Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Fir’avn, Mûsâ aleyhisselâmın dâvetini, hâlini, mûcizelerini görünce, kibrinden ve gururundan ne yapacağını şaşırdı. Kavminin îmân edip, ona tâbi olmasından korkmaya başladı. İnsanların, Hazret-i Mûsâ'ya tâbi olmalarından ve onu kendi yerine geçireceklerinden endişelendi. Nefsine aldanarak buna çâreler aramaya başladı. Saltanatı onun için her şeyden önemliydi. Saltanatını kuvvetlendirmek, hâkimiyetini arttırmak için yüksek bir binâ (köşk, kule) yapmaya karar verdi ve bunu, veziri Hâmân'a emretti. Hâmân, usta ve işçileri, kısaca binâ işinden anlayan herkesi, hiç kimse kalmamak şartıyla topladı. Ücretle tuttuğu, tuğla ve kireç yapıcı ve pişiricilerinden başka, ellibin usta vardı. Ağaç, tahta, çivi, kapı ne varsa hazırlattı. Binâyı yaptı ve yedi senede işin sonuna geldi. Allahü teâlânın gökleri ve yeri yarattığından beri o zamana kadar hiç kimsenin yapmadığı yükseklikte bir binâ inşâ edilmişti. Mûsâ aleyhisselâma bu iş ağır geldi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; “Üzülme, ona verdiklerim istidrâctır. Onu âniden hiçe indirir ve yaptıklarının hepsini bir anda yıkarım” buyurdu. Eni, boyu ve yüksekliği hakkında değişik rivâyetler mevcût olan bu binâ çok yüksekti.
Binâ, yukarıya kadar, binek hayvanı ile çıkılacak şekilde yapılmıştı. Fir’avn hayvana binerek, kulenin en üstüne çıktı. Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın oralarda, yükseklerde, semâya yakın yerlerde bulunabileceğini zannetmişti. Aşağıyı, yukarıyı, gökleri, yerleri yaratanın Allahü teâlâ olduğunu, O'nun zamandan ve mekândan münezzeh bulunduğunu, yâni zamanlı, mekânlı olmadığını bilmiyordu. Yukarıya, çok yüksek binâlara çıkmakla bir şey değişmezdi. O da bir farklılık göremedi. Hattâ, söylendiğine göre, şaşkın şaşkın ne yapacağını bilemeyip, boşluğa doğru ok attığı oldu.
Dehhâk'dan (rahmetullahi aleyh) şöyle bildirilmiştir: Allahü teâlâCebrâil aleyhisselâma emredince, geldi, kanadı ile, o yüksek binâyı sarstı. Bina üç parçaya ayrılıp yıkıldı. Rivâyete göre, binâ yıkılınca binlerce asker öldü. Hattâ binânın yapılmasında emeği geçenlerin hepsi, âfete uğradı. Tuğla ve kiremit pişirenler sonunda başkaları tarafından yakıldılar.
Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anhümâ), Sa'id bin Cübeyr, Katâde, Muhammed bin İshak ve başka âlimler (rahmetullahi aleyhim) bildirdiler ki: Bilindiği gibi, Mûsâ ile Hârûn (aleyhimesselâm), Allahü teâlânın emri ile Fir’avn'a gelmişler ve âlemlerin Rabbinin peygamberi olduklarını tebliğ edip, İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini söylemişlerdi. Allahü teâlâdan açık mûcizeler ile geldiklerini bildirdiklerinde, Hazret-i Mûsâ ile müsâbakaya çıkan sihirbazlar; onun peygamber olduğunu anlayıp, hep birden îmân ederek secdeye kapanmışlardı. Hak teâlânın düşmanı olan Fir’avn da onlara türlü türlü eziyetler yapmış; ellerini, ayaklarını kestikten sonra hurma dallarına astırarak şehîd etmişti. Bununla berâber, mağlûb ve perişân olduğu belli idi. Bundan sonra Fir’avn kendi kavmine, İsrâiloğullarına daha çok baskı yapmalarını, güçlerinin üstünde işler yüklemelerini emretti. Çünkü, zulümde ileri giden Kıbt kavminin gücü, ancak buna yetiyordu.
Kıptîlerden biri, İsrâiloğullarından birine gelir ve; “Hadi, beni tâkib et” diye götürüp; “Etrâfı süpür, ot kes, hayvanlarımı otlat ve bana su çek.” derdi. Kıptî bir kadın gelir, İsrâiloğullarından bir kadına dayanamayacağı işler verir, buna rağmen yiyecek, ekmek vermezdi. Öğle vakti olunca; “Gidin, yiyecek bir şey kazanın” derlerdi. İsrâiloğulları dayanamayıp bu durumda Mûsâ aleyhisselâma şikayette bulundular. O da sabretmelerini söyledi. Sonunda Allahü teâlânın onları kurtaracağını müjdeledi. Bu husûsta A’râf sûresinin 128 ve 129. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) kavmine dedi ki: “Düşmanlarınıza karşı size yardım etmesi için Allahü teâlâdan yardım dileyin. Allahü teâlânın sizi onlardan kurtaracağı vakit gelinceye kadar onların ezâlarına sabredin. Muhakkak ki arz (Mısır ve başka her yer) Allahü teâlânın mülküdür. Onu kullarından dilediğine verir. Allahü teâlânın yardımı ve nihâi zafer, müttekîler (Allahü teâlâdan korkanlar) içindir.
İsrâiloğulları Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Sen bize peygamber olarak gelmeden önce de, peygamber olarak geldikten sonra da biz hep eziyet gördük” dediler.”
(Rivâyete göre, Fir’avn ve kavmi, Mûsâ aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmeden evvel, İsrâiloğullarını, her gün öğleye kadar ücretsiz olarak çalıştırırlar, sâdece yemek verirlerdi. Hazret-i Mûsâ'nın peygamber olarak gönderilmesinden sonra, İsrâiloğullarına karşı daha şiddetli davranmaya başladılar. Artık, bütün gün zorla, ücretsiz olarak çalıştırırlar, üstelik yemek de yedirmezlerdi. Bu durumu Hazret-i Mûsâ'ya arzettiler.) Mûsâ (aleyhisselâmda onlara; "Ümîd olunur ki, yakın zamanda Rabbiniz, düşmanınızı helâk eder ve onların yerinde sizi iskân eder. (Sizi onların yerine yerleştirir...) dedi...”
Fir’avn ve kavmi, Hazret-i Mûsâ'nın asâ ve yed-i beydâ mûcizelerine inanmayıp; küfür, kötülük ve zulme devam edince, Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Sen de bilirsin ki; kulun Fir’avn yeryüzünde azgınlık ve taşkınlık yaptı. İsyân etti. Kibirlenip, haddi aştı. Kavmi de ona tâbi oldu. Yâ Rabbî! Onları cezâlandır. Perişan et. Kavmimi azîz eyle ki, sonra gelenler için ibret olsun!” diye duâ etti. Bunun üzerine Allahü teâlâ, mûcize olarak ona birbiri ardınca alâmetler verdi. Senelerce Fir’avn ve kavmine belâ gönderdi. Mahsullerini azalttı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Tahrîm sûresinin 11. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ, îmân edenlere Fir’avn’ın hanımını (Âsiye binti Müzahim'i) bir misâl yaptı. O, (iman etmesi sebebiyle kendisine işkence yapılırken); “Yâ Rabbî! Benim için, nezdinde, Cennet’te bir ev yap. Beni, câhil Fir’avn'dan (onun habis nefsinden, bozuk çevresinden), bâtıl, kötü amelinden (küfür ve isyânından) ve zâlim olan kavmin (Kıbt kavminden olup, zulümde ona tâbi olanların) şerrinden koru” demişti.”
Mûteber kaynaklarda bildirildiğine göre; Âsiye, Fir’avn’ın hanımı idi. Fakat Fir’avn’ın aksine; iyiliksever, şefkâtli, merhametli, zulüm ve haksızlığı aslâ hoş görmeyen bir hanımdı. Zâten senelerce önce, bir sandık içinde sarayın bahçesine gelen Mûsâ aleyhisselâmı alıp; onu evlat edinmesi ve Fir’avn’ın zarar vermesinden koruması da, bu güzel hasletleri sebebiyle idi.
Hazret-i Mûsâ'nın sihirbazlarla karşılaşıp, sahirlerin mağlûb olmaları ve hepsinin secdeye kapanarak îmân etmelerinden sonra, Âsiye de îmân etmişti. Fir’avn gibi azılı bir Allah düşmanının hanımı olması, onun îmân nîmetiyle şereflenmesine mâni olamadı.
Rivâyete göre, Âsiye, bir müddet îmânını gizledi. Îmân ettikten sonra, Allahü teâlânın emirlerine sıkı sıkıya bağlandı. Helâ ihtiyâcı olduğunu bahane ederek helâya gider, gizli gizli orada Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Mâşita Hâtun'un şehîd edilmesine kadar bu hâl böyle devam etti.
Âsiye Hâtun, Mâşita Hâtun'a ve çocuklarına yapılanları saray penceresinden tâkip ediyordu. Nihâyet dayanamayıp Fir’avn'a geldi ve böyle yapmamasını ve bu kadar zâlim olmamasını söyledi. Âsiye, bir faydası olmayacağını anlayınca, tekrar yukarı çıktı. Yine, pencereden, olanları tâkibe devam etti. Mâşita'nın şehîd edilmesini, Allahü teâlânın ona yaptığı ihsân ve ikrâmları, meleklerin rûhunu alarak yükselttiklerini, Allahü teâlânın izniyle hep gördü. Yakîni arttı ve Allahü teâlâya olan îmânı çok kuvvetlendi.
O, olanların te’siriyle âdetâ kendinden geçmiş bir hâlde iken, Fir’avn geldi. Mâşita'ya yaptıklarını ona anlatmaya başladı. Âsiye; “Ey Fir’avn! Sana yazıklar olsun. Allahü teâlâya karşı nasıl böyle yaptın?” dedi. Bu sözleri pek anlayamayan Fir’avn; “Yoksa sen de onun gibi aklını mı kaçırdın?” dedi. Âsiye artık îmânını gizlemedi: “Hayır! Ben aklımı kaybetmedim. Esas deli sensin. Âciz bir mahlûk iken, tanrı olduğunu zannedersin. Ben, benim, senin ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya îmân ettim” dedi. Fir’avn ne olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Hemen kayınvalidesini çağırarak; “Kızın da Mâşita gibi aklını kaçırdı. Ona bir çâre bul” dedi. Sonra; “Yâ Mûsâ'nın ilâhına küfredersin, veya ölümü tadarsın” diye Âsiye'yi tehdit etti.
Fir’avn oradan ayrıldıktan sonra; annesi, Âsiye'ye, Fir’avn’ın söylediklerini kabûl etmesini, aksi hâlde uğrayacağı âkıbeti tahmin edeceğini bildirdi. Yâni Fir’avn’ın emrettiklerini söylemesini istedi. O ise kabûl etmedi, ve; “Sen benim Allahü teâlâya küfretmemi, inanmamamı mı istiyorsun! Hayır. Vallahi bunu hiç bir zaman yapamam” dedi. Fir’avn bunu duyunca onu getirtti ve dört direk arasına gerip, eziyet ettirdi. “Eğer Mûsâ'nın dîninden dönmezse, ona öyle bir iş işlerim ki, bütün âleme ibret olur” dedi. Bütün tehdit ve eziyetlere rağmen, o sağlam îmânından dönmedi.
Fir’avn, bu husûsta, en yakını, hanımı olan Âsiye'ye bile en ağır işkenceleri yapmaktan çekinmedi. Bir ağaca, ellerinden ve ayaklarından olmak üzere mıhlattırdı. Yere yatırtarak üzerine değirmen taşı koydurdu.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Fir’avn, hanımı Âsiye'yi dört direğe bağlatıp sırtüstü yere yatırttı. Güneşin sıcağına karşı idi. Göğsü üzerine de değirmen taşı koydurdu.” Fir’avn, bununla iktifâ etmeyip, üzerine büyük kaya atılmasını böylece, çok elem verici büyük eziyet, işkence yapılmasını emretti. Fakat bu sırada rûhunu teslim etmiş olduğundan, o kaya, cesedi üzerine atılmış oldu.
Selmân-ı Fârisî'den (radıyallahü anh) gelen bir rivâyete göre; “Âsiye'ye (radıyallahü anhâ) işkence edilirken, elleri ayakları bağlanarak, kızgın güneş altına bıraktıkları zaman, Fir’avn ve yanındakiler oradan ayrıldıktan sonra, melekler gelip Âsiye'ye gölgelik yaparlardı.”
Bir defâsında, Hazret-i Âsiye'ye yine böyle eziyet edilirken, Mûsâ aleyhisselâm da oradan geçiyordu. Âsiye parmağıyla işâret ederek, durumunu bildirmek istedi. Hazret-i Mûsâ duâ etti. O da, artık yapılan eziyet ve sıkıntılardan hiç acı duymaz oldu.
Bundan evvel azâb içinde iken; âyet-i kerîmede meâlen bildirildiği gibi; “Yâ Rabbî! Benim için nezdinde Cennet’te bir ev yap! Beni câhil Fir’avn'dan, bâtıl kötü amelinden ve zâlim olan kavmin şerrinden koru!” şeklinde duâ edince, Allahü teâlâ tarafından kendisine; “Başını kaldır!” diye ilham olundu. Başını kaldırıp baktığında gözünden perde kaldırılıp, Cennet’te kendisi için beyaz inciden yapılmakta olan köşkü gördü. Artık yapılan eziyetlerden acı duymuyor, Cennet’te kendisi için yapılan köşkü seyrediyor ve gülüyordu.
Bu hal, Fir’avn'u daha çok kızdırıyordu. İşkence ettiği kimsenin acılar içinde kıvranmasını, nihâyet dayanamayıp, kendisine yalvararak af dilemesini bekliyordu. Fakat bu, değil af dileyip yalvarmak, üstelik gülüyor ve tebessüm ediyordu. Bu durum karşısında Fir’avn da; “Deliye bakın, azâb içinde gülüyor” demekten kendini alamıyordu.
Hazret-i Mûsâ'nın peygamber olduğunu bildirmesinden ve insanları Hakk'a dâvet etmeye başlamasından sonra uzun seneler geçti. Hazret-i Mûsâ onları, Allahü teâlâya îmâna dâvet ettikçe, Fir’avn’ın azgınlığı artıyor, ne yapacağını şaşırıyordu. İnsanlara, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) inanmamalarını söylüyor; “Benden başka ilâhınız yoktur” diyordu. Bu husûsta Kasas sûresinin 36-37 ve 38. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâmonlara, Rab olduğumuza delâlet eden alâmetler, açık mûcizeler ile geldiğinde, onlar; “Bu mûcize diye gösterilen şey, ancak uydurulmuş, sihirden başka bir şey değildir. Biz bu, sihri veya peygamberlik iddiâsını evvelki atalarımızdan işitmedik” dediler.
Mûsâ (aleyhisselâmdedi ki: “Allahü teâlâ tarafından kimin hidâyetle (peygamberlikle) geldiğini ve hayırlı âkıbetin (Cennet’in) kime nasîb olacağını Rabbim çok iyi bilir (ki onlar hak üzeredirler. Siz ise bâtıl üzeresiniz. Yalan, sihir, küfür ve başka fesâdlar ile kendilerine zulmeden) zâlimler aslâ felâh bulmazlar. (Dünyâda hidâyete, âhırette ise güzel âkıbete nâil olamazlar. Siz de zâlim olduğunuz için kurtuluş bulamazsınız.)”
Fir’avn, (Hazret-i Mûsâ'nın bu sözlerinden sonra, herhangi bir cevap veremedi. Cevap verememenin mahcûbiyet ve ezikliğini gizleyerek); “Ey eşrâf! Ben sizin için, benden başka bir ilâh bilmiyorum. Şimdi ey Hâmân! Haydi, çamurdan tuğla yap da benim için yüksek bir köşk binâ et! Olur ki, ben ona çıkarım da Mûsâ'nın ilâhına bakarım. Doğrusu ben, onu yalancılardan zannediyorum” dedi.”
Gâfir (Mü’min) sûresinin 36 ve 37. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Fir’avn, veziri Hâmân'a dedi ki: “Benim için yüksek bir köşk binâ eyle! Olur ki onda göklerin yollarına ve kapılarına erişirim de Mûsâ'nın ilâhına bakarım. (Mûsâ; beni âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ peygamber olarak gönderdi diyor. Ben onun ilâhına muttalî olur, Mûsâ'nın sözlerinin doğru mu, yalan mı olduğunu ondan sorar, anlarım.) Ama, muhakkak ki ben, onu (ilâhının benden başka birisi olduğunu iddiâ etmesi husûsunda ve peygamberlik dâvasında) yalancılardan zannediyorum.”
İşte böylece (şeytan tarafından) ona kötü, çirkin amelleri, süslü, güzel gösterildi de o din yolundan, tevhid yolundan döndü, ayrıldı. Fir’avn’ın işleri, hîleleri; âhırette dâimî ziyânkarlıktan, hüsrândan başka bir şey değildir. (Zîrâ o, az ve fânî olan dünyâ hayatını seçti, nihâyeti olmayan ve bakî olan âhıret için hazırlanmayı terketti. Bundan daha büyük ziyân ve hüsrân olabilir mi?)
Tefsîr âlimleri bildiriyorlar ki, Fir’avn’ın bu sözünde tenâkuz, uygunsuzluk vardır. Çünkü kendinden başka mâbud bilmediğini, öyle bir mâbud bulunmadığını söylediği hâlde, Hazret-i Mûsâ'nın mâbudunu aramak için bir takım hazırlıklara, külfetlere girişti. Bunun için yüksek binâ, kule yapıp oraya çıkmaya gayret etti. Hâmân'a ihtiyaç arzetti. İlâh olmak için bütün bunlar noksanlıktır. İlâh, bir şey yapmak dileyince, hemen yapıverir. Bunun için başkalarından yardım istemez.
Hem, kendisinden başka bir ilâh varsa, semâ cihetinde olabileceğini düşünerek, oralarda aramaya çalıştı. Yâni hem kendisinden başka ilâh bulunmadığını söyledi, hem de bulunacağını düşünerek göklerde aramaya uğraştı. Yâni, alçaklık ve kibrinin son haddinde olması hasebiyle ilâhlık iddiâ edecek kadar azgınlaşmış ise de, hakîkatte kendisinin bir ilâh olamayacağını ve ne kadar âciz olduğunu biliyordu. Bilmeseydi, göklerde başka ilâh aramaya çalışmaz ve Mûsâ aleyhisselâmdan inanmak için, düşüneyim diye mühlet istemezdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


“Ravdat-üs-safâ”, “Mir’ât-ı Kâinat” ve “Târih-i Taberî”nin Osmanlıca tercümesi gibi eserlerde özetle şöyle anlatılmıştır: Mâşita; gelinlerin yüzlerini süsleyen, kadınların saçlarını tarayıp, bakımını yapan kadınlara verilen isimdir. Fir’avn’ın kızının dadılığını yapan bir hanım vardı ve Mâşita Hâtun ismiyle tanınmıştı. Hazret-i Mûsâ'nın dînine inanmıştı. Fakat, Fir’avn’ın şerrinden korunmak için îmânını setreder, ibâdetlerini gizli yapardı.
Mâşita Hâtun bir gün hamamda Fir’avn’ın kızının saçını tararken, tarak birden elinden düştü. Uzanıp tarağı alırken gayr-i ihtiyârî olarak; “Bismillah” deyiverdi. Kız buna şaşırarak; “Ey dadı! Bu söylediğin kimin adıdır. Faydası nedir?” dedi. Mâşita; “Bu ad, pâdişahlar pâdişahının adıdır ki, Fir’avn'a pâdişahlığı veren de O'dur. Bütün mevcudâtı yaratan da O’dur” dedi. Kız sinirlenerek; “Ey dadı! Benim babamdan başka ilâh vardır diyorsun ha! Sen babamın adını değil de, başkasının adını ilâh olarak nasıl ağzına alırsın?” dedi.
Mâşita buna cevap olarak; “Evet yavrum. Allahü teâlâ vardır. O, bütün âlemlerin Rabbidir. Yerleri, gökleri ve bunların içinde bulunan her şeyi yoktan var eden, seni, beni, babanı kısacası var olan her şeyi yaratan bir Allah vardır. Ben o bir olan, kendisinden başka hakîkî mâbud bulunmayan yegâne mâbuda inanıyorum. Baban ise, haşa bir ilâh değildir. Her şey gibi o da yüce Allah'ın bir mahlûkudur. Babana bu mülkü, pâdişahlığı veren O yüce Allah'tır” dedi.
Kıza bu sözler çok ağır geldi. Daha da kızarak olanları Fir’avn'a haber verdi. O da, derhal Mâşita'yı yanına çağırtarak dedi ki: “Sen benden başka bir tanrıya mı inanıyorsun? Söyle, yeryüzünde benden başka bir tanrı mı vardır?” Mâşita, artık hiç bir şeyi gizlemedi. Çünkü her şey anlaşılmıştı. Kıza söylediklerini aynen ona da söyleyip; “Ey Fir’avn! Sen de biliyorsun ki, sen bir ilâh değilsin. Herkes gibi sen de, âciz bir kulsun. Seni ve her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Sen fânîsin, her fânî gibi senin de sonun gelecek ve öleceksin. Fakat benim Rabbim olan Allahü teâlâ fânî değildir. Bakî ve ebedîdir. Mûsâ aleyhisselâm O'nun peygamberidir.”
Mel’ûn Fir’avn, bu sözlere çok kızdı. Onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek azâb içinde can vermesine karar verdi. Kin ve intikâm hırsı her tarafını kapladığından, görülmemiş ve en alçak eziyetleri yapmaktan çekinmedi. Böylece intikâmını yavaş yavaş alacak, habis rûhu bundan zevk duyacaktı. Ayrıca bunu yapmakla, başkalarının îmân etmesine mâni olmaya, onların gözlerini korkutmaya çalışıyordu. Bunun diğer insanlara ibret ve ders olmasını istiyordu.
Zâlim Fir’avn, o zavallı hâtuna yavaş yavaş işkence etti. Yapmadığını bırakmadı, önce tırnaklarını çektirdi. Kamçılarla vücûdundan kan çıkıncaya kadar kırbaçla vurdurdu. Bunlara rağmen o, dîninden dönmüyor; “Ben ancak bir olan Allah'a inanıyorum” diyordu.
Mâşita'nın, beş yaşında bir kızı ile üç aylık bir oğlu vardı. Fir’avn, çocukları getirtip, beş yaşındaki kızı, Mâşita'nın karşısına geçirdi ve; “Ey Mâşita! Beni tanrı olarak kabûl edersen seni serbest bırakacağım. Aksi hâlde çocuğundan olacaksın” dedi. O ise, bir çocuğun, bir de Fir’avn’ın hâline baktı. Fir’avn çok merhametsiz idi. Buna rağmen; “Ben ancak, bir olan Allah'a inanıyor, O'nu kendime ilâh olarak kabûl ediyorum. Zâten O'ndan başka ilâh da yoktur” dedi.
Fir’avn’ın hiddeti gittikçe artıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Eline geçirdiği bir bıçakla o masum yavruyu, annesinin gözü önünde gırtlağından kesiverdi. Kızcağızın feryâdı, yankılanarak etrâfa yayılırken, Mâşita Hâtunda îmânının kuvvetinden gelen bir vakâr, îmândan ayrılmamakta bir karar vardı ve annelik şefkâtiyle gözlerinden kanlı yaşlar akıtıyordu. Fir’avn öfkeyle, kızcağızın kanını, annesinin ağzına, yüzüne sürdü. Hiddetle bağırıyordu: “Söyle! Benden başka tanrı var mıdır?” Mâşita'nın dudaklarından ise yine aynı sözler dökülüyordu: “Allah birdir. O'ndan başka ilâh yoktur...”
Bu sefer, kundakta bulunan üç aylık yavruyu getirmelerini emretti. Getirdiler. Annesine yaklaştırdıklarında, uzun zamandır süt emmeyen çocuk, meme aramaya başladı. Mâşita Hâtun, önceki yavrusunun hunharca öldürülmesini düşündü. İkinci ciğerpâresinin de aynı şekilde, gözü önünde katledilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı. Kararını verdi. Görünüşte, Fir’avn’ın emrettiği sözü söyleyecek, fakat kalbinden yine Allahü teâlâya olan îmânını gizleyecekti. Tam o sırada, yavrucağı, kızmış fırının içine atıverdiler. O anda, herkesi titreten, kalpleri ürperten, çoğunun dilinin tutulmasına sebep olan bir haykırış duyuldu. Evet, o üç aylık bebek, Allahü teâlânın kudretiyle dile gelerek; atıldığı o kızgın fırında, ateşler arasından bağrı yanık anasına şöyle sesleniyordu: “Hayır anne hayır! Sakın dîninden dönme! Sabreyle! Hiç şüphe yok ki, ben, Allahü teâlâya vasıl oldum ve O'nun rızâsına kavuştum. Cennet ile senin aranda bir adımdan fazla mesâfenin olmadığını görüyorum. Pek yakında sen de Cennet nîmetlerine kavuşacaksın. Sakın ha dîninden dönme! Az daha sabreyle! Fir’avn'a inanma! Benim, ablamın ve senin için, Rabbimizin hepimize Cennet’te hazırlamış olduğu makâmı görüyorum. O makâmın etrâfında sana hizmet etmek için bekleşen ve pervâne gibi dönen hûrileri de görüyorum.”
Orada bulunanlar, üç aylık yavrunun konuşmasını duydular ve bunların çoğu Hazret-i Mûsâ'ya îmân etti. Mâşita Hâtun, artık ağlamıyor, gülüyordu. Yavrusunun gördüklerini artık o da görüyor ve Cennet nîmetlerine bir an evvel kavuşmak için can atıyordu. Şimdi gördükleri ile kendisi arasında tek bir mâni vardı. O da ölüm. Artık ölümün biran evvel gelmesini arzu ediyordu. Biraz sonra rûhunu teslim edip şehîd oldu; Cennet’teki makâmına, yavrularının yanına uçtu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget