben de severim.” Bişr-i Hafî buyurdu ki: “Bağdat'ta bir kimseye bin değnek vurdular, ağzından hiç ses çıkmadı. Niçin feryâd etmedin? dedim; “Sevdiğim hazır idi, beni görüyordu” dedi. “O âzametli mâşûku, sevgiliyi görseydin ne yapardın?” dedim, feryâd edip canını teslim etti.” Kur’an-ı kerîmde, Yûsuf aleyhisselâma bakan kadınların, onun âzamet ve celâlinden ellerini kesip haberleri olmadığı bildirilmektedir. Mısır'da kıtlık olmuştu. Aç olanlar Yûsuf aleyhisselâmı görmeye gider, açlıklarını unuturlardı. Bu bir mahlûkun güzelliğinin tesiridir. Her şeyi yaratan Allahü teâlânın güzelliği, bir kimseye gösterilirse, belâları duymamasına niçin şaşılsın. Sahrada oturan bir kimse vardı. Allahü teâlânın her hükmettiğine; “Bu hayırlıdır” derdi. Eşyasını kollayan bir köpeği, yükünü yüklediği bir merkebi, bunları ve kendilerini uyandıran bir de horozu vardı. Aç bir kurt gelip merkebi parçaladı. “Bunda bir hayır var” dedi. Horozu da köpek öldürdü. Yine; “Bir hayır var” dedi. Köpek de başka bir sebeple öldü. Yine; “Bir hayır var” dedi. Hanımı ve çocukları üzülüp; “Her ne olursa, bunda bir hayır var diyorsun, bu ne biçim hayırdır. Elimiz, ayağımız bunlar idi, hepsi öldü” dediler. “Belki hayır bunlarda olur” dedi. Ertesi gün kalkınca, etrafında bulunanları; merkep; horoz ve köpek sesleri sebebi ile hırsızların öldürüp, mallarını almış olduklarını ve bunlarınkiler öldüğü için kendilerini bulamadıklarını gördü. Hanımına; “Allahü teâlânın her işinde, bunda bir hayır var demenin hikmetini anladın mı?” dedi.
Îsâ aleyhisselâm; kör, cüzzamlı, iki tarafı felç, elsiz, ayaksız bir kimseye uğradığında; “Allahü teâlâya hamdolsun ki, bir çok insanların tutuldukları belâdan beni korudu” dediğini duydu. “Sana verilmeyen belâ yok, seni hangisinden korudu” buyurdu. Cevabında; “Kalbinde, benim kalbimde olan mârifetin yaratılmadığı kimseden sıhhatliyim” dedi. Sonra Îsâ aleyhisselâm elini ona sürdü, hastalığı geçti, yüzü güzelleşti. Îsâ (aleyhisselâm) ile bir müddet sohbet ve ibâdet eyledi.
Şiblî'yi deli diye hastahaneye kaldırdılar. Yanına birkaç kişi geldi. “Siz kimsiniz?” dedi. Sizi sevenleriz dediler. Onlara taş atmaya başlayınca, kaçtılar. Bunun üzerine; Yalan söylüyorsunuz. Beni sevseydiniz meşakkatime sabreder, attığım taşlardan kaçmazdınız buyurdu.
Din düşmanları; “Rızânın şartı, duâ etmemektir. Olmayanı Allahü teâlâdan istemeyin. Olana râzı olun. Günah ve fıskı kötü görmeyin, nehy-i münker yapmayın. Onlar da Allahü teâlânın kazâsı iledir. Bir şehirde, günah, vebâ ve belâ çok olursa, oradan kaçmak, kazâdan kaçmak olur” diyorlar. Bunların hepsi yanlıştır. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) duâ etti ve; “Dua, ibâdetlerin özüdür.” buyurdu. Hakikatte duâ; kalbe incelik, kırıklık, yalvarma, âcizlik, tevâzû verir ve Allahü teâlâya sığınmaya sebep olur ki bütün bunlar beğenilen sıfatlardır. Belânın gitmesi için duâ etmek de böyledir. Hattâ bir sebep olarak bildirilen ve yapılması emredilen şeyi yapmamak, rızâsızlık olur. Çünkü. Allahü teâlâ“Dua ediniz, benden isteyiniz.” buyuruyor. Günaha râzı olmak, nasıl câiz olur? Bu yasak edilmiştir. Nitekim; “Günaha rızâ gösteren, onu işleyene ortak olur.” ve; “Doğuda bir kimseyi öldürseler, batıda bulunan bir kimse, buna râzı olsa, günahta ona ortak olur.” buyurmuştur. Günah, Allahü teâlânın kazâsı, yaratması ise de, iki tarafı vardır. Biri, kul bunun kendi ihtiyârında olduğunu bilir. Bunu işleyenin, Allahü teâlânın düşmanı olacağını da bilir. Diğeri, Allahü teâlânın kazâ ve takdiri ile olduğunu bilmesidir. Allahü teâlâ, âlemin günah ve küfürden tamâmen kurtulamayacağını ezelde takdir etmiştir. Yâni ilk kazâya rızâ gösterilir. Fakat günah ve küfrün, insanın ihtiyârı ile olduğunu, onun sıfatı olduğunu ve Allahü teâlânın bunu sevmediğini bildiği hâlde günaha rızâ göstermek olamaz. Burada bir tenâkuz yoktur. Bir kimsenin sevmediği bir kimse ölse, o kimse kendisini sevmese de hem üzülür, hem de sevinir. Bir bakıma sevinir. Bir bakıma üzülür. Tenâkuz olması için ikisi de aynı cinsten olmalıdır! Bunun gibi, günah işlemenin gâlib olduğu yerden kaçmak lâzımdır. Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Yâ Rabbî! İnsanları zâlim olan bu yerden, bizi çıkar.” (Nisâ sûresi: 75) buyruldu. Geçmiş büyüklerimiz, başkalarına zarar vermese de günahın zulmetinden korunmak için, başka şehirlere gitmişlerdir. Bir şehirde kıtlık ve sıkıntı olsa, başka yere gitmek câizdir. Yalnız tâûn (vebâ) hastalığının bulunduğu yerden başka yere gitmek yasak edilmiştir. Çünkü sağlam olanlar, giderse, hastalara bakacak kimse kalmaz, hepsi helâk olurlar. Başka şehre gitmeleri karantina bakımından da yasak edilmiştir. Diğer belâlar böyle değildir. Bilakis, O'nun hükmü olduğu için emre uyup, bildirilen sebeplere başvurmak gerekir. Emri yerine getirdikten sonra râzı olmak ve bunda bir hayır vardır demek lâzımdır.
İmâm-ı Ebü'l-Kâsım, “Kuşeyrî Risalesi”nde buyurur ki: Râbiat-ül-Adviyye'ye; “Kul ne zaman rızâ mertebesine ulaşır?” denilince; “Allahü teâlânın nîmeti kadar, musîbeti de kendisini memnun edince” diye cevap verdi.
Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) Ebû Mûsa'l-Eş'arî’ye (radıyallahü anh) yazdığı mektubunda; “Hayrın tamamının rızâda olduğunda şüphe yoktur. Gücün yeterse rızâdan ayrılma! Aksi hâlde sabırlı ol!” buyurdu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) Kevser sûresi nâzil olup; “O hâlde (bayram) namazını kıl ve kurban kes!” buyrularak kurban kesmesi emrolundu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hem kendisi, hem de ümmeti için kurban keserler, kurban kesmeyi ve kurban kesenleri överlerdi. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyruldu:
“Hasislerin (cimrilerin) en kötüsü, (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurban kesmeyendir.”
“Kurbanlarınızı büyük ve yağlı yapınız! Muhakkak ki, onlar sırat üzerinde sizin binekleriniz olacaktır.”
“İnsanın yediği her lokma kurban eti, ona, Cennet’te iki hörgüçlü deve gibi büyük kuş olur.”
“Kurban edilen hayvanın üzerindeki kıllar sayısınca, sâhibine sevâb yazılır.”
“Âdemoğlu için, Kurban bayramı günü, Allah katında, kurban kanı akıtmaktan daha sevgili bir şey yoktur.”
“Ey Fâtıma! Kalk! Kurbanının yanına git. Ve kesilirken şu duâyı oku: İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillahi rabbilalemine, lâ şerîke leh. (Manası: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur.) Muhakkak ki, kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile, ömründe işlemiş olduğun her günah bağışlanır. Muhakkak yarın kıyâmet günü, kestiğin bu kurbanın kanını ve etini yetmiş kat fazlasıyla getirip terâzinin sevâblar kefesine koyarlar.” Bu müjdelere kurban kesen bütün müslümanlar ortaktır.
Dinimizde kurban; koyun, keçi, sığır ve deveden birini kurban bayramının ilk üç gününün herhangi birinde kurban niyeti ile kesmek demektir. Horoz, tavuk ve vahşî hayvanları, meselâ geyiği kurban etmek haramdır. Köyde, çölde, şehirde mukîm olan (Hanefî mezhebine göre; orada onbeş gün ve daha fazla kalmaya niyet eden), âkil ve bâliğ olmuş, hür ve müslüman erkek ve kadının, ihtiyâcından fazla doksan altı (96) gram altını, parası veya bu değerde malı varsa, Kurban bayramı için niyet ederek belli günlerde, belli hayvanı kesmeleri vâcib olur. Kurban bayramı, Hazret-i İbrâhim'in İsmâil'i (aleyhisselâm) kurban etmek istediği Zilhicce'nin onuncu günü ve bunu tâkip eden onbirinci, onikinci, onüçüncü günleridir. Kurbanın şartları ve nasıl kesileceği ilmihal kitaplarında uzun yazılıdır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İbrâhim aleyhisselâm ateşten kurtulunca meâlen; “Rabbimin bana emrettiği mekâna hicret ederim. Rabbim beni yakında, dünyâ ve âhıretime sâlih olan şeye hidâyet eder. Yâ Rab! Bana sâlihlerden bir çocuk ihsân buyur” diye duâ etti. (Saffât sûresi: 99-100) Allahü teâlâ onu İsmâil'le (aleyhisselâm) müjdeledi. Âyet-i kerîmede meâlen; “Biz de ona hâlim bir oğul müjdeledik” (Saffât sûresi: 101) buyrularak bu hâl haber verilmekledir. İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emri ile, İsmâil aleyhisselâm ve annesi Hâcer hâtunu Mekke'ye bırakıp Şam'a döndü. Zamân zaman gider, onları Mekke'de ziyâret ederdi. Yüzünde Muhammed aleyhisselâmın temiz babalardan temiz ve afîf analara geçip gelen nûru parlayan İsmâil aleyhisselâm çok güzeldi. Bu sebepten İbrâhim’in aleyhisselâm, oğlu İsmâil'e karşı muhabbeti fazla idi. İsmâil aleyhisselâm yedi veya onüç yaşında iken, bir gün İbrâhim aleyhisselâm ibâdet ettiği mihrabta, bu muhabbet içinde uyudu. Rüyâsında oğlu İsmâil ile otururken, bir melek gelip; “Ben, Allahü teâlânın elçisiyim. Allahü teâlâ bu oğlunu kurban etmeni istiyor” dedi. İbrâhim aleyhisselâm korku ile uyandı. “Rüyâ Rahmânî midir, yoksa şeytanî midir?” diye tereddüt etti. O gün hep bu rüyâyı düşündü. Onun için bugüne terviye denildi. İkinci gece aynı rüyâyı gördü. Rahmânî olduğunu anladı. Bu güne arefe denildi. Üçüncü gece yine aynı rüyâyı gördü. Artık Hak teâlânın emri olduğuna şüphesi kalmadı.
Hanımı Hâcer'in yanına geldi. “Ey Hâcer, benim gözümün nûru oğlum İsmâil'i yıka, en iyi elbisesini giydir, saçını tara, onu dostuma götüreceğim” dedikten sonra; İsmâil'e de; “Yanına iple bıçak al” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm; “Bunları ne yapacağız?” diye sorunca, İbrâhim aleyhisselâm; “Allah rızâsı için kurban keseriz” cevâbını verdi. Yolda giderken, İsmâil aleyhisselâm, babasına; “Nereye gidiyoruz?” dedi. Babası da; “Dostuma” deyince; “Evi nerededir?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “O, evden ve mekândan münezzehtir. Yer ve gök O'nun mülküdür” deyince, İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım! O bizimle oturup yemek yer mi?” diye sordu, Hazret-i İbrâhim; “O, yemekten ve içmekten de münezzehtir” buyurdu.
O sırada şeytan, bir fırsatını bulup, yaşlı bir adam kıyafetinde Hazret-i İbrâhim'in hanımı Hâcer’in yanına geldi. Ona; “İbrâhim, oğlunu nereye götürdü?” deyince, Hâcer; “Bir dostunu ziyârete” diye cevap verdi. Bir rivâyete göre de; “Şu çevreden yakacak toplamaya gittiler” dedi. Şeytan; “Hayır, onu kesmeye götürdü” dedi. Hâcer hanım; “Baba, oğlunu boğazlamaz. Şefkât buna mânidir” karşılığını verdi. Şeytan; “Öyle zannederim ki, Allah emretmiştir” deyince, Hâcer hanım; “Allahü teâlânın emrine uymak elbette lâzımdır, O'nun emrini, cân-u gönülden kabûl ederiz” dedi. Şeytan ondan yüz bulamayınca, yine aynı kıyafette İsmâil'in (aleyhisselâm) yanına geldi ve ona; “Baban seni nereye götürüyor biliyor musun?” diye sordu. O da; “Dostunun ziyâretine” deyince, şeytan; “Vallahi seni öldürmeğe götürüyor” dedi. İsmâil aleyhisselâm; “Hiç babanın oğlunu öldürdüğünü gördün mü?” dedi. Şeytanın; “Öyle zannederim, Allah emretmiştir” demesi üzerine, İsmâil aleyhisselâm: “O emretti ise, cân-u gönülden râzıyım” dedi ve babasına: “Bu ihtiyâr beni rahatsız ediyor, kalbime vesvese vermek istiyor” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Taş at! Yanından uzaklaşsın” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm taş atarak şeytanı yanından uzaklaştırdı. Bu sırada Minâ’da oldukları ve hacıların şeytan taşlamasının buradan kaldığı rivâyet edilir. İsmâil'den de (aleyhisselâm) yüz bulamayan şeytan, Hazret-i İbrâhim'in yanına sokularak; “Ey İbrâhim, sen yanlış hareket ediyorsun. Şeytan sana vesvese verdi. Sakın oğlunu boğazlama, sonra pişman olursun. Ama fayda etmez.” deyince, İbrâhim aleyhisselâm onun şeytan olduğunu anladı ve; “Vallahi bu Hak teâlânın emridir ve sen şeytansın. İbrâhim'e ve akrabâsına zarar yapamazsın” buyurunca, şeytan rezil olup geri döndü. Bir rivâyette şeytanı taşlayanın İbrâhim aleyhisselâm olduğu bildirilmiştir. İblis dağın içinde saklanıp; “İsmâil, şimdi senin kanın akacak, kabrin benim içimde olacak” dedi. İsmâil aleyhisselâm babasına şikâyetçi olup; “Babacığım şu dağdan şöyle şöyle sesler duyuyorum” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; ”Şeytan söylüyor, iltifât etme” buyurdu. Nihâyet Buseyr Dağı’na vardıklarında göğün yedi katındaki melekler; “Sübhânallah! Bir peygamber, bir peygamberi boğazlamaya götürüyor.” diyerek üzüldüler. Hazret-i İbrâhim oğluna dönüp; “Ey oğlum! Rüyâmda seni kurban etmem emredildi. Buna ne dersin.” deyince, İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım! Hak teâlâ beni boğazlamanı emretti mi?” diye sordu. Babası “Evet!” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm babasının; “Evet” demesi üzerine, Rabbinin emriyle kurban edileceğini, buna sabrederse Hak teâlânın rızâsına kavuşacağını anlayıp çok sevindi. Babası, onun bu sevincine hayret edip; “Evlâdım! Seni öldüreceğimi haber veriyorum, sen ise seviniyorsun.” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım nasıl sevinmeyeyim. Benim tek arzum, Allahü teâlâya, O'nun rızâsı üzere kavuşmaktır. Böylece O'nun rahmet ve Cennet’ine de nâil olurum. Dünyânın ömrü müddetince eziyet çeksem, bu devlete kavuşmak çok zor. Şimdi ise bu devlete kolayca kavuşacağım. Babacığım, nasıl emir almışsan onu yap. Oğul fedâ eylemek senden, can fedâ eylemek de bendendir, işini çabuk bitir. Zirâ canım dosta kavuşmakta acele ediyor. Babacığım, Nemrûd seni ateşe atınca sabrettin ve Hak teâlâ senden râzı oldu. Ben de boğazlanmağa sabredeceğim. O zaman belki Hak teâlâ benden de râzı olur. Böylece Cennet nîmetlerine kavuşurum. Babacığım, kesilmek acısı bir anlık olup, ona sabretmek kolaydır. Benim asıl tasam, senden dolayıdır. Çünkü kendi elinle oğlunu boğazlayacaksın. Ömrün boyunca unutamadığın gibi, evlât hasreti de ölünceye kadar senden gitmez. Keşke daha önce haber verseydin de anneme vedâ edip, birbirimizin boynuna sarılıp ağlasaydık.” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; “Haber verince senden veya annenden bir gevşeklik olur da azarlanırız diye korktum.” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım, senin rızândan başka murâdım yoktur ve senin gibi babanın hakkını ödemek, saâdetimin sermâyesidir. Kaldı ki, bu işte, Allahü teâlânın rızâsı ve emri vardır. Eğer izin verirsen, size söyleyecek birkaç vasiyetim var.” deyince, İbrâhim aleyhisselâm: “Söyle, ey saâdetli oğlum” dedi.
İsmâil aleyhisselâm; “Birincisi; bu ip ile elimi ve ayağımı kuvvetlice bağla ki, can acısı ile bir kusur işlemeyeyim. İkincisi; mübârek eteğini topla ki, kanımdan sıçramasın. Üçüncüsü; bıçağı iyi bile ki, can vermek kolay olsun ve senin işin iyi görülsün. Dördüncüsü; bıçağı vururken yüzüme bakıp da babalık şefkâtiyle emri geciktirme. Beşincisi; gömleğimi çıkarıp boğazla ki, kan bulaşmasın. Sonra o gömleği anneme götür ve benden selâm söyle. Benim kokumu bu gömlekten alsın, ağlamasın, teselli olsun. Benim için çok elem çekmesin. Ona; oğlun sana şefâatçi olarak Allahü teâlâya gitti. Kıyâmet gününde cenâb-ı Hak'tan senden başka bir şey istemez de! Ümîd edilir ki, Hak teâlâ benim bu isteğimi red eylemez. Altıncı vasiyetim; her nerede benim yaşımda bir çocuk görürsen beni hatırla” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, oğlunun yürek parçalayan bu sözlerini dinleyince, mübârek gözlerinden yaşlar boşandı ve çok ağladı. Sonra; “Yâ Rabbî! Bana bu hâlimden dolayı rahmet et, acı. Eğer günahım sebebiyle bana acımıyorsan, bu temiz mâsuma acı.” dedi. Sonra İsmâil aleyhisselâm günahsız ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bu hâl için bana sabır ver” diye niyâzda bulunduktan sonra, babasına dönüp; “Babacığım! Görüyor musun? Gök kapıları açılmış, bâzı melekler bize bakıp hayretlerinden cenâb-ı Hakk'a secde etmişler. Bâzıları da Hak teâlâya münâcât edip; “Yâ Rabbî! Bir peygamber bir peygambere bıçak çekmiş, başı ucunda duruyor. Senin rızânı gözetmek için onu boğazlamak istiyor. Sen onlara merhamet eyle” diyorlar.” dedi.
Daha sonra İbrâhim aleyhisselâm oğlunu güzelce bağladı, yüzükoyun yatırıp, boğazını tuttu ve; “Yâ Rabbî! Bu benim oğlum, gözümün nûru, gönlümün sürûrudur. Kurban etmemi emrettin. Şu anda emrini yapmak için hâlis niyetle geldim. Kurban etmeğe hazırım. Sana hamd ve senâ ederim. Yâ Rabbî! Bu kıymetli yavrumu kurban etmekte bana sabır ver.” deyip, bıçağı oğlunun boynuna yaklaştırdı ve; “Ey yavrum! Kıyâmete kadar sana vedâ olsun. Tekrar görüşmek, kıyâmet günü olur.” dedi. Bu arada İsmâil aleyhisselâm; “Ey babacığım! Acele et. Rabbimizin emrini çabuk yerine getir. Emir yapmakta geciktiğimiz için Rabbimizin bizi azarlamasından korkuyorum. Babacığım, elimi ayağımı çöz, melekler, kendi isteğimle kurban olduğumu görsünler ve Halîl'in oğlu, Allahü teâlânın işinden râzıdır desinler.” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, bu söz üzerine ellerini çözüp bıçağı boğazına dayayınca, İsmâil aleyhisselâm güldü. “Ey oğlum, bu hâlde iken niçin güldün?” dedi. “Babacığım, bu bıçakta Bismillâhirrahmânirrahîm yazılı olduğunu görüyorum. Üzerinde dostun ismi yazılı olan bıçak, nasıl keser?” diye cevap verdi. İbrâhim aleyhisselâmHak teâlânın ismini zikrederek bütün gücüyle bıçağı oğlunun boynuna çaldı. O anda Hak teâlâCebrâil'e emrederek; “Yetiş bıçağı çevir.” buyurdu. O da Sidret-ül-Müntehâ'dan bir anda gelip, bıçağı ters çevirdi. Bıçak kesmedi. Bir daha çaldı, yine kesmedi ve ne kadar uğraştı ise kâr etmedi. İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım! Ne kadar şefkâtlisin, bıçağı kuvvetli vuramıyorsun. Yüzüme bakma, böylece hizmette kusur etmezsin” dedi. Hazret-i İbrâhim, bıçağı tekrar biledi ve oğlunun boğazına daha kuvvetli çaldı. Yine kesmedi. İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım, bıçağın ucunu şah damarıma bastır” deyince, öyle yaptı ve diziyle de bastırdı. Bıçak iki kat olmasına rağmen boynuna izi bile çıkmadı. İbrâhim aleyhisselâm, üzülüp bıçağı taşa çalınca, taş ikiye bölündü. Bıçak dile gelip; “Ey İbrâhim aleyhisselâm! Nemrûd seni ateşe attığı vakit seni niçin yakmadı?” dedi. İbrâhim (aleyhisselâm); “Hak teâlâ, yakma, diye emreylediği için.” deyince, bıçak; “Ey İbrâhim! Hak teâlâ ateşe bir kere “yakma” diye emreylediyse, bana yetmiş defâ kesme diye emreyledi. Beni mâzur gör.” dedi. İbrâhim (aleyhisselâm) durdu. İsmâil (aleyhisselâm); “Babacığım, Rabbimizin emrine itâat eyle, günahkâr olmayalım.” dedi. İbrâhim (aleyhisselâm) iki emir arasında şaşırdı. O anda Allahü teâlâ nidâ edip; “Yâ İbrâhim! Elbette sen rüyânı tasdik ettin. Sana düşen vazifeyi tam olarak yaptın. Şimdi bana münâsip olan lütûf ve keremimi görmek için başını kaldırıp dağa bak!” buyurdu. Hazret-i İbrâhim dağa bakınca, bir koç gördü. Uzun zaman Cennet’te otlamış idi. Cenab-ı Hak; “Bu, senin oğluna fedâdır.” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm, koçu getirirken; “Allahü ekber!”, Hazret-i İbrâhim koçu yakalarken; “La ilâhe illallahü vallahü ekber”, İsmâil aleyhisselâm da gözlerini açıp; “Allahü ekber ve lillahil hamd” dedi. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâma; “Ey İsmâil, Allahü teâlâ senin için ne isterse vereyim buyuruyor.” deyince, İsmâil aleyhisselâm başını eğip, ellerini kaldırarak; “Yâ Rabbî! Dünyâdan îmân ile ayrılıp sana gelen mü’minleri mağfiret eyle” diye duâda bulundu. Allahü teâlâ da; “Kabûl ettim.” buyurdu.
Sonra İsmâil aleyhisselâmın yerine, Cebrâil aleyhisselâmın getirdiği koç kurban edildi. Bu koçun boynuzları, Abdullah ibni Zübeyr zamanına kadar Kâbe duvarında asılı kaldı. O zaman çıkan yangında o boynuzlar da yandı. İbrâhim aleyhisselâmın, koçu kurban ettiği yerin, Minâ olduğu rivâyet edildiğinden, hacılar kurbanlarını burada keserler.
Kur’an-ı kerîmde bu hâdise meâlen şöyle anlatılmaktadır: “Yâ Rabbî! Bana iyilerden bir oğul ver. Biz de, ona hâlim bir oğlan müjdeledik. Çocuk, İbrâhim ile yürüyecek çağa gelince, İbrâhim; “Ey oğulcuğum! Rüyâda, seni boğazladığımı görüyorum. Bir bak, ne dersin?” dedi. “Babacığım, sana emredilen ne ise, onu yap! İnşallah beni sabr edicilerden bulursun” dedi. İkisi de, Allah'ın emrine teslim olunca, İbrâhim, oğlunu alnı üzere yere yatırdı. (Bıçak çocuğu kesmedi) Ey İbrâhim! Rüyâya sâdık oldun, iyi hareket edenleri biz böyle mükâfâtlandırırız, dedik. Bu iş, açık bir imtihân idi. Oğlunun yerine (kesilmek üzere) büyük bir koç verdik.” (Saffât sûresi: 102-107) Bundan sonra, ona iyilerden İshak'ı peygamber olarak müjdeledik. Ona ve İshak'a bereket verdik. Onların soylarından iyi olanlar da, nefsine zulüm edenler de vardır.” (Saffât sûresi: 110-113) Hazret-i İsmâil'e bu hâdiseden dolayı, Zebîh (kurbanlık) lakabı verildi.
Hazret-i İbrâhim ve İsmâil aleyhisselâm arasındaki kurban hâdisesinin bir benzeri de yine Resûlullah efendimizin dedesi Abdülmuttalib ile babası Abdullah arasında geçmişti. Abdülmuttalib gördüğü rüyâlar üzerine. Muhammed aleyhisselâmın nûrunu taşıyan oğlu Abdullah'ı kurban etmeye karar verdi. Kavminin müdâhalesi üzerine zamanın âlimlerinden birine danışıldı ve sevgili oğlu Abdullah'ın yerine, diyet olarak, yüz deve kesti. Bu hâdiseden dolayı Abdullah'a da Zebîh lakabı verildi. İsmâil'de (aleyhisselâmZebîh lakabını taşıdığı için, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellemİbn-üz-Zebîhayn (iki kurbanlığın oğlu) denildi. Nitekim Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin Saffât sûresi 102-113. âyet-i kerîmelerinin tefsîrinde, Hâkim'in “Müstedrek”inde ve Hindistan âlimlerinin büyüklerinden Abdülhâk-ı Dehlevî hazretlerinin Medâric-ün-nübüvve adlı eserinde bildirdikleri hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Ben iki kurbanlığın oğluyum.” buyurmuştur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget