Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen peygamber. İbrâhim aleyhisselâm veya Sâlih'in (aleyhisselâm) neslinden olduğu rivâyet edilir. Nesebi, Buharî-i şerîfi şerheden âlimlere göre; Şu’ayb bin Mikâil bin Lâvî bin Ya’kûb (aleyhisselâm) bin İshak (aleyhisselâm) bin İbrâhim'dir (aleyhisselâm). Ebüssü’ûd Efendi'ye göre; Şu’ayb bin Mikâil bin Yeşcer bin Medyen bin İbrâhim'dir (aleyhisselâm). Fahreddîn Râzî, Medyen'in, Lût aleyhisselâmın kızı Reâya ile evlendiğini ve ondan doğan çocuklarının çoğaldığını rivâyet etmektedir. Şu’ayb aleyhisselâmın anne tarafından Hazret-i Lût'un kızına ulaştığı ve Eyyûb'le (aleyhisselâm) teyzeoğulları oldukları da rivâyet edilir. Mûsâ'nın (aleyhisselâm) da kayınpederidir. İsminin Arapça'da Şu’ayb, Süryanîce'de ise Yesrub olduğu bildirilmiştir. Memleketi olan Medyen ve oraya yakın bir yer olan Eyke ahâlisine peygamber olarak gönderildi. Bu husûs hadîs-i şerîfte bildirilerek; “Şu’ayb aleyhisselâm Medyenlilerin neseben kardeşleridir. Onlara ve Eshâb-ı Eyke'ye peygamber olarak gönderilmiştir” buyrulmuştur. Her iki kavmin azgınlıkları yüzünden helâk olması üzerine inananlarla birlikte Mekke'ye gitti. Orada vefât edip, Kâbe-i muazzamada, altın oluğun altına, yâni Hatim'e defnedildi. Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve te’sirli hitâb etmesi sebebiyle, kendisine Hatîb-ül-Enbiyâ (Peygamberlerin hatîbi) denildi. Çok namaz kılar, kul hakkına ziyâdesiyle dikkat eder, bilhassa ölçü ve tartı aletlerinde hak geçmemesi için, elinden geleni yapar ve titizlik gösterirdi.
Arabistan'da, Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şu’ayb (aleyhisselâm), o kavmin asîl bir âilesine mensuptu. Hattâ bir rivâyette; dedelerinden olan Medyen adlı şahsın etrâfında toplanan insanların kurduğu şehre Medyen isminin verildiği, bölgenin bu adla anıldığı bile söylenir. Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) gençliği, Medyen kavminin arasında geçti. Bu bölge halkı sapıtıp azıtmış olduğundan; onların kötülüklerinden uzak yaşar, babasından kalan koyunları ile meşgûl olur ve çok namaz kılardı. İnsanlara güzel huyları ve nasîhatleri ile örnek oldu. Medyenliler, atalarının doğru yolundan ayrılmışlar ve kötü yollara sapmışlardı. Bu sebeple, bir olan Allahü teâlâya ibâdet etmeyi bırakmışlar, kendi yaptıkları putlara, heykellere tapmaya başlamışlardı. Medyen'in kervan yolları üzerinde bulunması, bölge halkını ticârete yöneltmişti. Bu insanlar, yaptıkları alışverişte muhakkak hîle yaparlardı. Yiyecek maddelerini alırlar, yer altına doldururlar, pahalanınca fahiş fiyatla satarlardı. O zamanlar, para, ya tane ile sayılarak veya tartılarak işlem görürdü. Medyenliler, alış-veriş yaptıkları şahıslardan parayı tartı ile alıyorlar, kenarından kırptıktan sonra tane ile başkasına veriyorlardı. Ölçü ve tartı için, iki değişik alet ve ağırlıkları vardı. Birini kendileri satın alırken, diğerini de başkasına bir şey satarken kullanıyorlardı. İnsanların yollarını keserler, onların mallarından belli bir kısmına el koyarlardı. Yol üstünde dururlar, bilhassa yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli hîlelere başvurarak ellerinden alırlardı. İnsanlarla yaptıkları muâmelelerde, karşı tarafa zarar verirler, onlara eziyet ve zulüm ederler, bozgunculuk yaparlardı. Sıhhatlerinin, boş vakitlerinin, yiyecek-içecek ve giyecekteki bolluk, fiyatlardaki ucuzluk ve emniyet içinde yaşamak gibi nîmetlerin kıymetini bilip şükretmezler, ayrıca bütün bu nîmetlere, nankörlük ederlerdi.
Medyenliler böyle zulüm ve sapıklık içinde hayat sürerken, Allahü teâlâ, onlara, doğru yola dâvet için, Şu’ayb'ı (aleyhisselâm) peygamber gönderdi. Şu’ayb (aleyhisselâm), onlara nasîhatlerde bulunup; Allahü teâlâya şirk koşmamalarını ve yalnız O'na ibâdet etmelerini; alış-verişte, ölçü ve tartıda haksızlıkta bulunmamalarını, âhıret gününe inanmalarını, yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını söyledi. Buna devam ettikleri takdirde Cehennem azâbına uğrayacaklarını bildirdi. Emirlerini yapmaları hâlinde Cennetle müjdeledi. Eğer sözlerini dinlemezler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet etmezlerse, dünyâda ve âhırette acı azâblarla karşılaşacaklarını da haber verdi. Fakat, azgın Medyen ahâlisi Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) sözlerini dinlemeyip, azıttıkça azıttı. Kabîlesinin kuvvetli olduğunu ileri sürerek, Şu’ayb'a (aleyhisselâm) kötülük yapmak istemediklerini söylediler. Fakat, ona inananları tehditten hiç geri kalmadılar.
Şu’ayb (aleyhisselâm), bütün bu sıkıntı, eziyet ve horlamalara rağmen, kavmini doğru yola dâvet etti. İbrâhim'e (aleyhisselâm) indirilen suhuflarda bildirilen husûsları, yâni Hanîf dînînin hükümlerini tebliğ eden Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) peygamberliği, Şam'a kadar duyulmuştu. Allah aşkı ile yanan nice gönül sâhipleri, akın akın onu görmek ve bildirdiklerine îmânla şereflenmek için Medyen'e geliyorlardı. Allahü teâlânın, nîmet değil felâketlerine sebep olarak verdiği mal ve sıhhatleri sebebiyle kuvvetli olduklarını zanneden müşrikler, yolda durup Şu’ayb'a (aleyhisselâm) îmân etmeye ve ziyâretiyle şereflenmeye gelenlere mâni olmaya çalışıyorlar, böylece ellerinden geleni yapıyorlardı. Hattâ, içlerinde en doğru kimse olduğunda şek ve şüphe etmedikleri Şu’ayb'ı (aleyhisselâm); yalancılıkla suçluyorlar, îmân etmek için gelenleri ondan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Zamânla çabalarının çâre olmadığını gördüler. Şu’ayb'ı (aleyhisselâm) ve ona inananları, kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde, yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdit ettiler. Şu’ayb (aleyhisselâm) ve ona inananlar, sapıkların tehditlerine karşı çıktılar. Azgın Medyen ahâlisinin îmâna gelmesinden ümîd kesince, onları Allahü teâlâya havâle ettiler.
Şu’ayb'ın (aleyhisselâmAllahü teâlânın emir ve yasaklarını kavmine tebliği ve onlarla mücâdelesi, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyrulmaktadır:
“Biz, evlâd-ı Medyen'e (neseben) kardeşleri Şu’ayb'ı (aleyhisselâmgönderdik. O, onlara; “Ey kavmim! Allahü teâlâyı tevhîd edip, O'na ibâdet edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur. Alış-verişinizde, ölçü ve tartıyı noksan etmeyin. Ben sizin zenginlik ve refâh içinde olduğunuzu, (bu zenginlik ve bolluğa şükretmediğiniz takdirde elinizden çıkacağını veya bu bolluk içerisinde ölçü ve tartıda noksanlık yapmanızın size uygun olmadığını) görüyorum. Bu hıyânetiniz sebebiyle, kıyâmette Cehennem azâbının (veya dünyâda iken şiddetli bir azâbın) sizi kuşatarak hiç birinizin kurtulamayacağından korkarım” dedi.” (Hûd sûresi: 84)
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Fahreddîn-i Râzî hazretleri buyurdu ki: Peygamberler ilk önce tevhîdle dâvete başlarlar. Bu sebeple Şu’ayb aleyhisselâm“O'ndan başka ilâhınız yoktur” buyurdu. Kavmini tevhîde dâvet ettikten sonra, en mühim husûsiyeti olan alış-verişteki hîleden vazgeçmeye dâvet etti. Sonra bu dâvet ehemmiyet sırasına göre devam etti. Medyen halkının, ölçü ve tartıyı eksik ve hîleli yapmak, âdetleri olduğu için, Şu’ayb aleyhisselâm onlara; “Alış-verişinizde, ölçü ve tartıyı noksan etmeyin” buyurdu. Medyen halkı bu fiili iki şekilde yapıyorlardı. Kendileri başkasına tartarken eksik tartıyorlar, başkalarından ise fazla fazla alıyorlardı.
Şu’ayb aleyhisselâm kavmini dâvete devam ederek meâlen; “Ben sizin zenginlik ve refâh içinde olduğunuzu görüyorum” buyurdu. Burada iki vecih vardır. Birincisi, malları değerinden fazla yüksek fiyatla satmaktan men ve bu fiillerine tevbe etmezlerse bu nîmetin kendilerinden gideceğini hatırlatma vardır. Şu’ayb aleyhisselâm bu eksik ve fazla tartmayı terketmelerini, eğer terketmezlerse; Allahü teâlânın ihsân ettiği rahat ve zenginliği onlardan alacağını anlatmak istiyordu.
İkinci olarak âyet-i kerîmeye şu mânâ da takdir edilmektedir; “Allahü teâlâ size, çok mal ve nîmet verdi. Sizin eksik ve fazla tartmaya ihtiyâcınız yoktur.” Bu sebeple âyet-i kerîmenin sonunda meâlen; “Bu hıyânetiniz sebebiyle, kıyâmette Cehennem azâbının sizi kuşatarak, hiç birinizin kurtulamayacağından korkarım dedi” buyrulmuştur.
Şu’ayb aleyhisselâm, sözlerine devam ederek meâlen şöyle buyurdu: “Rabbiniz tarafından size açık mûcize geldi. Artık kileyi, terâziyi tam tutun. İnsanların haklarını yerine getirmekte noksanlık yapmayın. (Peygamberler ve onlara tâbi olanların vâsıtasıyla) ıslâh olmuş olan yeryüzünü, (küfür ve hîlelerinizle) fesâda vermeyin. Eğer benim sözümü tasdik ederseniz, (bu söylediklerim) sizin için hayırlıdır dedi.” (A’râf sûresi: 85)
Fahreddîn-i Râzî hazretleri bu âyet-i kerîmelerin îzâhında buyurdu ki: Bu âyet-i kerîmede, Şu’ayb aleyhisselâm kavmini şu husûslara dâvet etmiştir. İlk olarak meâlen; Allahü teâlâya ibâdet edin. Sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur” buyurmuştur. Bu, işin temeli olup, bütün peygamberlerin dînînde mûteberdir.
Şu’ayb aleyhisselâm ikinci olarak; kendisinin onlara peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. Bunun için de onlara meâlen; “Rabbiniz tarafından size açık bir beyyine geldi” buyurdu. Burada “beyyine” den murâdın, mûcize olması lâzımdır. Zirâ peygamber olduğunu bildirenin (istendiği zaman) mûcize göstermesi lâzımdır. Şâyet mûcize gösteremezse ancak bir haberci olur, peygamber değil! Bu âyet-i kerîme göstermektedir ki, Şu’ayb aleyhisselâm, kavmine peygamberliğinin ve bildirdiklerinin doğruluğunu gösteren bir çok mûcize göstermiştir. Bu mûcizelerin neler olduğu ve keyfiyeti, Kur'ân-ı kerîmde Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir çok mûcizelerinin açıkça bildirildiği gibi bildirilmemiştir.
Şu’ayb aleyhisselâm üçüncü olarak, kavmine meâlen; “Artık kileyi, terâziyi tam tutun” buyurdu. Peygamberler, kavimlerinin en bâriz gördükleri kötü hâllerini, diğer kötülüklerden daha önce nehye çalışırlardı. Şu’ayb aleyhisselâmın kavmi, alış-verişlerinde eksik ve hîleli tartmaya müptelâ idiler. Bu sebeple, Şu’ayb aleyhisselâm kavmini hîleli ve eksik tartmaktan nehyetti. Az bir şey için eksik ve hîleli tartarak hıyânet etmek, ahlâken de çok çirkin bir iştir. Bunun için Allahü teâlâ, haram olduğunu bildirdi ve hiç bir özür bırakmadı. Böylece insanlara ölçü ve tartıyı tam yapmalarını emretti.
Şu’ayb aleyhisselâm dördüncü olarak, kavmine meâlen; “İnsanların haklarını yerine getirmekte noksanlık yapmayın” buyurdu. Şu’ayb aleyhisselâm, kavmini ölçü ve tartıda eksik tartmak ve hîle yapmaktan nehy ettikten sonra, bütün yönleri ile noksanlık ve hîleden de men etti. Bu sözü ile, başkasının malını gasp etmekten, hırsızlıktan, rüşvet almaktan, yol kesmekten, açık ve gizli bir hîle ile insanların malını almaktan nehy etti.
Şu’ayb aleyhisselâm beşinci olarak meâlen; (Peygamberler ve onlara tâbi olanların vâsıtasıyla) ıslâh olmuş olan yeryüzünü (inkâr ve hîlelerinizle) fesada vermeyiniz” buyurdu. İnsanların mallarını rızâsı olmadan almak, çekişmeye ve düşmanlığa sebep olmakta, çekişme ve düşmanlık da fesâda sebep olmaktadır. Bu âyet-i kerîme, din ve dünyâ işlerinin hepsinde fesâd çıkarmayı nehyetmektedir.
Şu’ayb aleyhisselâmın dâvet ettiği bu beş şey, iki esasta toplanmaktadır: Birincisi, Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek. Bu esâsa, tevhîd ve peygamberleri tasdik de dâhil olmaktadır. İkincisi ise, Allahü teâlânın yarattıklarına acımaktır. Buna eksik ve hîleli tartma ile fesâd çıkarmayı terketmek, kısaca insanlara eziyeti bırakmak da girmektedir. Herkese faydalı olmak ve yardım etmek zordur. Fakat, herkese kötülük yapmaktan geri durmak mümkün ve lâzımdır. İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) Mektûbât'ının birinci cildi, yüzyetmişinci mektubunda buyurdu ki: “Ey akıllı kardeşim! Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak lâzım olduğu gibi, insanların haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de lâzımdır. Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve O'nun yarattıklarına acımak lâzımdır” hadîs-i şerîfi, bu iki hakkı yerine getirmek lâzım olduğunu göstermektedir. Bu iki haktan yalnız birini gözetmek kusur olur. Bir bütünün, bir parçası, onun hepsi demek değildir. Bundan anlaşılıyor ki, insanlardan gelen sıkıntılara dayanmak lâzımdır. Onlarla iyi geçinmek vâcibdir. Kızmak iyi olmaz. Sert davranmak yakışmaz. Fârisî beyt tercümesi:
Seviyorum diyenin, güzel olsa da pek,
Nazlanmayı bırakıp, naz çekmesi gerek!
Allahü teâlâ, Şu’ayb aleyhisselâmın kavmine söylediği bu beş şeyi bildirdikten sonra, Şu’ayb aleyhisselâmın meâlen şöyle dediğini bildirdi: “Eğer benim sözümü tasdik ederseniz (bu söylediklerim) sizin için hayırlıdır dedi.” Yâni siz âhırete îmân ediyorsanız bu söylediğim ve bildirdiğim beş husûs âhırette sizin için hayırlıdır. Eksik tartmayı, fesâd çıkarmayı terk edin. Bu sizin için dünyâda mal toplamaktan daha hayırlıdır. Zirâ insanlar, sizin doğruluğunuzu ve emânete riâyetinizi, ölçü ve tartıyı tam yaptığınızı bilirlerse sizinle muâmelelerde bulunurlar. Böylece mallarınız çoğalır.
“Ey kavmim! Ölçekte ve terâzide adâleti yerine getirin. İnsanlara hakkı olan şeyleri noksan vermeyin. Günâh işlemek sûretiyle yeryüzünde fesâd çıkarıcı olmayın. (Dininizi ve dünyânızı ıslâh ediciler olun.) Eğer mü’min kimseler iseniz (yani benim söylediklerimi kabûl edip, tasdik ediyorsanız)Allahü teâlânın helâlinden bıraktığı kâr, sizin için (ölçü ve tartıda hîle yaparak elde ettiğiniz fazlalıktan) daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinize bir muhâfız değilim.” (Hûd sûresi: 85-86) Yâni, sizi kötü işlerden alıkoyacak gücüm yok ve yaptığınız kötü işlerden dolayı, cezâ veremem. Yaptığınız kötülükler sebebiyle, üzerinizde bulunan nîmetlerin elinizden çıkmasına da mâni olamam. Ben ancak tebliğ edici, nasîhat verici ve başınıza geleceği vâdedilen azâbla korkutucuyum.
“Onlar dediler ki: “Ey Şu’ayb! Bizim babalarımızın ibâdet ettiği putlardan, yâhut kendi mallarımızdan dilediğimizi eksik ölçüp tartmamızdan vazgeçmemizi, sana namazın mı emretti.” (Hûd sûresi: 87) Azgın kavmi, çok namaz kılan Şu’ayb'ı (aleyhisselâm) ibâdet ederken gördüler. Kavmi, Şu’ayb aleyhisselâma hakâret etmek için, bir saygı ifâdesi bile kullanmadı ve onun namazıyla alay etmek için; “Bizim dedelerimizden kalan dînîmizden ve mallarımızdan dilediğimizi eksik ölçüp tartmamızdan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor?” dediler. Müfessirler; “Burada, en büyük ibâdet olduğu için namaz zikredilerek din murâd edilmiştir” demişlerdir.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: Şu’ayb aleyhisselâm, A’râf sûresi 86. âyet-i kerîmesinde bildirdiği beş husûsa bâzı husûslar daha ilâve etti. Şu’ayb aleyhisselâm onlara, Hakk'a ve hak dîne giden yolu tıkayıp, insanların îmân etmelerine mâni olmamalarını bildirip meâlen; “Her bir yol üzerine oturmayın” buyurdu.” Bu âyet-i kerîme iki şekilde tefsîr edilebilir. Birincisi, yoldan maksat insanların gittiği yoldur, Medyenliler yollara oturuyorlar ve Şu’ayb aleyhisselâma îmân etmek isteyenleri tehdit ederek mâni oluyorlardı. İkinci vecih ise “Din yolu” demektir. Bâzı âlimlere göre “Her bir yol üzerine oturmayın” âyetinden murâd, “Şeytana uymayın” demektir. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “(İblis); “Öyle ise beni azdırmana yemîn ederim ki, Âdemoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım!...” (A’râf sûresi: 14) Sırâttan (yoldan) murâd, dîne götüren yolların hepsidir. Bunun delîli âyet-i kerîmenin devamında; “Allahü teâlâya îmân etmelerine mâni olmayın” buyrulmasıdır.
Kısaca, Şu’ayb aleyhisselâm kavmini;
1- Yollara oturup insanları tehdit etmekten, eziyette bulunmaktan,
2- Allahü teâlâya îmân edecek kimselere mâni olmaktan,
3- Îmân edecek veya îmân etmiş olanları şüphe ve tereddüde düşürmekten, eğri yola gitmelerini istemekten men etmiştir.
İyi düşünülürse bir kimsenin, bir sözü kabûl edip inanmasına bu üç yol ile mâni olunabilir.
Şu’ayb aleyhisselâm onlara meâlen; “Sizin sayınız ve malınız az iken, sizi mal ve evlâd ile çoğaltan Allahü teâlâyı zikredin. Sizden önceki ümmetlerden bozgunculuk edenlerin âkıbetlerinin ne olduğuna bakın ve ibret alın dedi.”
Burada Şu’ayb aleyhisselâm, kavmine, Allahü teâlânın onlar üzerindeki nîmetlerini, geçmiş ümmetlerden îmân etmeyenlerin başına gelenleri haber vererek, onları îmâna, tâata, günâhtan uzaklaşmaya teşvik ve îmâna dâvet etmektedir. Sözlerine meâlen şöyle devam etmişlerdir;
“Halbuki biz seni rüşd ve hilm sâhibi bir kişi olarak biliyorduk. Böyle iken sen atalarımızın dînînden bizi nasıl uzaklaştırmaya çalışırsın?” dediler.” (Hûd sûresi: 87) Kavmi, bu sözü Şu’ayb aleyhisselâm ile alay etmek için söylemiştir.
Şu’ayb aleyhisselâm, kavminin câhil, inâdçı ve alaylı sözleri karşısında; “Ey kavmim! İyice düşünüp bana cevap verin. Eğer ben, Rabbim tarafından ilim, hidâyet, din ve nübüvvet ile gelmişsem veya Rabbim beni helâl nîmetler ile rızıklandırmış ise, yine hakkımda böyle isnâdlarda bulunur musunuz? Ben, Allahü teâlânın pek çok lütfune kavuşmuş iken, O'nun emrine karşı gelemem. Rabbimin emir ve yasaklarını size tebliğ etmekten de aslâ vazgeçmem. Siz benim bu hâlimi, niçin anlamıyorsunuz? Halbuki, sizin yapmanızı bildirdiğim husûsları, ben de yerine getiriyorum. Sizin sakınmanızı bildirdiğim kötülüklerden en evvel kendim kaçınıyorum. Ben, yapıp yapmamanızı istediğim husûsları gücüm yettiği kadar tebliğ ederek, sizin ıslâh olmanızı isterim. Benim söylediklerim, sizin faydanızadır. Size bildirdiklerimi zorla yaptıracak güçte değilim. Muvaffakiyetim Allahü teâlânın yardımı iledir. Ben, yalnız O'na tevekkül edip, bütün işlerimde O'na güvendim ve O'na sığındım. Çünkü her şeye kâdir olan O'dur. Ben ancak O'na dönerim. O'nun lütuf ve inâyetine, yardımına güvenirim. Ey kavmim! Nûh kavminin suda boğulduğunu, Hûd kavminin şiddetli rüzgârla savrulduğunu, Sâlih kavminin bir sayha, bir zelzele ile helâk edildiğini bilmiyor musunuz? Bana olan düşmanlık ve muhâlefetiniz, böyle bir belâya uğramanıza sebep olmasın! Bunu, kendi kötü işlerinizle kazanmış olmayınız. Ey kavmim! Lût kavmi de sizden uzak değildir. Onların dinsizliklerinden dolayı başlarına gelenleri, zaman ve mekân bakımından yakınlığınız sebebiyle bilirsiniz. Onların başına gelenleri düşünüp, küfür ve isyândan vazgeçmeniz lâzım gelmez mi? Ey kavmim! Artık uyanın. Rabbinizden mağfiret dileyin! O'na îmân edin. Sonra tevbe ederek günâhlarınızın affedilmesi için yalvarın. Başka şeylere tapınmaktan vazgeçip, yalnız O'na ibâdet edin! Önceden yaptığınız günâhlardan da pişman olup af dileyin! Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir. Tevbe edeplere merhamet ve inâyeti pek çoktur. O muhîbdir. O, tevbe edip, Rabbine ibâdet eden kullarını çok sever” dedi. Fakat azgın Medyen halkı söz dinlemedi. Şirretliklerini gittikçe arttırıp ona; “Ey Şu’ayb! Söylediklerinden birçoğunu iyice anlayamıyoruz” dediler. Halbuki Şu’ayb aleyhisselâm, kavmine kendi dillerinde açık bir lisânla nasîhat veriyordu. Kavminin insanları ise, ona düşmanlıklarından dolayı anlamadıklarını söylüyorlardı. Böylece; “Senin peygamberliğin ve Allahü teâlânın birliği hakkında söylediklerinin doğruluğu bizce meçhuldür” demek istiyorlardı. Kur'ân-ı kerîmde sözlerine meâlen şöyle devam ettikleri bildirildi: “Şüphe yok ki, biz seni aramızda cidden zayıf görüyoruz. Eğer senin aşiretin olmasaydı, elbette seni taşlayarak öldürürdük ve sen bize karşı bir izzet ve üstünlüğün sâhibi de değilsin.” (Hûd sûresi: 91) Bununla; “Sen, bizim sana yapacaklarımıza karşı koyacak güç ve kuvvete sâhip değilsin. Ama biz, aynı kanaate sâhibiz. Fakat akrabâlarının hatırı için, sana bir şey yapamıyoruz. Yoksa seni taşlayarak öldürürdük. Zâten bizim yanımızda hürmete değer bir tarafın da yok” demek istediler.
Şu’ayb (aleyhisselâm) cevap verip; onlardan korkmadığını, kavminden gelebilecek bir kötülüğe mukâbelede bulunmaktan çekinmeyeceğini, zillete sebep olan azâbın kimlere geleceğinin ve kimlerin yalancı olduğunun yakında anlaşılacağını açıkça söyledi. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Ey kavmim! Benim aşîretim, sizin üzerinize Allahü teâlâdan daha mı azîzdir ki, (aşîretimden korkarak beni öldürmekten çekindiniz). Allahü teâlânın emrine (atılmış, unutulmuş bir şey gibi) sırt çevirdiniz. Muhakkak Rabbimin ilmi, sizin bütün işlerinizi çepeçevre kuşatıcıdır dedi.” (Hûd sûresi: 92). İlmiyle, kudretiyle bütün yaratılmışları kuşatmış olan Rabbimi ve peygamberi olarak benim de O'nun himâyesinde bulunduğumu düşünmüyor da, âciz birer yaratık olan akrabâlarımın hatırı için bana saldırmadığınızı söylüyorsunuz. Halbuki sizin yaptığınız işleri, ilmiyle çepeçevre kuşatmış olan Allahü teâlâyı hiçe sayıp unuttunuz. O'na ortak koşup, peygamberine ihânette bulundunuz. O'nu, haşa unutulmuş arka tarafa atılmış bir şey gibi telakkî ettiniz. Böyle kâfirane bir kanaatte bulunmuş olduğunuzun farkında değilsiniz dedi ve meâlen; “Ey kavmim! Bütün kuvvetinizle dilediğinizi yapın. Ben de vazifemi yapıcıyım. Yakında Allahü teâlâdan azâb gelince, kim zelîl ve rüsvâ olur, yalancı kimdir, bileceksiniz. Şimdi azâba hazır olun. Ben de sizinle berâber sizin azâbınızı gözeticiyim dedi.” (Hûd sûresi: 93)
Şu’ayb'ın (aleyhisselâm), onların sözlerine ve tehditlerine aldırış etmeyerek herkese Allahü teâlânın dînîni anlatmaya çalışması karşısında, müşrikler; azgınlıklarına ziyâdesiyle devam ettiler. Allahü teâlâya îmân edenleri korkutarak inançlarından vazgeçirmeye, onların yolları üzerinde oturarak yanıltmaya kalkıştılar. İnanmak için gelenlere Şu’ayb'ı (aleyhisselâm) kötülediler. Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) kavminin ileri gelenleri, kendilerinden olan kimselerin Şu’ayb'a (aleyhisselâm) tâbi olmaması için, onları, tehdit ettiler. Müşriklerin bu sözleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Şu’ayb'a uyarsanız, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız.” (A’râf sûresi: 90)
Fahreddîn-i Râzî hazretleri, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: Allahü teâlâ, Medyen ahâlisinin Şu’ayb aleyhisselâmı yalanlayarak düştükleri sapıklığın büyüklüğünü bildirdi. Sonra, onların kendileri saptıkları gibi, başkalarını da saptırdıklarını beyân etti. Şu’ayb aleyhisselâma uyanları kınadıklarını açıkladı. Medyen halkı dünyâda ölçü ve tartıda hîle yapmak sûretiyle sapıklıkta son noktaya geldiler. Bu sebeple azâba, felâkete uğramağa müstehak oldular. Bu kavmin insanları, puta tapmak esâsına dayanan dînini ve insanların aldatılmasıyla elde ettikleri kötü kazançlarını terk etmeyi, büyük bir zarar zannediyorlar, başkalarını da böyle bir duruma düşmekten men ediyorlardı. Kur'ân-ı kerîmde Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) onlara meâlen şöyle nasîhat ettiği bildirildi: (Şu’ayb aleyhisselâm kavmine şöyle dedi:) Îmân etmek için gelenlerin yolları üzerine oturup, onları eziyet tehdidi ile korkutarak Allahü teâlâya îmân etmelerine mâni olmayın. Eğri yola gitmelerini talep etmeyin. Sizin sayınız ve malınız az iken, sizi mal ve evlâd ile çoğaltan Allahü teâlâyı zikredin. Sizden önceki ümmetlerden (sizin zamanınıza en yakın olan Lût aleyhisselâmın ümmeti gibi ve diğer ümmetlerden) bozgunculuk edenlerin âkıbetlerinin ne olduğuna (peygamberlerini yalanlayınca Allahü teâlânın onları nasıl helâk ettiğine) bakın ve ibret alın.” (A’râf sûresi: 86) Sözüne devam ederek meâlen; “Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilen şeye îmân eder ve bir kısmınız inkâr ederse, Allahü teâlâ aramızda (hakkı ortaya çıkarmak, bâtıl yolda olanları helâk etmek sûretiyle) hükmedinceye kadar sabredin. O, hâkimlerin en hayırlısıdır dedi.” (A’râf sûresi: 87) Bu âyet-i kerîme ile kâfirler azâbla tehdit edilmiş, mü’minlerin de sabretmesi istenmiştir.
Kâfirler, Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) bu güzel nasîhatlerini yine dinlememişler, kibirlenerek bildirdiklerine inanmayı hakâret saymışlar; kendi dinlerine uymadıkları takdirde, Şu’ayb'ı (aleyhisselâm) ve ümmetini memleketlerinden kovacakları tehdidini savurmuşlardı. Şu’ayb aleyhisselâm ise, onların sözlerini; “Bu nasıl olabilir? Sizin küfür içinde olduğunuzu kesin olarak biliyoruz. Sizin sapık dînînizden ne kadar iğrendiğimiz de bellidir. Bütün bunlara rağmen, artık o dînîn mensubu olmamız nasıl teklif olunabilir?” diyerek şiddetle reddetti. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Şu’ayb'ın (aleyhisselâmkavminin, îmân etmeyi kibirlerine yediremeyen reisleri; “Ey Şu’ayb! Seni ve sana îmân edenleri, seninle berâber beldemizden çıkarırız veyâhut kat’î sûrette bizim milletimize dönersiniz” dediler. Şu’ayb; “Kerih gördüğümüz dîne nasıl döneriz” dedi.” (A’râf sûresi: 88) Şu’ayb aleyhisselâm sözüne devam edip, meâlen; “Muhakkak ki, bizi İslâm'la şereflendirip, bâtıl dînînizden kurtardıktan sonra, sizin milletinize dönersek, Allahü teâlâya (şirk koşmak sûretiyle) yalan yere iftirâ etmiş oluruz. Allahü teâlânın dilemesi müstesnâ, dînînize dönmek bize mümkün olmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi ihâta etmiş, kuşatmıştır. (Bizi îmânda sabit kılması, yakîne ulaştırması husûsunda) ancak Allahü teâlâya tam tevekkül ettik. Yâ Rabbî! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver! Sen hükmedicilerin hayırlısısın” dedi.” (A’râf sûresi: 89)
Fahreddîn-i Râzî hazretleri bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: Risalet ve nübüvvette asıl olan, doğru konuşmak ve yalandan uzak olmaktır. Kâfirlerin dînine dönmek peygamberliği iptal eder. Peygamberler bu tür şeylerden berî olup uzaktırlar. Tefsîr âlimlerinden Vâhidî buyurdu ki: “Peygamberler ve evliyâlar, âkıbetlerinden ve hâllerinin değişmesinden korkmuşlardır. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm meâlen şöyle duâ etmişti: (Yâ Rabbî!) Beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan muhâfaza eyle.” (İbrâhim sûresi: 35) Bunun benzeri duâlar peygamber efendimizden de nakledilmiştir. Peygamber efendimiz de; “Ey kalbleri ve gözleri çeviren Allah'ım! Kalblerimizi dîninde ve sana itâatte sabit kıl” diye duâ etmiştir.
Tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) âyet-i kerîmede bildirilen husûsları söylemekten kastı şuydu: O sapık dîne dönüldüğü takdirde, Allahü teâlânın ortağı ve benzeri olduğunu iddiâ etmiş olmak lâzım gelir. İslâmiyetin (hâşâ) hak din olmayıp bâtıl olduğuna ve o müşriklerin dinlerinin de, hakka yakın olduğuna inanmış olmak icâb eder. Bu ise, en büyük yalan, muazzam bir iftirâdır. Hakîkî olan İslâm dîni terkedilip de bâtıla nasıl îtikâd edilir? Ancak Rabbimiz olan Allahü teâlâ bir kulunun irtidâdını bir hikmetine mûcip olarak dileyip irâde ederse, O'nun kazâsı tecellî eder. Fakat Rabbimiz, hakîkî müslümanların dinden dönmesini kat’îyen dilemez. Allahü teâlâ, kullarının niyet ve îtikâdlarını bilir, her biri hakkında lâyık olan şeyleri takdir buyurur. Âlim ve kerîm olan Allahü teâlâ, hidâyet ve necât verdiği kullarının îmândan çıkıp küfre düşmelerini diler mi? Bu O'nun lütûf ve ihsânına uymaz. Biz de dînîmizde sabit olmamız husûsunda Allahü teâlâya tevekkül etmişizdir. Bizi şirkten koruyarak hakkımızda nîmetlerini tamamlaması için O'na ilticâ eylemişizdir. Şu’ayb aleyhisselâm, kavminin îmân etmesinden ümidini kesince, Allahü teâlâya duâ etti. Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) duâsı, Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir; “Yâ Rabbî! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver! Sen hükmedicilerin hayırlısısın.” (A’râf sûresi: 89) Şu’ayb aleyhisselâm, sözlerini Allahü teâlâya tevekkül ve kavmine azâb-ı ilâhî gelmesi için bedduâ ile bitirdi.
Şu’ayb'ın aleyhisselâm kavmi olan Medyen ahâlisinin bu azgınlıkları, günden güne artarak devam ederken, Şu’ayb'a (aleyhisselâm) ve ona inanan müslümanlara karşı düşmanlıklarını da çoğalttılar. Şu’ayb aleyhisselâmı ve ona tâbi olanları öldürmeyi düşündüler. Onlar zihinlerindeki kötülükleri fiiliyâta dökmek için çalışırlarken, Cebrâil'in sayhası ve bir zelzele onları hakîr ve zelîl kıldı. Hepsi yok oldular. Sanki onlar, o beldede yaşamamışlardı. Fakat onların kınadıkları Şu’ayb aleyhisselâm ve ona îmân edenler kötülüklerden korundukları gibi, onların maruz kaldığı azaptan da kurtarılarak saâdete erdirildiler. Allahü teâlâ, bu azgın kavmin helâk oluşunu Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyurmaktadır:
(Cebrâil aleyhisselâmın) sayhasıyla onları zelzele alıp, evlerinde yüzleri üzerine düşerek helâk oldular. (Şu’ayb aleyhisselâmı yalanlayanlar, sanki yurtlarında ikâmet etmemiş gibi oldular. Onu yalanlayıp inkâr edenler, dünyâ ve âhırette hüsrânda oldular.)” (A’râf sûresi: 91)
“Azâb emrimiz gelince, Şu’ayb'a ve onunla olan mü’minlere (rahmetimizle) necât verdik ve küfürle nefislerine zulmedenleri (Cebrâil aleyhisselâmın) sayhası yakalayıp evlerinde helâk oldular. Sanki onlar, orada ikâmet etmemiş yaşamamışlardı. Semûd kavmi, rahmet-i ilâhiyyeden nasıl uzaklaştırıldıysa (helâk edildiyse), Medyen kavmine de öylece bir uzaklık verildi.” (Hûd sûresi: 94-95)
Medyen ahâlisi, Sâlih'in (aleyhisselâm) peygamber olarak gönderildiği Semûd kavmine gelen azâbın bir benzeri ile cezâlandırılmıştır. Yalnız Semûd kavmini altlarından, Medyen ahâlisini ise üstlerinden gelen bir sayha helâk etmiştir. Böylece her iki kavim de Allahü teâlânın rahmetinden uzak bir şekilde helâk olup; dünyâ ve âhırette hüsrâna uğramışlardır.
Böyle bir felâketin ortaya çıkmasıyla kavminin durumunu gören Şu’ayb (aleyhisselâm), onların îmân etmeyerek bu hâle düşmelerine üzüldü. Sonra kendisini teselli etti. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi; “Ey kavmim! Ben, Rabbimin gönderdiklerini size tebliğ ettim ve sizin için nasîhatte bulundum. Artık ben kâfir olan bir kavme karşı nasıl fazlaca mahzûn olurum dedi.” (A’râf sûresi: 93) Elbette onlar, kendisinin bildirdiklerine Allahü teâlânın emir ve yasaklarına inanmamakla azâba müstehak olmuşlar ve küfürde ısrârın karşılığını görmüşlerdir.
Bir rivâyette Şu’ayb (aleyhisselâm), kavminin helâkinden sonra Medyen'e yakın; yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke'deki insanlara, doğru yolu göstermekle vazifelendirildi. Eyke halkı, Medyen ahâlisinin bütün husûsiyetlerini taşıyordu. Her türlü azgınlık ve kötülük onlarda da vardı. Onlar da bolluk içindeydiler. Ama terâziyi doğru kullanmazlar, ölçüde hîle yaparlardı. Parayı tartı ile alırlar, kenarlarından kırptıktan sonra tane ile verirlerdi. Alış-verişlerinde karşı taraftakine muhakkak zarar vermeye, onu aldatmaya çalışırlardı. Alırken ucuz ve fazla fazla alırlar, satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yurtlarının, ticâret yolları üzerinde bulunmasından istifâde ederek, yolcuları soyarlardı. Hepsinden kötüsü; puta taparlar, Allahü teâlânın peygamberine îmân etmek için gelenleri, niyetlerinden vazgeçirmek için Şu’ayb'a (aleyhisselâm) yalancı derlerdi. İstekleri olmazsa, tehditte bulunup eziyet yaparlardı. Başkalarının geçeceği yerlerde dururlar ve insanlara sıkıntı verirlerdi.
Molla Gürânî hazretlerinin tefsîrinde bildirildiğine göre: Medyen halkı çoğalıp şehirlerine sığmaz olunca, bir kısmı oradan ayrılıp Eyke'ye yerleşmişler, orayı imar edip, yurt tutmuşlardı. Medyen ahâlisinin küfürde inâd ederek helâke uğramasından sonra, Şu’ayb (aleyhisselâm), Eyke halkını hak yola dâvet etti. Onlara nasîhatlerde bulundu. Bir gün putların da bulunduğu kalabalık bir yerde Eyke halkına nasîhat etti. Bir olan Allahü teâlâya inanıp ibâdet etmelerini, ölçü ve tartıyı doğru kullanmalarını, insanların haklarına riâyet edip, azgınlıklarından vazgeçmelerini istedi. Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) peygamberliğine inanmayan halk, ondan mûcize istediler. Şu’ayb (aleyhisselâm) da çevredeki putlara hitâb edip; “Rabbiniz kimdir? Ben kimim? Söyleyin” dedi. Taş ve ağaçtan yapılmış, cansız birer mahlûk olan putlar, dile gelip; “Rabbimiz ve yaratıcımız Allahü teâlâdır. Yâ Şu’ayb! Sen ise Allahü teâlânın peygamberisin” dediler. Bu sözleri söyleyen putların hepsi, kâidelerinden yerlere düşüp paramparça oldular. Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esti. Kâfirler kaçıp evlerine saklandılar. Bir çok kimseler, bu mûcizeler karşısında îmânla şereflenip, müslüman oldular. İnanmayanlar, azgınlıklarını daha da arttırdılar. Müslümanlara eziyet etmeye kalkıştılar. Şu’ayb'a (aleyhisselâm); “Gerçekten peygamber isen, gökyüzünün bir parçasını üzerimize indirip bizi helâk eyle!” dediler. Şu’ayb aleyhisselâmAllahü teâlâya duâ etti. Bu duâdan sonra aniden Allahü teâlânın emriyle sıcak rüzgârlar esti. Kâfirler çâresiz kaldılar. Mavi renkte sinekler türeyip onları soktu. Havanın sıcaklığı gittikçe arttı. İnsanlar akarsulu, yeşillik ve gölgelik yerlere koşuştular. Fakat günden güne artan harâret, akarsuları kaynatırcasına ısıtmaya, kızgın bir hâle gelmiş olan taş ve toprak, insanların ayaklarını yakmaya başladı. Yüzleri rüzgârın te’sirinden kıpkırmızı oldu. Fakat kâfirler inâdlarında diretip küfürlerinde ısrâr ettiler. Müslümanlar ayrı yere çekilip, kâfirlerin bu hâlini ibretle seyrettiler. Cebrâil aleyhisselâm bir bulut getirip şehrin dışında tuttu. Bulut sanki güneşi kaplamış, serinlik veriyor gibi idi. Kâfirler bunu görünce ötekilere de haber verip bulutun altına koşuştular. Hep birlikte orada toplanınca; “Ey Medyen ehli! Eykeliler! Peygamberinizi yalanladığınız gibi, Rabbinizin acı azâbını tadın! Önünde secde ettiğiniz putlarınıza söyleyin, eğer güçleri yeterse sizi kurtarsınlar!” diye nidâ gelip kâfirlerin üstüne ateş ve kıvılcımlar yağmaya başladı. Bütün kâfirler ve onlara âit şeyler; ağaçlar, taşlar bile yandı. İhtiyârlık ve âcizlik sebebiyle bulutun altına gelemeyen kâfirler, harâretin sıkıntısıyla bir miktar da olsa, serinlemek için evlerine kapandılar. Fakat onlar da Cebrâil'in (aleyhisselâm) sayhasıyla helâk oldular. Sanki orada yaşamamışlar gibi onlardan bir eser kalmadı.
Eshâb-ı Eyke'nin kıssası Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyrulmaktadır:
“Eshâb-ı Eyke, peygamberleri yalanladılar. Şu’ayb onlara; “Allahü teâlâdan korkmaz mısınız ki O'na isyân edersiniz?” dedi. Ben sizin için emîn bir peygamberim. Allahü teâlâdan korkun. (Yasakları terk edip) bana itâat edin. Ben sizden (tebliğim için) ücret istemem. Benim ecrim âlemlerin Rabbindendir. Kileyi (ölçeği) tamam ölçün. (eksik tartarak) insanların haklarına zarar verenlerden olmayın. Doğru terâzi ile tartın. İnsanların haklarından bir şeyi noksan etmeyin. Yeryüzünde (adam öldürmek, zinâ etmek ve yol kesmek sûretiyle) bozgunculuk yapmayın. Sizi ve sizden öncekileri yaratan Allahü teâlâ (nın cezâsın)dan korkun” dedi. Onlar; “Sen defâlarca sihre uğramış olanlardansın. Sen ancak bizim gibi bir beşersin. Biz senin (dâvânda) yalancılardan olduğunu zannediyoruz. Eğer (dâvânda) sâdık isen, üzerimize gökten bir parça (azab) düşür” dediler. Şu’ayb; “Rabbim sizin yaptıklarınızı (ölçü ve tartıyı noksanlaştırdığınızı ve müstehak olduğunuz azâbı) bilir. (İsterse gökten parça ile, isterse başka sûrette azâb eder) dedi. Onlar onu yalanladılar, (istedikleri gibi) onları (güneşin bunaltıcı sıcaklığından gölgelenmek için bulutun altına sığındıkları zaman yakılıp mahvedildikleri) yevm-üz-zılle (gölge gününün) azâbı yakalayıverdi. Gerçekten o (yevm-üz-zılle azâbı), büyük bir günün azâbıydı. Bu zikredilen kıssada (alış-verişte, ölçü ve tartıyı eksik tartanlar için,) ibretler vardır. Onların çoğu (Şu’ayb'a) îmân etmemişlerdi. Rabbin (peygamberlerini düşmanları üzerine) gâlib (ve enbiyâ ve tâbîlerine) rahmet edicidir.” (Şuarâ sûresi: 176-191)
“Tefsîr-i Mazharî”de buyruluyor ki: Peygamberlerin hepsi, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bildirirken aynı usûlü kullanmışlardır. Bu usûl, insanlara takvâyı, Allahü teâlânın emirlerine itâati, ibâdetleri ihlâs ile yapmayı emretmişler, dâvetleri husûsunda onlardan bir ücret talep etmemişler, ecirlerinin Allahü teâlânın katında olduğunu bildirmişlerdir.
İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) tefsîrinde buyuruyor ki: “Şu’ayb aleyhisselâm Eshâb-ı Eyke'yi; 1) Ölçüyü ve tartıyı tam yapmaya, 2) İnsanların hukûkuna riâyet etmeye, 3) Yeryüzünde fesâd çıkarmamaya, 4) Allahü teâlâdan korkmaya, takvâ üzere olmaya dâvet etti.
Eshâb-ı Eyke'nin bu husûsları yalanlamaları, inkârda aşırı gitmeleri üzerine, Şu’ayb aleyhisselâm onların helâk olmaları için duâ etti ve Eshâb-ı Eyke helâk oldu. Şu’ayb aleyhisselâmın peygamber olduğu kavimlerden Medyen halkı Cebrâil'in sayhası ve zelzele ile, Eshâb-ı Eyke de gölge ile helâk oldular.
Şu’ayb (aleyhisselâm) kavminin helâk olmasından sonra, Medyen'de yerleşti. İnananlardan birinin kızı ile evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kendisi iyice yaşlandı. Allah korkusundan çok gözyaşı döktü. Gözleri zayıfladı. Vücûdu kuvvetten düştü. Bu sıralarda Mûsâ aleyhisselâm Mısır’dan çıkıp yalnız başına Medyen'e doğru geldi. Kuyu başında, koyunlarını sulamak için bekleyen Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) kızlarına yardım edip, koyunlarını suladı. Şu’ayb (aleyhisselâm) ücret vermek için onu yanına dâvet etti. Kızının şehâdetiyle onun kuvvetli ve emîn bir kimse olduğunu anlayıp, koyunlarına çoban tuttu. Sekiz sene koyunlarını gütmesi şartıyla kızlarından birini ona verdi. Mûsâ (aleyhisselâm) orada on sene kaldı. Çocukları oldu. Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) gözü açılıp gençleşti. Mûsâ (aleyhisselâm), on sene sonra Mısır'a göçünce; Şu’ayb (aleyhisselâm), her sene onun yanına gider, kızı ve damadını ziyâret ederdi. Bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye gidip, orada yerleşti. Daha sonra orada vefât edip Zemzem kuyusu ile Makâm-ı İbrâhim arasında, Kâbe'nin altınoluk tarafında defnedildi. Mûsâ aleyhisselâm ile buluşmasının kavminin helâkinden önce olduğu, kavmi helâk olmadan evvel inananlarla birlikte gidip Mekke'de yerleştiği ve vefâtına kadar orada kaldığı da rivâyet edilmektedir.
Bâzı tefsîrlerde, “Âd kavmini de, Semûd kavmini de, Ress eshâbını da, bunların arasında geçen bir çok ümmetleri de helâk ettik” meâlindeki Furkân sûresi 38. âyet-i kerîmesinde zikredilen Eshâb-ı Ress'in de Şu’ayb aleyhisselâmın kavmi olduğu bildirilmiştir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Belâlara sabretmek, beğenilen güzel huylardan olup, ebedî kurtuluşa sebeptir. Belâlara sabır, Hak yolunun yolcusuna farzdır. Sabır, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hasletlerindendir. Allahü teâlâ, Habîbine (sallallahü aleyhi ve sellem) sabrı tavsiye etti ve Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde; “O hâlde (ey Resûlüm, kâfirlerin eziyetlerine karşı) ülü’l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar hakkında azâb için acele etme!” buyurdu. Nûh (aleyhisselâm), kavminin eziyet ve sıkıntılarına; İbrâhim (aleyhisselâm), Nemrûd'un ateşine, İsmâil (aleyhisselâm), kurban olmaya, Ya’kûb (aleyhisselâm), Yûsuf'un (aleyhisselâm) ayrılığına ve görmemeğe; Yûsuf (aleyhisselâm), kuyuda ve zindanda kalmağa; Eyyûb de (aleyhisselâm) hastalığına ve başına gelen belâlara sabretti.
Dünyânın esâsı, mihnet ve sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntıya sabretmekten başka çâre, katlanmaktan başka kurtuluş yoktur. Âlimler sabrı çeşitli şekillerde açıkladılar. Üç sabır çok sevgilidir: Tâata sabır, günâh işlememeye sabır, belâ ve mihnete sabır.
“Bahr-ül acâib”deki, Hazret-i Ali'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Sabır üçtür: Musîbete sabır, tâata sabır ve günâh işlememeye sabır. Musîbete sabredene, Allahü teâlâ üçyüz derece ikrâm eder. Her derece arası, yerden göğe kadar mesâfedir. Tâata sabredene, Allahü teâlâ altıyüz derece ihsân eder. Her derece arası, yerin dibinden Arş'a kadardır. Günâh işlememeye sabredene, Allahü teâlâ dokuzyüz derece verir. Her derece arası, yerin dibinden Arş'ın üstüne kadardır.”
Allahü teâlâ sabredenlerin yardımcısıdır. Allahü teâlâ Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla Allah'dan yardım isteyin. Muhakkak Allah'ın yardımı sabredenlerle berâberdir” buyuruyor. Sabır, bütün kapıları açan bir anahtardır.
Beyt:
Eğer sabr eder isen, sabır, işleri açar,
Çünkü sabr edenlere, Hak teâlâ olur yâr.
Hadîs-i şerîflerde; “Sabır, Cennet hazînelerinden bir hazînedir”, “Allahü teâlâ sabredenleri sever” ve “Eğer sabır insan olsaydı, kerîm bir insan olurdu” buyrulmuştur.
İnsana gelen her belâ ve sıkıntı, Allahü teâlânın takdîri iledir. Nitekim Hadîd sûresi 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Kıtlık ve kuraklık gibi) ne yerde, ne de (hastalık ve afet gibi) nefislerinizde bir musîbet başa gelmez ki, biz onu yaratmazdan önce, o bir kitabda (Levh-i mahfûzda) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır” buyurdu. Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî buyurdu ki: “Bu âyet-i kerîme, herhâlde, rızâ üzere olmayı göstermektedir. Kul, her şeyin Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu, Allahü teâlâ dilemeyince kimsenin kimseye zarar veremeyeceğini bilince, elbette sabreder. Feryâd edip, ağlayıp sızlamaz.
Şakik-i Belhî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Musîbete feryâd eden, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur. Feryad etmek, ağlayıp sızlamak, belâ ve musîbeti geri çevirmez.”
Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Musîbet birdir. Musîbetin geldiği kişi, feryâd eder, ağlayıp sızlarsa musîbet iki olur. Biri musîbet, diğeri sevâbın gitmesi. Bu musîbet öncekinden daha büyüktür. Sabredenlerin karşılığı ise hesâbsızdır. Yâni sabredenlere verilen sevâbın mikdarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.” Nitekim Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Sabredenlere mükâfâtları hesâbsız verilecektir” buyruldu. “Sahîh-i Buhârî”de Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; Allahü teâlâ, bir şey vermek istediği kuluna mihnet ve musîbet verir.” “Sahîh-i Müslim”de, Ebû Sa’îd'in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Mü’mine, derd, üzüntü, hastalık, eziyet gibi sıkıntı verici şeylerden biri gelirse, Allahü teâlâ bunu günâhlarına keffâret eyler.” “Sahîhayn”da, Câbir'in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Mü’min, rüzgârın salladığı buğday başağı gibidir. Yâni bâzan düşer, bâzan kalkar. Doğru durmak istediği zaman diğer tarafa döndürür. Kâfir ise meyvesiz ağaç gibi olup, kesildiği zamana kadar hep başı dik durur” buyruldu. Yâni mü’min dâimâ sıkıntı, üzüntü ve dünyâ dertleri içinde bulunur. Sıkıntının, üzüntünün biri geçmeden diğeri bastırır. Kâfire ise, eceli gelinceye kadar bir zorluk gelmez. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem“Belâ, önce peygamberlere sonra evliyâya, sonra onlara benzeyenlere gelir” buyurdu.
Şiir:
Cânânın aşkı yolu belâdan başka değil,
Bir an belâsız kalmak orada revâ değil.
Belâ çek ki sen onun likâsına eresin,
Belâsız kişi varsa, o merd-i likâ değil.
Eğer senin canına, yüzlerce ok atılsa,
Îsâbeti O'ndandır, hiç biri hatâ değil.
Yüzlerce belâ içre, sen dostun ile hoş ol,
Onun olduğu yerde çün belâ, belâ değil.
Oradan ne gelirse, hepsi de doğru gelir,
Yan bakma, eğri bakış, burada vefâ değil.
“Kimyâ-yı Seâdet”de diyor ki: Şiblî'yi, Bağdat hastahânesinden deli diye çıkardılar. Yanına birkaç kişi geldi. Onlara; “Kimlersiniz?” diye sordu. “Senin dostlarınız” dediler. Yerden bir taş alıp, onlara doğru attı. Kaçtılar. Buyurdu ki: “Yalan söylediniz. Dost olsaydınız, dostun belâsına sabrederdiniz.” Allahü teâlâ Bakara sûresi 155. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey mü’minler! (İtâatkârı âsî olandan ayırd etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle, and olsun imtihân edeceğiz. Ey Habîbim! Sabredenlere (lütuf ve ihsânlarımı) müjdele” buyurdu. İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi aleyh); “Bu âyet-i kerîmedeki korku, Allah korkusu; açlık, Ramazân-ı şerîf orucu; mal noksanlığı, zekât ve sadaka vermek; can, hastalık; meyve ise, çocuğun ölmesidir. Çünkü, çocuk, ana-babanın gönlünün meyvesidir” buyurdu. Sonra Bakara sûresi 156. âyet-i kerîmesinde, meâlen; “Sabredenler, o kimselerdir ki, kendilerine bir belâ geldiği zaman, teslimiyet göstererek; “Biz Allah'ın kuluyuz ve (öldükten sonra da) yine O'na döneceğiz” derler” buyurdu.
Allahü teâlâ, sabredenleri birçok iyi hasletlerle vasıflandırıp, Kur'ân-ı kerîmin yetmiş küsur âyetinde sabırdan bahsetmiştir. İyilik ve derecelerin çoğunu sabra bağlamış ve bütün bunları sabrın sonuçları, meyve ve netîceleri kılmıştır.
Allahü teâlâ Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesinde, her iyiliğin hudutları olan sınırlı bir mükâfâtı olduğu hâlde, yalnız sabrın mükâfâtının hudutsuz olduğunu bildiriyor. Yine Allahü teâlâ bizzât kendisinin sabredenlerle berâber olacağını Kur'ân-ı kerîmde vâdetti.
Yardım ve zaferi sabra bağlamak üzere de; “Evet, siz sabreder, (peygambere muhâlefetten) sakınırsanız, bu (nlar yâni düşmanlar) ansızın üzerinize (gadabla) gelecek olurlarsa, Rabbiniz size nişânlı beşbin melekle imdâd edecektir” buyuruldu. (Âl-i İmrân sûresi: 125) Aynı zamanda diğer hiç bir ibâdete toptan vâd etmediği birçok iyilikleri, toplu hâlde sabredenlerde toplamak üzere meâlen; “O teslimiyet gösterip Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret, rahmet (ve Cennet) vardır. İşte onlar, doğru yola erdirilenlerin tâ kendileridir” buyuruldu. (Bakara sûresi: 157) Hidayet, rahmet ve salevâtın hepsi sabredenlerde toplanmıştır.
Bu husûstaki hadîs-i şerîflerde Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem“Sabır, îmânın yarısıdır” ve îmândan sorduklarında da; “O, sabır ve cömertliktir” buyurdu. Yine; “Sabır, Cennet hazînelerinden bir hazînedir”, “Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük hayır vardır” buyurdu.
Ömer bin Hattâb'ın, Ebû Mûsâ el-Eş'ari'ye (radıyallahü anhümâ) yazdığı bir mektupta; “Sabra önem ver. Sabır iki şeye yapılır ki, biri diğerinden daha makbûldür. Meselâ, felâket ve musîbetlere sabır, güzeldir. Fakat bundan daha güzel ve daha makbûlü Allahü teâlânın haram kıldığı şeylere sabırdır. İyi bil ki, îmânı koruyan sabırdır. Zirâ iyiliklerin efdâli takvâdır, takvâ ise sabırla mümkündür.” dedi. Hazret-i Ali; “Îmân, dört direk üzerinde durur. Bunlar; yakîn, sabır, cihâd ve adâlet direkleridir. Bedende baş ne ise, îmânda sabır aynıdır. Başsız beden olmayacağı gibi, sabırsız da îmân olmaz” dedi. Habîb ibni Ebî Habîb, Sâd sûresinin 44. âyet-i kerîmesini okuduğu vakit; “Şâyân-ı hayrettir ki, sabır ahlâkını veren kendisi olduğu hâlde, sabredenleri övüyor” dedi ve ağladı. Ebud-Derdâ (radıyallahü anh) da; “Îmânın zirvesi, hükme sabır ve kadere rızâdır” dedi.
Ölüm, servetin mahvolması, hastalanmak, bir âzânın telef olması ve benzeri âfetlere sabır; en üstün makâmlardandır. Zîrâ belâ ve ibtilâ, nefse ağır gelen bir imtihândır ve aynı zamanda sıddîkların azığıdır. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Yâ Rabbî! Dünyâ musîbetlerini bana kolaylaştıran bir yakîni senden isterim” diye duâ etmiştir. Bu, bir sabırdır ki, dayanağı hüsn-i yakîn olduğu için, Süleymân Dârâni; “Vallahi, sevdiğimize sabredemiyoruz, ya hoşlanmadığımız şeylere nasıl sabredebiliriz?” demiştir. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i kudsîde; Allahü teâlâ buyurdu ki; “Ben kullarımdan herhangi birine, bedeninde, malında veya evlâdında bir musîbet verdiğim vakit, onu güzel bir sabırla karşılarsa, kıyâmet günü onun için mîzân ve hesap kurmaktan hayâ ederim” buyurdu. Yine Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Sabırla kurtuluşu beklemek, ibâdettir.”, “Herhangi bir mü’mine bir felâket geldiği vakit, Allahü teâlânın buyurduğu gibi; “Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz” dedikten sonra; “Allah'ım, bu felâketten dolayı beni mükâfâtlandır ve bundan hayırlısını bana ver” derse, mutlak sûrette Allahü teâlâ dileğini yerine getirir.” Enesin (radıyallahü anhResûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyetinde, “Allahü teâlâ Cebrâil'e (aleyhisselâm); Ey Cebrâil! İki gözü âmâ (kör) olanın mükâfâtının ne olduğunu bilir misin? buyurdu. Cebrâil; “Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Biz ancak bize bildirileni bilebiliriz” dedi. Allahü teâlâ; “Onun mükâfâtı ebedî olarak Cennet’te kalmak ve benim cemâlime bakmaktır.” buyurdu. İmâm-ı Mâlik'in “Muvatta” adlı eserinde rivâyet edilen hadis-i kudsîde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlâ buyuruyor ki: “Kulumu bir belâ ile ibtilâ (imtihan) ettiğim vakit, sabreder ve ziyâretçilerine beni şikâyette bulunmazsa, ona, etinden iyi et, kanından iyi kan veririm. İyileştiği vakit, günâhsız olarak iyileşir. Onu öldürürsem, rahmetime yâni Cennet’ime gider.” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin rızân uğrunda musîbetlere sabreden kederli kimsenin mükâfâtı nedir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Ondan aslâ soymayacağım îmân kisvesini, ona giydirmemdir” buyurdu. Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bir hutbesinde; “Allahü teâlâ bir kuluna verdiği nîmeti alıp da karşılığında sabrı ona nasîb ederse, nîmete mukâbil verdiği sabır, o nîmetten daha efdâldir” buyurdu ve Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesini okudu.
Fudayl'e (rahmetullahi aleyh) sabırdan sorduklarında; “Allahü teâlânın kazâsına rızâdır” dedi. “Bu nasıl olur?” diyenlere; “Razı olan kimse, bulunduğu hâlden daha üstününü istemez” dedi.
Feth-i Mûsılî'nin hanımı bir defâsında düştü, tırnağı kırıldı. Bunun üzerine güldü. Kendisine; “Ayağın acımadı mı, niye gülüyorsun?” diyenlere; “Bunun sevâbının zevki, acısını bana unutturmuştur” dedi. Dâvûd aleyhisselâm, Süleymân'a (aleyhisselâm); “Mü’minin takvâsına üç şey delildir: Ulaşamadığı şeye tevekkül, eline geçene rızâ ve kaybolana da sabırdır” demiştir.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem“Acıya dayanıp, uğradığın felâketi kimseye duyurmaman ve şikâyette bulunmaman; Allahü teâlâyı tâzim ve O'na hakkıyla mârifettendir” buyurdu. Sâlihlerden birisi, koltuğunda kesesi ile pazara çıktı. Biraz sonra kesesini kaybetti. Arayıp bulamayınca; “Onu alanı Allahü teâlâ mübârek etsin, herhâlde benden daha çok muhtâçtı” dedi.
Hanım sahâbîlerin meşhûrlarından Hazret-i Ümmü Süleym'in oğlu ağır hastalanıp, babası Ebû Talhâ'nın evde bulunmadığı bir sırada ölmüştü. Ümmü Süleym onu yıkayıp kefenledi ve evin bir köşesine koydu. Buhurlayıp üzerini örttü. Ev halkına da; “Ebû Talhâ'ya oğlunun öldüğünü, ben söylemedikçe hiç biriniz söylemeyiniz!” diye tenbih etti. Akşam olunca, Ebû Talhâ (radıyallahü anh) eve geldi. “Çocuk nasıldır?” diye sordu. Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) da; “Çocuğun ızdırâbı dindi. Rahatlaştığını sanıyorum!” dedi. Hazret-i Ebû Talhâ, onun sözünden, çocuğun gerçekten iyileştiğini sandı. Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) akşam yemeğini hazırladı. Kocası oruçluydu. Ona yemeğini yedirdi, içirdi. O güne kadar hiç yapmadığı şekilde özenerek süslendi, ona karşı neşeli görünmeye çalıştı. Sonra yattılar. Gecenin sonuna doğru Ebû Talhâ (radıyallahü anh) mescide çıkmak isteyince, Hazret-i Ümmü Süleym; “Ey Ebû Talhâ! Şu komşumuzun yaptığına baksana!” dedi O da; “Ne oldu?” diye sorunca; “Benden emânet bir şey aldılar. Onu geri aldım diye ağlamaya başladılar” dedi. Hazret-i Ebû Talhâ; “Hiç öyle şey olur mu?” deyince, hanımı; “İşte, Allahü teâlâ bize verdiği emânetini geri aldı” diyerek, çocuğun öldüğünü kendisine bildirdi. O da bunun üzerine; “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dedi. Sonra sabah namazını kılmak için mescide gitti. Namazdan sonra çocuğunun öldüğünü ve hanımı ile arasında geçen durumu Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) haber verince, her ikisi için de; Cenâb-ı Hak, bu gecenizi hakkınızda mübârek eylesin!” diye duâ etti. O gece, Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ), oğlu Abdullah'a hâmile kalmıştı. Bu çocuk, Ümmü Süleym'in, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile berâber katıldığı bir harpte dünyâya gelmiş; Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona Abdullah ismini koyup, hakkında hayır duâ etmişti. Bu duânın bereketiyle Abdullah bin Talhâ'nın yedi veya dokuz oğlu olmuştu ki, hepsi de Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip, hâfız olmuşlardı. Eshâb-ı kirâmın hanımlarından Ümmü Atıyye (radıyallahü anhâ) diyor ki: “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), biz kadınlardan müslüman olduğumuzda, ölüye ağlayıp feryâd ve figân etmeyeceğimize dâir söz almıştı. Beş kadından başka kimse sözünde duramadı. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) verdiği sözü aynen yerine getirenlerden biri de Ümmü Süleym'dir.” Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) dînîne son derece bağlı ve sabırlı bir kadındı.
Mu’âz bin Cebel (radıyallahü anh) anlatır: Benim bir oğlum vardı, vefât etti. Bunu duyan Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şu mektubu yazdı:
Allahü teâlâ sana selâmet versin!
O'na hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.
Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin! O'nun nîmetlerine şükretmenizi ihsân eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın, sayısız nîmetlerinden, tatlı ve fâideli ihsânlarındandır. Bu nîmetleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emânet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermişdir. Bunlardan, belli bir zamanda faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır.
Allahü teâlâ, nîmetlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi, vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı ve faydalı nîmetlerinden idi. Geri almak için sana emânet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi, geri alırken de, sana çok sevâb, iyilik verecek; acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır çağırırsan; sevâba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak ve sızlamak derdi ve belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.
Allahü teâlâ, hepinize selâmet versin! Âmin.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât'ın üçüncü cildi 59. mektubunda buyurdular ki:
Hak teâlâMuhammed aleyhisselâmın yolunda ilerlemenizi ve sizi her bakımdan kendisine bağlamasını nasîb eylesin! Kıymetli ve anlayışlı oğlum! Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi O'nun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeleyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak; kulluğu kabûl etmemek ve sâhibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâhadis-i kudsîde buyuruyor ki: “Kaza ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!” Evet fakirler, kimsesizler ve himâyeniz altında yaşamış olan çok kimseler, kendilerini gözettiğiniz ve koruduğunuz için, rahat ediyorlardı. Üzüntü nedir bilmiyorlardı. Onların hakîkî sâhibi, kendilerini yine korur. Siz her zaman iyiliklerinizle anılacaksınız. Allahü teâlâ, iyiliklerinizin karşılığını, dünyâda da, âhıretde de, bol bol ihsân eylesin! Selâm ederim.”
Beyt:
Âfet-i gamdan aceb, dünyâda kim âzâdedir?
Herkesin bir derdi var, mâdem ki Âdemzâdedir.
Bir hümâ-yı zevki bin sayyâd-ı gam tâkib eder,
Böyle bir mevhûma bilmem, halk neden üftâdedir?
“Gunyet-üt-Tâlibin”de bildirildi ki: Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna bir kimse gelip; “Ey Allah'ın Resûlü! Malım gitti, param gitti, vücûdum hasta oldu” dediği zaman, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Malı gitmeyen, parası bitmeyen ve hasta olmayan kimsede hayır yoktur. Zirâ Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu belâya mübtelâ kılar. Ona belâ verdiğinde, ona sabır ihsân eder” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Kul için Allahü teâlâ katında derece vardır. Kul, bedeninde bir belâya mübtelâ olmayınca, ameli ile o dereceye kavuşamaz. Belâya mübtelâ olunca, o dereceye kavuşur” buyurdu.
Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi aleyh); “Sabır, muhâlefetten sakınmak, belâların acılığını yudum yudum tadarken sâkin olmak, geçimde fakirlik baş gösterince zengin görünmektir” buyurdu. Bâzı âlimler; “Sabır, belâ gelince güzel edeble durmaktır” dediler. Bâzıları da; “Sabır, âfiyet gibi, belâ ile de arkadaş ve ahbab olmak, onunla bulunmaktır” dediler. Nitekim Allahü teâlâ, Nahl sûresi 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ahde vefâ ile hükümlerdeki meşakkate ve kâfirlerin eziyetlerine sabredenlerin, karşılık ve mükâfâtını, amellerinden güzel ve çok ederiz” buyurdu.
İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi aleyh); “Sabır, kitap ve sünnet hükümleri üzerine sebâttır”, Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî (rahmetullahi aleyh); “Muhiblerin (sevenlerin, âşıkların) sabrı, zahidlerin sabrından zordur”, Bir kısım âlimler; “Sabır, şikâyet etmemektir”, Bâzıları; “Sabır hudu’, tevâzû ve yalvarma ile Allahü teâlâya sığınmaktır”, kimisi de; “Sabır, Allahü teâlâdan yardım istemektir” dediler. Bâzıları da; “Sabır, nîmet ve mihnet hâlleri arasında fark görmeyip, ikisinde de gönlün sâkin olmasıdır” buyurdular.
Mâverdî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Sabır, altı kısımdır: İlki ve en önemlisi, Hak teâlânın emirlerini yerine getirmekte ve yasaklarından sakınmakta sabır göstermektir. İkincisi; çeşitli zamanlarda karşılaşılan üzücü hadiseler ve durumlar karşısında sabretmektir. Üçüncüsü; elden çıkmış ve ulaşılması imkansız hâle gelmiş şeylere sabretmektir. Dördüncüsü; ileride meydana gelmesinden, endişe edilen korkunç olaylara ve gerçekleşmesinden korkulan musîbetlere karşı sabretmektir. Beşincisi; bekleyip umduğu bir nîmeti kazanmak için sabır göstermektir. Altıncısı; insanın karşılaştığı kötü ve korkunç hâller karşısında sabretmektir.”
Allahü teâlâ, resûlü Muhammed aleyhisselâma Nahl sûresi 127. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurdu: “Ey Resûlüm! Sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Kâfirlerin yüz çevirmesinden mahzûn olma ve yaptıkları hîleden de telâş edip sıkıntıya düşme.” Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi göndererek Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) sabretmesini emir buyurdu. Zirâ Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâya ilmi ve îtimâdı herkesten daha fazla idi. Sabretmeye en lâyık ve evlâ olan da O'dur.
Sabır hakkında Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İlim, mü’minin dostu, hilm vezîri, akıl delîli, amel hayra götürücüsü, yumuşaklık babası, incelik kardeşi, sabır askerlerinin komutanıdır.”
“İlim, mü’minin dostudur.” Çünkü, zafer ve kurtuluş ilim ile hâsıl olurken, ilim mü’min ile dostluk eder. Mü’min, ölümü esnâsında bile ilmi ister, işlerinde onun yardımını görür. Bilmediği şeyleri de nûru ile aydınlatır. “Hilm, (mü’minîn) veziridir.” Çünkü vezir, zor işleri yüklenmekle vazifelendirilmiştir. Mü’min ilme tâbi olmada, hilmden yardım görür, dünyâ sıkıntılarını hilme yükletir. “Akıl, (mü’minîn) delîlidir.” Çünkü akıl, mü’minin acele ve cehâlet ile bir işe girişmesine engel olur. O işin terk edilmesini sağlayıp, doğru yolu ve âkıbeti gösterir. Kötü işten koruyup, hatâdan muhâfaza yolunu açar. İlim ve akıl nîmetine şükretmekte cimri olmamak, ilmin ve aklın icâbıdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Amel, (mümini her hayra) götürücüdür.” “Rıfk, (mü’minîn) babasıdır.” Çünkü yumuşaklık, yardım ve muvâfakatta mü’mine babası gibidir. Bir işe girişirken, rıfka mürâcât ve itâat etse, işi kolaylıkla hâsıl olur. Yumuşaklık ve incelik, mü’mine bitişik veya ayrı olmayıp, mü’minin sıfatıdır. “Sabır, (mü’minîn) askerinin komutanıdır.” Bütün bu hasletler asker, sabır da onların, komutanı durumundadır. Her biri, yapmaları gereken işleri sabır olmadan yapamazlar. Çünkü sabra tâbi olunmadıkça; nefsin aceleciliği ve vesvesesi, bütün güzel huyları bozar. Bütün bu hasletlere hükümrân olan sabır, mü’mine, işlerinde yeterlidir.
Zeynel Âbidin Ali bin Hüseyin (radıyallahü anh) buyurdu ki; “Bugün tâat husûsunda sabır göstermek, yarın âhırette azâba karşı tahammül etmekten çok daha kolaydır.”
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Mü’minin ahlâkı; zenginlikte iktisat, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamanında sabırdır.”
Sehl bin Abdullah'a (rahmetullahi aleyh) sabır sorulduğunda, sabrın dört şekilde olduğunu bildirerek buyurdu ki: “1- Musîbetlere sabır, 2- İbâdetleri yapmaya devam etmekte sabır, 3- İnsanların eziyetlerine karşı sabır, 4- Fakirliğe sabretmek. Musîbetlere sabrettiğin zaman, ecir ve sevâba kavuşursun. Tâata (ibadetleri yapmaya) sabrettiğin zaman, Allahü teâlâdan yardım bulursun. İnsanların eziyetlerine sabrettiğin zaman, insanlar seni sever. Fakirliğe sabrettiğin zaman, Hakk'ın rızâsına kavuşursun. Sabır; nefsi, arzu ve isteklerden men etmektir.”
Ahlâkî ve edebî ilimlerde âlim olan Bâhilî, “Ez-Zehâir vel-a'lâm fî edeb-in-nüfûsî ve mekârim-il Ahlâk” isimli eserinde buyurdu ki; Sabır, takvâ sâhiplerinin mertebelerinin en üstünü, mü’minlerin derecelerinin en yükseğidir. Kendisine yapışanları hayırlı işlere götürür. Zararlı işlerden çevirir.
Nefsin arzu ve isteklerine uymanın netîcesi kötü işler olduğu gibi, sabra sarılmanın netîcesi de hayırlı işlerdir. Sabır, Allahü teâlânın sıfatlarındandır.
Allahü teâlâ, sabrı yarattı. Sabrı, peygamberlerine (aleyhimüsselâm) ve velîlerine mahsus kıldı. Sonra, Cennet’e girmelerine vesîle olması için, kullarından dilediğine sabır nîmetinden ihsânda bulundu. Sabırlı kullarını övdü. Onlara kat kat ecir verileceğini bildirdi.
Râd sûresinin 22, 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Rablerinin rızâsını kazanmak için sabredenler, namazı (bildirilen vakitlerinde ve adabına riâyet ederek) kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâre infak edenler (Allah yolunda harcayanlar), kötülüğü iyilikle savanlar (var ya), işte âhıret saâdeti onlar içindir. O saâdet, Adn Cennetleridir. Onlar atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden (soylarından) sâlih olanlarla berâber o Cennetlere girecekler. Melekler de her kapıdan yanlarına vararak; Sabrettiğiniz için, size selâm olsun. Âhıret saâdeti ne güzeldir diyeceklerdir.” Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde, “Cümle ilmin başı sabır, yarısı îmândır” buyurmuştur. İnsan, müptelâ olduğu belâya sabretmeli, tevbe istiğfârda bulunmalıdır. Musîbete uğrayan kişi, uğradığı musîbet yüzünden kahırlansa, yüzü değişip ağlasa bile, kimseye şikâyet etmeyip saçını sakalını yolmazsa, yine sabır sevâbına kavuşur.
Lokman Hakîm oğluna buyurdu ki: “Ey oğul! Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi, kul da belâ ve musîbetlerle tecrübe edilir. Kulun derecesi, bunlara olan sabrı nispetinde anlaşılır.”
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıdakilere, âhıret husûsunda ise kendisinden üstün olanlara bakanlar, şakîr (şükredici) ve sâbir (sabredici) diye yazılır.”
Akıllı kimse, Allahü teâlânın haram kıldığı şeyleri yapmama husûsunda sabır göstermeyi zor görmez. Çünkü haramlarda bulunan lezzet, helâl edilmiş olan mubâhlarda fazlasıyla mevcûttur Buna rağmen bâzı kimseler, haramların görünüşlerine aldanarak, onlarda lezzet var sanmakta, haramlara ve şüphelilere dalarak hakîkî lezzetten uzaklaşmaktadır.
İnsanın başına gelen sıkıntılara sabretmesi, îmânının kemâlini gösterir.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben bir kulumun bedenine veya malına veya çocuğuna bir musîbet veririm ve o kul da buna sabrederse, kıyâmet gününde onu hesâba çekmekten hayâ ederim.
Sabır izzet kapısı, sabırsızlık illet kapısıdır.
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sana bir musîbet geldiği zaman sabretsen de, sabretmesen de Allahü teâlânın takdîri yerine gelir. Eğer sabredersen, Allahü teâlânın takdîri yerine gelir ve sen sevap kazanırsın. Şâyet sabretmezsen, Allahü teâlânın takdîri yine yerine gelir. Fakat sen hem kendini üzmüş, hem de sevaptan mahrûm kalmış olursun. O hâlde sen her zaman sabret ki, her durumda kârlı çıkasın.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İstemediğiniz durumlara sabretmedikçe, istediklerinize ulaşamazsınız. Arzu ettiğiniz şeyleri terketmedikçe, umduklarınıza erişemezsiniz.”
“Amellerin en üstünü nefsin istemediği şeylerdir. Bu da Allahü teâlânın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapmamak için sabır göstermektir.”
“Sabrederek ferahlığı beklemek ibâdettir.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sana gelen bir musîbete sabırsızlık göstermen, gelen o musîbetten daha ağırdır. Sabırsız kimse, dünyâda kendisini helâk eder. Âhırette ise ecrini kaybeder.”
İbn-i Mübârek (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Musîbet birdir. Sızlanıp yakınınca, iki olur. Birincisi, musîbettir. İkincisi, sızlanma sonunda ecrin (sevâbın) zâyi olup gitmesidir. Bu ise en büyük musîbettir.”
İnsan sabrettiği, kendini tuttuğu takdirde, Allahü teâlâ musîbete büyük sevâb vereceğini vâd etmiştir. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîminde meâlen; “Ey îmân edenler! (taata ve belâya) sabırla bir de namazla (Allahü teâlâdan) yardım isteyin. Şüphesiz ki, Allah (ın yardımı) sabredenlerle, berâberdir. (yâni sabredenleri koruyan ve onlara yardım edendir.)” (Bakara sûresi: 153)
Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Allahü teâlâya, kulunun şu iki yudumundan daha sevimli gelen (bir şey) yoktur: Hilm ile yutulan öfke. Hazmedilen, içe atılan musîbet. (İnsanın başına gelen musîbete sabretmesi.)
Sonra şu iki damladan da, Allahü teâlâya daha sevimlisi yoktur: Allah yolunda akan kan damlası. Gece karanlığında, secde hâlinde iken, akan gözyaşı. Sonra, bir kul şu iki adımdan başka, Allahü teâlâya daha sevimli gelen bir adım atmamıştır: Farz olan namaza giden adım. Akrabâ ziyâretine atılan adım.”
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Hasta ziyâreti yapana ne ecir var?” diye sordu. Allahü teâlâ; “Onun günâhını affeder, doğduğu zaman nasıl temiz ise öyle günâhsız yaparım” buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâm) tekrar; “Yâ, Rabbî! Ölüleri teşyî edene (vefatından kabre kadar hizmetini görüp uğurlayana) ne gibi ecir var?” diye sordu. Allahü teâlâ; “O vefât ettiği zaman, onun teşyî için melekleri gönderirim. Kabrine kadar onu uğurlayıp, sonra mahşere kadar götürürler” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm tekrar sordu: “İbtilâya (bir belâya, bir musîbete) uğrayan kimseye nasıl bir ecir var?” Allahü teâlâ; “Arş'ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı bir günde, onu gölgemde gölgelendiririm” buyurdu.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Ey insanlar! Benden beş şeyi duyup ezberleyiniz. Bu olmazsa iki şey öğreniniz. Öğreniniz ama ezberleyip hatırınızda tutunuz. Uyanık olunuz dinleyiniz; herhangi birinizi, yalnız günâhı korkutsun! Bir ümîdi varsa, o da Rabbinden olsun! Bilmediği bir şeyi öğrenmek için, sizden hiç kimse utanmasın. Sonra, bilmediği bir şey kendine sorulduğu zaman; bilmiyorum demekten utanmasın. Biliniz ki, işleri yapmakta sabır, bedende baş gibidir. Baş bedenden ayrılınca, vücûd boş olur. Sabır olmayınca işler bozulur.”
Ebül-Leys Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Kul hayırlı kimselerin derecesine ancak, şiddet ve sıkıntılara sabırla ulaşır. Sâlih zâtlar hastalık ve sıkıntı gelince, ferahlık duyarlardı. Çünkü bunu, günâhlarına keffâret bilirlerdi.”
Sa’îd bin Cübeyr'in, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyetinde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Cennet’e ilk çağrılacak olanlar, öyle kimselerdir ki, darlıkta ve genişlikte Allah'a hamd ederler.”
Ebü'l-Leys Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Anlatıldığına göre, Allahü teâlâ, dört kimseyi dört şey için delil sayar:
1- Zenginlere, Süleymân aleyhisselâm hüccet getirilir. Zengin; “Yâ Rabbî! Zenginlik, beni sana ibâdetten alıkoydu” der. O zaman Allahü teâlâ; “Sen, Süleymân'dan (aleyhisselâm) daha zengin değildin. Ama onu zenginliği ibâdetinden alıkoymadı” buyurur.
2- Kölelere Yûsuf aleyhisselâm örnek gösterilir. Köle; “Yâ Rabbî! Ben köleyim. Bu kölelik, sana ibâdete engel oldu” der. O zaman Allahü teâlâ; “Yûsuf da (aleyhisselâm) köle oldu. Ama onu kölelik bana ibâdet etmekten alıkoymadı” buyurur.
3- Fakirlere de Îsâ aleyhisselâm örnek gösterilir. Fakir; “Yâ Rabbî! İhtiyacım sana ibâdetten beni geri bıraktı” der. O zaman Allahü teâlâ; “Sen mi daha çok muhtâçtın, yoksa Îsâ mı? Îsâ'nın (aleyhisselâm) fakirliği, onu bana ibâdetten alıkoymadı” buyurur.
4- Hastalara da Eyyûb aleyhisselâm örnek gösterilir. Hasta; “Yâ Rabbî! Hastalık beni sana ibâdet etmekten alıkoydu” der. O zaman Allahü teâlâ; “Ey kulum! Senin hastalığın mı zordu? Yoksa Eyyûb'un (aleyhisselâm) hastalığı mı? Onu, hastalığı bana ibâdetten alıkoymadı” buyurur. Bu durumda Allah katında hiç kimsenin beyân edecek bir sözü kalmaz.
Ebud-Derdâ (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “İnsanlar fakirliği sevmezler, ama ben severim. Ölümü sevmezler, ama ben severim. Hastalığı sevmezler, ama ben severim. Hastalığı, günâhlarıma keffâret bilirim. Rabbime kavuşmak sevinciyle de ölümü severim.”
İbn-i Abbâs'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Üç şey vardır ki, kime verilirse dünyâ ve âhıret hayırları ona verilmiş olur. Bunlar; kazâya rızâ, belâya sabır ve genişlikte duâdır” buyurmuştur.
Sâlim bin Yesâr (rahmetullahi aleyh) şöyle bildirdi: “Bahreyn'e gittiğim zaman zengin bir zât beni misâfir etti. Oğulları, kölesi ve çok malı vardı. Bununla berâber onu üzüntülü gördüm. Yanından ayrılırken; “Senin bir derdin mi var?” diye sordum. O da; “Evet. Eğer bir daha bu beldemize gelirsen yine evimizde misâfir ederiz” dedi. Ama bir şey anlatmadı. Daha sonra onlara vedâ edip ayrıldım. Aradan uzun bir zaman geçti. Tekrar o memlekete gittim. Fakat kapılarında hiç kimseyi göremedim. Kapıyı çalıp izin istedim. Güler yüzle beni karşıladı. Hâlini sordum. Zenginliklerinin kalmadığını, evlâtlarının öldüğünü, kölelerinin gittiklerini söyledi. Ben hayretle, şimdi öncekinden daha sevinçli olmasının sebebini sordum. O da; “Evet o zaman bolluk içindeydik. Fakat Allahü teâlâ, iyiliğimizin karşılığını dünyâda veriyor diye korkuda idim. Şimdi malım, evlâdım, kölelerim gidince ümidim çoğaldı. Allahü teâlâ bana olan ihsânını, ikrâmını, hayrını âhırete bıraktı. Bunun için sevincim çoktur” dedi.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget