İsrâiloğulları içinde Sâmirî isminde biri vardı ki, bunun, İsrâiloğullarının Sâmirîler adlı kabîlesinden olduğu, Kirmân beldesinden sığıra tapan bir kabîleden gelip, Mısır'a yerleştiği rivâyet edilmiştir.
Sâmirî hakkında muhtelif rivâyetler vardır. Yukarıda anlatıldığı üzere, Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğulları ile birlikte Kızıldeniz'i geçtikten sonra, sığırın başı şeklinde yaptıkları putlara tapmakta olan bir kavme rastlamışlardı da, içlerinden câhil olanlar, Hazret-i Mûsâ'ya; “Bize de böyle bir ilâh yap da, ona ibâdet edelim” demişlerdi. O da, onları, bundan şiddetle men etmiş, bunun şirk olduğunu, çok çirkin ve en büyük günâh olduğunu bildirmişti. Böylece onlar, bu isteklerinden vazgeçerek tevbe etmişlerdi.
Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın emri üzerine, yerine kardeşi Hârûn'u (aleyhisselâm) vekil bırakarak, Allahü teâlâya münâcâtta bulunmak, zamansız, mekânsız ve cihetsiz olarak O'nunla konuşmak üzere Tûr Dağı’na gitti. O zamana kadar İsrâiloğullarının arasında hatırı sayılır kimselerden kabûl edilen, nifâkını (imansızlığını) gizleyen, gizli gizli, Mûsâ aleyhisselâmda noksanlıklar bulmaya çalışan Sâmirî, Hazret-i Mûsâ'nın bulunmayışını fırsat bilerek, nifak ve fitne tohumlarını ekmeye başladı. Daha önce İsrâiloğullarının, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Bize bir mâbud yap!” dediklerini fırsat bildi. Haince ve şeytanca plânını hazırlayıp uygulamaya karar verdi.
Yine yukarıda anlatıldığı gibi, Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sînâ'da kalma müddeti evvelâ otuz gün olup, sonra kırk güne tamamlanmıştı. İşte Sâmirî'nin fitnesi de, ilâve edilen bu on gün içinde oldu. Sâmirî, iğrenç ve çirkin plânını tatbik etmeye yaklaşıyor, fakat bunu, sezdirmeden ve belli etmeden yapmaya çalışıyordu. Îmânsızlığı, hak dîne düşmanlığı gizli olduğu gibi, bu husûsta yaptığı hâin faaliyeti de çok gizli idi.
Mûsâ aleyhisselâm, onlara bildirdiği otuz günün sonunda yanlarına dönmeyince, Sâmirî, gizliden gizliye, İsrâiloğulları içinde dolaşıp, konuşma imkanı bulduklarından her birine şunları anlatıyordu: “Mûsâ aleyhisselâmın gelmemesinin sebebi; bizim yanımızda bulunan, Mısır'da Kıptîlerden ödünç diyerek alıp, sonra da iâde etmediğimiz ve getirdiğimiz zînet eşyalarının haram olmasıdır. Yâni belli ki, bu zînet eşyalarını sâhiplerine iâde etmemesinin karşılığı olarak, Rabbi, Mûsâ'yı muâheze etti, cezâlandırdı. Bu cezânın bize de gelmemesi için, en iyisi biz bir çukur kazıp, yanımızda bulunan bütün zînet eşyalarını oraya atalım ve ateş yakıp eritelim” dedi. Bu sinsice plânıyla onları saptırmaya başladı. Onun bu sözü üzerine, İsrâiloğulları yanlarında bulunan mücevheratı getirip, çukura attılar. Mesleğinde mâhir olan bir kuyumcu vardı. Sâmirî ateş yakıp, zînet eşyâlarını ona erittirdi. Bir buzağı heykeli yaptı. Kendisi kuyumcu olup, bu işi bizzat kendisinin yaptığı da bildirilmiştir. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde A’râf sûresi 148. âyetinde meâlen şöyle bildirildi:
“Mûsâ aleyhisselâm Tûr-i Sînâ'ya gittikten sonra, İsrâiloğulları, zînet eşyalarından yaptıkları, rûhu (canı) olmayan, ceset şeklindeki bir buzağı heykelini ilâh edindiler ki, o cesedin sığır sesi gibi böğürmesi de vardı. Sâmirî'nin aldatıcı sözleriyle, İsrâiloğulları o heykeli ilâh edindiler. Onlar, buzağının kendileriyle konuşamayacağını ve onlara hayırlı bir yol gösteremeyeceğini görmediler mi ve bilmediler mi de, onu mâbud edindiler ve böylece kendi nefslerine zulmeden zâlimlerden oldular!”
Yine A’râf sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Muhakkak ki, buzağı heykelini mâbud edinenlere, âhırette Rablerinden bir gadab ve dünyâ hayatında da bir zillet (horluk) vardır. (işte biz, Allahü teâlâya iftirâ edenleri böyle cezâlandırırız.)”
Tâhâ sûresi 88. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “...Sâmirî ve ona tâbi olanlar, İsrâiloğullarına dediler ki; “İş bu buzağı sizin ve Mûsâ'nın mâbududur. Fakat (Mûsâ, mâbudunun burada olduğunu) unuttu (da, onu istemek, arayıp bulmak için Tûr'a gitti. Arıyor bulamıyor.)”
Sâmirî'nin alçakça bir plân tatbik ederek; “Bu, sizin de, Mûsâ'nın da ilâhıdır. Mûsâ, ilâhının burada olduğunu unuttu da, onu aramak için gitti. Hattâ bunun için Tûr-i Sînâ'ya vardı. Oralarda arıyor, fakat yerini unuttu, bulamıyor...” diyerek, insanları, o heykele ibâdet etmeye zorladı, tahrik etti. Üstelik, heykel çok ustalıklı şekilde yapılmıştı. Heykelde, boru gibi delikler bırakmıştı. Bu deliklerden hava girince, ses hâsıl oluyordu. Böyle olunca da, heykel ses çıkarıyor diye insanları aldatıyordu. Sâmirî'nin yaptığı buzağı heykelinin altına, görünmeyecek şekilde, insanları aldatmak için; hakîkî, canlı bir buzağı veya bir insan yerleştirdiği, canlının çıkardığı sesin, heykelden geliyormuş gibi anlaşıldığı da rivâyet olunmuştur.
Hârûn aleyhisselâm, bu yaptıklarının, kat’îyen uygun olmadığını, bu sapıklıktan ve taşkınlıktan hemen vazgeçmelerini söyledi ise de, buna rağmen İsrâiloğullarından bir çoğu, buzağı heykeline tapmağa, ona ibâdet etmeğe başladılar. Bu heykele secde ettiler ve; “Bu bizim mâbudumuzdur” dediler.
Hazret-i Hârûn, onların bu hâllerine pek çok üzülüyor, yaptıklarının çok yanlış ve pek bozuk bir amel olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Rivâyete göre, Hârûn aleyhisselâmın nasîhatlerine uyarak, diğerlerinin azgınlığına kapılmayanların adedi, onikibin kişi idi. Diğerleri hep buzağı heykeline secde ediyorlardı. Hazret-i Hârûn, onlara çok nasîhat edip, yalvardı ise de kabûl etmediler. Bu husûsta Tâhâ sûresinin 90. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: “Halbuki, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) Tûr'dan dönmesinden evvel Hârûn (aleyhisselâm) İsrâiloğullarına dedi ki: “Ey kavmim! Siz, buzağı şeklindeki heykelle ibtilâ (imtihan) olundunuz. (Sakın ona tapmayın!) Sizin Rabbiniz, (nimetleri bütün mahlûkâta şâmil), Rahmet sâhibi olan Allahü teâlâdır. Hak din üzere sâbit olmakta, bana tâbi olun ve benim emrime itâat edin.”
Hârûn aleyhisselâm kavmine bu şekilde nasîhatiyle şu husûsları anlatmaya çalışmıştır:
Birincisi; “Siz, buzağı şeklindeki heykelle imtihân olundunuz” buyurmakla onları bâtıldan nehy etti. Çünkü zararın giderilmesi, faydanın celp edilmesinden daha evlâdır.
İkincisi; mârifet-i ilâhiyyeye dâvet etti ve buyurdu ki: “Sizin Rabbiniz Rahmet sâhibi olan Allahü teâlâdır.” Çünkü Allahü teâlâyı tanımak, îmândandır. Bu sebeple diğer ibâdetlerden evlâdır.
Üçüncüsü; ümmetin, peygambere tâbi olmasının vâcib olduğuna işâret ederek; “Bana tâbi olun” dedi.
Dördüncüsü; kavmini, Allahü teâlâya ibâdet etmeye ve dînin diğer emirlerine uymaya dâvet etti.
İsrâiloğullarının şirke düşenleri, Hârûn aleyhisselâmın bu nasîhat ve tavsiyelerini reddettiler. Bu husûsta, Tâhâ sûresinin 91. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki:
“Bunun üzerine onlar; Biz Mûsâ (aleyhisselâm) bize geri dönünceye kadar buzağı heykeline ibâdeti terk etmeyiz. (Zîrâ Sâmirî, o heykel için bize; Bu, Mûsâ'nın ve sizin ilâhınız demişti. Bakalım Mûsâ aleyhisselâm gelince, hakîkaten o da bunu ilâh kabûl eder mi? O da bizim gibi buna -hâşâ- tapar, ibâdet eder mi?) dediler.”
Bu sırada, Allahü teâlâ, Tûr-i Sînâ'da bulunan Mûsâ aleyhisselâma; kavminden Sâmirî isminde birisinin insanları dalâlete sevk ettiğini, bir buzağı heykeli yaparak, herkesi buna tapmaya teşvik ettiğini bildirdi. Bu husûs, Tâhâ sûresinin 85. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmiştir: “Allahü teâlâ, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Yâ Mûsâ! senden (Tûr-i Sînâ'ya gelmek üzere kavminden, ayrıldıktan) sonra biz onları fitneye düşürdük. (Buzağı şeklindeki bir heykele tapmakla onları imtihân ettik) Sâmirî, (buzağı heykelini ilâh edinmekle ve insanları ona ibâdete sevketmekle) onları dalâlete düşürdü.”
Mûsâ aleyhisselâm kendisine nâzil olan Tevrât-ı şerîfi alıp, kavminin yaptıklarından dolayı çok üzülmüş bir şekilde, yanında berâber gittikleri yetmiş kişilik heyetle kavmine döndü. Sâmirî'nin ve ona tâbi olanların yaptıklarına pek çok üzülmüş ve gadablanmış idi.
Rivâyete göre, Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâ'dan dönerken, yanında bulunan yetmiş kişilik heyete; kavmin dalâlete düştüğü hakkında, Allahü teâlânın verdiği haberi bildirmedi. İsrâiloğullarının yanlarına geldiklerinde; dalâlete düşmüş kimseler, ilâh edindikleri buzağı heykelinin etrâfında dönüyor, birtakım sesler çıkarıyorlardı.
Heyette bulunanlar bu hengâmeyi görünce, kavga var zannettiler. Hazret-i Mûsâ, onlara; “Hayır, bunlar fitne gürültüsüdür. Kavmim, bizim arkamızdan Allah'tan başkasına tapınmakla fitneye düştü” buyurdu.
İnsanları böyle bâtıl bir yola sevk ettiği için Sâmirî'yi, ona tâbi oldukları için buzağı putuna tapanları tekdîr etti, azarladı. Kardeşi Hârûn aleyhisselâmın yanına gelerek, sakalından tutup darıldı. Hârûn aleyhisselâm da; kavminin, kendisini küçümseyerek sözünü dinlemediğini, hattâ öldürmeye kalkıştığını bildirdi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, kendisi ve kardeşi için Allahü teâlâdan af diledi. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Vaktâ ki Mûsâ (aleyhisselâm) Tûr-i Sînâ'dan, kavminin yaptıklarından dolayı gadablanmış ve çok üzülmüş olarak döndü. Onlara dedi ki: “Benim ayrılığımdan sonra, benim yerime kâim olduğunuzda, size bıraktığım şu makâmımda ne çirkin işler yapmışsınız. Rabbinizin emrini terk mi ettiniz? Rabbinizin emriyle, benim size dönmeme kadar sabretmeyip acele mi ettiniz?
Mûsâ (aleyhisselâm) gadabının şiddetinden dolayı, elinde bulunan Tevrât levhalarını yere bıraktı. (O gadabla, bunların buzağı heykeline ibâdete başlamalarına niçin mâni olmadın mânâsına) kardeşi Hârûn'un (aleyhisselâm) saçından tutup kendine çekti. Hârûn (aleyhisselâm ondan üç yaş büyüktü. Onu rikkate getirmek, gadabını teskin etmek, böylece kavmin hâlini rahatça anlatabilmek için yumuşak bir ifâdeyle) şöyle söyledi: “Ey annemin oğlu! (O söze böyle başladı. Halbuki ikisi ana-baba bir kardeş idiler. O, Hazret-i Mûsâ'yı teskin etmek için, anne şefkâtiyle yumuşatmak için, ey kardeşim diye değil, ey annemin oğlu diye söze başladı. Sonra devam ederek;) Ben onları bu çirkin fiilden men etmede bir kusur etmedim. Onları bu işten el çektirmek için bütün gücümü sarfettim. Fakat onlar benim sözümü dinlemediler. Beni zayıf bulup, bana galebe ettiler. Hattâ beni katletmeye, öldürmeye kastettiler. O hâlde sen, beni tekdir etmekle, azarlamakla düşmanları sevindirme. Onları bize güldürme! Beni, buzağı heykeline ibâdet eden zâlimlerden sayma! (Sen yokken, ben onları bu işten men etmeye çalıştıysam da onlara söz geçiremedim. Şimdi ise, kabahatli imişim gibi senden azarlama görürsem, onlar sevindirilmiş olur, bana gülerler. Onlara karşı gülünç duruma düşeriz. O hâlde sen beni o zâlimlerle bir tutma!” Ondan bunları dinleyip, bu husûsta Hazret-i, Hârûn'un bir kusur ve ihmâlinin bulunmadığını, bu hâle mâni olmaya çok çalıştı ise de faydalı olamadığını böylece anlayan) Mûsâ aleyhisselâm, ona karşı sâkinleşti ve Allahü teâlâya duâ ederek; “Yâ Rabbî! Beni ve kardeşim Hârûn'u mağfiret eyle. Zirâ sen, merhamet edicilerin en merhametlisisin. (Sen bize, kendimizden daha ziyâde merhametlisin)” dedi.” (A’râf sûresi: 150- 151)
“Mûsâ (aleyhisselâm), gadablı ve çok üzülmüş bir şekilde kavminin yanına döndü. Onlara dedi ki; “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vâdde bulunmadı mı? (Size Tevrât'ı vereceğini, tevbe ettiğiniz takdirde geçmiş günâhlarınızı bağışlayacağını ve sizi düşmanlarınız üzerine gâlip kılacağını bildirmedi mi?) Yoksa, benim sizden ayrılığım, size vâd ettiğim müddetten uzun mu oldu? Yâhud siz, Rabbinizin gadabını arzu ettiniz de, îmânda benimle sâbit ve benim emrimde kalacağınıza dâir verdiğiniz vâdinizden vaz mı geçtiniz? (Allahü teâlânın birliğine inanıp, O'ndan başkasına ibâdet etmeyeceğinize dâir taahhüdünüzü neden bozdunuz?)”
(Buzağı heykeline tapmak dalâletine düşmüş olanlar, Mûsâ aleyhisselâma) dediler ki: “Biz, sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Mısır'dan çıkarken (kıptîlerden) aldığımız altın, gümüş gibi zînet eşyalarını, (Sâmirî'nin emriyle) ateşe attık. Sâmirî de, elinde bulunan zînet eşyalarını bizim gibi ateşe bıraktı. (Sonra erimiş zînet eşyalarından buzağı şeklinde bir sûret, heykel yaptı. O ve ona tâbi olanlar, işte bu sizin ve Mûsâ'nın ilâhıdır dediler.)” (Tâhâ sûresi: 86-87)
“Mûsâ (aleyhisselâm) kardeşi Hârûn'a (aleyhisselâm) dedi ki; “Ey Hârûn! Seni engelleyen ne oldu ki, Benî İsrâil'in şirk ve dalâlete düştüklerini gördüğün zaman, benim emir ve vasiyetime tâbi olmadın. (Onlarla muhârebe etmedin. Her hâl-ü kârda bilirsin ki, ben onlar arasında bulunsam, böyle bir hâlde kendileri ile muhârebe eder, savaşırdım. Benim yerimde vekil olarak sen kaldığın hâlde, niçin onlarla çarpışmadın. Ben sana bunların işlerini ıslâh etmeyi emretmemiş miydim?) Yoksa benim emrime âsî mi oldun, isyân mı ettin?” (Tâhâ sûresi: 92-93)
(Mûsâ aleyhisselâm, gadabının ve üzüntüsünün çokluğundan, bunları söylerken, Hazret-i Hârûn'u tutmuştu. Rivâyete göre, sağ eliyle onun saçından, sol eliyle de sakalından yapışmıştı.) Hârûn (aleyhisselâm) da (yumuşaklıkla ve teskin etmek için) ona dedi ki: “Ey annemin oğlu! Benim sakalıma ve başıma (saçıma) yapışma! Muhakkak ki ben, (yapabileceğim şekilde onlara nasîhatimi yaptım. Çok gayret gösterdim. Lâkin cüz’i bir kısmına (onikibin kişiye) söz geçirebildim. Diğerleri ise beni dinlemediler. Çünkü ben, onlarla harb etsem veya aralarından ayrılsaydım, onlar grup grup olur, birbirleriyle muhârebe ederlerdi. Böyle olunca, ben onlarla muhârebe etmekten çekindim. Çünkü) senin bana; Benî İsrâil'in arasında ayrılık çıkardın, sözüme bakmadın. Aralarını ıslâh et şeklindeki emrime uymadın diyeceğinden korktum. (Hazret-i Hârûn'un özrü böylece meydana çıkınca, Hazret-i, Mûsâ ona karşı sâkinleşti.)” (Tâhâ sûresi: 94)
“(Mûsâ, Hârûn ile (aleyhisselâm) konuştuktan ve onun bu husûsta herhangi bir kusuru ve ihmâli bulunmadığını anladıktan sonra, bu fitne ve fesâdın esas mes’ûlü olan Sâmirî'ye yöneldi.) “Ya, senin zorun ne idi ey Sâmirî! (Seni bu büyük işi yapmaya, insanları dalâlete düşürmeye sevkeden nedir? Bu işten maksadın nedir?) dedi. Sâmirî: (Yâ Mûsâ!) Ben (İsrâiloğullarının) görmediklerini gördüm. (Onların bilmediklerini bildim. Yâni senin dîninin hak olmadığına kâil oldum. Zâten) O resûlün (Mûsâ aleyhisselâmın) izinden bir avuç aldım da (sünnetinden, dîninin emirlerinden bir kısmını almıştım. Onu da) attım. (Yâni onu terk ettim.) Böylece sana anlattığım bu işi, nefsim bana hoş gösterdi. Ben de böyle yaptım.” (Tâhâ sûresi: 95-96)
Böylece, Sâmirî küfrünü îtirâf etmiş oldu. Mûsâ aleyhisselâm, Sâmirî'nin yaptığı bu hâin ve çirkin işten dolayı pek çok üzülmüş ve gadablanmış idi. Ona lânet etti. “Benim yanımdan, git. Gözüm seni görmesin. Zîrâ senin için, hayatın boyunca; “Aman bana kimse dokunmasın. Kim bana dokunursa, ona humma illeti (hastalığı) bulaşır” demen vardır. İşlediğin cinâyet, seni, bir kimsenin yanına varmaktan, bir kimseye dokunmaktan mahrûm etmiştir. Hayatı ve hissi olmayan bir heykele; hayatı varmış, canlı imiş gibi gösterip, ilâh diye tapındığın ve bununla da kalmayarak birçok insanları da ona taptırmak sûretiyle dalâlete sürüklediğin için, hayâtın boyunca idrâk ve şuurdan mahrûm bir taş gibi, heykel gibi gezeceksin. Bir kimsenin sana dokunmasından çok korkacak ve devamlı karşılaştıklarına; “Lâ misâs (bana yakın olma!) Aman bana dokunma” diye bağıracaksın. Herkes de sana yakın olmaktan ve dokunmaktan korkacak.
Ey Sâmirî! Dünyâdaki cezân bu olduğu, yâni hayatın vahşi hayvanlar misâli geçeceği gibi, âhırette de Cehennem azâbına düçâr olacaksın. Sen o Cehennem azâbından kat’îyen kendini koruyamazsın ve ebedî olarak da, kat’îyen o Cehennem azâbından ayrılamazsın.
Hem biz, senin kendi elinle yaptığın, sonra da ona ilâh diye taptığın o buzağı heykelini de yakacağız. Sonra da küllerini denize savuracağız. Sen onun, yanmaktan kendini koruyamayan cansız bir şekil olduğunu, ilâh olmakla hiç bir alakası da bulunmadığını iyice anlayacaksın...”
Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâm, Sâmirî'nin yaptıklarını öğrendikten ve onun söylediklerini dinledikten sonra ona) dedi ki: “Aramızdan defolup git. Sen hayatta oldukça, ne kimse sana, ne de sen bir kimseye dokun. Senin için dünyâ ve âhırette vâd edilmiş (bildirilmiş) bir azâb vardır ki, o azâb elbette seni bulacak ve sen aslâ o azâbdan kurtulamayacaksın.
(Ey Sâmirî!) İbâdet edip durduğun şu ilâhına bir bak. Şüphesiz ki, biz onu yakıp, sonra külünü denize savuracağız. (Böylece, bir heykeli ilâh edinmenin bâtıl ve bozuk olduğunu sana göstermiş olacağız).” (Tâhâ sûresi: 97, 98)
Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, insanlardan ayrı ve uzak, vahşî bir şekilde vakitlerini geçirmeye başlayan Sâmirî, başkalarına yaklaşamadığı gibi, başkaları da ona yaklaşıp dokunamıyordu. İnsanların arasından ayrı, dağ başlarında ve vahşî hayvanlar arasında geziyor, sesi çıktığı kadar; “Bana kimse dokunmasın” diye bağıra bağıra ömrünü bitiriyordu. Hattâ, Sâmirî bir kimseye veya bir kimse Sâmirî'ye dokunsa, her ikisi de salgın humma hastalığına tutulduklarından; herkes Sâmirî'den, Sâmirî de herkesten kaçıyordu. Bu hâlde bulunan Sâmirî, bir sahrada perişân bir hâlde helâk oldu.
Mûsâ aleyhisselâmın sözleri karşısında, gaflete ve münâfıkların hîlesine düştüklerini anlayan İsrâiloğulları, yaptıklarına çok pişman oldular. Bu husûsta. A’râf sûresinin 149. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki, buzağı heykeline tapınmalarına çok pişman oldular. Onu ilâh edinmekle dalâlete düştüklerini görüp anladılar. Eğer Rabbimiz bize rahmet etmezse ve günâhımızı mağfiret etmezse; muhakkak ki biz hüsrâna düşenlerden, en büyük zarara uğrayanlardan olacağız.” Bakara 54. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm, buzağı heykeline tapan) kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Muhakkak ki siz, buzağı heykeline tapınmakla, onu ilâh edinmekle, nefsinize zulmettiniz. (Onlar: buna çâre nedir? Siz onu bildirin biz de yapalım dediler. Mûsâ (aleyhisselâm) buyurdu ki:) Rabbinize dönün. Tam bir alçak gönüllülükle, yalvararak ve tam bir nedâmet ve pişmanlık ile O'na tevbe edin. (Onlar dediler ki: O'na nasıl tevbe ve rücû ederiz? Mûsâ (aleyhisselâm) da buyurdu ki:) Nefslerinizi katledin. (Veya buzağı heykeline tapmayanlarınız, tapanlarınızı öldürsün.) Böyle yapmanız, Rabbiniz katında sizin için hayırlıdır. (Böyle yapmanız, şirkten temizlenmeye ve âhırette sonsuz hayata, saâdete sebeptir).
Âlimler bildirdiler ki, Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği dinde, mürted olan yâni îmândan ayrılıp küfre, îmânsızlığa düşen bir kimse, sonra bu hâline tevbe etmek, tekrar mü’min olmak dilerse, tevbe etmekle berâber öldürülmesi lâzım gelirdi. Yâni onun öldürülmesi, tevbesinin tamamlayıcısı idi. Bizim dînimizde ise, mürted olan ve buna tevbe etmeyen kimse, katlolunur, öldürülür. Îmândan ayrılmasına sebep olan söz ve fiiline tevbe ederek îmânını tazelerse, yine mü’min olur ve öldürülmesi icâbetmez.
İşte Mûsâ aleyhisselâm da, kendisi Tûr Dağı’nda iken, Sâmirî isimli münâfığın aldatmasıyla buzağı heykeline (puta) tapanlara, şerî’atının (bildirdiği dînin) hükümlerini tatbik etmiş, puta tapmayanlar, tapanları öldürmeye hazırlanmışlardı.
Hazret-i Mûsâ onlara, bu çirkin işi yapmakta nefslerine çok zulmettiklerini, bunun için Hak teâlâya tevbe etmelerini, bunun tevbesinin şartının ise çok pişman olmak ve ölüm olduğunu bildirdi. Bunun üzerine onlar; “Allahü teâlânın emrine sabrederiz” deyip, hükme boyun eğdiler. Dizlerini göğüslerine yapıştıracak şekilde ellerini dizlerinin altına bağlayarak bir meydanda oturdular. Başlarında ise, tepeden tırnağa silâhlı, kılıçlı ve hançerli adamlar durdu. Öldürüleceklerle, öldürmek için vazifelendirilenler; birbirlerinin kardeşi, oğlu, babası, akrabâsı ve komşusu gibi yakınları idi. Buna rağmen öldürecek olan da, öldürülecek olan da Hak teâlânın emrini îfâ etmekten başka bir şey düşünmüyordu.
Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm), peygamberlik şefkâtlerinden dolayı bu hâle dayanamadılar. Ağlayarak Allahü teâlâya duâ ettiler. Duâları kabûl olunup kimseyi öldürmemeleri emredildi. Allahü teâlâ, İsrâiloğullarının mağfiret olunmaları, affedilmeleri için yaptıkları tevbenin de kabûl olunduğunu bildirdi. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin sonunda, Hazret-i Mûsâ'nın onlara; “Hak teâlânın emrini yerine getirdiniz. Tevbeniz kabûl oldu. Muhakkak ki, Allahü teâlâ tevbe eden kullarını çok mağfiret ve onlara çok rahmet edicidir” buyurduğu bildirilmektedir.
Bâzı âlimler, bu âyet-i kerîmedeki, “Nefslerinizi öldürün” emrinin; “Nefslerinizi ıslâh edin” meâlinde olduğunu söylemişler ise de, bunun zayıf bir kavil olduğu bildirilmiştir.
Yine Bakara sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde İsrâiloğullarına hitâben; “Buzağı heykeline ibâdet etmenizden sonra, tevbe ettiğiniz için günâhınızı affettik. Tâ ki, af nîmetine şükredesiniz” buyruldu.
Mûsâ (aleyhisselâm) buzağı heykelini yakıp toz hâline getirerek, külünü denize serpti. Bunu ne şekilde yaptığı husûsundaki rivâyetler muhteliftir. Normalde altın mâdeni yakılınca kül hâline gelmeyeceğinden, böyle olması Hazret-i Mûsâ'nın bir mûcizesidir.
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, İsrâiloğullarının seçkinlerinden yetmişini getirip, kavminin buzağıya tapındıklarından dolayı özür ve af dilemelerini emretti. Mûsâ aleyhisselâm da kavminden yetmiş kişi seçti.
Rivâyet olunur ki, Mûsâ aleyhisselâm bu yetmiş kişiyi tespit ederken, her sıbttan, yâni İsrâiloğullarının her bir kolundan altışar kişi seçti. Bilindiği gibi, İsrâiloğulları, Ya’kûb aleyhisselâmın neslinden gelenlerdir. Hazret-i Ya’kûb'un oniki oğlu vardı. Lakabı İsrâil olan Hazret-i Ya’kûb'un bu oniki oğlundan meydana gelen nesle, Benî İsrâil (İsrâiloğulları) denir. Hazret-i Ya’kûb'un oğullarının her biri, İsrâiloğullarından her bir sülâlenin atasıdır. Yâni İsrâiloğulları, o zaman oniki ayrı sülâleden meydana gelirdi ve bunların her birine de torun mânâsına sıbt; hepsine birden ise, torunlar mânâsına esbat denirdi.
Mûsâ aleyhisselâm her sıbttan altışar kişi toplayınca, yetmiş iki kişi oldular. Hazret-i Mûsâ; “Ben, yetmiş kişi götürmekle emrolundum. İki kişi ayrılıp, yetmiş kişi kalsın” buyurdu. Yetmişiki kimseden hiç biri geri kalmak istemedi. Mûsâ aleyhisselâm; “Kalan da, çıkan (bizimle gelen) kadar sevâba kavuşacaktır” buyurdu. Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâm kaldılar.
Mûsâ aleyhisselâm, o yetmiş kişiye oruç tutmalarını, beden ve elbiselerinin çok temiz olmasını emretti. Sonra Tûr Dağı’na çıktı. Nitekim Allahü teâlâ, A’râf sûresinin 155 ve 156. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruyor ki: “Mûsâ (aleyhisselâm) kendisine vâdettiğimiz belli bir vakitte (buzağı heykeline tapınanlar için istiğfâr etmek, onlar namına bizden özür dilemeye) gelmek üzere, kavminden (buzağıya ibâdet etmemiş olanlar arasından), yetmiş kişi seçti.” (Tûr-i Sînâ'ya yaklaştıklarında bir sis bulutu, Mûsâ aleyhisselâmı kaplayıp, Hazret-i Mûsâ sisin içinde kaldı. Bu hâli görünce, onlar secdeye kapandılar. Onlar bu durumdan iken; Allahü teâlânın izni ve kudretiyle, Hak teâlânın Mûsâ'ya (aleyhisselâm) bildirdiği emir ve nehyettiği husûsları işittiller. Sonra sis dağıldı. Hazret-i Mûsâ'yı gördüler. Ona; “Allahü teâlâyı bize âşikâre olarak göstermezsen, seni tasdik etmeyiz” dediler. Bu husûsta âyet-i kerîmede buyruldu ki:
“Hatırlayın şu vakti ki, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) “Yâ Mûsâ! Biz, Allahü teâlâyı hicâbsız, örtüsüz, perdesiz bir şekilde âşikâre olarak görmedikçe, aslâ sana inanmayız demiştiniz de, o sebepten o anda, sizi, gökten gelen yakıcı bir ateş (yıldırım) yakalayıvermişti. Siz de, bu musîbeti bizzat gözlerinizle görmüştünüz.” (Bakara sûresi: 55) Âyet-i kerîmede “Sâ'ika” kelimesi ile ifâde buyrulan bu musîbetin mâhiyeti, nasıl olduğu husûsunda muhtelif rivâyetler vardır. Onlar, bu “Sâ'ıka” te’siriyle helâk olup öldüler. Her biri, kendilerine gelen bu musîbet sebebiyle diğerlerinin gözü önünde öldü. Yâni her biri ölürken, kalanlar onun nasıl öldüğünü seyrediyor, bizzat görüyordu. Onların başına bu hâl gelince, Hazret-i Mûsâ çok üzülüp ağlamaya başladı. Tam bir sığınma ile Allahü teâlâya yalvarıyordu.)
“...Dedi ki; “Ey Rabbim! Dileseydin, daha önce beni ve onları yok ederdin. Aramızdaki beyinsizlerden ötürü bizi yok eder misin? Bu senin imtihânından başka bir şey değildir. Sen, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola sokarsın, Sen bizim yardımcımız, koruyup gözetleyicimizsin. Bizi mağfiret et ve bize rahmet eyle. Zirâ sen, mağfiret edicilerin en hayırlısısın.” (Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya çok yalvardı. Nihâyet Hak teâlâ o kimseleri teker teker diriltti. Bu yetmiş kişi, biraz evvel, biri ölürken, kalanların seyrettiği gibi, şimdi de biri dirilirken, ondan önce dirilen, onun nasıl dirildiğini görürdü. Bakara sûresi 56. âyetinde meâlen buyruldu ki: “Sonra sizi tekrar dirilttim ki, bu tekrar dirilme, hayat nîmetine şükredesiniz. Bu dünyâda ve âhırette bizim için güzel olanları yaz, takdir eyle. (Bu dünyâda bize; yardım eyle, ibâdet, tâat, nîmet ve âfiyetle güzel yaşamak ihsân eyle. Âhırette ise mağfiret ve rahmetini, Cennet’i ve cemâlini görmemizi nasîb eyle.) Şüphesiz ki biz sana yöneldik, tevbe edip, sana döndük. (Onun bu ilticâsına mukâbil) Allahü teâlâ buyurdu ki: “Azâbıma, kullarımdan dilediğim kimseyi uğratırım. Rahmetim her şeyi kaplamıştır. (Rahmetim, bu dünyâda; mü’min, kâfir, mükellef ve çocuk herkese şamildir.) Lâkin kıyâmet gününde, hassaten Allahü teâlâya karşı gelmekten sakınanlara, zekâtlarını edâ edenlere ve âyetlerimize îmân edenleredir.”
Rivâyet edilir ki, Allahü teâlâ; “Rahmetim her şeyi kaplamıştır” buyurunca, İblis mel’ûnu; “Ben de bir şeyim. O hâlde ben de rahmete kavuşurum...” dedi. Fakat Allahü teâlâ; “...hassaten Allah'a karşı gelmekten sakınanlara...” buyurunca, iblîsin ümîdi kalmadı.