Şam ve Filistin ahâlisine gelen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğludur. Annesi Hazret-i Sâre'dir. Büyük kardeşi İsmâil'den (aleyhisselâm) kaç yaş küçük olduğu bilinmemektedir. Kavmini, babası İbrâhim'in (aleyhisselâm) dînine dâvet ederdi. Babasının akrabâsından bir kadınla, başka bir rivâyete göre de Lût aleyhisselâmın kızı ile evlendi. Ya’kûb (aleyhisselâm) ve Iys adında iki oğlu oldu. Filistin'de vefât edip, baba ve annesinin de medfûn bulunduğu Halîlürrahmân civârına defnedildi. Kur'ân-ı kerîmde onyedi yerde ismi geçmektedir.
İshak aleyhisselâmın babası İbrâhim aleyhisselâm, Nemrûd'un ateşinden kurtulduktan sonra; kardeşinin oğlu Lût (aleyhisselâm), amcasının kızı ve hanımı olan Sâre ve diğer inananlarla birlikte önce Şam'a, sonra da hanımı ile Mısır'a ve Ken’ân iline gitti. Bu arada bir memlekete (Mısır, Harrân veya Ürdün'e) vardılar. Geldikleri yerin, evli kadınları rahatsız eden zâlim bir kralı vardı. Hazret-i Sâre'deki yüz güzelliğini gören adamlardan biri, hemen krala giderek; “Memleketine senden başkasına yakışmayacak güzellikte bir kadın geldi.” diye haber verdi. Zâlim kral adam gönderdi. Bu sırada İbrâhim aleyhisselâm, hanımı Sâre'ye; “Bu zâlim, benim hanımım olduğunu anlarsa, seni elimden alır. Eğer sana sorarsa kızkardeşim olduğunu söyle! Zâten sen, İslâm'da benim kardeşimsin. Zirâ burada ikimizden başka müslüman bilmiyorum” dedi. Çünkü o zâlim kavmin inancına göre, bir erkeğin kız kardeşiyle evlenmeye herkesten daha lâyık olduğu kabûl edilirdi. Kralın adamları, İbrâhim'i (aleyhisselâm) bırakıp Sâre'yi saraya getirdiler. İbrâhim'in (aleyhisselâm) zâlime karşı koyabilecek hiç bir şeyi olmadığından, namaz kılıp duâ etmeye başladı.
Herkesin sığınağı olan Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma, sarayın içini dışından rahatlıkla görmesi için, kralın sarayını şeffaf bir hâle getirdi. Kral, Hazret-i Sâre içeri girince ona dokunmak istedi. Hazret-i Sâre, Allahü teâlâya yalvarıp; “Yâ Rabbî! Ben sana ve senin peygamberine îmân ettimse; ben kadınlığımı zevcimden başkasına karşı her zaman muhâfaza eyledimse; şu kâfirin şerrinden beni koru.” diye yalvarınca; o zâlimin nefesi kesilerek uzanan elleri hareket etmez, yürüyen ayakları da tutmaz oldu. Hazret-i Sâre'den, kurtulması için duâ etmesini istedi. Hazret-i Sâre, endişeye kapılıp; “Bu kâfiri benim öldürdüğümü zannederler.” diye düşündü ve duâ etti. Kral, eski hâline kavuştu. Tekrar elini uzatınca; Hazret-i Sâre de önceki gibi yine yalvardı. Bu defâ da hareketsiz kalıp, sara hastalığına tutulmuş kimseler gibi debelenmeye başladı. Tekrar duâ etmesini istedi. Hazret-i Sâre tekrar duâ etti. Kral, o hâlinden kurtulup tekrar yeltendi ve yere yığıldı. Hazret-i Sâre, üçüncü defâ duâ edince kral yine kendine geldi. Fakat bir daha ilişemedi ve Sâre'nin bir cinnî veya bir büyücü olduğuna kanaat getirip, kendisine bir zarar vermesinden korktu. Hazret-i Sâre'yi getiren adamı çağırarak; “Sen bana insan değil, ancak bir şeytan getirmişsin! Bunu hemen memleketimden çıkar” dedi ve Hâcer'i de Sâre'ye hediye etti. Hazret-i Sâre, daha sonra Hazret-i İsmâil'in annesi olmakla şereflenecek olan Hazret-i Hâcer'i de alarak İbrâhim'in (aleyhisselâm) yanına döndü. Bütün olup bitenleri; Allahü teâlânın izniyle, sanki gözünün önünde imiş gibi seyreden Hazret-i İbrâhim, yanında Hazret-i Hâcer olduğu hâlde hanımını görünce hâlini sordu. Hazret-i Sâre'de; “Hayırdır. Allahü teâlâ fâcirin elini benden men eylediği gibi üstelik bir de Hâcer'i ihsân etti” diye cevap verdi.
İbrâhim aleyhisselâm, bu hâdiseden sonra hanımı Sâre ve Hâcer'i alarak Filistin'e gitti. Bu zamana kadar çocuğu olmayan Sâre, yaşının geçtiğini düşünerek, İbrâhim'e (aleyhisselâm) Hazret-i Hâcer'i nikâhlamasını söyledi. Bu evlilikten İsmâil aleyhisselâm oldu. İbrâhim'in (aleyhisselâm) alnındaki nûr, Hâcer'e ve oradan da İsmâil'e (aleyhisselâm) intikâl etti. Hazret-i İbrâhim, Muhammed aleyhisselâmın nûrunu taşıyan İsmâil'e (aleyhisselâm) ve annesi Hazret-i Hâcer'e fazla alaka gösteriyordu. Bu durum Hazret-i Sâre'nin gayretine sebep oldu. Allahü teâlâ, Hazret-i İbrâhim'e (aleyhisselâm) vahyedip İsmâil aleyhisselâm ile annesini şu anda Mekke'nin bulunduğu topraklara götürmesini emreyledi. İbrâhim aleyhisselâm da, onları emredilen topraklara götürüp geri döndü. O sıralarda bu topraklar ıssız ve ot bitmeyen bir yer idi. Aradan yılların geçmesi ile İbrâhim aleyhisselâm yüz, hanımı Sâre de yetmiş yaşını aşmışlardı. Bu zamanda Allahü teâlânın emriyle melekler, bir çocukları olacağını müjdelediler. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Bir de ona sâlihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik.” buyruldu. (Saffât sûresi: 112)
Hazret-i İshak'ın müjdelenmesi hâdisesi, Zâriyât sûresinde İbrâhim aleyhisselâmın husûsiyetleri anlatılırken şöyle beyân buyrulmaktadır:”Yâ Muhammed! İbrâhim'in hizmetleriyle ikrâm olunan misâfirlerinin sözleri ve haberi sana geldi mi? O misâfirler, İbrâhim'in evine girdiklerinde selâm verdiler. İbrâhim, selâmlarına cevap verip (kendi kendine); “Bunlar bilmediğim değişik kimselerdir.” dedi. İbrâhim, misâfirlerinden habersiz, hanımına gitti. Semiz bir dana kızartıp geldi. O kızartmayı önlerine koydu; “Yemez misiniz?” dedi. Onlar, ondan yemediler. Onların yemekten kaçındıklarını görünce, kalbine korku girdi. Melekler onun korkusunu anlayıp; “Korkma!” dediler ve onu, bülûğunda ilimde kâmil olacak İshak adında bir oğulla müjdelediler. İbrâhim'in zevcesi (Sâre), bu oğul müjdesini işitince (hayret etti ve) vâveyla ile kalkıp elleri ile yüzüne vurarak odasına yönelirken; “Ben acûze bir ihtiyâr kadın iken doğurur muyum?” dedi. Melekler; “Rabbin, müjdelediğimiz gibi buyurmuştur. O hâkim ve âlimdir, her şeye kâdirdir” dediler.” (Zâriyât sûresi: 24-30) “İbrâhim; “Benim bu ihtiyârlığımda bana evlâd mı müjdelersiniz? Ne acayip müjdedir” dedi. Melekler; “Biz seni hak ile müjdeledik. Sen Hakk'ın rahmetinden ümîd kesme” dediler, İbrâhim; “Allahü teâlânın rahmetinden kim ümid keser? Ancak, Allahü teâlânın rahmetinin bolluğunu bilmeyen azgınlar ümîd keserler” dedi.” (Hicr sûresi: 54-56)
Meleklerin bu müjdesi, Lût aleyhisselâm kavminin helâk olduğu gece idi. Çok geçmeden Hazret-i Sâre hâmile kaldı. Doğan çocuğa müjde esnâsında, annesi sevinç ve taaccüple güldüğü için İbranîcede (gülüyor) mânâsına gelen İshak adını verdiler. Babası, İshak'ı (aleyhisselâm) yedi günlük iken sünnet etti. İbrâhim aleyhisselâm, büyük oğlu İsmâil'e (aleyhisselâm) okuduğu gibi ona da; “E'ûzü bikelimâtillâhittâmmâti min külli şeytânin ve hâmmetin ve min külli aynin lâmmeh” duâsını okurdu. İshak aleyhisselâm büyüyünce, babası ve annesi ile Mekke'ye gitti. Kâbe-i muazzamayı ziyâret edip, ağabeyi İsmâil'le (aleyhisselâm) görüştü. Üçü birlikte Filistin'e döndüler. Burada anne ve babasına hizmet eder, her sene, hac zamanında, Mekke'ye giderdi. Bir rivâyette Şam ve Filistin ahâlisine, daha babasının sağlığında, başka bir rivâyette ise, babasının vefâtından sonra, peygamber olduğu bildirildi. En’âm sûresi 84. âyet-i kerîmede meâlen; “Biz İbrâhim'e oğlu İshak'ı ve İshak'a oğlu Ya’kûb'u hîbe ettik ve her birine hidâyet ve nübüvvet verdik.” ve Nisâ sûresi 163. âyet-i kerîmesinde de; “Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, (Habîbim) sana da vahyettik; ve yine İbrâhim'e, İsmâil'e, İshak'a, Ya’kûb'a, Ya’kûb'un evlâtlarına ve Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârun'a ve Süleymân'a da vahyettik.” buyrularak İshak aleyhisselâmın peygamberliği haber verilmektedir.
İshak (aleyhisselâm), yüz ve şekil îtibâriyle, ahlâk ve yaşayışta babası Hazret-i İbrâhim'e çok benzerdi. Hattâ sakalı çıktığı zaman, baba ile oğulu birbirinden ayırmak çok güçleşti. İbrâhim aleyhisselâmın sakalı, cenâb-ı Hakk'ın kudretiyle bir gecede ağararak aralarında fark meydana geldi ve görenler kolayca birbirlerinden ayırır oldular.
İshak (aleyhisselâm), Hazret-i İbrâhim'in vefâtından sonra, onun dîninin hükümlerini yaymaya devam etti. Kavmine nasîhatlerde bulunup, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Enbiyâ sûresinin 72 ve73. âyet-i kerîmelerinde bu husûs, meâlen şöyle beyân buyruldu: “İbrâhim'e (arzusu üzerine) İshak'ı ve talebinden ziyâde olarak torunu Ya’kûb'u verdik ve onların hepsini sâlihlerden kıldık. Onları emrimizle insanlara yol gösteren ve Hakk'a dâvet eden önderler kıldık. (Sâlih amellere halkı rağbet ettirmek için) onlara; hayırlı amelleri, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, tevhid ve ihlâsla bize ibâdet eder oldular.”
“Kullarımız İbrâhim, İshak ve Ya’kûb'u da zikreyle (hatırla). Onlar, tâat ve ibâdetle, kuvvet, kudret ve dinde basîret sahibleridir. Biz onları pâk bir hasletle hâlis kıldık. Onlar, ihlâsları sebebiyle dâimâ âhıreti zikrederler. Onlar, bizim katımızda hayırlılar içinden seçilmişlerdir.” (Sâd sûresi: 45-47)
Ömrünü, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle geçiren İshak'a (aleyhisselâm) altmış yaşında iken, Allahü teâlâ iki oğul ihsân etti. Bunlar; ikiz olan Iys ve Hazret-i Ya’kûb adındaki çocukları idi. Iys, amcası İsmâil'in (aleyhisselâm) kızı ile evlendi. Babasının duâsı bereketiyle soyu bereketli olup, kısa zamanda çoğaldı. Ya’kûb'a da (aleyhisselâm) peygamberlik verildi. Oğul ve torunlarından da peygamberler geldi. Bir adı da İsrâil olan Ya’kûb'un (aleyhisselâm) soyundan gelenlere, sonradan İsrâiloğulları denildi.
İshak'ın (aleyhisselâm) gözleri ömrünün sonuna doğru zayıfladı. Yüzyirmi sene veya daha fazla yaşadı. Vefât edince, Filistin'de Halîlürrahmân civarında, baba ve annesinin de medfûn bulunduğu mağaraya defnedildi.
Her peygamber gibi İshak aleyhisselâmın da çeşitli husûsiyetleri vardı. İshak'ın (aleyhisselâm), Kur'ân-ı kerîmde bildirilen husûsiyeti ilim sâhibi olmasıdır. Nitekim âyet-i kerîmede İbrâhim aleyhisselâma İshak aleyhisselâmın doğacağını müjdelemek için gelen meleklerin onu, bülûğunda ilimde kâmil olacak İshak adında bir oğulla müjdeledikleri bildirilmektedir. Tefsîr âlimleri, âyet-i kerîmede bildirilen ilmin; nübüvvet (peygamberlik), din ilimleri, dünyâ ve âhıret saâdetine dâir ilimler olduğunu bildirmişler ve küçüklükte âlim olunamayacağı için de bülûğunda ilim sâhibi olacağı şeklinde tefsîr etmişlerdir.
İlim, Allahü teâlânın sıfatı, Alîm de Allahü teâlânın isimlerindendir. Allahü teâlânın gizli-açık, geçmiş-gelecek, olmuş-olacak her şeyi ezelî ve ebedî olarak bilmesi demektir. İlim, bilmek demektir. Târifleri ise çeşitlidir: İlim; “Varlığı mevcût olan bir şeyin kesin olarak kabûl edilmesidir.”, “Bir şeyin sûretinin, şeklinin akılda meydana gelmesidir.”, “Akıl sâhibi olan insanın, kendisinin dışında bulunan şeyleri, olduğu gibi kavramasıdır.”, “İnsanın, bir şeyin mânâsına ulaşmasıdır.” gibi târiflerle anlatılmaya çalışılmıştır. Allahü teâlânın ilmi, ezelî ve ebedîdir. İnsanoğlunun ilmi ise sonradan elde edilir. Aklın,düşünmeden elde ettiği ilimlere bedihî ilim; hesâba, tecrübe ve deneye dayanan bilgilere istidlâlî ilim (fen ilmi); duygu organları ile elde edilen bilgilere de, zarûrî ilim denir.
İnsanlar, ilk insan olan Âdem aleyhisselâmdan beri ihtiyaç duydukları şeyleri öğrenmeye gayret etmişlerdir. Bir kısım fen bilgileri, Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla Âdem aleyhisselâma bildirilmiş, bir kısım bilgileri de insanlar, tecrübeleri ile zamanla ortaya çıkarmışlardır. Din bilgileri, Allahü teâlâ tarafından, çeşitli zamanlarda gönderilen peygamberler vâsıtasıyla insanlara duyurulmuş, böylece dünyâ ve âhırette mes’ûd olmanın yolları bildirilmiştir. Allahü teâlânın son peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm ve O'nun tebliğ ettiği İslâm dîni, öğrenmeğe çok ehemmiyet vermiş; ilmin, kadın-erkek her müslümana farz olduğunu bildirmiştir.
İslâmiyet; ilim öğrenmeyi emretmektedir. Her müslümanın önce din, sonra dünyâ bilgilerini öğrenmesi lâzımdır.
İlim hakkındaki hadîs-i şerîflerde buyruluyor ki:
“Allahü teâlâ bir kimseye iyilik etmek isterse; onu, dinde âlim yapar ve ona doğru yolu ihsân eder.”
“Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâil'in peygamberleri gibidir.”
“Temiz ve müttekî bir âlimin arkasında namaz kılan, Benî İsrâil peygamberlerinden birinin arkasında namaz kılmış gibidir.”
“Göklerde ve yerde olanlar, âlim için istiğfâr ederler.”
“Îmân çıplaktır. Örtüsü takvâ, meyvesi ilim, süsü hayâdır.”
“Peygamberlik derecesine en yakın olan insanlar, din âlimleridir. Çünkü din âlimleri, insanları peygamberlerin gönderildikleri şeye çağırırlar.”
“Dinde âlim olanın arzusuna, Allahü teâlâ yetişir. Hiç ummadığı yerden rızkını verir.”
“Ümmetimden iki kısım insan iyi olursa, insanlar da din husûsunda iyi olur. Bunlar, âlimler ve devlet reisleridir.”
“Âlimin âbid üzerine üstünlüğü; benim, sizin en aşağınız üzerine olan üstünlüğüm gibidir.”
“Âlimin âbid üzerine üstünlüğü; ayın onbeşinci gecesindeki dolunayın, diğer yıldızlar üzerine olan üstünlüğü gibidir.”
“Kıyâmet gününde, üç kısım kimseler şefâat ederler; peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler.”
“Âlimle âbid arasında yüz derece vardır. İki derecenin arası, yetmiş senelik mesâfedir.”
“Allahü teâlânın, Cehennem’den âzâd ettiklerine bakmak isteyen, ilim talebesine baksın! Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bir âlimin kapısına giden ilim talebesine, her adımı için Allahü teâlâ bir yıllık ibâdet sevâbı yazar ve Allahü teâlânın Cehennem ateşinden âzâd ettiği kullarından olduğuna melekler şâhidlik eder.”
“İlim öğrenmek, erkek ve kadın her müslümana farzdır.”
“Beşikten mezâra kadar, ilim öğreniniz.”
“Ey Ali! Ya âlim ol, ya ilim talebesi ol, yâhut da dinleyici ol! Dördüncüsü olma, helâk olursun!”
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) faydasız ilimden Allahü teâlâya sığınırdı. Hadîs-i şerîfte; “İlim ikidir. Birisi kalbde olan ilimdir ki, sâhibine faydalı olan ilim budur. Diğer ilim, yalnız dilde olur. Bu ilim, Allahü teâlânın insanoğluna karşı hücceti, delilidir” buyruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte; “İlmi, kendisine fayda vermeyen kimsenin, bu cehâleti ona zarar verir” buyruldu. Yine Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), “İnsanlardan en şiddetli azâb görecek olan, Allahü teâlânın, ilminden faydalandırmadığı âlimdir” buyurdu. İlmi ile amel etmeyen kimsenin vâzı, insanların kalblerine tesir etmez. Kayalık arâziye yağan yağmur gibi akar gider, dinleyenlerin kulağına girmez.
İslâmiyet, din ilimlerinin yanında, fen ilimlerinin de öğrenilmesini; müslümanların, en ileri teknolojiye sâhip olmasını emretmektedir. Bilindiği gibi fen; mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini yapmak demektir. Bunların her üçünü de Kur'ân-ı kerîm emretmektedir. Fen bilgilerine, san’ata ve en modern harp silâhlarını yapmaya uğraşmak, müslümanlar üzerine farz-ı kifâyedir. Müslüman olmayanlardan daha çok çalışmamızı, dînimiz emretmektedir.
İslâmiyette, ilim ve ilim sâhipleri çok övülmüş, cehâlet ve câhiller çok kötülenmiş olmasına rağmen, ilim bir maksat değil, vâsıtadır. İlim, insana Rabbini tanıtan ve O'na kulluğa sevkeden bir merhaledir. İlim, amele (icraata, işe) dönüşürse kıymetlidir. Böyle olmayan bilgilere faydasız ilim denilmiş, insanlığı cehâlete götürdüğü bildirilmiştir. İlim, insanı kendini bilmeye ve sonra da Rabbini bilmeye götürmelidir. Âlim, ilmin kendisinden kıymetlidir. İlmi arttıkça tevâzûu artmayan, amelleri ve ahlâkı olgunlaşmayan, kibir ve gurura kapılanlara âlim denmez. Şiir:
İlim, ilim bilmektir,
İlim, kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen,
Bu nice okumaktır.
İlim, Allah rızâsı için öğrenilirse, Allahü teâlâ indinde sevâba ve vâd olunan derecelere kavuşulur. Süfyân-ı Sevrî hazretleri; “Biz ilmi, önce Allahü teâlânın rızâsını kastederek öğrenmedik. Fakat ilim, Allahü teâlânın rızâsından başkasını kabûl etmedi.” buyurdu. Eshâb-ı kirâmdan birinin yanına bir başkası gelip; “Ben ilim öğrenmek istiyorum, fakat onunla amel edememekten de korkuyorum.” dedi. Bunun üzerine o zât; “İlim öğrenmen, cehâlete vâsıta olmandan daha hayırlıdır” dedi. Aynı kişi bir başkasına gidip aynı şekilde sorunca, o da; “Âlim, kıyâmette âlim olarak; câhil de câhil olarak haşrolunur.” dedi.
Ebû Hüreyre'ye (radıyallahü anh) “Sana yarın öleceğin söylense ne yapardın?” diye sorulunca; “İlim öğrenirdim.” cevâbını verdi. Büyüklerimiz; “İlmin evveli susmak, ikincisi dinlemek, üçüncüsü öğrendiğini ezberlemek, dördüncüsü amel etmek, beşincisi ilmi yaymaktır.” buyurmuşlardır.