Havf yâni (Allah'tan korkmak), büyük makâmlardandır. Fazîleti, sebep ve netîcelerine bağlıdır. Sebebi, ilim ve mârifettir. Bunun için Allahü teâlâ meâlen; “Allah'tan ancak, âlim kullar korkar” buyuruyor. (Fatır sûresi: 28) Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Hikmet ve ilmin başı Allah korkusudur” buyurarak havfı övüyor. Netîcesi ise; iffet, verâ ve takvâdır. Bunların hepsi saâdetin anahtarıdır. Çünkü şehvet ve arzular terkedilmedikçe ve bu yolda sabredilmedikçe, saâdet yolunu bulmak zordur. Şehvet ve arzuları, yakıp yok eden en iyi şey de korkudur. Bu sebeple Allahü teâlâ kendisinden korkanlar için; hidâyet, rahmet, ilim ve rızâyı üç âyette topladı ve meâlen; “Hidayet ve rahmet, Allah için günâhlardan kaçanlaradır.” (A’râf sûresi: 154), “Allah'tan ancak âlim kulları korkar.” (Fatır sûresi: 28) ve “Allah onlardan, râzıdır. Onlar da Allah'tan râzıdır” buyurdu. (Beyyine sûresi: 8) Havfın netîcesi olan takvâyı, Allahü teâlâ kendine izâfe ediyor ve; “Takvâ üzere olmanız Allah içindir” buyuruyor. (Hac sûresi: 37)
Havfın sebebi, ilim ve mârifettir. Kul, âhıret işlerinin tehlikesini ve kendi helâkinin sebeplerini hazır ve kuvvetli görürse, bu ateş elbette can evinde meydana gelir. Bu da, iki mârifetten doğar:
Birincisi; kendi ayıblarını, günâhlarını, tâattaki kusurlarını ve kötü ahlâklarını hakkıyla bilir. Bütün bu kusurları yanında, Allahü teâlânın kendisine verdiği nîmetleri de görür. Bu kişi pâdişahın nîmet ve iltifâtlarına kavuşup, harem ve hazînesine hıyânet eden kimseye benzer. Sonra âniden pâdişahın, kendisinin hıyânetlerini gördüğünü anlar. Pâdişahın çok gayûr, intikâm alıcı ve korkusuz olduğunu, kendisi için iltimas edecek birinin bulunmadığını, ona yaklaşmanın imkansızlığını da bilir. Bundan dolayı yaptıklarının kötülüğünü görüp, suç işlediğini bilince, kalbine ateş düşer.
İkincisi; sıfatından dolayı değil, korkusuzluğu ve kudretli olması sebebiyle O'ndan korkar. Bu hâl aslanın pençesine düşmüş bir kimsenin korkmasına benzer. Günâhından ve kabahatinden korkmaz, fakat aslanın nasıl bir hayvan olduğunu ve kendisini nasıl helâk edeceğini bilir. Böyle korku, daha olgun ve daha fazîletlidir. Allahü teâlânın sıfatlarını bilen; O'nun celâlini, büyüklüğünü, kudretini ve hâkimiyetini anlayan, bütün âlemi helâk edip ebedî Cehennem’de bulundursa, mülkünden hiç bir şey eksilmediğini düşünen elbette korkar. Bu korku peygamberlere mahsustur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun için; “En ârifiniz benim, en çok korkanınız da benim” buyurdu. Câhil olan, daha emîn olur. Dâvûd aleyhisselâma vahiy geldi ve; “Ey Dâvûd! Benden, kükremiş aslandan korkar gibi kork” buyruldu. Bu havfın sebebidir. Havfın bir de netîcesi vardır.
Havfın netîcesi kalbde, bedende ve âzâlardadır. Kalbdeki netîcesi; dünyâ arzularını soğuk karşılamak ve ona rağbet etmeyi gidermektir. Zirâ bir kimsenin canı haram olan bir şeyi veya bir yemeği istese, o esnâda bir aslanın pençesine veya şiddetti bir sultânın zindanına düşse, onda bu arzularına rağbet kalmaz, hattâ kalbi korkudan hudû ve huşû içinde olup, dâimâ hâlini murâkabe ve muhâsebe eder ve âkıbetini düşünür. Kendisinde kin, hased, kötülük, dünyâ ve gaflet gibi şeyler kalmaz. Korkunun bedendeki netîcesi; kırıklık, zayıflık ve sararıp solmaktır. Azalardaki netîcesi ise günâhlardan temizlenmek ve tâatta edebli olmaktır.
Korkunun dereceleri çoktur. Arzulardan men ediyorsa, iffet denir. Haramlardan men ediyorsa, verâ denir. Şüphelilerden veya haram korkusuyla helâllerden men ediyorsa, takvâ denir. Allah'a yaklaştıranların gayrisi olan her şeyden men ediyorsa, sıdk denir. Böyle kimseye sıddîk denir. Bunlar derece derecedir. İffet, verâ ve takvânın da dâhil hepsi sıdkın altında kalır. Havf (korku) da hakîkatte budur. Ama gözyaşı akıtan, silen ve; “La havle ve lâ kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'l-azıym” deyip, kalbi gâfil olan kimsenin bu hâli korku olamaz. Çünkü bir şeyden korkan kimse, ondan kaçar, bir kimse eteğinde bir şey saklar, bunun yılan olduğunu bilirse; “La havle ve lâ kuvvete illâ billah” ile yetinmez, belki yılanı atar. Zünnûn-i Mısrî’ye; “Allah'tan korkan kul kimdir?” dediklerinde; “Kendini hasta görüp ölüm korkusuyla bütün isteklerinden kaçan kimsedir” buyurdu.
Zayıf, kuvvetli ve mûtedil (orta) olmak üzere havfın üç derecesi vardır. Beğenileni, mûtedil olandır. Zayıfı, kadınlar gibi ince kalbli olmak, kuvvetlisi de ümîdsizliğe kapılmak olup, ikisi de kötüdür. Çünkü korkunun, kendi nefsinde bir kemâli, olgunluğu yoktur. Tevhîd, mârifet ve muhabbet gibi değildir. Bu yüzden, Allahü teâlânın bir sıfatı olamamıştır. Zirâ havf (korku), câhillik ve âcizlik olmadan olmaz. Câhillik ve âcizlik olmazsa, sonu meçhul olmaz ve tehlikeden sakınmak acz ve korku olmaz. Lâkin havfın, gâfillerin hâline izâfetle bir kemâli vardır. Zirâ onlar için, çocukları okuturken veya hayvanı yolda sürerken dövmek ve kamçılamak gibidir. Çocuğun hatırına getirecek, çalıştıracak kadar olmalıdır. Çocuğu kaçıracak veya hayvanı korkutacak kadar kuvvetli ise bunları yapmak noksanlık olur. İkisi arasında olması gerekmektedir. Günâhlardan sakındıracak, tâatları yaptıracak hâlde olmalıdır. Âlim olanın havfı da o derece mûtedil olur. Çünkü, ifrâta varınca, recâ (ümit) sebeplerini düşünmemeye başlar. Zayıf olunca da işin zararını anlayamaz. Korkmadığı hâlde kendine âlim diyen, ilim elde etmemiş, boşa zaman harcamıştır. Böyle kimse tıpkı çarşılarda dolaşan, kendine hikmet sâhibi diyen ve hikmetten hiç haberi olmayan falcılara benzer. Çünkü bütün mârifetlerin başı, Allahü teâlâyı tanımak, sonra kendini ayıplı ve kusurlu, Allahü teâlâyı ise; Celâl, âzamet ve hâkimiyet sâhibi olarak bilmektir. Bunun için Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İlmin başlangıcı, Allahü teâlâyı Cebbâr ve Kahhâr bilmek; sonu ise kula yakışır şekilde işlerini O'na bırakmaktır” buyurdu. İnsan, kendisinin bir şey olmadığını ve bir şeyinin de bulunmadığını iyi bilmelidir. Bunu bilen korkusuz olabilir mi?
Havf (korku); tehlike ve zararı görüp anlamaktan doğar. Herkesin düşündüğü veya karşılaştığı bir tehlike vardır. Bâzısının gözünün önüne, Cehennem gelir, korkusu ondandır. Bâzısının ise Cehennem’e götüren yol, gözünün önüne gelir. Kimisi tevbesiz öleceğinden, yâhut yeniden günâha düşeceğinden, yâhut gaflete düşüp kalbi kararacağından korkar. Bâzısı âdetlerin günâh işlemeye sürükleyeceğinden, nîmetin çokluğu sebebi ile zevke dalıp âhıreti unutacağından, kıyâmet günü kendisine şiddetli muâmele edileceğinden, bütün kusur ve kabahatlerini ortaya dökeceklerinden veya kendisini rezil, rüsvâ edeceklerinden korkar. Veya hatırına gelen bir şeyin, Allahü teâlâ tarafından görülüp, beğenilen bir iş olmadığından korkar. Her birinin faydası, korktuğu ile meşgûl olmaya götürmesidir. Kendisini günâhlara düşürecek âdetlerden korkan, âdetleri yapmaktan sakınır. Allahü teâlânın, kalbindekini bilmesinden korkan, kalbini temiz tutar. Diğerleri de böyledir. Bunların en büyük endişesi ekseriyâ, son nefeste îmânla gidip gitmemek korkusudur. Bundan daha büyük korku, ezele âit korkudur. Acabâ ezelde, saâdetine mi, şekâvetine mi hükm olunmuştur? Çünkü son, önce olanın netîcesidir. Asıl olan ezeldir yâni önce olandır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) minberde iken buyurdu ki; “Cennetlik bir kimse, cehennemlik olanın yaptığını yapar, hattâ herkes bu da onlardandır, der. Sonra Allahü teâlâ, ölmeden önce onu bir saat bile olsa o yoldan döndürür ve saâdet yoluna getirir.” Yine buyurdu ki; “Öncelerin öncesindeki kazâ-i ilâhîde saîd olan saîddir (kurtulmuştur). “Şakî olan da, ezeldeki kazâda şakî olandır.” Bu sebepten, sonrası için korkarlar. Şu hâlde, basîret sâhiplerinin korkusu, bu sebeple, âkıbetlerinin ne olacağındandır. Bu ise korkunun en yükseğidir. Tıpkı Allahü teâlâdan Celâl sıfatı sebebiyle korkmanın; kendi günâhından ötürü korkmaktan üstün olması gibidir. Çünkü o korku hiç gitmez. Günâhı sebebi ile Allah'tan korkan; Günâh işlemekten vaz geçince, niçin Allah'tan korkayım diyebilir! Bu ise felâkete sürüklenmektir.
Korkanların çoğu sû-i hâtimeden yâni âkıbetinin kötü olmasından korkmuşlardır. Çünkü insanın kalbi değişebilir. Ölüm zamanı müthiş bir zamandır. O vakitte kalbin neye karar kılacağı bilinemez. Hattâ âriflerden biri şöyle der: “Bir kimsenin elli sene tevhîd üzere olduğunu bilsem, yanımdan bir duvarın arkasına gitmek kadar uzaklaşsa, tevhîd üzere olduğuna şâhidlik edemem! Çünkü kalb hâli değişebilir ve neye döndüğünü bilemem.” Bir başkası da der ki: “Evin kapısında şehîd olmayı mı, yoksa odanın kapısında müslüman olarak ölmeyi mi seversin deseler, odanın kapısında ölmeyi isterim. Çünkü evin kapısına çıkıncaya kadar İslâm üzere kalacağımı bilemem.” Ebû Derda (radıyallahü anh) yemîn etti ve; “Hiç kimse, îmânın ölüm zamanında geri alınmayacağına emîn olamaz” buyurdu. Sehl-i Tüsterî; “Sıddîklar her nefeste sû-i hâtimeden korkarlar” buyurdu. Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi aleyh) ölüm zamanında inledi ve ağladı. “Allahü teâlânın affının senin günâhından büyük olduğunu bilmez misin?” dediler. “Tevhîd üzere (îmânla) gideceğimi bilsem, dağlar kadar günâhım olsa yine korkmam” buyurdu. Büyüklerden biri vasiyet edip, elinde olan neyi varsa bir kimseye verdi ve; “Tevhîd üzere (îmânla) ölmenin nişânı şöyle şöyledir. O nişânları görünce, bu para ile, şeker ve badem içi satın al ve şehirdeki çocuklara dağıt ve bugün filânın sevinç günü, saâdete erdiği gündür de! Eğer bunu görmezsen, insanlara söyle namazımı kılmasınlar ve benimle meşgûl olmasınlar. Hiç olmazsa öldükten sonra mürâî olmayayım” dedi. Sehl-i Tüsterî buyurdu ki: “Mürîd, günâh işlemekten; ârif ise küfre düşmekten korkar.” Îsâ aleyhisselâm, havârîlerine; “Siz günâhtan korkarsınız; biz peygamberler küfürden korkarız” buyurdu. Peygamberlerden biri; açlık, susuzluk, elbisesizlik ve daha bir çok sıkıntılara müptelâ oldu. Bu hâl senelerce sürdü. Nihâyet Allahü teâlâya inleyerek yalvardı. Allahü teâlâ; “Kalbini küfürden koruyorum, buna râzı olmuyorsun da, hâlâ dünyâyı mı istiyorsun?” buyurdu. “Yâ Rabbî! Tevbe ettim, râzı oldum” deyip, dünyâlık istediği için başına toprak saçtı, yas tuttu. Sû-i hâtimenin yâni îmânsız gitmenin işâretlerinden biri nifaktır. Bunun için Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân kendileri için dâimâ nifaktan korkarlardı. Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh); “Bende nifak olmadığını bilseydim, bunu yeryüzünde olan her şeyden daha çok severdim.” “İçin dışa, kalbin dile uymaması nifaktandır” buyurdu.
Herkesin korktuğu sû-i hâtime, ölüm zamanında îmânının alınması demektir. Yâni îmânsız gitmektir. Bunun çok sebepleri vardır. Bunun ilmi örtülüdür. Fakat söylenebilecek kadarı iki sebeptendir. Biri: Bir kimsenin bâtıl bir bid’ate îtikâd etmesi ve ömrünü bu îtikâd üzere geçirmesidir. Bunun hatâ olabileceğini düşünmez, ölüm yaklaşınca, iş açığa vurulur. Hattâ hatâsı kendine gösterilir. Bu sebeple, sâhip olduğu diğer îtikâdlarda da şüpheye düşmüş olur. Çünkü îtikâdına îtimâdı kalmaz ve şüphe üzere gider. Bu tehlike, bid’at sâhibi içindir. Verâ ve zühd sâhibi olsa da böyledir.
Diğer sebep: Aslında îmânın zayıf olması, dünyâ sevgisinin çok ve Allah sevgisinin az olmasıdır. Ölüm zamanında bütün arzu ve şehvetlerinin kendisinden alındığını, dünyâdan kahır ile çıkarıldığını ve istemediği yere götürüleceğini görür ve kendisine böyle yapıldığını farkedince, kötü düşüncesi artar, o az sevgi de kalmaz. Bu, çocuğunu az seven bir babanın, kendisinin çok sevdiği bir şeyi, çocuğu alınca ona düşman olması gibidir. Böylece eskiden çocuğa karşı olan o az sevgi de kalmaz. Bunun için şehitlik mertebesi büyüktür. Çünkü o anda dünyâ gözünden kalkmış, Allah sevgisi kalbini kaplamış, gönlü ölmeye hazırlanmıştır. Böyle bir zamanda gelen ölüm, büyük bir kazançtır. Zirâ bu şekildeki hâl çabuk değişir, kalb her zaman o güzel hâlde kalmaz. O hâlde kalbinde Allahü teâlânın sevgisi her şeyden kuvvetli olan kimseyi, kendini bütün varlığı ile dünyâya vermekten bu sevgi men eder. O, bu tehlikeden daha emîn olur. Ölüm zamanı gelince, sevgiliyi görmek zamanının geldiğini bilir, ölümü hakîr görmez. Allah sevgisi gittikçe fazlalaşır ve dünyâ sevgisi büsbütün yok olur. Bu hüsn-i hatimenin, yâni îmânla gitmenin alâmetidir. Bu tehlikeden uzak olmak isteyen, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde olanlara inanmalı, anladığını kabûl etmeli, anlamadığı için doğrudur demeli, hepsine inanmalı ve bid’atten uzak durmalıdır. Allah sevgisinin kendini kaplamasına, dünyâ sevgisinin azalmasına çalışıp, dînîn hudûdunu gözetmelidir. Böyle kimseye dünyâ aşağı gelir ve ondan kaçar. Buna mukâbil Allah sevgisi kalbinde kuvvetlenir. Dâimâ O'nu zikreder ve O'ndan konuşur. Dünyâyı sevenlerle değil, Allahü teâlâyı sevenlerle görüşüp konuşur. Demek ki, dünyâ sevgisi gâlib olunca, tehlike başlamış demektir. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Ey Muhammed! Hicreti terk edenlere de ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabîleniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesaddan korka geldiğiniz bir ticâret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah'tan, O'nun peygamberinden ve O'nun yolundaki bir cihâddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleye durun, Allahü teâlâ fasıklar gürûhunu hidâyete erdirmez” buyruldu. (Tevbe sûresi: 24)
Peygamberlerden ve büyük âlimlerden son nefeste îmânla ilgili birçok şeyler nakledilmiştir. Bâzıları şöyledir.
Yahyâ ibni Zekeriyyâ (aleyhisselâm), Beytü’l-Mukaddes'te ibâdet ederdi. Daha çocuk idi. Çocuklar kendisini oyuna çağırdıkları zaman; “Beni oyun için yaratmadılar” derdi. Onbeş yaşına gelince, insanlar arasından çıkıp, sahraya gitti. Bir gün babası arkasından gitti. Oğlunu, ayaklarını suya sokmuş, susuzluktan ölecekmiş gibi bir hâlde; “Yâ Rabbî! İzzetine yemîn ederim ki, senin katında yerimin neresi olduğunu bilmezsem su içmem!” derken gördü. O kadar ağlardı ki, yüzünde et kalmamış idi. Dişleri dışardan anlaşılıyordu. İnsanlar görmesin diye yüzüne deri parçası bağlardı. Peygamberlerin hikayelerinde bu gibi hâller çoktur. Böyle hâller, Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) ve onların yolunda gidenlerde de çok görülmüştür.
Sıddîk-i ekber (radıyallahü anh) o büyüklüğü ile, bir kuş gördüğü zaman; “Keşke kuş olsaydım” derdi. Ebû Zer (radıyallahü anh) “Keşke bir ağaç olsaydım” derdi. Hazret-i Âişe; “Keşke adım ve sanım olmasaydı” derdi. Hazret-i Ömer bâzan, Kur'ân-ı kerîmden bir âyet duyduğu zaman, düşer, kendinden geçer, hasta olurdu. Yüzünde, ağlamanın te’siriyle iki siyah çizgi vardı. “Keşke anası, Ömer'i doğurmasaydı” derdi. Bir defâ bir kapının yanından geçiyordu. Bir kimse namazda Kur'ân-ı kerîm okuyordu. “Muhakkak ki Rabbinin azâbı olacaktır” meâlindeki Tûr sûresinin 7. âyet-i kerîmesine gelmişti. Bunu duyunca, hayvandan düştü. Bu mânâya dayanamadı. Kendisini eve götürdüler. Bir ay hasta yattı. Kimse hastalığının sebebini anlayamadı.
Ali ibni Hüseyin Zeynel’abidîn, abdest aldığı zaman, yüzünün rengi sararırdı. “Sana ne oldu?” dediklerinde; “Kimin huzûruna çıkacağımı biliyor musunuz” derdi. Müsevver ibni Muhrebe, Kur'ân-ı kerîm okumaya dayanamazdı. Bir gün tanımadığı bir kimse; “Hatırla o günü ki, müttekîleri binekler üzerinde Cennet’te bulundururuz, mücrimleri susuz olarak Cehennem ateşini tatmaya göndeririz” meâlindeki Meryem sûresi 85 ve 86. âyet-i kerîmelerini okuyordu. “Ben müttekîlerden değil, mücrimlerdenim deyip, bu âyeti bir daha oku!” dedi. Bir daha okudu. Feryâd etti ve can verdi. Hâtem-i Es’am der ki: “Güzel, süslü yerlere aldanma. Cennet’ten daha iyi yer yoktur. Âdem aleyhisselâmın başına gelenleri biliyor musun? Çok ibâdet ediyorum diye övünme; iblîsin başına gelenleri duymadın mı? Binlerce sene ibâdet etti. İlminin çokluğuna güvenme; Bel’âm-ı Bâûrâ ilimde o derecede idi ki, İsm-i âzamı bilirdi. Harama biraz meylettiği için îmânsız gitti. Hakkında ise meâlen; “Onun gibiler köpek gibidir” (A’râf sûresi: 176) buyruldu. İyi dostlara güvenme; Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) akrabâsı, yakınları, O'nu çok gördüler, O'nun sohbetinde bulundular, fakat müslüman olmadılar.” Sırrîyi Sekatî buyurdu ki: “Her gün birkaç defâ aynaya bakar, yüzüm karardı mı diye düşünürüm.” Atâ Sülemî, Allahü teâlâdan çok korkanlardan idi. Kırk sene gülmedi. Gökyüzüne bakmadı. Bir defâ göğe baktı ve korkusundan düştü. Her gece birkaç defâ kendini yoklar, insanlık şeklinden çıkıp çıkmadığını araştırırdı. İnsanlara kıtlık ve bir belâ gelse; “Benim yüzümden geliyor” derdi. Ahmed ibni Hanbel der ki: “Korkudan bir kapının bana açılması için duâ ettim. Kabûl edildi. Korktum ve aklımı yitireceğimi sandım. Yâ Rabbî! Dayanabileceğim kadar ver, dedim. Sonra sükûnet buldum.” Dinine çok bağlı birini ağlarken gördüler; “Niçin ağlıyorsun?” diye sordular. “Kıyâmette insanları suâle çektikleri saatin korkusundan ağlıyorum” cevâbını verdi. Hasen-i Basrî'ye bir kimse; “Nasılsın?” dedi. “İnsanlarla berâber bir gemide bulunan ve gemi parçalanıp deniz ortasında herkesin bir tahta üzerinde kaldığı bir yerde olan kimsenin hâli nasıl olur?” “Çok korkunç olur” dedi. “İşte benim hâlim de öyledir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Haberde geldi ki: Bir kimseyi bin sene sonra Cehennem’den çıkarırlar. Keşke ben o kimse olsaydım.” Bunu son nefeste îmânsız gitmek ve ebedî Cehennem’de kalmak korkusundan söyledi. Ömer ibni Abdülaziz'in bir câriyesi vardı. Bir gün uykudan kalkınca; “Ey Emir-el-mü’minîn, tuhaf bir rüyâ gördüm” dedi. “Hadi anlat” buyurdu. Şöyle anlattı: “Cehennem alevlenmiş, üzerinde sırât kurulmuş, bâzı kimseleri getirdiler, önce falancayı gördüm. Getirdiler, geç dediler. Geçemedi, Cehennem’e düştü. “Anlat” buyurdu. “Falancayı gördüm. Getirdiler, o da düştü.” “Anlat” buyurdu. “Sonra seni getirdiler.” Bunu söyler söylemez, Ömer ibni Abdülaziz bir feryâd edip, kendinden geçti ve düştü. Câriye bağırıyor ve; “Allah'a yemîn ederim ki, sen sırâtı selâmetle geçtin” diyordu. Câriye bağırıyor, o ise düşmüş, kendinden geçmiş bir hâlde yatıyordu. Hasen-i Basrî uzun yıllar gülmedi. Boynu vurulacak bir esir gibi dururdu.
Şu’ayb aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de, alış-verişte Allahü teâlânın emir ve yasaklarına titizlikle uyması idi. Bu sebeple, başkalarının haklarının kendi üzerinde kalmamasına çok dikkat eder ve âzamî gayreti gösterirdi. Hâlbuki onun kavmi tamamıyla aksine davranır, insanları aldatmak için hîle yapar ve ellerinden geleni geri komazdı. Bu kimseler, insanların ihtiyâcı olan malları ucuzken toplayıp, pahalanınca satarlardı. Terâzi ve ölçüde hîle yapmadan duramazlardı. Zamânın geçer akçesi olan altın ve gümüş paraların kenarlarından kırparlar, alış-veriş yaptıkları kimselere muhakkak zarar verirlerdi. Böyle yapmazlarsa kazançlarının eksileceğinden ve zarara uğrayacaklarından korkarlardı. Kul hakkını hiç düşünmezler, âhırette, bütün bu yaptıklarından hesap vereceklerini hatırlarına bile getirmezlerdi. Müslümanların da Şu’ayb'ın (aleyhisselâm) kavminin durumuna düşmemesi, kul hakkı yiyerek insanlara ve kendilerine zarar vermemesi için; İslâm âlimleri kitaplarında alış-veriş, (bey’ ve şira) bilgilerini geniş geniş anlatmışlar, “Alış-veriş bilgisinden haberi olmayan haram yer, haram yiyenin de ibâdetlerine sevâb verilmez” buyurmuşlardır. İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, müslümanlara nasîhat edip, doğru yolu göstermek ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak niyetiyle yazdığı Kimyâ-yı Saâdet adlı eserinde, bu husûsta buyurdu ki:
Alış-veriş bilgisini bilmeyen harama ve fâize düşer, bundan haberi bile olmaz. Bu husûsta bir şey sormasını da bilemez. Bâzıları, yaptığı alış-verişi İslâmiyete uygun sanır, halbuki bunların müslümanlara zarar ve ziyânı dokunur. Bunları yapanlar, lânete uğrarlar. Alış-verişte müslümanlara zarar vermek iki türlüdür. Biri, herkese zararı dokunmak; ikincisi, alış-veriş edilen kimseye zarar vermektir. Herkese zararı dokunmak da iki kısımdır: Biri ihtikârdır, diğeri ise piyasaya kalp (sahte ve eksik) para sürmektir.
İhtikâr (karaborsacılık); insan ve hayvan gıdâ maddelerini piyasadan toplayıp, yığıp, pahalandığı zaman satmak demektir. İhtikâr eden mel’ûndur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimse gıdâ maddelerini alıp, pahalı olup da satmak için kırk gün saklarsa, hepsini fakirlere parasız dağıtsa, günâhını ödeyemez.” “Bir kimse gıdâ maddelerini kırk gün saklarsa, Allahü teâlâ ona darılır. O, Allahü teâlâyı saymamış olur.”
“Bir kimse, hâriçten gıdâ maddesi satın alıp, şehre getirir ve piyasaya göre satarsa, sadaka vermiş gibi veya köle âzâd etmiş gibi sevâb kazanır.”
İmâm-ı Ali (radıyallahü anh); “Gıda maddelerini kırk gün saklayanın kalbi kararır” buyurdu. Ona, bir muhtekiri haber verdiklerinde; emretti, sakladığı şeyleri dağıttırdı. Âlimlerden biri, tüccar idi. Vâsıt şehrinden, Basra'ya gıdâ gönderip satılmasını vekiline emretti. Basra'da ucuz olduğu için, vekili bir hafta bekleyip, pahalı sattı ve âlime müjde yazdı. Âlim, cevâbında buyurdu ki: “Biz, az kâr ile çok sevâb kazanmağı daha çok severiz. Fazla kazanmak için, dînîmizi fedâ etmemeli idin. Çok büyük cinâyet yapmışsın. Bunu affettirmek için, sermâyeyi ve kârı hemen sadaka olarak dağıt!” İhtikârın haram olması, insanlara zararlı olduğu içindir. Çünkü gıdâ maddeleri, insanların ve hayvanların yaşayabilmesi için lâzımdır. Satılınca, herkesin alması mubâhtır. Bir kişi alıp saklayınca, başkaları alamaz. Sanki çeşme suyunu saklayıp, herkesi susuz bırakmağa benzer. Gıdâ maddelerini bu niyetle satın almak günâhtır. İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Köylü, tarlasından aldığı gıdâ maddelerini istediği zaman satabilir. Acele satması vâcib değildir. Fakat, acele etmesi sevâbdır. Pahalı olunca satmasını düşünmesi çirkindir. İlaçlarda ve gıdâ maddesi olmayan ve herkese lâzım olmayan şeylerde ihtikâr haram değildir. Ekmek ve benzerlerinde çok haram olup, et, yağ gibilerde az haramdır.” İmâmeyne göre, bunların hepsi ihtikârdır. İnsanlara lâzım olan her şeyde ihtikâr haramdır. Hükümet, ihtikâr edeni, haber alınca, evine yetecek kadar bırakıp, fazlasını halka satmasını emreder.
Herkese yapılan zararın ikinci kısmı, kalp para sürmektir. Alan, anlamazsa, zulüm edilmiş olur. Anlarsa, o da başkasını, başkası da, bir diğerini, zincirleme aldatırlar. Elden ele dolaştıkça, günâhı, birinci kimseye de yazılır. Bunun için büyüklerimiz; “Bir sahte lira vermek, yüz lira çalmaktan daha fenâdır” buyurmuşlardır. Çünkü hırsızlığın günâhı bir keredir. Bunun günâhı ise, öldükten sonra da devam eder. İnsanların en zavallısı, ölüp gittiği hâlde, bıraktığı kötülük sebebi ile günâhı tükenmeyen kimsedir. Öldükten senelerce sonra günâhı yazılır ve azâbını çeker. Eline sahte para geçen, onu yok etmeli, kimseye vermemelidir. İnsan paraları iyi tanımalı, aldanmamalıdır. Daha dikkatli olarak kimseyi aldatmamalıdır. Paranın kalp olduğunu bilerek ve bilmeyerek kalp para alıp vermek de günâhtır. Çünkü insanın başına gelen her işin, dindeki ilmini öğrenmesi vâcibdir. Yok etmek niyeti ile, kalp para almak sevâbdır. Ayarı bozuk mâden paraları yok etmemeli, söyleyerek emîn kimselere, hükümete vermelidir. Hîle edecek kimselere vermesi, silâhı yol kesene satmağa benzer. Bu da haramdır.
İnsanlara verilen ziyânın ikincisi, alış-veriş edilen kimseye yapılan zarardır. Zarar veren her iş, zulüm olur. Zulüm ise haramdır. Her müslüman, kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi, kâfirlere de yapmamalıdır.
Alış-veriş esnâsında şu dört şeyi yapmamak lâzımdır:
1- Satılan malı, olduğundan aşırı medh etmemelidir. Çünkü hem yalan söylemiş, hem aldatmış, hem de zulüm etmiş olur. Hattâ, doğru olarak da, müşterilerin bildiği şeyi söylememelidir. Çünkü bu da faydasız söz olur. Kıyâmet günü her sözden suâl olunacaktır. Beyhûde söyleyenler, hiç özür bulamayacaktır. Yemîn ile satmağa gelince, yalan yere yemîn etmek haramdır. Yâni büyük günâhtır. Doğru yemîn ederse, az bir şey için Allahü teâlânın ismini söylemek saygısızlık olur. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Alış-verişte vallahi böyledir, vallahi öyle değildir diye yemîn edenlere ve san’at sâhiplerinden, yarın gel, öbür gün gel diye sözünde durmayanlara yazıklar olsun!” “Malını yemîn ederek beğendiren kimseye kıyâmet günü merhamet edilmeyecek ve acınmayacaktır.” Yûnus bin Ubeyd (rahmetullahi aleyh) ipekli kumaş tüccarıydı. Malını satarken hiç medh etmezdi. Çırağı bir gün, kumaşı gösterirken, müşterinin yanında; “Yâ Rabbî! Bu Cennet kumaşından bana da nasîb et!” deyince, Yûnus bu sözün, kumaşı medh etmek olacağını düşünerek, kumaşı kaldırıp sattırmadı.
2- Malın ayıbını, müşteriden gizlememeli, hepsini, olduğu gibi göstermelidir. Kusuru gizlemek, hıyânettir. Mü’mine nasîhat etmemektir. Zâlim, âsî olmaktır. Malın iyi tarafını göstermek, karanlıkta göstermek zulüm, hîle olur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buğday satan birisinin buğdayına, mübârek parmaklarını sokup, içinin yaş olduğunu görünce; “Bu nedir?” buyurdu. “Yağmur ıslatmıştır” deyince; “Niçin saklayıp göstermiyorsun? Hîle eden, bizden değildir” buyurdu. Birisi, üçyüz dirhem gümüşe bir deve sattı. Devenin ayağında arıza vardı. Eshâb-ı kirâmdan (aleyhimürrıdvân) Vâsile bin Eska’ orada idi. O anda dalgın idi. Devenin satıldığını anlayınca, alanın arkasından koşup; “Devenin ayağı ârızalıdır” dedi. Müşteri deveyi geri getirip, parasını aldı. Bâyi yâni satan; “Satışımı niçin bozdun?” deyince, Vâsile (radıyallahü anh) dedi ki: “Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) işittim. Buyurdu ki: “Satılan bir şeyin kusurunu gizlemek helâl değildir. O kusuru bilip söylememek de, kimseye helâl değildir.” Vâsile (radıyallahü anh) yine dedi ki: “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) müslümanlara nasîhat etmemiz ve onlara merhamet etmemiz için bizden söz aldı. Malın kusurunu saklamak, nasîhat etmemek olur.” Satıcıların, kusur saklamamaları çok güçtür. Büyük cihâd demektir. Bu cihâdı kazanmak için, mal alırken dikkat etmeli, kusurlu mal almamalıdır. Eğer kusurlu mal alırsa, müşteriye söylemeyi niyet etmelidir. Eğer aldanırsa, ziyân etmiş olur. Başkasını da ziyâna sokmamalıdır. Kendisi, başkasına incinince, başkalarını da kendinden soğutmamalıdır. Şunu iyi bilmelidir ki, hîle ile rızık artmaz. Belki, malın bereketi gider. Hîle ile azar azar biriktirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle birden bire giderek, geride yalnız günâhları kalır. Nitekim bir sütçü, süte su katardı. Bir gün, ansızın sel gelip, ineği boğdu. Adam şaşkın bir hâlde düşünürken, çocuğu dedi ki; “Kattığımız sular birikerek, gelip ineği götürdü.” Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Ticarete hıyânet karışınca, bereket gider.” Bereket, az malın çok faydası olmak, çok işe yaramak demektir. Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmayan çok mal, sâhibinin dünyâda ve âhırette felâketine sebep olur. O hâlde, malın çok değil, bereketli olmasını istemelidir. Bereket, emîn olanlarda bulunur. Hattâ çokluk dahî emîn tüccarlarda bulunur. Çünkü her müşteri, emîn tüccara gider. Hıyânet edenlere kimse gitmez. Bir tüccar; “Ömür en fazla yüz senedir. Âhıretin ise, sonu yoktur. Bir kaç günlük ömründe; altın ve gümüşünü arttırmak için, ebedî olarak zararda olmağı kim ister?” şeklinde düşünmelidir. Böyle düşünen bir satıcı hıyânet yapamaz. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “La ilâhe illallah diyenler, dünyâyı dinden üstün tutmadıkları takdirde, Allahü teâlânın gadabından, azâbından kurtulurlar. Dini bırakıp, dünyâya sarılırlarsa, bu kelime-i tevhîdi söyleyince, Allahü teâlâ onlara, yalan söylüyorsun! buyurur.”
Her san’atta hîle yapmamak farzdır. Çürük iş yapmak ve bunu gizlemek haramdır. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel'den (rahmetullahi aleyh), gizli yama yapmağı sordular. “Kendi giymesi ve müşterinin giymek için istemesi ile câiz olup, hîle olarak yapmak, yâni gizli yamayı, yeni diye satmak günâhtır. Aldığı para haramdır.” buyurdu.
İnsanlar fâsıktır, kâfirdir diyerek, hîle, hıyânet yapmanın câiz olacağını sanmak doğru değildir. Hîle, hıyânet ve başkalarının haklarına saldırmak haramdır. Haramlar, zarûret olmadıkça, hiç bir yerde, hiç bir sebeple helâl olmaz. İslâmın güzel ahlâkını her yerde tatbik etmek lâzımdır. Güzel ahlâklı olmak sûreti ile müslümanlığı tanıtmak, emr-i mâruf yapmak olur. Dâr-ül-harbde de, kâfirlerin haklarına dokunmamak, hükümetlerinin kanunlarına uymak, kimseyi dolandırmamak, müslümanlığın îcâbıdır.
3- Ölçüde hîle etmemeli, doğru tartmalıdır. Kur'ân-ı kerîmde, Mutaffifîn sûresi, birinci âyetinde meâlen; “Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azâblar yapacağım” buyrulmuştur. Büyüklerimiz, her aldıklarını biraz noksan, verdiklerini de biraz fazla ölçerdi. “Bu az fark, Cehennem ile aramızda perdedir” derlerdi. Bunu, tam doğru ölçmemek korkusundan yaparlardı. “Yedi kat yer ve yedi kat gökler genişliğinde olan Cennet’i, birkaç kuruşa satanlar ve bir kaç arpa tanesi için Cehennem azâbı ile müjdelenenler ne kadar ahmaktır” buyururlardı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) her ne satın alsaydı, parasını biraz fazla verirdi. Fudayl bin Iyad (rahmetullahi aleyh), oğlunu, bir şey satın alıp, vereceği altının kirlerini temizlerken görünce; “Ey oğlum! Bu yaptığın iş, sana iki nâfile hacdan ve iki umreden daha faydalıdır” buyurdu. Büyüklerimiz buyuruyor ki: “Fasıkların en kötüsü, alırken çok, satarken az ölçenlerdir. Mânifaturacılardan, kumaşı alırken gevşek, satarken gergin tutup ölçenler de böyledir. Kemiğini, âdetten fazla koyan kasaplar da böyledir. Hububat içine toz toprak karıştırıp satan köylüler de böyledir. Malın iyisi ile kötüsünü karıştırıp, hepsini iyi diye satan pazarcılar da böyledir.” Bunların hepsini de yapmak haramdır. Velhasıl, alış-verişte herkese karşı doğru hareket etmek vâcibdir. Hattâ, kendine söylenmesini istemediği sözü başkalarına söylememelidir. Böyle haramlardan kurtulmak için de kendini, din kardeşinden üstün görmemek lâzımdır. Bunu da, herkesin yapması güçtür. Bunun için Allahü teâlâ; “Hepiniz Cehennem’den geçeceksiniz!” buyuruyor. Amma, herkes Allahü teâlâdan korkusuna göre, oradan çabuk veya geç kurtulacaktır.
4- Satış fiyatında hîle yapmamaktır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Müslümanların, şehre mal getiren köylüleri karşılayıp, piyasa fiyatını gizleyerek, ucuz satın almalarını” men buyurdu. Köylünün bu sûretle yaptığı satıştan vaz geçmesi câizdir. Köylü ucuz bir şey getirince, bunu karşılayarak; “Malı bana bırak, ben sonra yüksek fiyatla satarım.” demekten de men buyurdu. Bir malın, pahalı satılması için, herkesin yanında, onu yüksek fiyatla satın almaktan da men buyurdu. Müşteriler, böyle bir satış olduğunu anlarsa, satışı bozabilir. Piyasayı bilmeyenlere yüksek fiyatla mal satmak da haramdır. Hattâ, acemi olup, ucuz satan veya pahalı alanlar ile alış-veriş etmemelidir. Bunlarla alış-veriş sahih ve câiz ise de, piyasadaki fiyatı bunlardan gizlemek günâhtır. Basra'da büyük bir tüccar vardı. İran'da, Sus şehrinde bulunan adamlarından biri, mektup yazarak; “Bu sene şeker kamışı verimli olmadı. Başkaları duymadan, çok şeker al!” dedi. Tüccar da, çok şeker satın alıp, şeker piyasadan çekilince, pahalı satarak, otuzbin dirhem gümüş kar etti. Sonra, düşünüp; “Şeker kamışlarına afet geldiğini, müslümanlardan saklayarak, onlara hıyânet ettim, bu nasıl Müslümanlıktır” deyip, otuzbin dirhemi, şekerlerini almış olduğu kimselere götürdü. Her birine; “Bu para senindir” dedi. “Niçin?” dediklerinde, yaptığı yanlış işi anlattı. Hiç biri almayıp; “Sana helâl olsun” dediler. Akşam evinde düşündü ki: “Belki utanarak almamışlardır. Din kardeşlerime hıyânet ettim” diyerek, ertesi gün tekrar götürdü. Her birine yalvararak otuzbin dirhem gümüşü taksim etti. Müşteriye doğru söylemeli, hiç hîle etmemelidir. Malda bir ârıza oldu ise, haber vermelidir. Malı, akrabâ veya ahbabından, ona yardım olsun diye yüksek fiyatla aldı ise, müşterisine bunu söyleyerek, doğru değerini bildirmelidir. Meselâ, on lira etmeyen malı, on lira vererek aldı ise, o malı satarken, on liraya aldığını söylememelidir. Ucuz aldığı bir malın fiyatı yükselip pahalı satıyor ise, aldığı fiyatı söylemelidir. Böyle misâller pek çoktur. Bunları bilmeyerek hıyânet yapanlar çoktur. Hıyânet yapmaktan kurtulmak için, herkes, kendine yapılmasını istemediği şeyleri, başkalarına yapmamalıdır. Çünkü, herkes dikkat ile, pazarlıkla uğraşarak, tam değerini verip aldığını sanır. O hâlde, aldatarak satmak, hıyânet ve dolandırıcılık olur.
“Mecelle”nin yirmialtıncı maddesinde; “Çok kimseyi zarardan kurtarmak için, bir kimseye zarar yapılabilir” diyor. Gıda maddelerini satanlar, piyasadaki değerin iki misline satarak halka zarar verirlerse, Hâkim, piyasadaki değerine sattırır. Kıtlık zamanında, hükümet, ihtikâr yapanın yâni karaborsacıların yığdığı gıda maddelerini, uygun fiyat ile, aç kalanlara sattırabilir.
Allahü teâlâ, adâlet yapmayı emrettiği gibi, ihsân etmeği de emrediyor. Yukarda adâlet yapmağı bildirdik. Bunları öğrenen, zulüm yapmaktan kurtulur. Şimdi ihsânın nasıl yapılacağını anlatacağız: A’râf sûresi, ellibeşinci âyetinin meâl-i şerîfinde; “İhsan edenlere, elbette rahmetim çok yakındır” buyrulmaktadır. Yalnız adâlet yapanlar, dinde sermâyelerini kurtarmış olur. Fakat kâr, ihsân edenleredir. Aklı olan, âhıret kârını hiç kaçırır mı? İhsân, emredilmeyen iyiliği yapmaktır. Üçüncü kâide îsârdır. Îsâr, muhtâç olduğu bir şeyi almayıp, muhtâç olan din kardeşine bırakmaktır. İnsana lâzım olan şeylerde îsâr yapılır. Kurbet ve ibâdetlerde îsâr yapılmaz. Meselâ, taharetlenecek kadar suyu, setr-i avret edecek kadar örtüsü olan, bunları kendi kullanır. Bunları muhtâç olana vermez. Birinci safdaki yerini başkasına vermez. Namaz vakti gelince, abdestsiz kimsenin abdest suyunu başkasına îsâr etmesi câiz değildir.
Ticârette ihsân, altı türlü elde edilir:
1- Müşteri, fazla ihtiyâcı için çok para vermeğe râzı olsa bile, çok kâr istememelidir. Sırrîyi Sekâtî'nin (rahmetullahi aleyh) dükkanı vardı. Yüzde beşten ziyâde kâr istemezdi. Bir kere, altmış altınlık bâdem içi almıştı. Bâdem fiyatı ansızın yükseldi. Dellâl, bâdem satmak için geldi. “Altmış üç altına sat!” dedi. Dellâl; “Bugün, bu kadar bâdemi, doksan altına alıyorlar” deyince; “Ben yüzde beşten fazla kâr almamağa karar verdim. Kararımı değiştirmem” buyurdu. Dellâl da; “Ben de senin malını aşağı fiyatla satamam” dedi ve satmadı. O da yüksek fiyatla satmağa râzı olmadı. Bâdemler satılamadı. İşte ihsân böyle olur. Muhammed bin Münkedir, din büyüklerindendi. Mağazası vardı. Çeşit çeşit kumaş satıyordu. Kimisinin zrâ’ı (yarım metresi) beş altın, kimisinin on altın idi. Bir gün, kendisi yok iken, çırağı, bir köylüye, beş altınlık kumaşı, on altına sattı. Kendi gelip, haber alınca, akşama kadar köylüyü arattı. Köylüyü görünce; “Bu kumaş beş altından fazla etmez” dedi. Köylü; “Ben bunu, seve seve aldım” deyince; “Ben kendime uygun görmediğimi, din kardeşime de uygun görmem. Ya satıştan vaz geç, yâhut beş altını geri al, yâhut da gel on altınlık kumaştan vereyim” buyurdu. Köylü beş altını geri aldı. Sonra, birisine; “Bu merd kimdir” diye sordu. “Muhammed bin Münkerdir” dediler. Bu ismi duyunca; “Sübhânallah! Bu, öyle bir kimsedir ki, çölde susuz kalınca yağmur duâsına çıkıp, onun adını söylediğimiz zaman rahmet yağıyor” dedi. Büyüklerimiz az kârla, çok iş yapar, bunu daha bereketli bulurlardı. Halîfe Ali (radıyallahü anh), Kûfe şehri çarşısında dolaşarak; “Az kârı red etmeyiniz! Çok kârdan mahrûm kalırsınız!” buyururdu. Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) büyüklerinden Abdurrahmân bin Avf’a; “O büyük serveti nasıl kazandın?” dediler. “Çok az kâra da râzı oldum. Hiç bir müşteriyi boş çevirmedim. Hattâ bir gün, bin deveyi sermâyesine satmıştım. Yalnız dizlerindeki ipleri kâr kalmıştı. Her ip, bir dirhem gümüş değerinde idi. O gün develerin yem parasını ben vermiştim. Kazancım ise, bin dirhem olmuştu” buyurdu.
Hamza Efendi (rahmetullahi aleyh) Bey’ ve şirâ risâlesi şerhi, yirmibeşinci sahifesinde diyor ki: “Yüksek fiyatla satıp, bir kimseyi aldatmaktan sakınmalıdır. Zirâ piyasada on liraya satılmakta olan bir malı, onbir liradan yukarıya satın almak gaben-i fahiş ile aldanmaktır. Yâni çok aldanmaktır. Yalan söylemekle çok aldatılan bir müşteri, satıştan vaz geçebilir.”
2- Fakirlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir. Meselâ, dul kadınların eğirdiği ipliğe, çocukların sattığı meyvelere çok para vermelidir. Bu sûretle çalışanlara yardım etmek, sadaka vermekten daha sevâbdır. Böyle yapanlar, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) duâsına kavuşur. Çünkü, “Alış-verişte kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ merhamet eylesin!” diye duâ buyurmuştur. Fakat, zenginden mal alırken aldanmak sevâb ve iyi değildir. Malı zâyî etmektir. Belki pazarlık edip, ucuz almak lâzımdır. İmâm-ı Hasen ve Hüseyin (radıyallahü anhümâ), her aldıklarında pazarlık eder, ucuz almağa uğraşırlardı. Kendilerine; “Bir günde binlerle dirhem sadaka veriyorsunuz da, bir şey satın alırken niçin uzun pazarlık ederek yoruluyorsunuz?” dediklerinde; “Verdiklerimizi Allah rızâsı için veriyoruz. Ne kadar çok versek yine azdır. Fakat, alış-verişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır” buyururlardı.
3- Müşteriden para almakta üç türlü ihsân olur. Fiyatta ikrâm etmelidir. Eski, kirli paraları kabûl etmelidir. Peşin verdiği fiyatla, veresiye vermelidir. Veresiye vermek için, fiyatı arttırmak şart edilirse, bey’ fasid olur. Haram olur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Alış-verişte kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ, her işinde kolaylık gösterir.” İhsânın en büyüğü, en kıymetlisi, fakirlere veresiye vermektir. Parası, malı olmayanın borcunu uzatmak, zâten vâcibdir. İhsân değil, adâlettir ve vazîfedir. Fakat, malı olup da, ziyân ile satmadıkça veya muhtâç olduğu bir şeyi satmadıkça ödeyemeyecek bir hâlde olanların ödemesine zaman vermek ihsândır ve büyük sadakadır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Kıyâmette bir kimseyi hesâba çekerler ki, çok günâh işlemiş, hiç iyilik yapmamış. Sen dünyâda hiç iyilik yapmadın mı? derler. Hayır, yalnız çırağıma derdim ki: “Fakir olan borçluları sıkıştırma! Ne zaman ellerine geçerse o zaman vermelerini söyle. İstediklerini yine ver. Boş çevirme!” Allahü teâlâ; “Ey kulum! Bugün sen fakir, muhtâçsın! Sen dünyâda benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız” deyip, onu affeder.”
Başka bir hadîs-i şerîfte; “Bir müslümana, Allah rızâsı için ödünç veren kimseye, her gün için sadaka sevâbı verilir. Fakirden, alacağını çabuk istemeyene, her gün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevâb verilir” buyurdu. Büyüklerimizden öyle kimseler vardı ki, borcun getirilmesini arzu etmezdi. Her gün, o malı sadaka vermiş gibi sevâb kazanmağı tercih ederlerdi. Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Sadaka verilen her dirhem için on sevâb, ödünç verilen her dirhem için ise, onsekiz sevâb vardır. Çünkü borç, ihtiyâcı olana verilir. Sadaka belki, ihtiyâcı olmayanın eline düşebilir.”
4- Borç ödemekte ihsân, istemeğe vakit bırakmadan önce vermektir ve paranın en iyisini vermek ve kendi eli ile ve ayağına gidip vermektir. Onu birisini göndermeğe, mecbûr bırakmamaktır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “En iyiniz, borcunu iyi ödeyeninizdir.” Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Ödünç alan bir kimse, iyice ödemeği niyet ederse, borcunu ödemesi için, melekler ona duâ eder” buyruldu. Bir kimse, malı olduğu hâlde, borcunu ödemeği bir saat geciktirse, zâlim ve âsî olur. Namaz kılarken de, oruç tutarken de, uykuda da yâni her an, lânet altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günâhtır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Malı olmak, parası çok olmak demek değildir. Belki satılık bir şeyi olup da, satmazsa, günâh işlemiş olur. Değeri düşük olan para veya işe yaramayan mal vererek öder ve bunu hak sâhibi beğenmeyerek alırsa, yine günâh olur. Onu râzı etmedikçe, yâni gönlünü almadıkça, günâhtan kurtulamaz. Çok kimseler bunu düşünmez, fakat büyük günâhlardandır.
5- Alış-veriş ettiği kimse pişman olursa ikâle etmek, yâni yapılan satışı geri çevirmektir. Birinin “Vazgeçtim” demesi, ötekinin de “Kabûl ettim” veya “Ben de vazgeçtim” demesi ile ikâle yapılır. İkâlede, semenin arttırılması veya azaltılması şart edilirse, bu şart bâtıl olur. Yâni bu şart yerine getirilmez. Semenin helâk olması, ikâleye mâni olmaz. Mebî'in helâk olması, mâni olur. Fâsid ve mekruh olan satışlarda ve gaben-i fâhiş ile aldatılan müşterinin istediği zamanda ikâle yapmak vâcib olur. Sahîh satışta, biri istediği zaman, ötekinin de yapması müstehabdır. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimse (karşısındaki pişman olunca) bey'i fesheder, geri alırsa, Allahü teâlâ, onun günâhlarını affeder”. Yapılan satışı geri çevirmek vâcib değildir. Fakat, çok sevâbdır ve ihsân etmektir.
6- Fakirlere veresiye verip, parası olmayandan, istememeği niyet etmektir. Borçlusu ölünce helâl etmektir. Büyüklerimizden bâzısının dükkanında iki defter vardı. Birisine bilinmeyen isimler yazarlardı ki, hepsi fakir idi. Bâzı borçlar karşısında isim de yazılı değildi. Böylece kendisi ölürse, kimse fakirlerden bir şey isteyemezdi. Fakat böyle tüccarlar da, en iyi sayılmazdı. En iyi olanlar, fakirler için, hiç defter tutmayanlardı. Bunlar, fakir bir şey getirirse alır, getirmeyenlerden bir şey istemezlerdi. İşte, din büyükleri, böyle ticâret yapardı. Şüpheli bir kuruşu kabûl eden, dinde mertlerden sayılmazdı.
Bir kimsenin dünyâ ticâreti, âhıret ticâretine mâni olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünyâ, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhıret ise, altından kupaya benzer. Hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklı olup kırılmaz. Hattâ hiç tükenmez. Dünyâ ticâretinin âhırete yaraması için ve Cehennem’e sürüklenmemesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermâyesi, dînî ve âhıretidir. Bu sermâyeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır. Dinini kayırmak isteyenler yedi şeye dikkat etmelidir:
1- Her sabah; kendisinin, evlâd ve âilesinin rızkını kazanmak, onları kimseye muhtâç bırakmamak, Allahü teâlâya rahat ve temiz ibâdet edebilmek, âhıret yolunda yürüyebilmek için, vazifeme gidiyorum şeklinde niyet etmelidir. O gün müslümanlara iyilik, yardım ve nasîhat, emr-i mâruf, nehy-i münker yapmağı, kalbinden geçirmelidir. Namazda kusur edenlere, günâh işleyenlere, emr-i mâruf yapmalı, onlara göz yummamalıdır. Böyle niyet eden bir tüccar, bir me’mur, bir muallim, bir hâkim ve bir subay vazifesini yaptığı kadar, hep sevâb kazanır. Onun her işi, ibâdet olur. Dünyâda kazandığı şeyler de görünürdeki kazancıdır.
2- Binlerce insan çalışmayacak olursa insanın kendisinin bile yaşayamayacağını düşünmesi gerekir. Meselâ, çiftçi, fırıncı, dokumacı, demirci, iplikçi ve daha nice san’atkarlar, hep onun için çalışıyor. O hepsine muhtâçtır. Herkes onun için çalışıp, ona hazırlayıp da, onun boş oturması, kimseye faydalı olmaması doğru olur mu? Bu dünyâda herkes yolcudur. Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her müslüman böyle düşünmelidir. Vazifesine başlarken; “Müslüman kardeşlerime yardım etmek, onları rahat ettirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de onlara hizmet edeceğim” demelidir. Her Müslüman bütün san’atların farz-ı kifâye olduğunu bilmelidir. Bunu düşünerek, bir san’ata yapışmak, ibâdet etmek olur. İster kitaplı kâfirler keşfetsin, ister kitapsız kâfirler bulsun, her san’atı öğrenmek ve hele, harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. Bu vâsıtaları yapabilmek için, gerekli ilimleri, dersleri mekteplerde, bu niyetle okutmak ve okumak hep ibâdet olur. Namaz kılan insanın bu niyetle, her işi ibâdet olur. Namaz kılmayanların her hareketi de günâh olur. O hâlde, her müslüman, namazını kılmalı, sonra farz olduğunu düşünerek, vazifesini yapmalıdır. İş görürken niyetin doğru olmasına alâmet, insanlara faydalı olan bir meslek, bir san’at seçmektir. Yâni, öyle bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, müslümanlar sıkıntı çekerdi. O hâlde, keyif, oyun ve benzerlerine, san’at dense de ve haram işleyenlere san’atkar ismi verilse de, bunları yapmak ibâdet olmaz. Hattâ, haram olmayan, mubâh olan, fakat insanlara lüzumlu olmayan san’atları seçmemelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “En iyi ticâret, bezzazlıktır, kumaş satmaktır. En iyi san’at, terziliktir.”
3- Dünyâ işleri, âhıret için çalışmağa mâni olmamalıdır. Âhıret için ticâret yeri câmilerdir. Münâfikûn sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmesinin meâl-i şerîfinde; “Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı hatırlamanıza mâni olmasın!” buyrulmakta ve bu husûsa dikkat emredilmektedir. Halîfe Ömer (radıyallahü anh) çarşıya girince; “Ey tüccarlar! Önce âhıret rızkını kazanın! Sonra dünyâ rızkına çalışın!” diyerek tüccarlara nasîhatlerde bulunurdu.
Ticâretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabah ve akşamları âhıret için çalışır, Kur'ân-ı kerîm okur, ders dinler, tevbe ve duâ eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. Kelle kebabı, sabah çorbası gibi şeyleri çocuklar ve zimmîler satardı. Çünkü müslümanlar, sabah-akşam câmilerde bulunurdu. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam değişmektedir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar.”
“Gündüz ve gece melekleri, sabah ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ, (gelen meleklere) kullarımı nasıl bıraktınız? buyurur. Yâ Rabbî! Namazda bulduk ve namaz kılarken bıraktık, derler. Allahü teâlâ da, şâhid olun, onları affettim buyurur.”
Müslüman tüccarlar, san’at sâhipleri, gündüzleri de, ezân sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmiye koşmalıdır. Dinini seven ve kayıran bir imâm bulursa, ona uymalı, dînîni dünyâya değişen, ibâdete haram, bid’at karıştıran, müslümanlıktan haberi olmayan imâm ve hâfızların yanına, sesine, sözüne yanaşmamalıdır. Büyüklerimiz; “Ticaretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına sebep olmaz” âyet-i kerîmesine mânâ verirken buyurdular ki: “Demirciler vardı. Demir döverken, ezân okununca, çekici kaldırmış iken, demire vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezân okunsaydı, o hâlde bırakıp, cemâate koşarlardı.”
4- Çarşıda ve işte, Allahü teâlâyı zikir ve tesbîh etmeli, her an O'nu hatırlamalıdır. Dili ve kalbi boş kalmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o anda kaçırdığını, bütün dünyâyı verse, bir daha eline geçiremez. Gâfiller arasındaki zikrin sevâbı çok olur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Gâfiller arasında Allahü teâlâyı zikir eden kimse, kurumuş ağaçlar arasında bulunan yeşil fidan gibidir ve ölüler arasındaki canlı gibidir ve harbde kaçanlar arasında, arslan misâli dövüşenler gibidir” buyurdular.
“Çarşıya giderken; “La ilâhe illallah, vahde hû lâ şerîke leh, le-hül mülkü ve le-hül hamdü, yuhyî ve yümît, ve hüve hayyün lâ yemût, biyedihil-hayr, ve hüve alâ külli şey’in kadîr” diyen kimseye, iki milyon sevâb yazılır.” Bu hadîs-i şerîfte olduğu gibi, sevâb veya günâh miktarını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıklarını ve âhıretteki zamanları ve dünyânın yaratılışını ve mahlukların sayısını bildiren hadîs-i şerîflerdeki çeşitli rakamlar, miktar sayısını göstermek için değil, miktarın çokluğunu anlatmak içindir. Meselâ bir kimseye, birkaç defâ, zahmet çekerek gidip bulamayarak canı sıkılan birinin, o kimseyi görünce, seni on defâ aradım, bulamadım, demesi gibidir. Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sirruh) buyurdu ki: “Pazarda çok kimse vardır ki, Allah adamlarının halkasında oturanlardan daha kıymetlidirler.” Bir kere de buyurdu ki: “Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda her gün üçyüz rekat namaz kılmakta ve otuzbin tesbîh okumaktadır.” Bâzısı demiştir ki: “Bu kimse, kendisidir.” Hülâsa, dîne, ibâdetine yardım niyeti ile dünyâya çalışanlara, hep böyle sevâb vardır. Yalnız para kazanıp, dünyâ malı toplamak için çalışanlar, sevâbdan mahrûm kalırlar. Hattâ bunlar, câmide, namazda iken de, kalbleri dükkanın hesâbındadır. Fikirleri dağınıktır.
5- Dünyâ işlerine çok düşkün olmamalıdır. Meselâ, çarşıya herkesten önce gidip, herkesten sonra çıkmamalı. Tehlikeli ve uzun yollara gitmemelidir. Mu’âz bin Cebel (radıyallahü anh) buyuruyor ki: “Şeytan pazarda; yalan, hîle, hıyânet ve yemîn ettirerek müslümanları günâha sokmağa çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır.” Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Tüccarın, esnafın en kötüsü, erken gidip, geç dönenlerdir.” Sabah namazını kılıp ve kitap okuyup bir şey öğrenerek işe gitmeyi âdet edinmelidir. İhtiyacı kadar dünyâlık kazanınca, âhıreti kazanmakla meşgûl olmalıdır. Çünkü âhıret hayatı sonsuzdur ve ona ihtiyaç daha çoktur ve âhıret ticâretinde iflas etmek üzeredir. İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe'nin hocası Hammad (rahmetullahi aleyh), ticâret yapardı. Başörtüsü satardı. Her gün iki habbe kazanınca eşyayı toplar pazardan çıkardı. Büyüklerden bâzısı dükkana, haftada iki gün giderdi. Bir kısmı da Cumâ'dan başka her gün gider, öğle namazında geri dönerdi. Bir kısmı nihâyet ikindiye kadar alış-veriş ederdi. Hepsi ihtiyâcı kadar kazanınca câmiye gider, ibâdetle, ilim öğrenmekle akşamı yapardı.
6- Şüpheli şeylerden kaçınmalıdır. Harama yaklaşan zâten, âsî, fâsık olur. Şüphe ettiği şeyleri, Ehl-i sünnet kitaplarından öğrenmelidir. Câhil hâfızlara, hocalara ve her kitaba güvenmemelidir. Kalbine sıkıntı getiren şüpheliyi almamalıdır. Zalimlerle, hîle, hıyânet edenlerle, yemîn ederek insanları aldatanlarla, din ile alay edenlerle, yalan yanlış kitaplar yazarak dîni yıkmağa uğraşanlarla alış-veriş etmemeli, velhasıl herkesle muâmelede bulunmamalıdır. Doğru insan aramalıdır. Bir zaman vardır ki, bir tâcir, her istediği ile muâmele edebilirdi. Çünkü herkes alış-veriş ilmini biliyor ve bildiğine göre hareket ediyordu. Sonraları öyle zamanlar geldi ki, birkaç kişi ile muâmele edilemezdi. Daha sonraları ise, ancak birkaç kimse ile muâmele edilebilir oldu. Bir zaman gelmek korkusu vardır ki alış-veriş edecek kimse bulunamayacaktır. Bunu çok zaman önce, söylemişlerdir. Bizler belki de, büyüklerimizin korktuğu o zamana kaldık. Kim ile olursa olsun, alış-veriş edilmektedir. Câhil hâfızlar, yangına körükle gidip; “Bugün dünyânın her tarafı böyle oldu. Her yerdeki mala haram karıştı. Haramdan kurtulmak imkansız oldu” diyorlar. Bu söz, çok yanlıştır. Hiç de dedikleri gibi değildir. Bunu, alış-veriş bilgilerini yazan İslâm âlimlerinin kitaplarından öğrenmelidir.
7- Alış-veriş yaptığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru hesap etmelidir. Kıyâmette, bunların hepsinden hesap vereceğini bilmelidir. Büyüklerden biri, bir bakkalı rüyâda görüp; “Allahü teâlâ sana ne yaptı?” dedi. “Önüme ellibin sahife koydular. Yâ Rabbî! Bu sahifeler kimlerindir dedim. Ellibin kişi ile alış-veriş yapmışsın. Her sahife bunların birisi ile olan muâmeleni göstermektedir dediler. Baktım, her sahifede bir kimse ile olan muâmelemin inceden inceye yazılmış olduğunu gördüm” dedi. Bir kuruş hîle yapan, bir kuruş hak yiyen, cezâsını çekecektir ve hiç bir şeyin yardımı olmayacaktır.
Bugün bunlar unutulmuş, bilen de kalmamıştır. Bunlardan birisini yapana çok sevâb verilir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir zaman gelir, o zamanın müslümanları bugün sizin yaptığınız ibâdetlerin onda birini yaparlarsa, âhırette azâbdan kurtulurlar.” Sebebini sorduklarında; “Çünkü sizler hayr işlemeğe çok yardımcı buluyorsunuz. Onlar yardımcı bulamayacakları gibi, çeşitli engellerle de karşılaşacaklardır. Gâfiller ve câhiller arasında garib kalacaklardır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi bildirmekten maksadımız, müslümanların, zamanın hâlini görüp, ümîdsizliğe düşmemeleri içindir. O hâlde; “Bu zamanda, yukarıda yazılanların hepsini kim yapabilir” diyerek ye’se düşmek doğru değildir. Ne kadar yapılabilirse o kadar kâr elde edilir. Âhıretin dünyâdan daha iyi olduğuna inanan kimse, bunların hepsini yapabilir. Bunların hepsini gözetmek, yapsa yapsa, insanı fakir yapar. Sonsuz saâdete, ebedî rahatlığa sebep olacak, birkaç senelik fakirliğe elbette katlanır. Nitekim birçok kimse, birkaç şey kazanmak için fırtınalı, karlı havalarda, sıkıntılı yolculuklara; bir rütbeye, dereceye yükselmek için de nice mahrûmiyetlere katlanıyor. Halbuki, ölüm gelince, bütün kazançları elden çıkmakta, boşuna didinmiş olmaktadırlar.
Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı, güzel işler yapmağı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasîb etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir nîmettir! Allahü teâlâ, kullarına (iyâlim) demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ, bu iyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için bir kulunu vazifelendirirse, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur. Bu büyük nîmete kavuşup da, bunun için şükretmesini bilen kimse, çok talihli, pek bahtiyârdır. Bunun kıymetini bilip, şükretmek, kendi sâhibinin Rabbinin iyâline hizmet etmeği saâdet ve şeref bilmek ve Rabbinin kullarını, kölelerini yetiştirmekle öğünmek, aklın gereğidir.