Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hızır aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâm ile buluşması, görüşmesi ve yolculuk yapması, Kur'ân-ı kerîmde Kehf sûresinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. Bu görüşme, Mûsâ aleyhisselâmın İsrâiloğullarını Mısır'dan çıkardıktan ve Fir’avn'un kavmi ile birlikte Kızıldeniz'de helâk edilmesinden çok sonra vukû bulmuştur. Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına gâyet beliğ, tesirli bir vâz ve nasîhat yapmıştı. Bunu dinleyenler; “Yeryüzünde senden daha âlim bir kimse bilir misin? Böyle bir kimse var mı?” dediler. Mûsâ aleyhisselâmın; “Böyle bir kimse bilmiyorum.” diye cevap vermesi üzerine, Allahü teâlâ ona şöyle vahy buyurdu: “İki denizin birleştiği yerde kullarımdan biri vardır. O senden daha âlimdir.” İşaret buyrulan bu zât, Hızır aleyhisselâm idi.
Bu husûsta bir rivâyet daha vardır: Mûsâ aleyhisselâmAllahü teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî! Kulların arasında hangisi sana daha sevimlidir, hangi kulunu daha çok seversin?” diye niyazda bulundu. Allahü teâlâ; “Beni dâimâ zikreden ve unutmayandır” buyurdu. (Zikir; Allahü teâlâyı unutmamak ve her işte O'nun emrine uymak demektir.) “Hangi kulun hüküm vermekte daha isabetlidir?” deyince; “Doğru hüküm verip, nefsinin arzularına uymayan kulum” buyurdu. “Yâ Rabbî! En âlim kulun hangisidir?” diye niyaz edince; “İlmi, insanlarca çok istenendir. Onun bir sözü benim hidâyetime, men'i de benim men'ime delâlet eder” buyurdu. “Yâ Rabbî! Yeryüzünde benden daha âlim birisi var mı?” deyince; “Evet” buyurdu. “O kimdir, yâ Rabbî?” dedi. “Hızır'dır” buyurdu. “Onu nerede bulurum?” dedi. “Sahilde, balığın suya daldığı kayanın yanında” buyurdu. Böylece balığı, ona işâret ve delil eyledi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, Yûşa’ aleyhisselâmı da yanına alarak emredildiği gibi zenbil içine tuzlu bir balık koydu ve birlikte yola çıktılar. Hazret-i Mûsâ, Hızır aleyhisselâmı buluncaya kadar yol yürümeye azmetti. Böylece yola çıkıp, epey bir müddet yürüdüler. Yûşa’ aleyhisselâma; “Balığın canlanıp, denize gittiği yerde bana haber ver” dedi. Nihâyet iki denizin birleştiği yerde bir kayanın yanına varınca, dinlenmek üzere konakladılar. Bu sırada zenbil içindeki tuzlanmış ölü balık, canlanıp zenbilden sıyrılarak denize aktı ve bir yol tutup gitti. O anda Mûsâ aleyhisselâm uyuyordu. Yûşa’ aleyhisselâm da rivâyete göre abdest alıyordu. Abdest suyundan zenbil içindeki tuzlu balığın üzerine damlamış, balık da canlanarak denize gitmişti. Yûşa’ aleyhisselâm bu hâdiseye hayret edip, Mûsâ aleyhisselâma anlatmayı düşündü. Fakat unuttu. Konakladıkları bu yerde, bir müddet uyuduktan sonra gecenin sonuna doğru yola çıkıp, bir gün bir gece ve bir kuşluk vaktine kadar yürüdüler. Kuşluk vakti Mûsâ aleyhisselâm hizmetinde bulunan Yûşa’ aleyhisselâma; “Kuşluk yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan yorgunluk duymaya başladık” dedi.
Bu sırada ilk konakladıkları iki denizin birleştiği mıntıkadan bir hayli uzaklaşmışlardı. Oraya kadar da hiç yorulmamış, geçip gittikten sonra yorgunluk duymaya başlamışlardı. Mûsâ aleyhisselâm yiyeceği isteyince, Yûşa’ aleyhisselâm, balığın daha önce konakladıkları yerde denize gittiğini hatırladı. Bunu daha önce söylemek istediği hâlde, unutmuştu. Bu unutmasına şaşarak; (Biz taşın dibinde dinlendiğimiz zaman tuzlu balık denize gitti. Bunu size haber vermeyi unuttum) dedi. Hâdiseyi şöyle anlattı: (İstirâhat için yattığınızda, ben abdest alıyordum. Abdest suyumdan sıçrayan damlalar, balığın üzerine düşünce, balık canlanıp, zenbilden sıçradı ve denize akıp gitti. Denize gittiği yer kendine göre bir yol oldu. Bu hâdiseyi size haber vermeyi unuttum.) dedi. Yûşa’ aleyhisselâm bu hâdiseyi Mûsâ aleyhisselâma anlatınca; “Yâ Yûşa’ (aleyhisselâm)! İşte senin gördüğün garib hâdise bizim aradığımız şeydir. Yolculuğumuzun sebebi de bu hâdisenin vukû bulduğu yere ulaşmaktır. Çünkü aradığımız zâtı, Hızır'ı (aleyhisselâm) orada bulacağız” buyurdu. Büyük bir sevinç içinde geri döndüler. İzlerine baka baka, dinlenmek için ilk oturdukları ve tuzlu balığın canlanıp denize gittiği yere vardılar. Yanında dinlendikleri kayaya yaklaştıklarında, hırkasına bürünmüş hâlde mübârek bir zâtın oturduğunu gördüler. Bu zât Hızır aleyhisselâm idi. Böylece, Mûsâ aleyhisselâm ona kavuşmuş oldu. Bir rivâyete göre de, oraya vardıklarında, Hızır aleyhisselâm deniz üzerine yeşil bir seccade sermiş namaz kılıyordu.
Mûsâ aleyhisselâm ona yaklaşıp selâm verince, selâmına cevap verip; “Burada selâm veren bulunur mu? Sen kimsin?” dedi. “Ben Mûsâ'yım” deyince, “Benî İsrâil'in Mûsâ'sı mı?” dedi. “Evet” cevâbını verdi. El-Îsâbe adlı eserde ise bu husûs şöyle rivâyet edilmiştir: Mûsâ aleyhisselâm Hızır aleyhisselâm ile buluşunca; “Esselâmü aleyke yâ Hızır” dedi. O da; “Ve aleykesselâm yâ Mûsâ” dedi. Bunun üzerine; “Benim Mûsâ olduğumu nasıl bildin? Sana kim haber verdi?” diye sorunca, Hızır aleyhisselâm; “Beni sana gösteren, seni de bana haber verdi” (yani Allahü teâlâ bildirdi) cevâbını verdi.
Bu tanışmadan sonra, Mûsâ aleyhisselâm, Hızır aleyhisselâma asıl maksadı anlatmak üzere; “Allahü teâlânın ihsân edip, bildirdiği ilimden öğretmen için sana tâbi olayım mı?” diye sordu. Hızır aleyhisselâm da; “Yâ Mûsâ! Bende, Allahü teâlânın ihsân edip verdiği öyle bir ilim vardır ki, sen onu bilemezsin. Allahü teâlânın da sana verdiği öyle bir ilim var ki, ben de onu bilemem (sen benimle sabredemezsin)” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm; “Beni inşâallah sabırlı bulursun. Senin hiç bir işine müdahale etmem” dedi. Hızır aleyhisselâm ona; “Ben sana hikmetini ve sebebini izâh edinceye kadar, yaptığım işler hakkında suâl sormaman şartıyla, benimle beraber olabilirsin” dedi. Mûsâ aleyhisselâm, oraya kadar beraber geldikleri Yûşa’ aleyhisselâmı İsrâiloğullarının yanına gönderdi.
Hızır aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâm ile sahil boyunca bir müddet yürüdüler. Giderlerken bir geminin geçmekte olduğunu gördüler. Gemicilere, kendilerini gemiye almalarını söylediler. Gemiciler Hızır aleyhisselâmı tanıyıp, onları ücretsiz olarak gemiye bindirdi. Bu sırada bir serçe geminin kenarına konup, denizden bir iki yudum su aldı. Hızır aleyhisselâm, bu kuşu göstererek; “Yâ Mûsâ, benim ve senin ilmin, Allahü teâlânın ilmi yanında, şu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile değildir” dedi.
Bindikleri gemi bir müddet yol aldıktan sonra, Hızır aleyhisselâm, bir aletle gemiye hasar vermeye başladı. Suya temas eden tahtalarından birini söktü. Mûsâ aleyhisselâm, bu durumu görünce müdahale edip; “Sen ne yapıyorsun, bizi ücretsiz gemiye bindirdiler; sen ise gemiyi delip, içindekileri batırmak istiyorsun?” dedi. Hızır aleyhisselâm; “Ben sana benimle olmaya sabredemezsin demedim mi?” diyerek ayrılmak istedi. Mûsâ aleyhisselâm; “Dalgınlığımdan dolayı beni muâheze edip de bana güçlük çıkarma” deyince; Hızır aleyhisselâm, yapılan bu ilk muhâlefetin dalgınlık ile olması sebebiyle, Mûsâ aleyhisselâmdan ayrılmadı ve yolculuğa devam ettiler.
Bindikleri gemi karşı sahile varınca, inip yürüdüler. Yolda oynamakta olan bir grup çocuğa rastladılar. Hızır aleyhisselâm, o çocuklardan birini tutup, öldürüverdi. Mûsâ aleyhisselâm dayanamayıp; “Tertemiz bir cana kıydın. Hiç günâhı yok iken onu öldürdün” dedi. Hızır aleyhisselâm; “Ben sana benimle olmaya sabredemezsin demedim mi?” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm; “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme. O zaman benim sana bir diyeceğim yoktur” diyerek arkadaşlığa devam etmek istedi. Hızır aleyhisselâm bir müddet daha beraber olmayı kabûl etti. Yolculuklarına devam ettiler. Sonra yolları bir beldeye düştü. O memleketin ahâlisinden yiyecek bir şeyler istediler. Fakat onlar hiç bir şey vermediler ve misâfir etmek de istemediler Sonra o beldede dolaşmaya başladılar. Bu sırada, yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hızır aleyhisselâm eliyle (işaret ederek veya tutarak) duvarı doğrultuverdi. Yıkılmasına mâni olup sağlamlaştırdı. Mûsâ aleyhisselâm, kendilerini misâfir etmeyen bu belde halkına böyle bir yardımın yapılmasına sabredemeyip; “Eğer isteseydin, bu duvarı doğrultmana karşılık, onlardan bir ücret alırdın. Biz de ihtiyâcımızı gidermiş olurduk” dedi. Bunun üzerine Hızır aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâma; “İşte bu suâlin artık ayrılmamızı gerektiren bir sebeptir. Şimdi sabretmeye dayanamadığın şeylerin hikmetini sana açıklayacağım” dedi. Bu hâdiselerin hikmetlerini açıkladı ve ayrıldılar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde, bu hâdisenin, Mûsâ aleyhisselâmın üçüncü suâli sormasına kadar olan kısmını anlattıktan sonra; Allahü teâlâ Mûsâ'ya aleyhisselâm rahmet etsin. Ne olurdu, sabretseydi de aralarında geçecek hâdiseler (Allahü teâlâ tarafından) bize bildirilseydi.” buyurmuştur.
Hızır aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmdan ayrılırken, bu hâdiselerin hikmetini şöyle anlatmıştır: “Bindiğimiz gemiyi delip yaralamamın sebebi şudur: O gemi, geçimlerini denizden te’min eden on fakir kardeşe aittir. Karşı sahilde ise, sağlam olan gemilere el koyarak, zorla alan zâlim bir hükümdâr vardır. Onun, sağlam değildir diye el koymaması için gemiyi yaraladım. İşte gemiyi kusurlu hâle getirişimin sebebi budur. Böylece, o zâlim hükümdârın onu gasbetmesine mâni oldum.”
İkinci hâdiseyi de şöyle açıkladı; “Öldürdüğüm çocuğa gelince; onun anası ve babası hâlis birer müslümandı. Eğer, o çocuğu öldürmeseydim, ana ve babasının küfre düşmesine sebep olacaktı.” Rivâyete göre, Hızır aleyhisselâmın öldürdüğü çocuk; buluğ çağına ermiş, yol kesen azgın ve taşkın bir kâfir idi. Annesinin ve babasının da küfre düşmesine sebep olmak üzere idi. Diğer bir rivâyete göre de, bu çocuk kâfir tabîatlı bir çocuk idi. Annesinin ve babasının küfre düşmesine sebep olma tehlikesi vardı. Öldürülmesi, bu bakımdan, hem ebeveyni hem de çocuk için hayırlı olmuştu.
Hızır aleyhisselâm, çocuğu öldürmesinin hikmetini, anlatmaya devamla şöyle buyurmuştur: “O çocuğu öldürmekle biz istedik ki, mü’min olan anne ve babası küfre düşmekten kurtulsun. Allahü teâlâ, onlara bedel olarak, temiz ve sâlih bir evlat versin.” Rivâyet edilmiştir ki, Hızır aleyhisselâmın öldürdüğü çocuğun anne ve babasına, Allahü teâlâ hayırlı bir kız çocuğu vermiştir. Bu kız, bir peygamber annesi olmuş ve o peygamber vâsıtasıyla bir ümmet hidâyete ermiştir. Hızır aleyhisselâm, üçüncü hâdisenin hikmetini de şöyle açıklamıştır: “Yıkılmak üzere iken doğrulttuğum duvara gelince; o duvar, sâlih bir babanın iki yetim çocuğuna aitti. Altında bir defîne vardı. Eğer duvarı düzeltmeseydim, yıkılıp defîne ortaya çıkar, çocuklarda henüz küçük oldukları için, mallarına sâhip olamaz, defîne başkalarının eline geçerdi. Çocuklar büyüyünce defineye sâhip olabilsinler düşüncesiyle duvarı düzelttim. Bütün bunlar, her ikimiz için Rabbimizden bir rahmet idi. İşle senin sabredemediğin hâdiselerin hikmeti bunlardır.” Sonra ayrıldılar. Hızır aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâmın buluşup görüşmeleri ve vukû bulan bu hâdiseler Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde zikredilmiştir. Bu hâdise Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmiştir:
“Bir vakit Mûsâ (aleyhisselâm), hizmetinde bulunan gencine (Yûşa' aleyhisselâma) şöyle demişti: “Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar (Hızır aleyhisselâma kavuşmak için) gideceğim. Yâhud (maksadıma kavuşmak için) uzun zaman (senelerce veya 80 sene) gideceğim.”
Bunun üzerine ikisi de iki denizin birleştiği yere varınca (tuzlanmış olarak getirdikleri ve canlanınca Hızır aleyhisselâmı bulmuş olacakları) balığı unuttular. (Allahü teâlânın vadi ve izni ile) balık (canlanmış ve) denizde uzun bir yarığa doğru yolunu tutmuştu.
İki deniz kavşağını geçtikleri zaman Mûsâ (aleyhisselâm), gencine (Yûşa’ aleyhisselâma) dedi ki: “Yemeğimizi getir, gerçekten biz (istirahat ettiğimiz sahradan sonraki) bu yolculuğumuzdan yorgun düştük.”
(Yûşa’ aleyhisselâm) Mûsâ'ya (aleyhisselâm) şöyle dedi: “Gördün mü (Hatırladın mı)? Kayada eğlendiğimiz (dinlendiğimiz) zaman ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı muhakkak bana şeytan unutturdu. (Yâni unutmama sebep oldu. “Beydâvî tefsîrinde buyruldu ki: “Unutmayı şeytana nispet etmesi, nefsini aşağılamak içindir. Yoksa unutmayı yaratan Allahü teâlâdır). O balık tuhaf bir şekilde denizdeki yolunu tutup gitti.”
Mûsâ (aleyhisselâm); “İşte bu (balığı kaybetmemiz) aradığımız şeydir. (Zirâ bu balık aradığımız kimseyi bulacağımıza bir delil idi.)” dedi. Hemen izlerini tâkib ederek (balığın denize indiği) sahraya geri geldiler.
Orada kendi indimizden bir rahmet (vahy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilimi (ilm-i batını) öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular.
Mûsâ (aleyhisselâm) ona (Hızır aleyhisselâma); “Sana öğretilen hayr ve rüşd ilminden, bana öğretmen şartı ile sana tâbi olayım mı?” dedi.
(Hızır aleyhisselâm) da; “Doğrunu sen benimle (yanımda) sabretmeye asta muktedir olamazsın, ilminin ihâta etmediği şeye nasıl sabredebilirsin?” dedi.
(Mûsâ aleyhisselâm;) “İnşâllah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir işine karşı gelmeyeceğim.” dedi.
(Hızır aleyhisselâm), dedi ki: “O hâlde bana tâbi olacaksan, (münker zannettiğin bir iş gördüğün zaman onu) sana anlatıncaya kadar bana hiç bir şeyden suâl etme.”
Böylece kalkıp gittiler. Nihâyet gemiye bindikleri zaman (Hızır aleyhisselâm) gemiyi (bir balta ile) deldi. Mûsâ aleyhisselâm ona şöyle dedi: “Ehlini (geminin içindekileri) boğmak için mi onu deldin? Doğrusu çok büyük bir iş yaptın.”
(Hızır aleyhisselâm;) “Sen benimle aslâ sabredemezsin demedim mi? dedi.
Mûsâ (aleyhisselâm) dedi ki: “Beni unuttuğum şeyle muâheze etme ve bu işimden dolayı bana güçlük çıkarma.”
Yine gittiler. Nihâyet bir oğlana rastladıkları vakit, (Hızır aleyhisselâm) bunu öldürüverdi. (Mûsâ aleyhisselâm) dedi ki: Tertemiz bir kimseyi, bir can karşılığı olmaksızın (kısas olmaksızın) öldürdün ha! Doğrusu görülmemiş bir şey yaptın.”
Hızır (aleyhisselâm) dedi ki: “Sen benimle aslâ sabredemezsin demedim mi sana.”
Mûsâ (aleyhisselâm) şöyle dedi; “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaşlık etme. Doğrusu tarafımdan (yapılacak) olan son özrü nihâyete ulaştırdın. (Bundan sonra muhâlefet edersem benim arkadaşlığımı terk etmekte mâzursun.)
Bunun üzerine yine gittiler. Sonunda bir köy halkına vardılar. Onlardan yemek istediler. Köy halkı kendilerini misâfir etmek istemedi. Derken yıkılmak üzere bir duvar buldular. (Hızır aleyhisselâm) onu hemen doğrultuverdi. (Mûsâ aleyhisselâm ona) dedi ki: İsteseydin bu işine karşı onlardan bir ücret alırdın.”
(Hızır aleyhisselâm) şöyle dedi: “İşte bu îtirâz, seninle benim aramın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin te’vilini haber vereyim:
Gemiye gelince; gemi denizde iş yapan bir takım yoksulların idi. Ben o gemiyi kusurlu yapmak istedim. (Çünkü) arkalarında (yani döndüklerinde veya sahile çıktıklarında) sağlam her gemiyi zorla alan bir hükümdâr vardı.
Oğlana gelince; onun ebeveyni mü’min kimseler idi. Bunun için oğlanın onları azgınlık ve küfre düşürmesinden endişe ettik. İstedik ki, onların Rabbi bu oğlanın yerine, kendilerine daha hayırlı ve müttekisini ve kendilerine merhamette ondan daha yakınını versin.
Duvara gelince; bu duvar, şehirde iki yetim oğlanın idi. Duvarın altında, bu oğlanlar için saklı bir define vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Onun için Rabbin diledi ki, ikisi de rüştlerine ersinler ve definelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinden bir merhamet idi. Ben bunları kendi görüşümle yapmadım. (Allahü teâlânın emriyle yaptım.) İşte senin sabredemediğin şeylerin te’vili budur.” (Kehf sûresi: 60-82)
Tefsîr âlimlerinin, bu âyeti kerîmelerin tefsîrinde beyân ettikleri husûslardan bir kısmı şöyledir: “... Ona ledünnî ilimi öğrettiğimiz...” buyrularak işâret edilen ilim ise; kimsenin bilemeyeceği, ancak Allahü teâlânın bildirdiklerinin bilebileceği bâzı gayblara dâir ilimdir. Allahü teâlâ tarafından ihsân edilen bu ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle elde edilmez. İhsân edilen kimselere mahsustur. Umûma şamil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise umûma şamildir. Yâni peygamberler bunları gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazifelidirler. Bu bakımdan, peygamberlerin ilmi, ilm-i ledünnîden üstündür. Buna rağmen, Mûsâ aleyhisselâmın Hızır aleyhisselâm ile buluşup ilm-i ledünnîden bir miktar öğrenmek istemesinde, ilim için çalışmaya bir teşvik vardır. Bunda daha başka hikmetler de bulunmaktadır. Bu bakımdan Hızır aleyhisselâmın ledünnî ilimi bilmesi, Ülü’l-azm bir peygamber olan Mûsâ aleyhisselâmdan üstün olduğunu göstermez. Hızır aleyhisselâmın zâhiren tuhaf görülen bu işleri, Allahü teâlânın bildirmesi ve emri ile, bir hikmete binâen yapılmıştır, yanlış değildir ve mes’ûliyeti de yoktur.
Netîce îtibâriyle Mûsâ aleyhisselâmAllahü teâlânın bildirdiği hükümleri insanlara tebliğ etmekle; Hızır aleyhisselâm da Allahü teâlânın kendisine bildirdiği, yapmasını emrettiği işleri yapmakla vazifeli idi. Bu işler, Hızır aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâmdan üstün olduğunu göstermez. Mûsâ aleyhisselâmın onunla buluşup görüşmek istemesi, onda bulunan ledünnî ilime aşina olmak içindi. Nitekim, buluştuklarında Hızır aleyhisselâm ona şöyle demiştir: “Yâ Mûsâ! Sana ilim olarak Tevrât, meşgale olarak da Benî İsrâil yeter.” Yine, Sahîh-i Buhârî’de zikredilen bir hadîs-i şerîfte şöyle dediği bildirilmiştir: “...Yâ Mûsâ! Bende, Allahü teâlânın kendi ilminden bana verdiği öyle bir ilim vardır ki, sen onu bilemezsin. Sende de, Allahü teâlânın sana verdiği öyle bir ilim vardır ki, onu da ben bilemem...”
Mûsâ aleyhisselâmın; “Sana öğretilen hayr ve rüşd ilminden, bana öğretmen şartı ile sana tâbi olayım mı?” demesi, yüksek bir tevâzû ve edeb göstermesi sebebiyledir. Hızır aleyhisselâmın ise, ona; “Doğrusu sen benimle sabretmeye aslâ muktedir olamazsın, ilminin ihâta etmediği şeye nasıl sabredebilirsin?” demesinin sebebi; kendisinin, ihsân edilmiş olan-ilm-i ledünnîye göre iş yapmakta olduğunu, bunun ise zâhiren Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dîne uymadığına işâret için idi. Çünkü, kendi yaptığı işler görünüşte münkerâta yâni yapılması yasak edilen işlere benziyordu. Peygamberlerin ise böyle işler karşısında sabretmeleri, müdahalede bulunmamaları câiz değildir. Çünkü onlara verilen dinler belirli hükümler bildirmiştir. Bu bakımdan, bu hükümlere ters düşen ve münkerâttan olan işlere mâni olmakla vazifelidirler. Yâni Hızır aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâma; sende bulunmayan ve sana vahyolunmamış olan ilm-i ledünnîyi ve bu ilimle bana bildirilen şeyleri bilmeden nasıl sabredebilirsin. Benim hâlim sana kıyas olunmaz. Çünkü Allahü teâlâ, bana bir takım sırlara dâir ilim verdi. Ben bu ilmin hakîkatını ve hikmetini bildiğim için gereğini yaparım demek istedi.
Mûsâ aleyhisselâmın; “İnşâallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir işine karşı gelmeyeceğim” demesi, Hızır aleyhisselâmın bildiği ledünnî ilimden biraz öğrenmeyi arzu ettiğini bildirmek için idi. Bunun üzerine Hızır aleyhisselâmın; “O hâlde, bana tâbi olacaksan, (münker zannettiğin bir iş gördüğün zaman onu) sana anlatıncaya kadar, bana hiç bir şeyden suâl etme” demesi; zâhiren senin dînine muhalif işler yaparsam onları benden suâl etme, ben onların hikmetini sana beyân edeceğim, açıklayacağım mânâsında bir tavsiyedir.
İmâm-ı Beydâvî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Mûsâ aleyhisselâm, ülü’l-azm bir peygamber olduğu hâlde, kendi mertebesinden daha aşağı olan Hızır aleyhisselâmdan ilim taleb etmesi, peygamberliğine uygun düşmeyen bir iş değildir. Zirâ peygamberin ilmi, kendisine bildirilen dînin esaslarına, teferruâtına ve hükümlerine dâir ilimlerdir. Allahü teâlânın vahyettiği her şeyi bilir ve ümmetine tebliğ eder, bildirir. Fakat dînine âit olmayan işlerden, dîninin hükümleri dışında kalan ledünnî ilimi bilmemesi ve mertebe bakımından kendisinden daha aşağı mertebede bulunan kimseden ilim (ledünnî ilim) öğrenmesinde bir mahzur yoktur. İşte bu esasa binâen, Mûsâ aleyhisselâm, peygamber olduğu hâlde, kendisine bildirilmemiş olan bâzı gaybî şeyleri, üstün bir tevâzû göstererek öğrenmek istemiştir.
Gemiye bindiklerinde, Hızır aleyhisselâm gemiyi delerken, Mûsâ aleyhisselâmın müdahale edip; “Ehlini (geminin içindekileri) boğmak için mi onu deldin? Doğrusu çok büyük bir iç yaptın” demesi, Hızır aleyhisselâmın yaptığı işin, zâhiren (görünüşte) yanlış bir iş gibi olması yüzündendi. Hızır aleyhisselâm gemiyi delince, kerâmeti veya mûcizesiyle gemiye su dolmamıştır. Bir rivâyete göre de, geminin sudan yukarıda kalan kısmından bir tahta kırmıştır. Gemiyi delmesi, gemi sâhiplerine her ne kadar zarar olsa da bu; karşıya geçtiklerinde, zâlim bir kral tarafından gemilerinin ellerinden alınması yanında çok hafif kalır. Çünkü Hızır aleyhisselâm, bir delik açarak, özürlü şekle getirmeseydi, gemi tamâmen ellerinden gidecekti. “İki zarardan en hafifini tercih etmek lâzımdır” kâidesine binâen böyle yapmıştır. Hazin ve Ebüssü’ûd tefsîrlerinde rivâyet edildiğine göre, Hızır aleyhisselâmın delmek sûretiyle gasbedilmekten kurtardığı gemi, on kardeşin malı idi. Bu on kardeşten beşi sağlam, beşi ise âmâ, topal ve vücutları sakat idi. Sağlam olan beş kardeş çalışıp, sakat kardeşlerini besliyorlardı.
Gemiden inip giderlerken, Hızır aleyhisselâmın, rastladıkları çocuklardan birini öldürmesi de bir hikmete ve sebebe bağlı idi. Çocuk küçük olmayıp, akıl-bâliğ ve kâfir idi. Bir rivâyete göre ise, çocuk katlolunduğu zaman, katlini icâbettiren bir suçu yoksa da büyüyünce büyük bir zarara, anasının ve babasının küfre düşmesine sebep olacağı için, Allahü teâlâ Hızır aleyhisselâma katletmesini emretmiştir. Allahü teâlâ, katlolunan çocuğun annesine ve babasına ondan daha hayırlı ve merhametli bir kız evlâdı vereceğini, Hızır aleyhisselâma bildirip vâd etti. Yine rivâyete göre, o çocuk katlolunduktan sonra, Allahü teâlâ, ana ve babasına bir kız evlâdı vermiş, bu kızdan bir peygamber dünyâya gelmiştir. Bu peygamber vâsıtası ile ise bir ümmet hidâyete ermiştir. Hızır aleyhisselâm, çocuğu öldürünce Mûsâ aleyhisselâmın; “Tertemiz bir kimseyi bir cân karşılığı olmadan öldürdün ha! Doğrusu görülmemiş bir iş yaptın” demesi, bu hâdisenin, zâhiren onun dînine uygun düşmemesi sebebiyledir. Hızır aleyhisselâma ise, böyle bir işi yapması husûsi bir vahiy ile Allahü teâlâ tarafından bildirilmiştir. “Mazharî Tefsîri’nde şöyle buyrulmaktadır: “İlham ile hâsıl olan ilim zannîdir. Hatalı olma ihtimâli vardır. İlhama dayanan bilgiler arasında tenakuz olabilir. İşte bu sebeple Hızır aleyhisselâm Nebîdir (peygamberdir). Eğer Nebî olmasaydı, o çocuğu öldürmesi câiz olmazdı. Yâni ilham ile hareket ederek; bu çocuk yaşarsa, anasının babasının küfre düşmelerine sebep olacak diye öldürmesi câiz olmazdı. (Çocuğu kendisine bildirilen bir vahiy üzerine öldürmüştür, ilham ile öldürmemiştir. Vahiyle yapılan işlerde hatâ olmaz.)”
Hızır aleyhisselâmın, Mûsâ aleyhisselâm ile uğradıkları bir beldede, yıkılmak üzere bir duvara eliyle dokunarak doğrultması ve sağlam bir hâlde bırakmasının da hikmeti vardı. Duvarın altında iki yetim çocuğa âit olan ve orada saklı bulunan bir hazîne vardı. Babaları sâlih bir zât idi. Bu sebeple evlatlarına da faydası dokunmuş ve bıraktığı mal onlara ulaşmıştır. Bir rivâyete göre, duvarın altındaki hazîne, altından bir levha idi ve üzerinde; “Kadere îmân edip de hâdiselerden dolayı mahzûn olan kimseye; ölümün hak olduğunu bilip de ferah ve sürûr içinde olana; kıyâmet günü hesâba çekileceğine îmân edip de gaflette bulunana ve dünyânın değiştiğini, fânî olduğunu bilip de ona güvenene şaşarım” yazılı idi. Defineden murâdın altın ve gümüşten bir hazîne olduğu rivâyeti daha sahihtir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İbrâhim aleyhisselâmdan sonra yaşamış bir peygamber veya velî. Zülkarneyn aleyhisselâmın, askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur. Mûsâ aleyhisselâm ile görüşüp, yolculuk etti. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden değildir. Fakat vefâtından sonra rûhu insan şeklinde gözüküp, gariblere yardım etmektedir.
Hızır aleyhisselâmın ismi ve soyu hakkında değişik rivâyetler vardır. Vehb bin Münebbih, bu husûsu şöyle bildirmiştir. Belkâ bin Melkân bin Fâli’ bin Şalih bin Âmir bin Erfahşet bin Sâm bin Nûh. Hâzin tefsîri’nde isminin Belka, künyesinin de Ebü’l-Abbâs olduğu kayıtlıdır. Lübab tefsîri’nde de Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem“Mûsâ'nın (aleyhisselâm) bulduğu (görüştüğü) Hızır (aleyhisselâm) olup, ismi Belka bin Melkân'dır.” buyurduğu nakledilmiştir. Bâzıları; “Hızır; Benî İsrâil neslinden idi” demişlerdir. Bâzıları da; “Bir pâdişahın oğlu idi. Dünyâyı terketmiş, dünyâ malına ve mevkîine gönül bağlamamıştır” demişlerdir.
Hızır ismiyle meşhûr olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığı zaman, oranın yeşerip, yemyeşil olmasından dolayıdır. Sahîh-i Buhârî’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Hızır (aleyhisselâm) otsuz, kuru bir yerde oturduğunda, o yer birdenbire yemyeşil olur, peşi sıra dalgalanırdı.” buyurmuştur. Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh), Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işittiği hadîs-i şerîfte; “O, (Hızır aleyhisselâm) her nerede namaz kılsa, orası baştan başa yeşillik olur” buyruldu. Bundan dolayı ona, Hızır denildi. Hızır lâfzı onun lakabıdır. Hızır lâfzında; Hızır, Hızr ve Hazr olmak üzere üç telaffuz (okunuş) vardır!
Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkâtli idi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimya ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle, ledünnî ilime muttalî idi. Yine Allahü teâlânın emri ile, ihtiyaç sâhiplerinin işini görüp, hacetlerini gidermeyi üzerine alırdı.
Hızır aleyhisselâm Allahü teâlânın sevgili kullarından idi. Doğdu, büyüdü ve vefât etti. Ancak Allahü teâlâ, onun rûhuna; insan şeklinde görünmek ve kıyâmete kadar yardım isteyen müslümanların imdadına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim öğrenmek ve öğretmek özelliklerini verdi. Bâzı âlimler Nebî (peygamber); kimi âlimler de velîdir dediler. Vefât edip etmediği husûsunda da değişik rivâyetler vardır. Hızır aleyhisselâmda, yaşayan insanlarda görülen hâller bulunduğu için yaşıyor zannedilmektedir.
Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî hazretleri bir mektubunda Hızır aleyhisselâmdan şöyle bahsetmiştir.
Allahü teâlâya hamd olsun! O'nun seçtiği kullarına selâm olsun! Çok zamandan beri, sevdiklerimiz, Hızır (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) için soruyorlar. Onun için bu fakire lâzım olan bilgi verilmediğinden, cevap yazmıyordum. Bu gün, sabah vakti toplanmıştık. İlyâs (aleyhisselâm) ile Hızır ala nebiyyina ve aleyhimüssalevatü vetteslimat) rûhanî şekillerde geldiler. Hızır (aleyhisselâm) rûhanî olarak dedi ki: “Biz rûhlar âlemindeniz. Allahü teâlâ, bizim rûhlarımıza öyle kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yaptığı işleri, bizim rûhlarımız da yapar. İnsanların yaptığı gibi yürürüz, dururuz, ibâdet ederiz...” Bu iki büyükten yardım ve duâ istemeyi düşündüm. “Allahü teâlânın lütfuna, ihsânına, nîmetlerine kavuşan bir kimseye biz ne yapabiliriz?” dedi. Sanki kendilerini aradan çektiler. İlyâs (alâ nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm) bu konuşmaya hiç katılmadı. Bir şey söylemedi. Vesselâm.”
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri de Mektûbât-ı Masumiyye adlı kıymetli eserinin birinci cildi 182. mektubunda, bir zâtın suâline cevap olarak şöyle buyurdu: “Hızır aleyhisselâmın, hayatta olduğuna inanmak lâzım olup olmadığını soruyorsunuz? Âlimlerimiz bunu sözbirliği ile bildirmedi. Evliyâdan bâzıları (rahmetullahi aleyhim ecmaîn), Hızır aleyhisselâmı gördüklerini, konuştuklarını bildirmişler ise de, böyle haberler onun hayatta olduğunu göstermez. Rûhu insan şeklinde görülmüş, insanın yapacağı şeyleri rûhu ile yapmış olabilir. O zaman hayatta olmuş ise, şimdi de hayatta olması lâzım gelmez. “El-Îsâbe-fi-marifet-is-sahâbe” kitabında Hızır aleyhisselâmın yaptığı çok şeyler yazılıdır. Âlimlerin çoğu, Hızır aleyhisselâmın öldüğünü bildirdi. Eğer hayatta olsaydı. Peygamber efendimize gelir, birlikte Cumâ namazı kılar, sohbetinde ve cihâdlarında bulunurdu.
Vefât etmiş velîlerin rûhları, bâzan âlem-i misâldeki sûretleri ile (insan şeklinde) görülür. Çünkü, dünyâda olan her şeyin âlem-i misâlde bir sûreti vardır. Hattâ maddî olmayan mânevî şeylerin de orada sûretleri vardır. Âlem-i misâl, hayâlî şeyler değildir. Bu gördüğümüz madde âlemi gibi var olan bir âlemdir. Evliyânın rûhları, bâzan kendi bedenleri şeklinde görünür. Bazen da bedensiz, şekilsiz olarak rûhları insanın rûhu ile buluşur, görüşür.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


1- Mûsâ aleyhisselâmın en yakın yardımcısı ve veziri idi. Allahü teâlâ, her peygamber için bir düşman halk etmiştir. Mûsâ aleyhisselâmın en büyük düşmanı da Fir’avn idi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, emirlerini tebliğ ve yasaklarından sakındırmak üzere kardeşi Hârûn aleyhisselâmı peygamber olarak vazifelendirdi. Böylece ona, Hârûn'u (aleyhisselâm) en yakın bir yardımcı ve vezir kılmıştı. Bu husûs Furkân sûresinde meâlen şöyle bildirildi; “Ve celâlim hakkı için yemîn olsun ki, Mûsâ'ya (emir ve yasaklarımızı içine alan) kitabı (Tevrât'ı) verdik (ve kullarımıza tebliğini emrettik) ve ona yardımcı olarak kardeşi Hârûn'u vezir (dinimizi tebliğ husûsunda nübüvvetle birlikte yardımcı) kıldık.” (Furkân sûresi: 35)
2- Ona nübüvvetle (peygamberlikle) birlikte dünyâ ve âhıret nîmetleri de ihsân edilmişti. Nitekim; Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi; “Biz Mûsâ ve Hârûn'a (nübüvvetle birlikte dîni ve dünyevî nîmetler vererek) ihsânda bulunduk.” (Saffat sûresi: 114)
3- Nusret-i ilâhiyyeye nâil olanlardandı: Düşmanları karşısında Allahü teâlânın nusret ve yardımıyla zafere ulaşanlardandı. Bu husûs meâlen şöyle bildirildi; “Ve onlara (Mûsâ ve Hârûn'a), yardım ettik. (Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm), nusret-i ilâhiyyeye nâil oldular. O ikisi kavimlerini alıp Mısır'dan çıkardılar) Onlar Fir’avn ve kavmi üzerine galib oldular. (Fir’avn ve ordusu ise kahr-i ilâhîye uğrayarak boğuldular). (Saffât sûresi: 116)
4- Hidayete erdirenlerdendi: Yine meâlen; “Ve ikisini de (Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm)Allahü teâlânın rızâsına ve Cennet nîmetlerine kavuşturan dosdoğru yola hidâyet ettik (sevk ettik ve kavuşturduk.) Tevrât'ın içindeki umûmî ve husûsî hükümleri bildirdik. Hakîkî ve rabbânî ilimleri öğrettik. Onlara, Allahü teâlânın dînini bildirdik ve onun üzerine sabit kıldık. O ikisini her türlü günâh işlerden koruduk) buyruldu. (Sâffat sûresi: 118)
5- Kendisinden sonra gelenler tarafından medh edilenlerdendir: Bu husûsta da; “Ve sonrakiler arasında da (onlardan sonra gelen ümmetlerin mü’minleri arasında) onlar (Hazret-i Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm) için güzel bir senâ (övgü) bıraktık. (Nice kavimler onları takdir ve medh edeceklerdir) buyruldu. (Saffât sûresi: 119)
Fahreddîn-i Razî hazretleri, Tefsîr-i Kebîr’inde bu âyet-i kerîmedeki; Sonra gelenlerden murâd, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, övgüden maksat ise, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin, Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) hakkında; “Selâm Mûsâ ve Hârûn üzerine olsun.” (Saffat sûresi: 120) demeleridir” buyurdu.
6- Hakkında selâmetle duâ edilenlerdendir: Melekler, insanlar ve cinler onun hakkında selâmet ve saâdetle duâ ederler. Böyle yüksek bir övgüye lâyık olmuştur. Saffat sûresi 120. âyetinde meâlen; “Mûsâ ve Hârûn üzerine (bizden) selâm olsun. (O iki muhterem peygamber selâma lâyıktırlar) buyruldu.
7- İhsân sâhibi idi. Yâni, mârifet derecesinde Allahü teâlâyı tanıyıp, O'nu görür gibi ibâdet ederdi. Veya beraber yaşadığı insanlara güzel muâmele eder ve ikrâmda bulunurdu. Bu husûs Saffât sûresi 121. âyetinde meâlen şöyle bildirildi; “Şüphe yok ki biz muhsin olanları (ihsân sâhiplerini) böylece mükafatlandırırız.”
8- Fasîh lisân sâhibiydi: Mûsâ aleyhisselâm Medyen dönüşünde, Tûr-i Sînâ'ya gittiği zaman Allahü teâlâ ona peygamberlik emrini bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın kelâmını işitip, peygamber olarak vazifelendirilince, cenâb-ı Hakk'a münâcâtta bulunup kardeşi Hârûn aleyhisselâmın da peygamber olarak vazifelendirilmesini diledi ve kardeşi Hârûn aleyhisselâmın fasîh lisân sâhibi olduğunu bildirdi. Bu husûs, Kasas sûresinde meâlen şöyle bildirildi; (Mûsâ aleyhisselâm dedi ki): “Ve kardeşim Hârûn ise, lisânen benden daha fasîhtir. (Fasîh ve beliğ bir şekilde insanlara Hakk'ı ve hakîkati anlatır.) Onu bana yardımcı olarak gönder ki, beni tasdîk etsin. Fir’avn ve kavminin beni yalanlamalarından korkarım” (Kasas sûresi: 34).


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget