Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İsrâiloğullarına, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen peygamber. Mûsâ aleyhisselâmın yeğeni ve vekili idi. İsmi Yûşa’ olup, hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Yûsuf aleyhisselâmın neslinden gelen Nûn'un oğludur. Annesi, Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşidir. Mısır'da doğdu. Mûsâ'dan (aleyhisselâm) sonra, İsrâiloğullarını Tîh çölünden çıkarıp, dedelerinin eski yurdu olan Kenan diyârına götürdü. Hazret-i Mûsâ'nın vefâtından sonra, Arz-ı Mev'ûd'a (Filistin ve Şam bölgesi) girmek ona nasîb oldu. Amâlika kâfirleriyle ve yerli kavimlerle uzun müddet muhârebe ve mücâdele ederek; Filistin, Ürdün ve Şam topraklarını ele geçirdi. İsrâiloğullarını o beldelere yerleştirdi. Bir müddet İsrâiloğullarının idâreciliğini yaptı. Yüzyirmiyedi yaşındayken Filistin'de vefât etti. Kabrinin, Nablus'da veya Hâlep yakınlarındaki Meârre şehrinde olduğu rivâyet edilir.
Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşinin oğlu olan Yûşa’ aleyhisselâm, onun husûsi talebesi, hâlis hizmet görücüsü ve en yakın dostlarından idi. İsrâiloğullarından Yûsuf aleyhisselâmın neslinden gelen kolun reîsi ve bütün askerlerinin başkumandanıydı. Hazret-i Mûsâ'nın, Hızır aleyhisselâmla görüşmesinde yanlarında bulundu. Pek çok zamanlarda onun en yakın yardımcısı oldu. Mûsâ aleyhisselâm, Fir’avn'un zulmü üzerine, Allahü teâlânın emriyle kendine inanan ve tâbi olanlarla birlikte Mısır'dan Tîh sahrasına hicret etti. Fir’avn'un zulmünden kurtulduktan sonra, İsrâiloğullarını toplayıp bir hutbe okudu. Bunu dinleyenler, mânâ ve hakîkatini düşünüp hayran kaldılar. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Mûsâ (aleyhisselâm) Benî İsrâil'in arasında hutbe okumak için ayağa kalktığında, kendisine, insanların hangisi en âlimdir diye soruldu. Mûsâ (aleyhisselâm) “En âlim benim” dedi. Allahü teâlâ ona; “İki denizin kavuştuğu yerde benim kullarımdan bir kul var, o senden daha âlimdir” diye vahy indirdi.”
Başka bir rivâyette de şöyle bildirildi: Mûsâ aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Kazâda (hüküm vermede) en üstün kulun hangisidir?” diye sordu. Allahü teâlâ; “Nefsine uymayıp, hak ve adâlet üzere hükmedendir” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm tekrar; “Yâ Rabbî! En âlim kulun kimdir?” dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “İlmi insanlarca çok istenen kimsedir. Onun bir sözü benim hidâyetime, onun men'i benim men'ime delâlet eder.” Hazret-i Mûsâ; “Yâ Rabbî! Onu nerede bulurum?” diye sordu. Allahü teâlâ; “Deniz kenarındaki sahradadır” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Ona nasıl kavuşurum?” deyince, Allahü teâlâ; “Zenbiline (sepetine) tuzlu bir balık koy; balığın canlandığı yerde onu bulursun” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm zenbiline bir miktar ekmek ile tuzlu bir balık koydu. Yeğeni Yûşa’ aleyhisselâmı da yanına alarak, Hızır aleyhisselâmla görüşmek üzere yola çıktılar. Yûşa’ aleyhisselâma; “Balık canlandığı zaman bana haber ver” dedi. Bir müddet gittikten sonra, iki denizin birleştiği yerde bir pınar başında oturdular. İstirâhat etmek için oturdukları yerde, hazret-i Mûsâ, bir taşı başının altına yastık yapıp, uyudu. Yûşa’ aleyhisselâm ise abdest alıyordu. Abdest suyundan sıçrayınca, zenbilin içindeki balık, Allahü teâlânın kudretiyle dirildi ve denize gitti. Denizde balığın büyüklüğüne göre yol açıldı. Yûşa’ aleyhisselâm bu hâle şaşırdı. Kalktığında Hazret-i Mûsâ'yı durumdan haberdâr etmeye niyetlendi. Fakat Allahü teâlânın hikmetiyle unuttu. Hazret-i Mûsâ kalktıktan sonra, yola devam ettiler. Bir müddet gittiler. Kuşluk vakti olmuştu. Mûsâ aleyhisselâm; “Yorulduk, getir yemeğimizi yiyelim” dedi. Bunun üzerine Yûşa’ (aleyhisselâm) gördüklerini anlattı ve; “Yâ Mûsâ (aleyhisselâm)! Biz deniz kenarında bir pınar başına gelip, sen istirâhat için yattığın zaman, benim abdest suyumdan sıçrayan damlalar balığa değince, dirilip denize gitti. Gittiği yer, kendine göre yol oldu. Bunu ve balığın durumunu size haber vermeyi unuttum” dedi.
Yûşa’ aleyhisselâm olanları gördüğü gibi anlatınca, Hazret-i Mûsâ memnun oldu ve; “Yâ Yûşa! İşte şu senin gördüğün garib iş, bizim aradığımız şeydir. Bu yolculuğa çıkışımızın sebebi odur. Çünkü ilim öğrenmek için aradığımız zâtı, balığın dirilip denize aktığı yerde bulacağız, geriye dönelim” buyurdu. Sevinerek, geldikleri yoldan geri döndüler. Kendi izlerini tâkib ederek, balığın dirilip denize girdiği yere geldiler. Orada, Hızır aleyhisselâmı ibâdet ederken buldular. Mûsâ aleyhisselâm, Hızır'ı (aleyhisselâm) görünce selâm verdi. Karşılıklı sohbete dalıp yolculuğa çıktılar. Onlar yolculuğa çıkarken, Yûşa’ (aleyhisselâm) geriye döndü.
Bu kıssa, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şu şekilde bildirildi: “Bir vakit, Mûsâ, hizmetinde bulunan gencine şöyle demişti: Ben, iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar (Hızır aleyhisselâma kavuşmak için) gideceğim. Yâhud (maksadıma kavuşmak için) uzun zaman (senelerce veya seksen sene) gideceğim.” İki denizin birleştiği yere ulaştıkları zaman (bir pınarın başında taş üzerine oturdular) balıklarını unuttular. O vakit o balık, denizde uzun bir yarığa doğru yolunu tutmuştu. İki denizin birleştiği yeri geçtikleri zaman, Mûsâ (aleyhisselâm) genç refîkine; Yemeğimizi getir, gerçekten biz (istirahat ettiğimiz yerden sonraki) bu yolculuğumuzdan yorgun düştük” dedi. (Yûşa’ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâma) dedi ki: “Gördün mü, (iki denizin birleştiği yerdeki) kayada eğlendiğimiz (dinlendiğimiz) zaman (balığa âit garib bir hâdise oldu) o balığın hâlini size söylemeyi unuttum. Onu sana haber vermeyi bana ancak şeytan unutturdu. (yani unutmama sebep oldu. Beydâvî tefsîrinde buyruldu ki: “Unutmayı şeytana nispet etmesi, nefsini aşağılamak içindir. Yoksa unutmayı yaratan Allahü teâlâdır.) O balık denizde yolunu acâib bir sûrette tutmuştu. (O canlanarak denize atılmış, bir yolu tâkib edip gitmişti. Mûsâ aleyhisselâm bu sözü işitince); İşte bu, (balığı kaybetmemiz) aradığımız şeydir (zira bu balık, aradığımız kimsenin varlığına delil idi)” dedi. Hemen izlerini tâkib ederek (balığın denize girdiği) sahraya geldiler.
Orada kendi indimizden bir rahmet (vahy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilimi (ilm-i batını) öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır aleyhisselâm) buldular.” (Kehf sûresi: 60-65)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmın kavmine Arz-ı Mev'ûd'u (Filistin ve Şam bölgesini) ihsân edeceğini bildirdi. Fakat o beldelerde zâlim ve zorba bir kavim olan Amâlikalılar yerleşmişti. Bunlar, Nûh aleyhisselâmın oğlu Sam'ın oğlu Lavez'in oğlu Amâlika mensup olan kavim olup, iri cüsseli ve kuvvetli kimselerdi.
Allahü teâlâ bu kavmi helâk edip, Şam ve Filistin diyârlarını İsrâiloğullarına vatan kılacağını Mûsâ aleyhisselâma bildirdi. İsrâiloğullarına, bu bölgede bulunan Erîha şehrine gidip yerleşmelerini emretti ve; “Ey Mûsâ! Ben burayı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım, takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harb et. Zirâ onlara karşı sizin yardımcınız benim. Kavminden her koldan bir temsilci (nakib) seç al. Onlar vefâkar ve itâatti olsunlar” buyurdu.
Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ her sıbtdan, (İsrâiloğullarının her bir kolundan) iyi haber toplayan, sözünde sâdık ve vefâkar birer temsilci seçti. Bunları, Erîha şehri ve ahâlisi hakkında bilgi toplamak üzere gönderdi. Aralarında Yûşa’ bin Nûn da bulunuyordu. Haber toplamak üzere vazifelendirilen kimseler Erîha'ya gittiler. O belde ahâlisinin iri cüsseli, çok kuvvetli ve kalabalık olduğunu görünce korktular. Geriye dönüp, kavimlerine gördüklerini anlatarak, onların harbe gitmelerine mâni oldular.
Mûsâ aleyhisselâmın kavmi, gelen temsilcilerin Erîha şehri ahâlisinin cüsseli, kuvvetli ve kalabalık olduklarını bildirmeleri üzerine, harb etmekten vaz geçtiler. İçlerine bir korku düştü. Ağlayıp feryâda başladılar, ve; “Keşke Mısır'da ölseydik. Yâhud burada ölsek de, Allah bizi o zâlimlerin memleketine sokmasa. Yoksa hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız ganîmet olarak kalacak” dediler. Temsilciler içinde bulunan, Allahü teâlânın kendilerinden ismet ve tevfik ile haber verdiği, Yûşa’ bin Nûn ile Kâlib bin Yuknâ ise, kavimlerine gelip, belde ahâlisinin kötü hâllerinden bahsetmediler. Diğer kabîlelerden o belde ahâlisi hakkındaki haberleri duyanlara ise, korkulacak bir şey olmadığını, Allahü teâlânın yardım ve inâyetiyle Erîha'nın fethedileceğini bildirip, Mûsâ aleyhisselâma yardımcı olmağa çalıştılar. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde Mâide sûresi 23. âyetinde meâlen; Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Amâlika kavmi hakkında bilgi toplamak için gidip, o kavmin kuvveti ve çokluğuyla ilgili haberleri, İsrâiloğullarına bildirmeyen Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: “Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zalimlerin) şehrinin kapısından hemen girin. (Onların vücutlarının büyüklüğünden korkmayın. Biz onları gidip gördük ve öğrendik. Onların bedenleri büyük ve kuvvetli, fakat kalbleri zayıftır. Sizinle harb etmeğe rûhi metanetleri yoktur.) Bir defâ kapıdan girdiniz mi, (Allahü teâlânın vâdettiği yardımın size gelmesiyle) elbette siz gâliplerden olursunuz. Siz, gerçekten inanan, Allahü teâlânın vâdini tasdik eden kimseler iseniz, (Allahü teâlânın kudretine, size yardım edeceği hakkındaki vâdine, Mûsâ aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanıyor, îmân ediyorsanız; düşmanların boy ve cüsselerine bakarak aldanmayınız ve onlardan korkmayınız. Size ilâhî yardımın geleceği husûsunda ve bütün her hâlinizde) Allahü teâlâya tevekkül ediniz. (O'na itimat ediniz. Yalnız O'na güveniniz ve cihâddan geri durmayınız!)”
Mûsâ aleyhisselâmAllahü teâlâ tarafından vâd edilen beldeye kavmini yerleştirmek istiyordu. Onların harbe gitmekten vazgeçmeleri üzerine; “Allahü teâlânın bildirip vâdettiği mukaddes yere girin. Zirâ oranın fethini size nasîb edecektir. Fir’avn'un zulmünden kurtarıp, denizden yol açan Allahü teâlâ, şimdi de sizi oraya ulaştıracak ve o zâlimlere karşı muzaffer kılacaktır” dediyse de, sözünü dinlemediler. Bununla da yetinmeyerek, kendi içlerinden seçilmiş olan Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ'nın da nasîhatlerine kulak asmadılar. Hattâ onları taş ve sopalarla öldürmek istediler. Hazret-i Mûsâ'ya da; “Ey Mûsâ! Cebbârlar, zâlimler kavmi o bölgede bulundukları müddetçe, biz oraya gidecek ve o beldeye girecek değiliz. Artık sen ve Rabbin, (Rabbinin sana vâd ettiği yardımla) beraber gidin de, ikiniz onlarla çarpışın, muhârebe edin. Biz burada kalıp, oturucularız” dediler.” (Mâide sûresi: 24)
İsrâiloğulları, Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ'yı taşlayıp, Mûsâ aleyhisselâma karşı gelerek, Allahü teâlâya isyân edince, Mûsâ aleyhisselâm üzüldü ve kırık kalbiyle Rabbine münâcâtta bulunup; “Yâ Rabbî! Ben kendimle kardeşimden (Hârûn'dan veya sana îmân eden herhangi bir din kardeşimden) başkasına sâhip değilim. (Başkalarına söz geçiremem). Artık bizimle bu fasık kavmin arasını ayır. (Bizim hakkımızda lâyık olduğumuz, onlar hakkında müstehak oldukları şey ile hükmet. Bizi, onların yakınlığından ve arkadaşlığından ayır) dedi.” (Mâide sûresi: 25)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmın duâsını kabûl edip, kavmin isyânı yüzünden kırk sene müddetle, Arz-ı Mev'ûd denilen bölgeye girmelerini haram kıldığını, onların Tîh sahrasından çıkamayacaklarını bildirdi. O kavim kırk sene, Tîh sahrasında şaşkın ve serseri bir şekilde dolaştı. “Biz harbe gitmeyiz” diyerek Arz-ı Mev'ûd'a gitmek istemeyenlerin hepsi, kırk sene içinde öldüler. Kırk senenin sonlarına doğru, Hârûn aleyhisselâm ve ondan üç sene sonra Mûsâ aleyhisselâm vefât ettiler.
Mûsâ aleyhisselâm vefât ederken, yerine Yûşa’ aleyhisselâmı halîfe bıraktı. Allahü teâlâ Yûşa’ aleyhisselâmı da İsrâiloğullarına peygamber olarak vazifelendirdi. Bu sırada, İsrâiloğulları arasında Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ gibi, Mûsâ aleyhisselâma inanan ve itâat eden yaşlılardan pek az kimse kalmıştı. “Biz cebbârlarla (zalimlerle) harbe gitmeyiz” diyenler ölmüş, yerlerine oğulları yetişmişti. Arz-ı Mev'ûd'a girmesi haram kılınan kimselerden bir fert bile yoktu. Allahü teâlâ, Yûşa’ aleyhisselâma; İsrâiloğullarını toplayıp Tîh sahrasından çıkarmasını ve Arz-ı Mev'ûd denilen bölgeye gidip, cebbârlara (zalimlere) karşı harbetmesini emretti. Yûşa’ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını toplayarak Erîha şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay sürdü. Nihâyet bir Cumâ günü, akşam üzeri, mûcizeler göstererek şehri fethetti. Yûşa’ aleyhisselâm ve ona inananlar, Erîha'ya girip zâlim ve kâfir olan ahâlisine hücûm ederek hezîmete uğrattılar. Şehri fethettikten sonra İlya (Eyliya) şehrini de aldılar. Bu şehirlerin, Yûşa’ aleyhisselâm ve ona inananlar tarafından fethedildiğini duyan etrâftaki şehirlerin hükümdârlarından beşi bir araya gelip, ittifâkla İsrâiloğullarına karşı savaşa girdiler. Sonunda hepsi de yenilerek hezîmete uğradılar. Kaçanlar bir yere toplanınca, oraya iri taneli, dolu yağdı. Yağan bu dolularla, hükümdârlar hariç hepsi helâk oldu. Kaçarak bir mağaraya saklanan zâlim hükümdârlar da yakalanıp öldürüldü.
Yûşa’ aleyhisselâm, Erîha ve İlya (Eyliya) şehirleriyle civarını fethettikten sonra, Belka şehri üzerine yürüdü. Etrâfı kuvvetli surlarla çevrili olan Belka şehrinin, Belak isminde zâlim bir hükümdârı vardı. Bu şehirde, Bel’âm bin Baura isimli, İsm-i âzam duâsını bilen, her duâsı kabûl olan, ilim ve ibâdette son derece yüksek bir zât vardı. Sözlerini yazıp istifâde etmek için, elinde hokka ve kalem ile yanında bekleyen ikibin kişi bulunmaktaydı. İsrâiloğullarından olduğu da rivâyet edilen bu seçkin kişi, İbrâhim aleyhisselâmın dînine inanmaktaydı. Yûşa’ aleyhisselâm ve ordusunun Belka şehrine gelmekte olduğunu öğrenen Belak, ona karşı koyacak güçte olmadığını bildiğinden, çâresizlik içinde kıvranıyordu. Yûşa’ aleyhisselâmın ordusu, zamanın en ileri silâhlarıyla donanmış olarak, üzerlerine doğru ilerliyordu. Bunu duyan Belka şehri ahâlisini korku ve panik sardı. Zulmü ile meşhûr olan hükümdârları Belak'a giderek durumu bildirdiler. Her duâsı Allahü teâlâ tarafından kabûl edilen Bel’âm bin Baura'ya başvurmasını istediler.
Hükümdâr, Bel’âm'a gelerek; “Ey Bel’âm! Yûşa’ bin Nûn, İsrâiloğullarından meydana gelen kalabalık bir orduyla topraklarımıza gelmek üzeredir. Hepimizi beldemizden çıkaracağından ve bizi öldüreceğinden korkuyoruz. Zâten onların gayeleri bu topraklarda yerleşmektir. Eğer bu şehre gelirlerse, dünyâ, başımıza zindan olacak. Tek ümidimiz senin duândır. Çünkü senin duân, Rabbin tarafından geri çevrilmez ve kabûl edilir. Bu belâdan kurtulmamız için bize duâ et” dedi. Bel’âm, düşünmek için mühlet istedi. Bu sırada Belka şehri ahâlisi de gelip, duâ etmesi için ısrâr ettiler Onların bilmediklerini bilen Bel’âm, Allahü teâlânın peygamberi olan Yûşa’ aleyhisselâmın aleyhine duâ edemeyeceğini bildirdi. Onlara nasîhat ederek yatıştırmak istedi. Ancak buna rağmen ısrâr etmeleri üzerine; “Size yazıklar olsun! Yazıklar olsun ki, Allah'ın peygamberi ve onun ümmeti aleyhine duâ etmemi düşünebiliyor ve isteyebiliyorsunuz. Onların bu topraklardan gitmeleri için nasıl duâ edebilirim? Başlarında bulunan Yûşa’ aleyhisselâm, benim de inandığım ve ibâdet ettiğim Allah'ın peygamberidir. Meleklerden yardım görmektedir. Üstelik yanındakilerin hepsi de, Allah'a ve onun yardımına inanan kimselerdir” dedi.
Azgın ve îmânsız Belka şehri ahâlisi, duâda bulunması için daha da ısrâr edince; “Bilmez misiniz ki, ism-i âzamı, bildiklerimi ve kabûl edilen duâları bana yüce Allah öğretti. O'nun peygamberine ve ona inananlara karşı nasıl duâ edebilirim. Sizin istediğiniz şekilde duâ ettiğim takdirde, dünyâ ve âhıretim hüsrân olur. Eğer onlardan kurtulmak istiyorsanız, Hazret-i Mûsâ'nın dînine girin. Yûşa’ aleyhisselâmı hak peygamber olarak kabûl edin” dedi.
Bu türlü nasîhat edici sözlere de kulaklarını tıkayan bu şehrin ahâlisi, isteklerinde ısrâr ettiler. Ona hediyeler getirip bir çok dünyâlık vâd ettiler. Buna rağmen duâ etmeye yanaşmayan Bel’âm bin Baura'ya karısı yoluyla tesir etmek istediler. Karısı, Bel’âm'a dedi ki: “Eğer bu kavmin, topraklarımızdan gitmesi için duâ etmezsen, senden ayrılacağım.” Karısının bu türlü tehdidine de aldırış etmeyen Bel’âm, nihâyet Belka şehri hükümdârı Belak tarafından ölümle tehdit edildi. Belak, adamlarına emretti. Bel’âm'ı, îdâm etmek üzere darağacı hazırladılar. Hükümdâr, Bel’âm'ı çağırtıp, îdâm ettirmek üzere darağacının yanına getirtti ve; “Yâ duâ edersin veya seni asacağım” diye tehdit etti. Hükümdârın ölümle tehdit etmesi, halkın bir çok hediyeler getirmesi ve karısının kendinden ayrılacağını söylemesi karşısında, Bel’âm; “Müsâde edin de, Rabbime arz edeyim” dedi. Darağacından kurtulduktan sonra, o gece rüyâsında, Allahü teâlâ tarafından duâ etmemesi emredildi.
Ertesi gün Belka şehri ahâlisine; “Rabbime danıştım. Beni Yûşa’ aleyhisselâm aleyhinde duâ etmekten nehy etti” dedi. Bu sözleri üzerine, halk tarafından tekrar ısrâr edilip, hediyeler getirildi ve bir çok servetler vâd edildi. Bütün bunların sonunda gönlünde dünyâ malına ve servetine karşı meyl belirdi. “Rabbime tekrar arz edeyim” dedi. Ancak o günden sonra, Allahü teâlâdan kalbine ilham olunan herhangi bir emir veya yasak gelmedi. Halk ona gelerek; “Eğer Rabbin senin duâ etmeni dilemeseydi, seni tekrar nehy ederdi” diye fitne vermeye başladı. İnsanların ısrarları ve hükümdârın ölümle tehdit etmesi ve kendisine vâd olunan dünyâlıklar karşısında dayanamayarak duâ etmeye râzı olup, şehrin dışındaki Husban Dağı’na gitmek üzere, merkebine binerek yola çıktı. Yanında Belka şehri ahâlisinden pek çok kimse de vardı. Bir müddet gittikten sonra, eşeği birden yere çöküverdi. Bel’âm, hayvandan inip onu kaldırmaya uğraştı. Güzellikle kaldıramayınca, döverek kaldırdı ve tekrar üzerine bindi. Az sonra, eşek tekrar çöktü. Yine zorlayıp döverek kaldırdıysa da, birkaç adım gittikten sonra hayvan tekrar çöktü. Çöken eşeğini tekrar kaldırmaya çalıştı. Fakat bu sırada, Allahü teâlâ, eşeğe lisân verdi. Eşek konuşmaya başladı ve Bel’âm'a; “Ey Bel’âm! Sana yazıklar olsun. Nereye gidip, ne yapmak istiyorsun? Görmüyor musun? Melekler önüme çıkıyor ve beni senin yolundan çeviriyorlar. Sen onların aleyhinde duâ etmek için yola çıkıyorken; “Allah'ın peygamberi ve ona inananlar da senin aleyhinde duâ etmektedirler” dedi.
Eşeğin bu şekilde ikazı üzerine, duâ etmenin kendisi için uygun olmayacağı kanaatine varan Bel’âm bin Baura, yoldan dönmeye karar verdi. Ancak bu sırada, Allahü teâlânın düşmanı olan mel’ûn şeytan, insan sûretinde gelip; “Ey Bel’âm, niçin dönüyorsun?” diye sordu. Bel’âm da ona; “Eşeğin sözlerini duyduktan sonra nasıl giderim? Nasıl Rabbime karşı çıkar ve O'na inananların karşısında olurum? Evet, bu işten Rabbimin râzı olmadığını biliyordum ama yanıldım, hatâya düştüm” dedi. Bel’âm'ın bu sözleri ve geri dönme isteği üzerine şeytan, ona musallat olup; “Ey Bel’âm! Sen akıllı bir kimsesin. Bilirsin ki eşekler konuşmaz. Bu sözler olsa olsa şeytanın işidir, onun sözüne uyma. Sen mutlaka duâ etmelisin. Senin duâ etmen, îtibârını ve insanların sana meylini arttıracaktır. Sen de bundan faydalanıp, kavmini îmâna dâvet eder, onların kurtulmalarına vesile olabilirsin. Belki Rabbin sana peygamberlik de verir, üstelik verdikleri mal ve servet sana kalır, karın da senden ayrılmaz” diye vesvese verdi. Bu sözleri işiten Bel’âm bin Baura, şeytanın vesvesesine aldanarak eşeğini yeniden dağa doğru çevirdi. Bel’âm, Husban Dağı’nın tepesine ulaşınca, ellerini duâ için kaldırdığı zaman, dilinden, Belka ahâlisi aleyhine ve İsrâiloğulları lehine kelimeler dökülmeye başladı. Bu sözleri işiten kavmi hayretle; “Ey Bel’âm! Ne yapıyorsun? Onlara duâ ediyor, bize bedduâ ediyorsun” dediler. Bel’âm onlara; “Bu sözleri isteyerek söylemiyorum. Allah tarafından böyle konuşturuluyorum” dedi. Bu sırada Allahü teâlânın hikmetiyle, dili ağzından çıkıp göğsü üzerine sarktı. Allahü teâlânın gadabına uğradığını anlayan Bel’âm; “Eyvah, dünyâm ve âhıretim gitti. Bende, hîleden ve hâinlikten başka bir şey kalmadı” diye feryâd etti. “Ey Bel’âm! Duâların niçin etkisiz kaldı?” diye soranlara; “Rabbimin gadabına uğradım. Duâlarımı reddediyor. Ben de kapısından kovuldum” diyerek cevap verdi.
Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği nîmetlerin kıymetini bilmeyen, irâde-i cüziyyesini şeytanın ve kötü insanların istekleri, doğrultusunda kullanan Bel’âm; nefsin ve şeytanın saptırmasıyla, dünyâ malına ve kadına meylederek yeni hîleler peşine düştü. Belka ahâlisine; “Artık bundan sonra duâ etmem. Ama öyle bir hîle yapacağım ki, İsrâiloğulları bizim beldemize gelmekten vaz geçip gidecekler” dedi.
Kavmine yönelerek; “Kadınlarınızdan bir kısmını süsleyerek şehrin dışına, İsrâiloğullarının yanına gönderin, İsrâiloğullarının, kadınlara karşı zaafı vardır. Kadınlara ilgi gösterirler. Sakın engel olmayın. Hattâ imkan tanıyın ki, onlar sizin kadınlarınızla zina etsinler. Onların zina etmesi sebebiyle, gökten bir belâ iner de, zina edenlerin hepsini yok eder. Bu sûretle siz de onlardan kurtulursunuz” dedi.
Zalim hükümdâr Belak, şehir ahâlisine Bel’âm'ın söylediklerini yapmalarını emretti. Onlar da kadınları süsleyip, İsrâiloğullarının arasına gönderdi. Bu kadınlar arasında, Belka şehri hükümdârı Belak'ın kızı da vardı. İsrâiloğullarından Zemrî bin Şelum adındaki bir kimse, beğendiği bir kadını alarak çadırına götürüp, onunla zina etti. Zâten kadınlara karşı aşırı zaafı olan İsrâiloğullarının, bir kısmı birer kadınla zina etti. Bu azgınlık ve isyânları üzerine, Allahü teâlâ onlara, taun (salgın veba) hastalığını gönderdi. Zina edenlerin çoğu bir gün içinde ölüp helâk oldular. Rivâyetlere göre bir gün içerisinde, İsrâiloğullarından yetmişbin kişi helâk olmuştur.
Bu sırada, Finhas bin Ayzâr isminde güçlü kuvvetli bir zât gelip, İsrâiloğullarının bu azgınlığa düştüğünü üzülerek gördü. Sapıtmalarına, Zemrî bin Şelum'un önayak olduğunu öğrendi ve onun çadırına gitti. Bir kadınla zina etmekte olduğunu görüp ikisini birden mızrağıyla öldürdü. İbret almaları için, bu durumu herkese gösterdi. Bunun üzerine İsrâiloğulları, zinadan vazgeçtiler. Allahü teâlâ da onlardan taun (salgın veba) hastalığını kaldırdı.
Uzun bir muhâsaradan sonra Belka şehrini fetheden İsrâiloğulları, Belak'ı ve Bel’âm bin Baura'yı öldürdüler. Böylece Belka şehri, İsrâiloğullarına geçmiş oldu.
Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Ey Resûlüm! Onlara (yahudilere veya Mekkeli müşriklere) o kimsenin (Bel’âm bin Baura'nın) haberini de oku (onlara hatırlat) ki, biz o kimseye vaktiyle âyetlerimizi vermiştik. (Ona tevhide âit bilgilerle îmân ve hidâyet vermiştik ve İsm-i âzam'ı bildirmiştik. Fakat bunlardan istifâde edemeyerek) küfre yönelmek sûretiyle âyetlerimizden sıyrılıp ayrıldı. (Allahü teâlânın emirlerine muhâlefet etti.) Şeytan da onu kendine tâbi kıldı. Artık sapıklardan olmuş oldu. (Dalalete düşmüş, helâke maruz kalmış kimselerden oldu.)
Eğer biz dileseydik o kimseyi, âyetlerimiz (ile amel etmesi) sebebiyle sâlih âlimler derecesine yükseltirdik (ve onu âyetlerimizle küfürden korurduk.) Fakat o, dünyâya meyletti. (Dünyâ varlığını isteyerek dîne aykırı iş yaptı.) Hevasına tâbi oldu. (O, âyetlerden yüz çevirerek dinden döndü.) Onun gibiler (soluyan) köpek gibidir. Onun üstüne varsan da (kovsan da) dilini sarkıtır, solur. Terk etsen de (kendi hâline bıraksan da) yine dilini çıkarır, solur. İşte bu (köpek misâli nefret verici durum), âyetlerimizi tekzîb eden kavmin misâlidir. Artık bu kıssayı (Mekkeli müşriklere veya yahudilere) anlat. Belki onlar düşünüverirler (de senin son ve hak peygamber olduğunu anlarlar.) (A’râf sûresi: 175, 176)
Bu âyet-i kerîmelerde, ilim sâhiplerine şiddetli tenbih vardır. Zirâ, Allahü teâlâ ona; birliğinin ve varlığının delillerini göstermiş, idrâk ihsân etmiş, İsm-i âzam'ı öğretmiştir. Üstelik duâlarının hepsini kabûl etmiştir. Bu kimse nefsinin arzusuna bir an uyarak, dinden çıkmış, îmândan soyunmuş ve köpek derecesine inmiştir.
Yine bu âyet-i kerîmede şuna işâret edilmiştir: “Allahü teâlânın çok nîmet verdiği kimse, hidâyet üzere gitmekten yüz çevirip, dalâlete, nefsinin arzularına boyun eğerse, Allahü teâlâdan uzaklığı da nîmetlerin yüksekliği kadar çok olur. Bu husûsla ilgili olarak Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İlmi artıp da hidâyeti artmayan kimsenin, ancak Allahü teâlâdan uzaklığı artmıştır” buyurmuşlardır.
Müfessirlerin çoğu A’râf sûresi 175 ve 176. âyet-i kerîmelerinde bildirilen kimsenin, Bel’âm bin Baura olduğunu haber verdiler. Bu kıssa hakkında başka rivâyetler de vardır. Fakat umûmi olarak; Allahü teâlânın nîmetlerine kavuştuktan sonra, kıymetini bilmemek sûretiyle, irtidada (îmânsızlığa) ve sapıklığa düşen kimseler için olduğu bildirilmektedir.
Allahü teâlânın insanlara dünyâda iken ihsân ettiği nîmet ve fazîletlerin en üstünü, îmân nîmeti ve şerefidir. En mühim husûs; ihsân edilen bu nîmeti, son nefese kadar muhâfaza ederek, rûhunu îmânla teslim etmektir. Son nefeste âhırete îmânla gidebilmek ve ebedî saâdete kavuşabilmek için, dünyâda Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak lâzımdır. Vakit geçirmeden, daha önce yapılan, günâh ve kusurlara tevbe etmelidir. Çünkü her günâhı yaptıktan sonra tevbe etmek de farzdır. Her günâhın tevbesi kabûl olur. Kimya-ı Seâdet de buyruluyor ki: Şartlarına uygun yapılan tevbe, muhakkak kabûl olur. Tevbenin kabûl edileceğinde şüphe etmemelidir. Tevbenin, şartlarına uygun olup olmamasında şüphe etmelidir. Tevbe edilmeyen herhangi bir günâhtan, Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünkü Allahü teâlânın gadabı, günâhlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlip ve intikâm alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâh sebebiyle sonsuz olarak red edebilir. Bunu Kur'ân-ı kerîm haber veriyor ve ikiyüzbin sene itâat eden iblisin (şeytanın), kibirlenip secde etmediği için, ebedî mel’ûn olduğunu bildiriyor. Yeryüzünde halîfesi olan Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için ebedî tard eyledi.
Sa’lebe, sahâbe arasında çok zahid idi. Çok ibâdet ederdi. Câmiden çıkmazdı. Bir kere sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitti. Peygamber efendimize de (sallallahü aleyhi ve sellem) onun için duâ etmemesi emir olundu. Allahü teâlâ, bunlar gibi daha nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almıştır. Bel’âm bin Baura da şeytanın vesvesesine ve nefsinin hevasına uyarak dünyâya ve kadına meylettiği için, son nefeste îmânsız gitti. “O gibiler köpek gibidir” diye dillerde kaldı.
O hâlde, her mü’minin günâh işlemekten çok korkması lâzımdır. Ufak bir günâh işleyince, hemen tevbe ve istiğfâr etmesi, yalvarması lâzımdır. İslâm âlimleri, şu on şeyin son nefeste îmânsız gitmeye sebep olduğunu bildirmişlerdir: 1- Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenmemek, 2- Îmânını, Ehl-i sünnet îtikâdına göre düzeltmemek, 3- Dünyâ malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak, 4- İnsanlara, hayvanlara, kendine; zulüm, eziyet etmek, 5- Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebep olanlara şükretmemek. 6- Îmânsız olmaktan korkmamak, 7- Beş vakit namazı vaktinde kılmamak, 8- Fâiz alıp vermek, 9- Dinine bağlı olan müslümanları beğenmemek, 10- Fuhuş sözleri, yazıları ve resimleri söylemek, yazmak ve yapmak.
Bir kimsenin îmânı, son nefeste belli olur. Bir çok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp, sonunda îmâna kavuşabilir. Bütün ömrü îmân ile geçip, sonunda tersine dönen de olur. Kıyâmette, son nefesteki hâle bakılır.
Bel’âm bin Baura'nın, son nefeste îmânsız giderek helâk olma sebep ve hikmetlerinden birisi; Allahü teâlânın ihsân ettiği ilmin kıymetini bilmeyip, onunla amel etmemesi; nefsine ve şeytana aldanarak ilmini dünyâlık ele geçirmek için kullanmasıdır.
Allahü teâlâ, Nisâ sûresi 36. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarsa, Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri, bunların üzerine olsun?” buyurarak, ilminin kıymetini bilmeyenleri ve ilmi ile insanlara faydalı olmayanları zemmetmektedir. Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de; “Faydasız ilmi öğrenmekten ve Allahü teâlâdan korkmayan kalbden ve dünyâya doymayan nefsten ve Allah için ağlamayan gözden ve kabûle lâyık olmayan duâdan Allahü teâlâ bizi korusun?” buyurmak sûretiyle, faydalı olmayan ilimden Allahü teâlâya sığınmıştır.
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün Ebû Hüreyre'ye (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Bir kimse, Hak teâlâ hazretlerine Nûh aleyhisselâmın ömrünce ibâdet eylese, kendisinde su üç haslet bulundukça yaptığı ibâdetten bir fayda edinemez. 1- İlmi ile amel etmemek, 2- Yediği yemeğin helâl olmaması ve helâli de isrâf etmek, 3- Allah'a âsî olmaktan kaçınmamak.” (Ehl-i sünnet îtikâdını öğrenmeyen, îmânı bunlara uygun olmayan ve haramları ve farzları bilmeyen ve bunlara uymayan kimse, Allahü teâlâya âsî olur).
İlmin kıymetli ve şerefli olması; sâlih niyete bağlıdır. İlmi, cehaletten ve nefsinin hevasından kurtulmak için öğrenmelidir. İlmi ile amel etmek ve başkalarına öğretmek ve bunları ihlâs ile yapmak da lâzımdır. Amel ve ihlâs ile olmayan ilim zararlıdır. Hadîs-i şerîfte; “Allah için olmayan ilmin sâhibi, Cehennem’de ateşler üzerine oturtulacaktır” buyruldu. Mal, mevki ve şöhret için ilim sâhibi olmak böyledir. Dünyâlık ele geçirmek için ilim öğrenmek, yâni dîni dünyâya vesile etmek, altın kaşıkla necaset yemeğe benzer. Dini, dünyâ kazancına alet edenler, din hırsızlarıdır. Hadîs-i şerîfte; “Din bilgilerini dünyâlık ele geçirmek için edinenler, Cennet’in kokusunu duymayacaklardır” buyruldu. Fen bilgilerini, dünyâ menfaati için öğrenmek câizdir. Hattâ lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır. Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemeyeceklerdir. Böyle olan insana; denizdeki balıklar, yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar duâ edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyâlık ele geçirmek için kullananlara, kıyâmette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır” buyruldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri de Mektûbâtının 1. cilt 53. mektubunda buyurdu ki: “İnsanların saâdeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felakete, Cehennem’e sürükleyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dini, dünyâ isteklerine alet eden, herkesin îmânını bozan din adamı da, dünyânın en kötüsüdür. İnsanların saâdeti ve felaketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları din adamlarının elindedir. Büyüklerden biri, şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş; şeytan demiş ki: “Bu zamanın din adamları, bizim işimizi görüyor, insanları yoldan çıkarmak için bize iş bırakmıyorlar.”
Bel’âm bin Baura'nın felaketine sebep olan husûslardan birisi de, dünyâya düşkün olmasıdır. Dünyâya düşkün olmakla ilgili olarak, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Dünyâya düşkün olmak bütün kötülüklerin başıdır. Dünyâdan kendini sakınan kimseler, zahid olanlardır” ve “Ümmetim üç şeyi sever, fakat o üç şey onların değildir: 1- Vücuddaki canı sevmek, 2- Malı sevmek, 3- Dünyâyı sevmek.” Dünyâ nedir, ne değildir?. Çok iyi bilmek lâzımdır. Bunu âlimlerimiz şöyle açıklamaktadır. Dünyâ, ednâ kelimesinin müennesidir. Yâni, ism-i tafdîldir. Masdarı, dünüv veya denâetdir. Birinci masdardan gelince, çok yakın demektir. Mülk sûresinin; “Biz en yakın olan gökü, çırağlarla süsledik” meâlindeki 5. âyet-i kerîmesinde geçen dünyâ kelimesi böyledir. Bâzı yerde de, ikinci mânâ ile kullanılmıştır. Meselâ; “Denî, alçak şeyler mel’ûndur” hadîs-i şerîfinde böyledir. Yâni: “Dünyâ mel’ûndur” demektir. Alçak şeyler, cenâb-ı Hakk'ın nehy-i iktizâî ve nehy-i gayr-i iktizâîsidir. Yâni, haram ile mekruhlardır. Şu hâlde, Kur'ân-ı kerîmde, zemmedilen, kötü denilen dünyâ, haramlar ve mekruhlardır. Mal kötülenmemiştir. Çünkü, cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir.
Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan sayılmaz. Ahretten sayılırlar. Âhırete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Haramlar, günâhlar ve mubahların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar, dînimizin emirlerine uygun kullanılırsa, âhırete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhıret nîmetlerine kavuşulur. Mal; iyi de değildir, kötü de değildir. İyilik, kötülük, onu kullanandadır. O hâlde, mel’ûn olan, kötü olan dünyâ; Allahü teâlânın râzı olmadığı âhıreti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar; yolda, hayvanının süsü ile, palan ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helâk olur. İnsan da ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünyâ zînetlerine aldanır, âhıret hazırlığı yapmazsa ebedî felakete sürüklenir. Dünyâ sevgisi, âhırete hazırlanmaya mâni olur. Çünkü, kalb onu düşünmekle, Rabbini unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz hâle gelir. Dünyâ ile âhıret, doğu ile batı gibidir. Birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse ibâdetini yapmaz, geçiminde ve kazancında Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını gözetemezse, dünyâya düşkün olmuş olur.
Marifetname’deki hadîs-i şerîflerde şöyle buyruldu: “Mes’ûd o kimsedir ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmiştir.”
“Arzusu âhıret olup, âhıret için çalışana, Allahü teâlâ dünyâyı hizmetçi yapar.”
“Yalnız dünyâ için çalışana, yalnız kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık, üzüntüsü çok olur.”
“Âhıretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyâya sarılması, çok şaşılacak şeydir.”
“Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhıret için yaratıldınız! Âhırette ise, Cennet’ten ve Cehennem’in ateşinden başka yer yoktur.”
“Paraya, yiyeceğe tapınan kimse helâk olsun!”
“Sizlerin fakir olacağınızı düşünmüyor, bunun için üzülmüyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyânın elinize bol bol geçerek, Allahü teâlâya âsî ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum.”
“Mal ve şöhret hırsının insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından daha çoktur.”
“Dünyâyı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin! İnsanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin!”
“Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tâmir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!”
“Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhırete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!”
Hadis-i kudsîde; “Ey dünyâ! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!” buyruldu.
Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Yâ Rabbî! Beni sevenlere, hayırlı mal ver. Bana düşmanlık edenlere, mallarını ve çocuklarını düşman eyle!” buyruldu.
Bir yahudi öldü. Bir köşk ile iki oğlu kaldı. Köşkü taksimde anlaşamadılar. Duvardan bir ses geldi. “Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir pâdişah idim. Çok yaşadım. Mezârda yüzotuz sene kaldım. Sonra, toprağımla çanak, çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra benimle kerpiç yaptılar. Bu duvarın inşasında kullandılar. Birbirinizle dövüşmeyiniz. Siz de, benim gibi olacaksınız” dedi.
Yine İslâm âlimleri, dünyânın ne demek olduğu husûsunda buyurdular ki:
Dünyâ zıll-i zaildir. Ona güvenen nadimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın. Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine aldanmayan, Cennet nîmetlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünyâ harâbdır. Şerbetleri serabdır. Nimetleri zehirli, safâları kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalayandan kaçar. Kaçanı kovalar. Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Nimetleri geçici, hâlleri değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda vefâ ve safâ bulunmaz. Fânî olan ver ki, bakî olan alasın. Kendini bilen kişinin, bu dünyâya düşkün olmasına şaşılır. Şakiler, dünyâya sarılır. Sa’îdler, bakî olana sarılır. Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhıreti bul! Nefsin arzularını terk eden, pâk olur, afetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene, Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlayan, onun sıkıntılarından üzülmez ve ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini bulur. Mevlasına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. Dünyâ, insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar, kaçarsan seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet, lezzetlerine aldanmayanlara nîmet, ibâdet edenlere kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet ve kendini tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nispetle Cennet, âhırete nispetle çöplük gibidir.
Bel’âm bin Baura'nın felaketine sebep olan husûslardan birisi de, nefsinin hevâ ve isteklerine tâbi olmasıdır. İnsanın; şeytan, dünyâ, kötü arkadaş ve nefs gibi dört azılı düşmanı vardır. Nefs, bunların en önemlisi ve her an karşı karşıya geldiğidir. Onun arzu ve isteklerine boyun eğmek, hem dünyâda hem de âhırette felakete uğramaya sebeptir. Bel’âm bin Baura da, nefsinin isteklerine kapılarak yaratılış gayesinden gaflet ettiği için, son nefeste îmânsız gitmiştir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Nefsini tanıyan, Rabbini tanır” buyurduğu için, nefsi çok iyi ve etrâflıca bilmek lâzımdır. Din ve dünyâ felaketine sebep olan nefs nedir? Onunla nasıl mücâdele edilir? İnsanın, devamlı içinde sakladığı, her an îmânsızlık zehirini akıtmak için hazır bekleyen nefsi, İslâm âlimleri şöyle anlatıyorlar:
Nefs; Allahü teâlânın, insanın vücûduna yerleştirdiği rûhun aksine olarak, her isteği onun zararına olan ve insanın üreme ve dünyâ için çalışmasını sağlayan bir kuvvettir. Dinimiz nefsin yaratılmasından maksadın; insanların üremesi ve dünyâ için çalışmaları olduğunu, bildirmektedir. İnsanlar, muhtâç oldukları şeylere kavuşmak ve korktuklarından korunmak için, şehvet ve gadab denilen iki ayrı kuvvetten istifâde ederler. Ayrıca insanda, seve seve çalışması, usanmaması için nefs-i emmare denilen üçüncü bir kuvvet daha vardır. Nefs-i emmare, arzu edilenleri ele geçirmek, gadab edilenlerle dövüşmek için insanı zorlar, isteklerinde sınır tanımaz. Yaptığı işler, hep aşırı ve zararlıdır. Nefs-i emmareden hâsıl olan kötülükler, insanın kendi hastalığıdır. Öldürücü zehirdir ve kullukla bağdaşmaz. Dışardan gelen kötü istekler, şeytandan gelmekte beraber geçici hastalıklardandır. Ufak bir ilaç ile kolayca giderilebilir. İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. Varlıklar içinde en câhil olan insanın nefsidir. Çünkü, hep kendine zararlı şeyleri ister. Her istediği, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerdir. Her işi, yaratanı olan ve bütün iyiliklerin sâhibi bulunan Allahü teâlâya karşı gelmektir.
Nefsin kötülüklerinden emîn olmak için; İslâmiyetin emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak sûretiyle onu tezkiye etmeli; kötülüklerden temizleyip fazîletlerle süslemelidir. Nefsin tezkiyesi, doğru bir îmâna sâhip olduktan sonra; farzları, haramları, vâcib ve sünnetleri öğrenip, bütün işleri öğrenilenlere göre yapmakla mümkündür. Nefsin kötülüklerden temizlenmesiyle, kalb de kötü düşüncelerden arınır.
Nefsin şehvetlerine, isteklerine, lezzetlerine tâbi olmaya hevây-ı nefs denir. Bunun, insanı dünyâda ve âhırette felaketlere götüren pek kötü bir hastalık olduğu, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. Çünkü nefs, dâimâ Allahü teâlâyı inkar, O'na inâd, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid’at sâhibi olmaya yahut fıska yâni haram işlemeye başlar. Ebû Bekr Tamistanî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.” Sehl bin Abdullah-i Tüsterî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “İbadetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır.” İslâm bin Yûsuf Belhî, Hatim-i Esam'a (rahmetullahi aleyhimâ) bir şey hediye etti. Hatim bunu kabûl edince; “Bunu kabûl etmek nefsin arzusuna uymak olmaz mı?” dediler. “Kabûl etmekle kendimi zelîl, onu azîz eyledim. Red etseydim, kendim azîz, o zelîl olurdu. Nefsimin hoşuna giderdi” dedi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) uzun bir hadîs-i şerîfin sonunda; “İnsanı felakete sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.” buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Allahü teâlânın, insana yardımına mâni olan perdelerin en kötüsü, ucbdur. Yâni ayıblarını görmeyip, kendini beğenmektir. Îsâ aleyhisselâm, havârîlerine; “Ey havârîler! Rüzgâr çok ışıkları söndürmüştür. Ucb da, çok ibâdetleri söndürmüş, sevâblarını yok etmiştir” buyurdu.
Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar; nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır” buyruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte; “Aklın alâmeti; nefse galib ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti; nefse uyup, Allah'tan af ve merhamet beklemektir” buyruldu. Nefse uyup da, tevbe ve istiğfâr etmeden, af ve Cennet beklemek ahmaklıktır. Sebebine yapışmadan bir şey beklemeye temenni; sebebine yapıştıktan sonra, beklemeye recâ denir. Temenni, insanı tembelliğe götürür. Reca ise, çalışmaya sevk eder. Nefsin sevdiği, istediği şeylere hevâ denir. Nefs, yaratılışında kötülükleri, zararlı şeyleri sevici ve isteyicidir.
Yûşa’ aleyhisselâmın kumandası altında, Erîha, Eyliya ve Belka şehirlerinin fethedilmesinden sonra, Arz-ı Mev'ûd diye bilinen Filistin ve Şam diyârı, peyderpey İsrâiloğullarının eline geçti. Fetihler yedi sene devam edip, Kudüs şehri de Yûşa’ aleyhisselâm ve ona inananlar tarafından fethedildi. Yaptıkları azgınlık ve isyânların cezâsı olarak, kırk sene müddetle Tîh sahrasında kıtlık ve yokluk içinde kalan İsrâiloğulları, Arz-ı Mev'ûd'a gelip türlü türlü nîmetlerden istifâde etmeye başladılar.
Beyt-i Mukaddes'in bulunduğu Kudüs-i şerîfe girdikleri sırada, Tîh sahrasından kurtuldukları ve Arz-ı Mev'ûddaki türlü nîmetlere kavuştukları için, cenâb-ı Hakk'a şükür secdesi yapmaları ve geçmiş günâhlarına tevbe ve istiğfâr etmeleri emredildi. “Hıtta” yâni; “Yâ Rabbî! Bizim dileğimiz günâhlarımızın affolmasıdır. Yâ Rabbî! Bizim günâhlarımızı affedip, amel defterimizden silmeni niyaz ederiz” demeleri bildirildi. Fakat, İsrâiloğulları Allahü teâlânın bu emrini hafife alıp; “Hıtta” kelimesi yerine buğday mânâsına gelen “Hınta” dediler. Allahü teâlâ, emrini hafife alıp, alay ettikleri için, onlara azâbını gönderdi. Bir rivâyete göre, yıldırım düşüp âsî olanların hepsi helâk oldular. Bir başka rivâyete göre de taun yâni salgın veba hastalığına tutulup bir saat içinde, ölüp helâk olmuşlardır.
Bu husûs Bakara sûresi 58 ve 59. âyetlerinde meâlen; “Hatırlayın ey İsrâiloğulları! Hani biz (sizin dedelerinize), şu beldeye (Beyt-i Mukaddes'e) giriniz. Oranın meyvelerinden ve yiyeceklerinden bol bol dilediğiniz yerde oturup yiyiniz. O beldenin kapısından secde eder olduğunuz hâlde mütevazı bir şekilde giriniz ve, (Yâ Rabbî! Beşer olarak yaptığımız hatâ ve günâhlarımızın bağışlanmasını senden niyaz ederiz mânâsına) Hıtta deyiniz. (Siz böyle niyaz ediniz ki) sizin hatâlarınızı mağfiret edelim. İyilik edenlerin (Allahü teâlâya ibâdet ve tâat ederek ihsânda bulunanların) mükafatını daha fazlalaştıracağız” dedik. Fakat bizim “Hıtta” demelerini emretmemiz üzerine nefslerine zulmedenler (İsrâiloğullarından zulümkar olan kimseler) sözü (yani Hıtta kelimesini) kendilerine söylenilenden başkasına tebdil ettiler. (Hıtta yerine Hınta diyerek istihzâ ve alay ettiler.) Biz de yaptıkları fıskın (günahın) karşılığı olarak, o zâlimlerin üstüne gökten korkunç bir azâb indirdik” buyruldu.
Sahîh-i Buhârîde, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İsrâiloğullarına (Beyt-i Makdis'e) o beldenin kapısından secde eder olduğunuz hâlde mütevâzî bir şekilde giriniz ve; Yâ Rabbî! Hıtta (yaptığımız hatâ ve günâhlarımızı bağışlamanı senden niyaz ederiz)” deyiniz diye emrolundu. Onlar (dan zâlim olanlar hafife alıp alay etmek için bu emirleri) değiştirdiler. Ve ellerini kalçalarına dayayıp, ayaklarını sürüyerek kibir ve gurur ile girdiler. “Hıtta” yerine “Habbetün fi şeîratin” (arpa tanesi) dediler.”
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte de; “İsrâiloğulları, secde ederek mütevâzî bir şekilde girmeleri emredilen kapıdan, ellerini kalçalarına dayayıp, ayaklarını sürüyerek kibir ve gurur ile girdiler. Onlar (dan zâlim olanlar); Hıntatün fî şeîratin (Arpa içinde buğday isteriz) dediler” buyruldu.
Yûşa’ aleyhisselâm Erîha ve Kudüs şehirlerini fethedince o beldelerin ahâlisinden bir çoğu, emân dileyip, îmâna geldi. Bu bölgedeki diğer şehirleri de fetheden Yûşa’ aleyhisselâm, batıda beş şehre gidip orayı da düşmanlardan aldı. Daha sonra Şam diyârına giderek orada yerleşmiş otuzbir hükümdârlığın beldelerini zaptetti. Putperest ve Allahü teâlâya isyân eden hükümdârları öldürtüp, memleketlerini İsrâiloğulları arasında taksim eyledi. Bu savaş ve fetihler yedi yıl sürdü.
Arz-ı Mev'ûd denilen beldeleri yedi yılda fethedip, İsrâiloğullarını oraya yerleştiren Yûşa’ aleyhisselâm, yirmi yıl daha İsrâiloğullarına, Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan Tevrât'ı okudu ve hükümlerini açıkladı. Onların Allahü teâlâya îmân ve ibâdet üzere kalmalarına çalıştı.
Ömrünün sonuna doğru hastalandı. Bunu duyan Selem hükümdârı Bârık, bütün halkıyla mürted olup dinden çıktı. Yûşa’ aleyhisselâm, hastalığı sebebiyle ona karşı harbe gidemedi. Yerine Kâlib bin Yuknâ'yı halîfe tâyin etti. Mürtetlere de bedduâda bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, yirmiyedi yıl, insanlara Allahü teâlânın emirlerini bildirdi ve 127 yasında vefât etti. Kabri, Nablus veya Hâleb yakınındaki Mearre şehrinde olduğu rivâyet edilir.
Yûşa’ aleyhisselâm, İstanbul'a hiç gelmedi. Beykoz tepelerinde ziyâret edilmekte olan kabrin, Yûşa’ peygambere âit olduğu söyleniyorsa da, târihi bilgilere uygun değildir. Bu bir velî veya havârîlerden biri olabilir. Böyle ise yine kıymetlidir. Yûşa’ peygambere âit olup olmadığını kesin olarak söylemek uygun değildir.
Yûşa’ aleyhisselâmın vefâtından sonra Kâlib bin Yuknâ, Allahü teâlâya îmân edenlerle birlikte, daha önce mürted olup dinden çıkan Bârık üzerine yürüdü. Selem diyârını fethedip, bunlardan onbin kadarını öldürdü. Bârık ve ileri gelenlerini yakalayıp esir etti. Ölümden kurtulup dağlara kaçanlar da, Yûşa’ aleyhisselâm daha önce bedduâ ettiği için zillet ve sıkıntı içinde yaşayıp telef oldular.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hızır aleyhisselâm ile İlyâs aleyhisselâmın isimlerinin birleştirilerek söylenmesidir. Rûmî senede Nisan ayının yirmiüçüncü, miladî senede Mayıs ayının altıncı gününe Hıdırellez denilmiştir. Bir yıl, Hızır ve Kâsım olarak ikiye ayrılır. Mayıs ayının 6'sında Hızır ile yaz başlar ve 186 gün sürer. Kâsım ayının 8'ine kadar devam eder, bundan sonra kış başlar. 179 gün (Şubat'ın 29 çektiği artık yıllarda 180 gün) sürer. Yazın ilk günü sayılan 6 Mayıs gününe Hıdırellez denmesinin sebebi ise; Hızır aleyhisselâmın, kurak bir yere oturması ile o yerin yeşerip, dalgalanmaya başlamasıdır. Bu sebeple, yaz başlangıcında ortalığın yeşermeye başladığı güne yeşil mânâsına gelen hızır günü, yine bu güne Hızır ile İlyâs'ın aleyhimesselâm buluştukları rivâyeti sebebiyle de Hıdırellez (Hızır-İlyâs) denmiştir.
Bu gün yaz günlerinin başlangıcı sayıldığından, temiz havadan ve bol güneşten istifâde etmek maksadıyla kırlara çıkmak, halk arasında âdet hâline gelmiştir. Bu günün İslâmiyette dîni bir hüviyeti ve kutsiyeti yoktur.
Soğuk ve yağışlı geçen kış günlerinden sonra havaların ısınması ve toprağın yeşile bürünmesi, insanların açık havaya, kırlara çıkmak arzuları, Hızır ve İlyâs aleyhisselâma müslümanlar arasında duyulan sevgi ve saygı ile birleştirilerek böyle bir âdet ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu gün, insanların bir araya gelip karşılıklı olarak muhabbet ve hürmet duyguları içinde sohbet ederek hoşça vakit geçirmeleri; kırlarda ve mesîre yerlerinde birbirlerine hürmet ve ikrâmda bulunarak, aralarındaki dostluk ve kardeşlik bağlarının kuvvetlendirilmesine vesile yapılmıştır. Bilhassa Anadolu'da bir halk âdeti olarak yaşamıştır. Ancak, son yüz sene içinde Hıdırellez'in aslı ve mânâsı bozulup, yeni çehrelere büründürülmüştür. Hızır, hıristiyanların “Noel Baba”larına benzetilmek istenerek, Noel Baba'nın yılbaşlarında herkese hediye dağıttığı gibi, Hızır'da bolluk ve bereketin işâreti olarak yeşilliği, çiçeği getirdiği inancı rastgele söylenmektedir. Bundan dolayı, hıristiyanların Noel gecelerinde yaptıkları her türlü taşkınlık ve çılgınlıkların, Hıdırellez günü müslümanlar tarafından yapılması için çeşitli telkin ve propagandalar yapılmaktadır. Bunların İslâmiyetde hiç bir yeri yoktur. İslâmiyet, Hızır ve İlyâs'ın aleyhimesselâm Allah'ın sevgili kullarından olduğunu haber vermekte, fakat onlar adına mukaddes bir gün bildirmemektedir. Dolayısıyla 6 Mayıs'ta İslâmiyetin beğenmediği, haram ettiği şeyleri yaparak eğlenmek yasaktır. Bunun gibi, bu günde halk arasında zaman zaman görülen bâtıl îtikâdlardan olan kısmet açılsın diye ağaç dallarına para ve bezler bağlamak gibi işlerde, İslâmiyetin yasakladığı şeylerdendir. Bu gibi hurafelerin kaynağı, esasen hıristiyanlık ve yahudiliktir. Bize onlardan geçen bu gibi şeylerin Hızır ve İlyâs (aleyhimesselâm) ile hiç bir alâkası yoktur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Arais-ül-mecalis kitabında şöyle bildirilmiştir: “Ebû Ümame Bahilî hazretleri şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Size Hızır'dan bahsedeyim mi?” (Dinleyenler;) “Evet, yâ Resûlallah” dediler. Buyurdu ki: “Hızır, İsrâiloğullarının çarşısında dolaşırken, önüne bir mükâteb (belli para karşılığında âzâd olacak köle) çıktı. Bana bir sadaka ver. Allahü teâlâ seni mübârek ve üstün eylesin” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Allahü teâlâya inandım, Allahü teâlânın takdir ettiği elbette olacak. Sana verecek bir şeyim yok” dedi. Adam; “Bana bir sadaka ver, Allahü teâlâ seni bereketli eylesin. Zirâ yüzünde hayır, iyilik görüyorum. Bu sebeple senin tarafından bir iyilik istiyorum” dedi. Hızır aleyhisselâm yine; “Allahü teâlâya îmân ettim. O'nun takdir ettiği olacak, yanımda sana verecek bir şey yok” dedi. Sadaka isteyen ona; “Senden Allahü teâlânın ismi ile istiyorum, sen bana sadaka vermiyorsun” dedi. Hızır (aleyhisselâm) yine; “Allahü teâlâya îmân ettim. O'nun takdir ettiği elbette olacak; yanımda sana verecek bir şey yok, ancak elimi tut, pazara götür ve beni sat (o parayı) al” dedi. Köle; “Böyle şey olur mu?” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Doğru söylüyorum. Çünkü sen, Allahü teâlâ hürmetine benden istedin. Rabbimin rızâsı hakkı için istedin. Ben de kabûl ettim. Şimdi elimi tut, beni pazara götür ve sat” dedi. Hızır'ın (aleyhisselâmelini tutup, pazara götürdü ve dörtyüz dirheme sattı. Hızır (aleyhisselâm) satın alanın yanında birkaç gün kaldığı hâlde, sâhibi kendisine bir iş vermedi. Hızır (aleyhisselâmona; “Bana iş emret, çalışayım” dedi. Efendisi; “Sen ihtiyârsın, sana meşakkat vermek, seni yormak istemem” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Hayır ben yorulmam, çalışırım” diye cevap verdi. Efendisi; “Öyleyse kalk, bu taşı buradan şuraya naklet” dedi. Halbuki dediği taşı, tam bir günde ancak altı kişi oraya götürebilirdi. Kalktı ve bir saatte taşı oraya götürdü. Allahü teâlâ bir meleği ona gönderip, onun yardımıyla götürmüştü. Adam hayret etti ve; “Pek güzel yaptın” dedi. Sonra efendisinin yolculuğa çıkması icâbetti. Hızır'a (aleyhisselâm); “Seni emîn, sâlih, adil bir kişi görüyorum, ben yolculuğa çıkıyorum. Sen bana vekaleten evde kal” dedi. “Olur. İnşâllah, ama bana uğraşacak bir iş de ver” dedi. “Sana zahmet vermek bana iyi gelmiyor” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Hayır, zahmet olmaz” dedi. Efendisi; “Peki, kerpiç yap, lâzım olacak, bir köşk yapacağım” dedi ve nasıl yapacağını ona anlattı. Sonra sefere çıktı. İşini görüp, seferden dönünce, bir de ne görsün. Hızır (aleyhisselâm), binâyı onun istediği gibi yapmıştı. Bu sefer, efendisinin hayreti daha da arttı ve ona; “Sen kimsin?” dedi. Hızır (aleyhisselâm) “Ben senin aldığın bir köleyim” dedi. Efendisi; “Allah için sordum. Kim olduğunu bana bildir” dedi. Hızır (aleyhisselâmdedi ki; “Kullukta, ismine hürmeten sorduğun suâl için, şimdi cevap veriyorum: Ben Hızır'ım. Bir dilenci, Rabbimin rızâsı için kendisine bir sadaka vermemi istedi. Ona verecek bir şeyim yoktu. Kendimi ona verip, beni sat dedim. Bana gelen haberde; Bir kimseden Allah için bir şey istenir de, verecek bir şeyi olduğu hâlde, ona bir şey vermezse, kıyâmet günü Rabbinin huzûrunda, yüzünde et ve deri olmadan, sâdece sallanan kemikler olduğu hâlde bulunur” diye bildirildiBunun üzerine o adam ağladı, eğildi, onu öptü ve; “Anam babam sana fedâ olsun! Sana zahmet verdim. Seni tanımadım. Mal ve çoluk-çocuğum için ne istersen emret. Serbest olayım diyorsan, serbest ol” dedi. “Beni bırakmanı ve Rabbime ibâdet etmemi isterim” dedi. O adam kâfir idi. Hızır'ın aleyhisselâm elinde îmâna geldi ve ona dörtyüz altın verip, serbest bıraktı. Bunun üzerine Allahü teâlâ Hızır'a (aleyhisselâm); “Seni kölelikten kurtardım. Kâfiri elinde îmân ettirdim. Her gümüşe karşılık sana bir altın verdim ki, benimle muâmele edenlerin zarar etmediklerini bilesin” diye vahyetti.
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) ile Tebük harbinde iken, ikindi namazını kıldıktan sonra iki beyt işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızır'dır. Sizi övüyor” buyurdu.
Ebü'l-Hasen Hayrün-Nessac, İbrâhim Havvâs'ın şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir yolculuğum sırasında çok susamıştım. Susuzluktan kendimden geçip, yere yıkıldım. Ben bu hâlde iken, yüzüme su serpilmeye başladı. Gözümü açıp baktım ve gördüm ki, yanımda gâyet güzel yüzlü bir zât, bineği üzerinde duruyordu. Bana su verip içirdikten sonra; “Terkime bin” dedi. Ben Hicaz'a gidiyordum. Kalkıp terkisine bindim. Çok az bir müddet terkisinde oturdum. Beni kısa bir zaman içinde Hicaz'a ulaştırıp; “Ne görüyorsun?” diye sorunca; “Medîne-i münevvereyi görüyorum” diye cevap verdim. Sonra bana; “Haydi in, benden Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme selâm söyle. Kardeşin Hızır (aleyhisselâm) selâm söyledi de!” buyurdu.
Ebü'l-Hadid, Muzaffer Cessas'ın şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir gece Nâsr'ul-Harrât ile ilimden bir mevzu üzerinde müzakere yapıyorduk. Nâsr'ul-Harrât dedi ki: “Allahü teâlâyı zikreden kimsenin daha zikrinin başında elde ettiği fayda, Allahü teâlanın da kendisini andığım bilmesidir. İşte, Allahü teâlâ onu andığı için, o Allahü teâlâyı zikretmiştir.” Ben ise ona muhâlefet etmiştim. Bunun üzerine; “Eğer Hızır aleyhisselâm burada olsaydı, söylediğim bu sözün doğru olduğunu tasdik ederdi” dedi. Bu sırada, havada yürüyerek, yanımıza doğru yaklaşan birini gördük. Yanımıza gelince; “Doğrudur, Allahü teâlâyı zikreden kimse, kendisini Allahü teâlânın anmasının hürmetine zikreder” buyurdu. Anladık ki bu zât Hızır aleyhisselâm idi.
Muhammed bin Hasen Askalânî, Ahmed bin Ebi'l-Havârî'den şöyle rivâyet etmiştir: “Muhammed bin Semmâk hazretleri hasta olduğunu söylemişti. Biz onu çektiği ağrı ve acıdan kurtarmak istedik. Durumunu sormak ve bir ilaç istemek için bevlinden bir miktar alıp, hıristiyan bir tabibe gitmek üzere yola çıktık. Hayre denilen yer ile Kûfe arasında bir mevkiye vardığımızda, karşımıza güzel yüzlü, mübârek bir zât çıktı. Tertemiz elbiseler giymişti. Üzerinden hoş kokular yayılıyordu. Bize; “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. “Falan hıristiyana, İbn-i Semmâk'ın hastalığının çâresini sormaya gidiyoruz” diye cevap verdik. Bunun üzerine; “Sübhânallah, Allahü teâlânın velî bir kulu için, Allahü teâlânın düşmanı olan bir kimseden yardım istiyorsunuz! Yanınızda getirdiğiniz o bevli atınız ve İbn-i Semmâk'a gidip, söyleyiniz: “Ağrıyan yerine elini koysun ve şunu okusun: Vebil hakkı enzelnâhü vebil hakkı nezel.” O zât bunu söyledikten sonra gözden kayboldu. Biz geri dönüp, İbn-i Semmâk hazretlerinin yanına gelerek, bunları aynen söyledik. Söylediğimiz gibi elini ağrıyan yerine koyup o zâtın işâret ettiği şekilde okudu. Hemen ağrısı kesildi ve sıhhate kavuştu. Sonra bize; “Size bunu söyleyen Hızır aleyhisselâm idi" dedi.
(Hızır aleyhisselâmın İbn-i Semmâk hazretlerinin şifâ bulması için okumasını işâret buyurduğu ibâre, Kur'ân-ı kerîmde İsrâ sûresi 105. âyet-i kerîmededir. Medarik tefsîri’nde şöyle bildirilmiştir; “Hasta olan kimsenin üzerine bu âyet-i kerîme okunur ve okuyan kimse ağrı üzerine elini sürerse, biiznillah hastalık zail olur.”)
Ebû Bekr Nablûsî, Ebû Bekr Hemedânî'nin şöyle anlattığını rivâyet etmiştir: “Bir defâsında Hicaz çölünde kalmış ve günlerce bir şey yememiştim. Kendi kendime, Irak'ta Babü't-tak (denilen yerde) da olsaydım, sıcak bir bakla ve ekmek yerdim dedim. Sonra da; Ben şu anda çöldeyim. Orası ile benim bulunduğum yer arasında uzak mesâfeler var” diye düşündüm. Ben böyle düşünürken, çölde, uzaktan köylü kılığında biri gözüküp; sıcak bakla ve ekmek! diye bağırmaya başladı. Ona yaklaştım ve; “Senin yanında gerçekten sıcak bakla ve ekmek var mı?” dedim. Evet var diye cevap verdi. Sonra çantasını açtı, içinde bakla ve ekmek vardı. Çıkarıp bana; “Buyur ye” dedi. Ben de biraz yedim. Tekrar yememi söyledi. Biraz daha yedim. Böylece dört defâ tekrar tekrar yememi istedi ve ben de yedim. Dördüncü defâsında o zâta; “Seni benim imdadıma gönderen Allah için söyle sen kimsin?” dedim. Cevabında; “Ben Hızır'ım” dedi ve gözden kayboldu.”
Bir zât, Hızır aleyhisselâmdan nasîhat isteyince şöyle buyurmuştur: “Güler yüzlü ol, hiddetli olma. Çok faydalı ol, az da olsa zararlı olma. Lüzumsuz gezme, boşuna gülme, kimseyi kusurundan dolayı yerme.”
Bişr-i Hafi, Hızır aleyhisselâmı görüp, duâ istedi. Hızır aleyhisselâm da; “Allahü teâlâ tâat ve ibâdeti sana kolaylaştırsın” buyurdu. Biraz daha deyince; “Allahü teâlâ amelini kimseye duyurmasın” buyurdu.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî Nefehat-ül-üns kitabında şöyle anlatmıştır: “Ebü’d-Derda (radıyallahü anh) bir gün Mekke-i mükerremede bir dağın üzerine çıktı. Orada, hâlinden ve tavrından sâlihlerden olduğu anlaşılan birisini gördü. Sonra yanına giderek; “Bana nasîhat et”, dedi. O da; “Nâsîhat olarak ölüm sana kâfidir” buyurdu. Ebü’d-Derda (radıyallahü anh); “"Daha fazla nasîhat et” dedi. O da; “Gam (tasa) bakımından kabri düşünmek kâfidir” dedi. Bunun üzerine Ebü’d-Derda (radıyallahü anh), Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna gelip, bu hâli haber verdi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“O zât kardeşim Hızır'dır” buyurdular.
Kerz bin Vebre (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır: “Bize, Şamlı bir arkadaşım geldi. Bir hediye getirdi. “Bunu kabûl et. Çünkü değerli bir hediyedir” dedi. Ben de; “Kardeşim, bu hediyeyi sana kim verdi?” diye sordum. Cevabında; “Bunu bana İbrâhim Teymî (rahmetullahi aleyh) verdi. İbrâhim Teymî bana şöyle anlattı: “Bir gün Kâbe-i muazzamanın yanında oturmuş, cenâb-ı Hakk'ı zikir ile meşgûldüm. Yanıma bir kimse geldi. Selâm verdi ve sağ tarafıma oturdu. Şimdiye kadar onun gibi heybetli, elbiseleri bembeyaz ve kokusu güzel olan bir kimse görmemiştim. Dedim ki: “Ey Allahü teâlânın kulu? Kimsiniz?” “Sana selâm vermek ve seninle cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti hakkında konuşmak üzere geldim. Yanımda da bir hediyem var. İster misin onu sana vereyim?” dedi. Ben de; “O hediye nedir?” diye sordum. Bu müsebbiat'tır ki, her gün güneş doğmadan ve batmadan evvel okumalısın. Onlar Fatihâ, Ayet-el-Kürsî, Kafirun, İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri ve bunların arkasından da; (Sübhânallahi velhamdüllilahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahümme salli ve sellim ala Muhammedin ve ala âlihi ve eshâbihi ve ala sâir-il-enbiyai vel-mürselîn. Allahümmagfir lî ve li-vâlideyye ve-li-cemî'ıl-mü’minîne vel-müminât vel-müslimîne vel-müslimât el-ehyai minhüm-vel-emvât, bi-rahmetike, yâ Erhamerrâhimin, Allahümme-f'al bî ve bihim, acilen ve acilen fîd-dünyâ ved-dîn vel-ahireti, mâ ente lehü ehlün velâ tef’al binâ ve bihim yâ Mevlânâ mâ nahnü lehü ehlün inneke Gafûrun Halîm, Cevâdün Kerim, Raûfün Rahim) duâsıdır. Bunların her birini yedi defâ okumalısın” dedi. Ona sordum; “Bu hediyeyi sana kim verdi? O da; “Muhammed aleyhisselâm” dedi. Ben tekrar; “Bunun sevâbından ve fazîletinden bana haber ver” dedim. Dedi ki: “Sen, Muhammed aleyhisselâm ile görüştüğün zaman, O sana haber verir!” Artık bu anlatılanlara uyarak, her gün okumağa başladım. Bir gece rüyâda melekleri gördüm. Beni alıp Cennet’e götürdüler. Orada çok büyük makâmlar vardı. Meleklere; “Bu gördüğüm makâmlar kimindir?” diye sordum. Bana; “Bu makâmlar senin gibi amel eden kimselerindir” dediler. Sonra Cennet’in meyvelerinden yedirdiler, içeceklerinden içirdiler. O sırada Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) geldiğini gördüm. Beraberinde yetmiş saf nebî ile yetmiş saf melek vardı. Her saf doğu ile batının arası kadardı. Sonra Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bana selâm verdi ve müsafaha etti. Ben de; “Yâ Resûlallah! Bu hadîs-i şerîfinizi, bana Hızır aleyhisselâm sizden işittim, diye haber verdi” dedim. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) üç defâ; Hızır doğru söylemiştir. Çünkü o, yeryüzünün en âlimi, ebdâl denilen evliyâ tâifesinin reîsi ve Hak teâlânın ordusunda bir neferdir buyurdu. Bunun üzerine; “Yâ Resûlallah! Bu fiili yapan herkese her şey verilir mi?” diye suâl eyledim. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ onun büyük günâhlarını affeder. Gadabını ondan kaldırır. Sol omzunda bulunan meleklere, bir yıl onun günâhlarını yazmamalarını emreder. Bununla ancak Allahü teâlânın saâdetli olarak yarattığı kimseler amel eder. Hak teâlânın şakî olarak yarattığı kimseler bununla amel etmez.”
Kerz bin Vebre şöyle anlatmıştır: “Hızır aleyhisselâma; “Bana her gece yapmam için bir ibâdet öğret” dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Her gece akşam namazını cemâatle kıldıktan sonra kimse ile konuşmadan yatsıya kadar namaz (nafile namaz) kıl. Her iki rekatta bir selâm ver ve her rekatta bir Fatihâ ile üç İhlâs oku, yatsı namazından sonra evine git. Evinde de kimse ile konuşmadan her rekatında bir Fatihâ ve yedi İhlâs okumak sûretiyle iki rekat namaz kıl. Selâm verdikten sonra başını secdeye koy ve yedi kere “Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil-azim” de! Sonra başını secdeden kaldır, otur ve ellerini açarak şu duâyı oku: “Yâ hayyü yâ kayyûm yâ zelcelâlî vel-ikrâm yâ ilâhel evvelîn vel-âhırîn yâ Rahmân-ed-dünyâ vel-ahireti ve rahîme-hümâ yâ Rabbî, yâ Rabbî, yâ Rabbî, yâ Allah, yâ Allah, yâ Allah.” Sonra ellerin açık olduğu hâlde ayağa kalk bu duâyı ayakta da oku. Sonra istediğin yerde kıbleye karşı sağ tarafın üzerine yat. Uykuya dalıp uyuyuncaya kadar Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) devamlı salavat getir” dedi. Hızır aleyhisselâma; “Bunu sana kim öğretti, bana söyler misin?” dedim. “Muhammed aleyhisselâma bildirilirken duyup öğrendim” buyurdu. Sonra da; “Bildirdiğim bu duâ ve salavatı ihlâs ile yapan ve buna devam eden kimse, mutlaka Resûl-i ekremi (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâsında görür” buyurdu.”
Şakîk bin İbrâhim şöyle anlatmıştır: “İbrâhim Edhem'i Mekke'de görmüştüm. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu mahallede yol kenarında oturmuş ağlıyordu. Yanına yaklaşıp, niçin ağladığını sordum, söylemedi. Üç defâ ısrâr ettim; üçüncü soruşumda şöyle dedi: “Kimseye anlatma! Otuz seneden beri, canımın arzu ettiği ekşili çorbayı yemedim. Geçen akşam otururken uykuya daldım. Rüyâmda, elinde bir kap içinde çorba taşıyan bir genç yanıma geldi. Elindeki kaptan çorba kokusu yayılıyordu. Canım çekti. O genç yanıma yaklaşıp; “Ey İbrâhim! Buyur ye!” dedi. Ben de; “Yemem, zirâ Allah rızâsı için terk ettim” dedim. Genç; “Allahü teâlâ bunu sana nasîb eyledi. Ye!” dedi. Bunun üzerine ben ağlamaya başladım. Genç ise; “Ye! Allah sana rahmet etsin” dedi. “Biz, helâl olup olmadığını bilmediğimiz yiyecekleri yememekle emrolunduk” dedim. Genç bunun üzerine bana şöyle dedi: “Afiyetle ye, zirâ bana denildi ki: “Ey Hızır bu yiyeceği al, İbrâhim bin Edhem'e yedir. Çünkü onun Allah rızâsı için sabretmesi sebebiyle, Allahü teâlâ ona merhamet etti” dedi. Sözüne devamla; “Ey İbrâhim, dikkat et, ben meleklerin; “Kime verilir de almazsa, istese de verilmez dediklerini duydum dedi. Ben ise; “İşte ben karşındayım ve Allahü teâlâya söz verdim ki, helâl bilmediğim şeyleri yemeyeceğim” dedim. Bundan sonra karşımdan çekildi. Başka bir genç karşıma çıktı. Bu sefer, elindeki çorba kabını o gence verip; “Sen yedir” dedi. Bunun üzerine o genç bana yedirmeye başladı ve ben uyanıncaya kadar devam etti. Uyandığımda çorbanın tadı ağzımda idi.” Bu hâdiseyi nakleden Şakîk bin İbrâhim (kuddise sirruh), sözüne devamla şöyle demiştir: “İbrâhim bin Edhem bana bunu anlatınca; “Elini uzat” dedim. Uzatınca tutup öptüm ve; “Ey hâlis niyetle nefsinin kötü isteklerine uymayan, kimseleri doyuran Allah'ım! Ey gönüllere yakîni yerleştiren ve muhabbetle seni seven hasta gönüllere şifâ veren Allah'ım! Bu Şakîk'in râzı olduğun bir hâli var mıdır? Şu elin sâhibinin (İbrâhim bin Edhem'in) hürmetine bu fakir kulunu da rahmetine ve ihsânına mazhar kıl...” diye duâ ettim. Sonra İbrâhim Edhem kalkıp yürüdü. Ben de ardından gittim ve Kâbe'ye girdik.
Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Hızır aleyhisselâm ile karşılaşmasını şöyle anlatır; “Hocalarımdan Ebül-Abbâs hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında beslediği hüsn-ı zanna hayret ettim. O kimsenin bâzı uygun olmayan hareketlerinin bulunduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile dolu olup, ayın ondördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra; “Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebül-Abbâs'ın, o zât hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdik et” buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlatınca, bana; “Sana söylediğim sözün doğru olduğunu ispat etmek için Hızır aleyhisselâmdan yardım istedim” buyurdu. Bunun üzerine, hocamın hiç bir sözüne îtirâzda bulunmayacağıma dâir söz verdim ve tevbe ettim.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz, öğle üzeri bir şehirde mola verdi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş, etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden aleyhimüsselâm meydana gelen mûcizelerle, evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri, yerdeki seccadeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Namazdan sonra bana dönerek; “Bunu, şu münkir kimse için yaptım” dedi. Mûcize ve kerâmete inanmayan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu.”
“Yine bir gün, Tunus limanında idim. Vakit gece idi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birinin güvertesine çıkarak, etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerine vuran ay, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzaraya baka baka, cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederek dalmışım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, ak sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü teâlâyı zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bu zikri karşısında, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde birisi yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; “Gece gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?” dedi. Böylece, gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Daha sonraları, Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik. Ondan edeb öğrendim.”
Şeyh Sa'dî Şirazi bir eserinde şöyle bildirdi: “Eski sultânlardan biri, Hızır aleyhisselâmın ölü veya diri olduğuna dâir delil istedi. Bu yüzden vezirini çağırıp, ona; “Hızır aleyhisselâm diri midir?” diye sordu. Vezir diri olduğunu söyleyince, sultân; “Onu dâvet et, gelsin" dedi. Bunun üzerine vezir; “Onun nerede olduğu bilinmez ve aramakla bulunmaz” dedi. Sultân bulunması için çok ısrâr edince, vezir; “Bu iş benimle olmaz. Zirâ, bizden çeşit çeşit zulümler zâhir olmaktadır. Bu sebeple, bizimle görüşmesi mümkün değildir. Onu bulmasını şeyhülislâmdan iste. Bu iş için o daha münâsiptir. Bulursa, ancak o bulur” dedi. Sultân, şeyhülislâmı huzûruna dâvet ederek, Hızır aleyhisselâmı bulmasını istedi. Şeyhülislâm bulamayacağını söyleyince, sultân çok ısrâr etti. Bunun üzerine, şeyhülislâm, sultândan bir süre tanımasını istedi. Bu arada fakir bir zât şeyhülislâmın huzûruna gidip; “Hızır aleyhisselâmı arıyormuşsunuz. Beni pâdişahla buluşturun, Onu bulurum” dedi. Şeyhülislâm, o fakir zâtı sultânın huzûruna götürdü ve; “Bu kişi Hızır aleyhisselâmı bulacak” dedi. Sultân ona; “Hızır aleyhisselâmı ne zaman getireceksin?” diye sorunca, o şahıs; “Bu iş için zamana ihtiyaç vardır. Bana kırk gün müsâde et. Bu arada yiyecek bir şeyler de tâyin eyle. Hiç bir şeye ihtiyâcım kalmasın. Ben de bu arada ihlâs ile ibâdet edeyim. Böyle olunca Hızır aleyhisselâmı bulup size getirebilirim” dedi.
Sultân, bu zâtın dediklerini kabûl etti ve her gün kendi yiyeceklerinden belli bir miktarının onun evine gönderilmesini emretti. Bir miktar da kendisine verdi. Eve gittiğinde elindekileri hanımı görünce, onların ne olduğunu öğrenmek istedi. Durumu anlatınca, hanımı; “Sen Hızır aleyhisselâmı tanıyor musun?” diye sordu. Beyi, tanımadığını söyledi. Bunun üzerine hanımı; “Kırk gün sonra nasıl bulup da sultâna götüreceksin?” dedi. O; “Ben de bilmiyorum. Buna, ihtiyâcımızdan dolayı mecbûr oldum, fakat böyle yaptığıma pişmanım” dedi. Aradan otuzdokuz gün geçip, kırkıncı gün olunca, sultân o zâta; “Yarın Hızır aleyhisselâmı getirsin” diye haber gönderdi. Ertesi gün, sultân iki süslü atı o zâtın evine gönderdi. O zât hayatından ümidi keserek, güzelce bir abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Allahü teâlâya duâ etti ve Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) vesile ederek kurtulmasını taleb etti. Sonra sultânın huzûruna gitti. Bu sırada o zâtın yanında masum bir çocuk peydâ oldu ve sağ tarafında durdu. Sultân; “Hızır ne zaman gelecek” dedi. Bunun üzerine o zât; “Sultânım, ben hayatımda hiç Hızır aleyhisselâmı görmedim. Fakat fakirliğimden dolayı bu yola başvurdum. Hızır, zor durumda olan, insanları kurtarır. Beni fakirlikten kurtardığın için, bana göre Hızır sensin” dedi ve sustu.
Sultân hiddetlenerek; “Fakirim deseydin, sana bir şeyler verirdik. Fakat sen Hızır aleyhisselâmı bulurum diyerek, kırk gündür bize niçin eziyet ettin?” dedikten sonra, baş vezire; “Şimdi buna ne cezâ verelim?” diye sordu. Vezir, sultâna; “Emir ver, bunu parça parça etsinler ve her parçasını bir sokak başına assınlar. Böylece herkes ibret alır. Bundan böyle hiç kimse, sultânın huzûrunda yalan söylemez” dedi. O zâtın yanında duran masum çocuk; "Her şey aslına dönecektir” dedi. Sonra, sultân ikinci vezire; “Buna ne yapalım?” diye sordu. İkinci vezir; “Bunu bir dibeğe koyup, döve döve keşkek gibi yapalım. Sonra her sokak köşesine bir parça bırakalım, herkese ibret olur. Bundan böyle hiç kimse sultânın huzûrunda yalan söylemez” dedi. Yine, o masum çocuk, önce söylediği gibi; “Her şey aslına dönecektir” dedi. Bu sefer sultân, üçüncü vezire aynı soruyu sorunca o; “Baş vezir ve paşa karındaşlarımız güzel söylediler. Böyle bir cezâ lâyıktır. Fakat bu şahsın ihtiyâcı çok olmasaydı, kendisini böyle tehlikeye atmazdı. Devletlü sultânımıza yakışan, af ile muâmeledir. Emir ve fermân sultânımızındır” dedi. O masum çocuk tekrar; “Her şey aslına dönecektir” dedi. Pâdişah, o zâta; “Bu çocuk senin neyin olur?” diye sorunca, o da; “Benim tanıdığım değildir. Buraya geldiğim zaman, yanıma geldi durdu. Ben de sizin hizmetçiniz sandım” dedi. Sultân ona; “Sen kimsin? Bunlar birbirine benzemeyen söz söyledikleri hâlde, sen üçüne de aynı cevâbı verdin” dedi. O masum çocuk; “Bu şahıs sana kimi getirecekti?” diye sorunca, sultân; “Hızır aleyhisselâmı getirecekti” dedi. Bunun üzerine çocuk; “Sultânım! Senin bu baş vezirin, bir kasabın oğludur. Halkı kırmaktan başka hiç bir işe yaramaz. İkinci vezirin, bir aşçı oğludur. Bu da halkı dövmekten başka bir işe yaramaz. Üçüncü vezir ise, bir vezirin oğludur. Aslına çekip dâimâ suçluları affeder ve ihsânda bulunur. İşte Hızır benim. Hızır'la buluşmaktan maksat nasîhattir. Eğer benden nasîhat istersen, sana nasîhatim şudur; “Baş vezirini bu görevden alıp, kasapbaşı yap. Varsın hayvanları kesmeye devam etsin. İkinci vezirini de aşçıbaşı yap. Keşkek yapmaya devam etsin. Üçüncü vezirini ise başvezir yap. Yalnız senden bir ricâm var. Bu zâta tâyin ettiğin yardımı kesme.” dedikten sonra kayboldu. Sultân, onu bulmalarını emretti. Aradılar fakat bulamadılar. Durumu o zâta sordular. O da; “Daha önce onu görmemiştim. Burada gördüm” dedi. Sultân, Hızır aleyhisselâmın söylediklerini hemen yerine getirdi ve o zâta gönderdiği şeyleri de kesmedi.”
Kanunî Sultân Süleymân Han, zamanın evliyâsının büyüklerinden, Beşiktaşlı Yahyâ Efendi'ye; “Ağabey” diye hitâb eder, onun pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de Hızır aleyhisselâm ile görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle anlatılır: Kanuni Sultân Süleymân Han, bir gün kayıkla Boğaz'da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizasına gelince, kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendi'yi dâvet etti. O da yanında bir ahbabı ile gelip, kayığa bindiler. Birlikte giderlerken Yahyâ Efendi'nin ahbabı, devamlı olarak Kanuni'nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kanunî bunu farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz” dedi. O zât, yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunanlar hayret içinde kaldılar. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp sultâna uzattı. Avucundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kanunî elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birden bire gözden kayboluverdi. Kanunî, Yahyâ Efendi'ye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “Gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi” dedi. Bunun üzerine Kanuni; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız” buyurdu.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri “İhya” kitabında Müslim Abadanî'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Kalb cilalanınca gaybden sesler duyulabileceği gibi, Hızır aleyhisselâmın sûreti de görülebilir. Hızır aleyhisselâm basiret sâhibi kimselere muhtelif sûretlerde görünebilir.”
Hızır aleyhisselâm bir çok zâtın tasavvufta yetişmesine rehberlik etmiş, feyz vermiştir. Tasavvuf; bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimdir. Tıp ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zâten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlâstan ibârettir. İnsanın manen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi yâni benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir. Yâni îmân ve ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, yâni tasavvuf (ahlak) ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki gayesi vardır. Birincisi; îmânın vicdanileşmesi, yâni kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz.
Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde Rad sûresi 28. âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: “Kalplere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikir ile olur.” Zikir; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O'nun rızâsına uygun iş yapmak demektir. Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmareden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesini te’min etmektir. İbâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günâh olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rüyâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile ele geçen bilgilere, marifetlere, hâllere kavuşmak için; önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmaktır. Zâten bu üçünü yapmadıkça; kalbin tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Tasavvuf bilgileri mürşid-i kâmiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil; yol gösteren, rehberlik eden, yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir.
Hızır aleyhisselâmın tasavvufta feyz verip yetiştirdiği en meşhûr âlim ve velîlerden biri Abdülhalık Goncdüvânî hazretleridir. Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerinin babası Abdülcemil hazretleri de zâhir ve bâtın ilminde büyük âlim olup, zamanında müşkil bir mes’elesi olan, ona başvururdu. Hızır aleyhisselâmlâ görüşüp sohbet ederdi. Hızır aleyhisselâm Abdülcemil hazretlerine şöyle buyurdu: “Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak, ismini Abdülhalık koy.” Abdülcemil hazretleri Malatyalı olup, Mâliki mezhebinin imâmı olan İmâm-ı Mâlik hazretlerinin soyundandır. Kendisi Hızır aleyhisselâm tarafından doğacağı müjdelenen çocuğu yâni Abdülhalık doğmadan Buhara'ya göçtü. Goncdüvan kasabasına yerleşti. Orada, oğlu Abdülhalık Goncdüvânî hazretleri dünyâya geldi.
Abdülhalık Goncdüvânî hazretleri, ilim öğrenmek için beş yaşında iken Buhara'ya gönderildi. Buhara'nın büyük âlimlerinden Hace Sadreddîn'den (rahmetullahi aleyhKur'ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Okuma esnâsında; “Rabbinize tazarru ederek ve gizli duâ ediniz” (A’râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince, hocasına; “Efendim! Bu âyet-i kerîmede; “Gizli duâ ediniz” buyrulmasında murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, âşikâr (açıktan, sesli olarak) dil ile olursa, riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, hakkı ile, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; “Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır” hadîs-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim” diye arz etti. Hocası, büyük âlim Hace Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun, kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sorabilmesine şaşırıp hayran kaldı. Cevap olarak; “Evlâdım! Bu mes’ele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, seni, bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün hâlledilmiş olur” buyurdu. Abdülhalık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret üzerine, mes’elelerini hâlledecek o büyük zâtı beklemeye başladı. Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve onu mânevî evlatlığa kabûl edip; “Kalbinden; “La ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah Kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye târif etti. Abdülhalık Goncdüvânî hazretleri de, târif edildiği şekilde bu mübârek Kelime-i tevhidi sessiz olarak, kalben söylemeğe başladı ve kendisine ders kabûl etti. Bu hal, onun pek çok mânevî makâmlarda yükselmesine sebep oldu.
Abdülhalık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Hızır aleyhisselâm beni suya daldırdı ve zikri talim etti. Belki bu nefesin bir kararda kalması için idi.” Ve yine buyurdu ki: “Yirmiiki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm beni, Maveraünnehir'de yaşayan büyük âlim ve velî Yûsuf-i Hemedânî hazretlerine gönderdi.” Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf Hemedânî, zikir taliminde ise Hızır aleyhisselâmdır.
Evliyânın büyüklerinden olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri de Hızır aleyhisselâmdan feyz almış, Şam'da ilim tahsil ettiği medresede onunla görüşmüştür. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde bir müşkili olunca, Hızır aleyhisselâm gözüküp, müşkillerini halletmiştir.
Şemseddîn Attâr hazretleri şöyle anlatır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri bir gün câmide vâz ederken, Hızır ve Mûsâ'nın (aleyhimesselâm) hikayesini anlatıyordu. Bu kıssayı öyle fesâhat ve belâgat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bulunan bir şahıs, başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim. “Sanki yanımızda idin. Sanki üçüncümüz sendin” diye söyleniyordu. Bunun, Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Yanına sokuldum ve; “Anladım, sen Hızır aleyhisselâmsın! Ne olur, bana ihsân eyle!” dedim. Bana; "Burada hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm etmek gibi olur. Senin müşkillerini o hâlleder” deyip, birden kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, daha söze başlamadan bana; “Ey Attâr! Hızır aleyhisselâmın sözleri doğrudur” buyurdu.
Meşhûr hâdis âlimi ve sofiyye-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Muhammed bin Ali Hâkim-i Tirmizî de Hızır aleyhisselâmdan ilim ve feyz almıştır. Hâkim-i Tirmizî hazretleri gençliğinde ilim öğrenmek ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için bulunduğu yer olan Tirmiz'den ayrılıp, başka yerlere gitmek üzeri iki arkadaşı ile anlaştı. Bu kararlarını annesine anlatınca, annesi üzüldü ve; “Yavrucuğum! Ben zayıf, biçâre, kimsesiz ve hastayım. Benim hizmetlerimi sen yapıyorsun. Beni yalnız, çâresiz kime bırakıyorsun?” dedi. Bu sözler üzerine genç Muhammed bin Ali Tirmizî’nin gönlüne dert düştü ve arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmayı bozup seferden vazgeçti. İki arkadaşı ise onu bırakıp, ilim tahsili için yola çıktılar. Buna çok üzülen Muhammed bin Ali, ne annesinden ayrılabildi, ne de gönlünden ilim aşkını silip atabildi. Yalnız kaldığı zamanlarda, tenhâ yerlerde uzun uzun ağlardı. Yine bir gün mezârlıkta oturmuş ağlıyor, hem de; “Ben burada câhil kaldım, ilimden mahrûm kaldım. Arkadaşlarım ise âlim olarak geri gelecekler” diye düşünüyordu. Gözlerinden yaşlar boşandığı bir sırada, aniden, nûranî yüzlü, tatlı sözlü bir ihtiyâr çıkageldi ve; “Yavrum, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine; “Kısa zamanda o iki arkadaşını ilimde geçmen için, her gün sana ders vermemi arzu eder misin?” diye sordu. “Evet arzu ederim” cevâbını verdi. Bundan sona, bu tatlı sözlü, nûr yüzlü mübârek ihtiyâr, Muhammed bin Ali'ye her gün ders vermeye başladı ve üç yıl devamlı ders okudu. Üç yıl sonra, bu mübârek zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı. Buyurdu ki: “Bu büyük devlet, annemin rızâsı ve duâsı bereketiyle ihsân olundu.” Her pazar gecesi Hızır aleyhisselâm ona gelir, mânevî hâllerini birbirlerine anlatırlardı.
Ebû Bekr Verrak (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır: Hâkim-i Tirmizî, bana cüzler ve bir risale vererek; “Al bunları Ceyhun nehrine at” buyurdu. Bunları aldım, fakat atmaya gönlüm râzı olmadı, götürüp evime gizleyerek yanına geldim. “Attın mı?” diye sordu ve “Ne gördün?” dedi. “Hiç bir şey görmedim” dedim. “O hâlde onu atmadın, tekrar git ve onu suya at” dedi. Hemen geri döndüm. Fakat hem atmanın acısı, hem de göreceğim şeylerin heyecanı beni şaşırtmıştı. Evden cüzleri ve risaleyi aldım, suya doğru attım. Kitaplar düşerken, su ikiye ayrıldı ve suyun içinde kapağı açık bir sandık göründü. Attığım cüzler ve risale, içine düştü ve sandığın kapağı kapandı. İkiye ayrılan su da birleşip eski hâlini aldı. Hâkim-i Tirmizî'nin yanına geldim ve gördüğüm şeylerin hepsini anlattım. “Tamam şimdi atmışsın” buyurdu. “Efendim, bağışlayınız. Allahü teâlânın hakkı için bu işin sırrını bana anlatınız” dedim. Cevabında; “Büyüklerin ilmine (tasavvufa) dâir bir kitap yazmıştım. Onun ince mânâlarını keşf ve idrâkten akıl âcizdi. Bunu kardeşim Hızır aleyhisselâm benden istedi. O sandığı onun emri ile bir balık oraya getirdi. Allahü teâlâ da suya, bu sandığı ona ulaştırması için emir verdi” buyurdu.”
Râmûz-ül-ehadis’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki:
“Hızır (aleyhisselâm) denizdedir ve İlyâs (aleyhisselâm) karadadır. Onlar her gece, Zülkarneyn'in, insanlar ile Ye'cüc-Me'cüc arasında yaptığı set üzerinde birleşirler. Senede bir kere de hac ve umre yaparlar ve zemzem içerler. O zemzem onlara bir sene yeter...”
Hızır aleyhisselâm ve İlyâs aleyhisselâm peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın vefâtında hâne-i saâdetlerine gelip, Ehl-i beyt için sabır tavsiyesinde bulunmuşlardır. Onların geldiklerini ve sabır tavsiye ettiklerini, Hazret-i Ebû Bekr Ehl-i beyt'e bildirdi. (Bkz. İlyâs aleyhisselâm)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget