Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İsrâiloğulları her ne kadar Fir’avn’ın zulmünden kurtulup, hürriyetlerine kavuşmuşlar ise de, ne gariptir ki, bir şüphe, tereddüt, itâatsizlik ve disiplinsizlik içinde idiler. Kendisine tâbi oldukları Hazret-i Mûsâ'ya itâatte, sözlerine uymakta gevşek davranıyorlardı.
İsrâiloğulları, aralarında başta Mûsâ aleyhisselâm olmak üzere, Hârûn ve Yûşa (aleyhimüsselâm) gibi peygamberler bulunduğu için; çok rahmete, bol nîmetlere, rahata, huzûr ve saâdete kavuşuyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen, nankörlük ve edebe riâyetsizlik hâlleri devam ediyordu. İsrâiloğullarının bu garib hâli unutulmamış, asırlarca insanlara ders ve ibret olarak söylenip, anlatılmıştır.
Kaynak eserlerde bildirildiğine göre, İsrâiloğulları Mısır'dan kurtulduktan sonra Tîh sahrasına düştüler. Burada hoşnutsuzlukları devam eden İsrâiloğulları, Mısır'da gördükleri zulmü unutmuş gibi, Hazret-i Mûsâ'ya dediler ki: “Bizi şehirlerden, ma’mûr yerlerden çıkarıp, gölge ve örtülü olmayan bir sahraya getirdin.” Bunun üzerine Allahü teâlâ onların üzerlerine, yağmur bulutlarına benzemeyen, beyaz, hafif bir bulut gönderdi. Bu bulut yağmur bulutundan daha açık, hafif, hoş ve serin olup, onlara gölgelik yapar, hareket ettiklerinde başlarının üzerinde birlikte giderdi. Kondukları (konakladıkları) zaman başları üzerinde dönüp durur, onları çölün harâretinden korurdu.
İsrâiloğullarına ihsân edilen nîmetlerden biri de, gökyüzünde ay görülmediği zaman, geceleri onları aydınlatan bir ışık sütunudur. Bunun üzerine İsrâiloğulları; “Gölge ve ışık tamam, ama yiyecek yok” dediler. Hazret-i Mûsâ'nın duâsı bereketiyle Allahü teâlâ onlara men (kudret helvası) indirdi. Kudret helvasının ne olduğunda âlimlerden muhtelif rivâyetler gelmiştir.
Demişlerdir ki, Allahü teâlâ bu menden (kudret helvasından) her gece yapraklar üzerine, her kişi için yetecek kadar bir miktarda yağdırırdı.
İsrâiloğulları; “Ey Mûsâ, tatlı yemekten usandık. Allahü teâlâya duâ et de bize yiyecek et versin” dediler. Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ onlara selvâ (bıldırcın eti) indirdi. Âlimler selvânın ne olduğunda da ihtilâf ettiler. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) ve birçok âlimler, bıldırcına benzeyen bir kuştur dediler. İkrime (radıyallahü anh), Hindistan'da bulunan, serçeden büyük bir kuştur dedi.
Böylece Allahü teâlâ onlara devamlı men ve selva indirirdi. Her kişi, bir gece ve gündüzde yiyeceği kadar alırdı. İsrâiloğulları bunun da kıymetini bilmediler ve Mûsâ aleyhisselâma; “Helva ile etten bıktık. Bakla, soğan gibi şeyler isteriz” diyerek nîmete şükretmediler. Allahü teâlânın İsrâiloğullarına verdiği nîmetlerden biri de şudur: Sahrada susadıkları zaman; “Ey Mûsâ, nereden su içeceğiz?” dediler. Mûsâ aleyhisselâm onlar için su istedi. Bakara sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; Allahü teâlâ, ona; “Asân ile taşa vur” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, taşlık bir yerde asâ ile bir taşa vurdu. Her bir boy için, yâni oniki sıbt için oniki pınar kaynayıp aktı ve her boy kendi suyundan içti.
Mûsâ aleyhisselâmın, asâsını vurduğu ve oniki pınarın çıktığı yer, Süveyş şehrinin doğusunda “Uyûn-ü Mûsâ” ismiyle meşhûrdur. Bu gün bu pınarların suyu kurumuş, bâzılarının ise suyu azalmıştır. Bu su, hurma yetiştirilmesinde çok kullanılmıştır. Mûsâ aleyhisselâmın asâsını taşa vurması bir kaç defâ vukû bulmuştu.
İsrâiloğullarına verilen nîmetlerden biri de; sahrada iken; “Ey Mûsâ! Biz nereden giyecek bulacağız” dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ elbiselerini devamlı eyledi. Elbiseleri zamanla eskiyecek yerde yenilenir, güzelleşir, eskimez, dökülmez ve çürümezdi. Uzun zaman bu hâl üzere kaldılar.
Bu husûslarla alakalı olan âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Biz Tîh sahrasında sizin üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selva gönderdik ve dedik ki: “Size rızık olarak verdiğimiz bu helâl, güzel şeylerden yiyin. (Fakat sonrası için biriktirmeyin” dedik. Buna rağmen biriktirmeye kalktılar. Biriktirdikleri ise kurtlandı, yiyemediler. Böyle yaparak itâatsizlikte bulunmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilakis kendi nefislerine zulmettiler.” (Bakara sûresi: 57)
“Ey İsrâiloğulları! Biz size düşmanınız olan Fir’avn ve kavminden kurtuluş verdik ve size Tûr'un sağ tarafını vâd ettik. (Tûr Dağı’nın, Mısır'dan Şam'a gidecek kimselere göre, sağ tarafta bulunan mevkîini, Hazret-i Mûsâ için bir münâcât mahalli ve Tevrât'ın nâzil olması için bir mekân olarak tâyin eyledik.) Tîh sahrasında size men ve selvâ indirdik ve; Size pâk ve helâl olarak verdiğimiz rızkı yiyin. Siz verdiğimiz şeyde birbirinize taşkınlık etmeyin. (Onu biriktirmek ve küfrân-ı nîmette bulunmakla haddinizi aşmayın. Şâyet böyle yaparsanız) gadabım üzerinize lâzım olur, iner. Her kime ki, azâbım lâzım olmuştur, o kimse muhakkak helâk olmuştur ve uçuruma yuvarlanmıştır.
Bununla berâber, şüphesiz ki, şirkten tevbe ve îmân eden (tasdik edilmesi icâbeden her şeyi tasdik eden), sâlih ameller işleyen (emredilen ibâdetleri yapan), sonra da hidâyet üzere olan (Ehl-i sünnet yolunu tutan ve bu doğru yolda sebât gösterip, ölünceye kadar ayrılmayan) kimse için ben çok mağfiret ediciyim.” (Tâhâ sûresi: 80-82)
“Biz İsrâiloğullarını oniki kabîleye, o kadar ümmete ayırdık. Tîh sahrasında, susayan kavmi kendisinden su istediği zaman, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Asânı taşa vur!” diye vahyettik. Asâsını taşa vurunca, o taştan hemen oniki pınar kaynayıp akmaya başladı. Her kabîle su alacağı yeri bildi ve belledi. Bulutu da üzerlerine gölgelik yaptık. Kendilerine men ve selvâ indirdik. Onlara; “Size pâk ve helâl olarak verdiğimiz rızkı yiyin” dedik. (Fakat onlar nîmete nankörlük ettiler. Böyle yapmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilakis kendi nefislerine zulmettiler. (A’râf sûresi: 160)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını denizden geçirip, Fir’avn ve kavminin denizde helâkini de görüp seyrettikten sonra yollarına devam edip giderlerken, yaptıkları öküz şeklindeki putlara tapmakta olan bir takım insanlar gördüler. İçlerinden câhilleri; “Biz de böyle tanrı isteriz” dediler. Mûsâ aleyhisselâm da; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Sizi O kurtardı” buyurdu. Bu husûsta, A’râf sûresinin 138-140. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu:
“Biz, Benî İsrâil'e halâs verip selâmetle denizi geçirdik. (Yollarına devam edip giderlerken, öküz şeklinde yaptıkları) putlara ibâdet eden bir kavme uğradılar. Onları görünce, Benî İsrâil'in câhilleri, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Yâ Mûsâ! O kavmin kendilerine mahsus putları olduğu gibi, bizim için de bir mâbud yap ki, biz de ona ibâdet edelim” dediler.
Mûsâ (aleyhisselâm) da onlara dedi ki; “Siz, Allahü teâlânın azametini, O'ndan başkasına ibâdet etmenin bâtıl olduğunu bilmeyen, câhillik eden bir kavimsiniz. Şüphesiz ki, şu putlara ibâdet edenlerin, din kabûl ederek içinde bulundukları hâl, kendilerini helâk edici ve işledikleri ameller de bâtıldır. (Yaptıklarında hayır yoktur. Âkıbetleri, îkâb yâni şiddetli azâbdır. Mûsâ aleyhisselâm sözüne devam ederek buyurdu ki: yâni) size Allahü teâlâdan gayrı bir mâbud mu talep edeyim. Hâlbuki O sizi, zamanınız insanları üzerine tafdîl etti. Sizi fazîletli kıldı. Başkalarına vermediği nîmetleri sizlere ihsân etti.”
Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, Mûsâ aleyhisselâm, kavminden câhil olanların, çok çirkin ve pek yersiz olan böyle bir teklifte bulunmalarına çok üzüldü. Onlara; “Siz o kadar câhilsiniz ki, apaçık mûcize ve alâmetleri, görmeniz bile size yetmiyor. Putlara tapanlara gıpta ediyor, imreniyorsunuz. Halbuki onların hâlleri, gıpta olunacak bir şey değildir. Çünkü o gördüğünüz kimselerin, gittikleri yol, dinleri ve yaptıkları amelleri hep bâtıldır” dedi.
İsrâiloğullarının, Fir’avn’ın zulüm ve şerrinden yeni kurtulmuş olmakla; böyle bir söz söylememeleri hattâ bunu hatıra bile getirmemeleri icâb ederdi. Hâl böyle iken, câhil olanları bunu söylediler. Bu olacak şey değildir. Nitekim; “İnsanlar hiç düşünmeksizin, bâzan öyle sözler söylerler ki, o söze, divâneler bile şaşar” denmiştir.
Mûsâ aleyhisselâm, yine kavmindeki câhillerin uyanmaları ve bu sözlerinde ısrâr üzere bulunmamaları için nasîhat verdi. Allahü teâlânın, onları diğer insanlardan fazîletli kıldığını hatırlatarak, buyurdu ki: “Hak teâlânın, sizi, Fir’avn kavminin şerrinden kurtardığını, selâmet verdiğini düşünün. Hani onlar size şiddetli sıkıntılar, meşakkatli işler vererek azâb ediyorlardı. Hattâ erkek çocuklarınızı öldürüp, kız çocuklarınızı hizmetkâr olarak kullanıyorlardı. Bunlar sizin için büyük bir belâ ve sıkıntı değil miydi? Allahü teâlânın, düşmanlarınızı helâk edip, sizleri kurtarması da, sizin için büyük bir nîmet değil midir? O hâlde edebe riâyet edin. O'nun nîmetlerine şükredin. Nankörlük etmeyin. O'nu bırakıp başkasına tapmayı istemeniz, pek büyük bir hatâ ve en büyük kabahattir.”
Allahü teâlâ, Fir’avn ve avânesini boğup, Mûsâ aleyhisselâmı ve yanındakileri kurtarınca, Mûsâ aleyhisselâm, onikişer bin kişilik iki orduyu Fir’avn’ın şehirlerine gönderdi. Şehirler boş gibi idi. Allahü teâlâ, Kıbtî kavminin ileri gelenlerini, reîslerini, önderlerini, askerlerini, kumandanlarını helâk etmiş; geride kadın, çocuk, hasta ve yaşlılarından başka kimse kalmamıştı. Ordunun birine Yûşa bin Nûn (aleyhisselâm), diğerine ise Kâlib bin Yuknâ kumandanlık ediyordu. Ordular, Fir’avn’ın şehirlerine girdiler. Mal ve hazîne olarak ne varsa hepsini ganîmet olarak topladılar. Taşınabilecek olanları alıp götürdüler. Taşınamayacakları ise başkalarına sattılar.
Bu ganîmetlerin neler oldukları husûsunda, Duhân sûresinin 25-29. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Fir’avn ve kavmi, o denizde boğulduklarında), Mısır'da, ne çok bağlar, bahçeler, akar pınarlar, etrâfında ekinler, güzel konaklar, (oturacak saraylar, yüksek köşkler,) ülfet ettikleri, sevdikleri daha nice meyve ve nîmetlerini terk ettiler ki, onlarla nîmetlenmişlerdi. İşte biz, isyân edenlere böyle yaparız.
Biz o bağ ve bahçelere ve sâir nîmetlere, kendileri ile aralarında yakınlık ve münâsebetleri olmayan bir kavmi (Benî İsrâil'i) vâris kıldık.
Küfür ve şirkleri sebebiyle helâk olmalarına, yer ve gök ağlamadı ve onlara azâb vakti, geldiğinde, bir diğer vakte geciktirilmedi, kendilerine mühlet verilmedi.”
Şuarâ sûresinin 57-59. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Böylece Fir’avn ve kavmi, (Mısır'ın Nil Nehri sâhillerine yayılmış olan, geniş) güzel bahçelerinden, bahçelerin içinde kaynayan, akan pınarlarından, hazînelerinden (bu bahçelerde saklı bulundurdukları definelerinden) ve yüksek menzillerinden (güzel yapılmış saraylarından) çıkardık. (Bütün rahatlarını ve mal varlıklarını terkederek, İsrâiloğullarını tâkib için yola çıktılar.)
İşte onları Mısır'dan çıkarışımız böyle oldu ve onlara Benî İsrâil'i mîrasçı kıldık. (Bildirilen bahçeler, pınarlar, hazîneler ve yüksek menziller, güzel saraylar, daha sonra İsrâiloğullarına kaldı. Bütün bu servete onlar vâris oldular.)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mûsâ aleyhisselâm tebliğ vazifesine; Fir’avn ise insanların îmân etmelerine mâni olmaya devam ederken, yukarıda zikredildîği gibi zaman zaman onlara çeşitli musîbetler geldi. Buna rağmen onlar îmân etmeyip her defâsında karşı çıktılar. Nihâyet onlarda cild hastalıkları ve üç gün süren karanlık oldu. Fir’avn bunları ve mallarının helâk olduğunu görünce korktu. Hazret-i Mûsâ'nın, İsrâiloğulları ile birlikte Mısır'dan gitmesine izin verdi. Hazret-i Mûsâ da bütün İsrâiloğullarına haber verdi. Mısır'dan çıkacaklarını ve hazırlıklı olmalarını bildirdi.
Âlimler dediler ki: Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmı ve İsrâiloğullarını, Fir’avn’ın şerrinden, zarar vermesinden kurtarmak ve onlara gâlib getirmek dileyince ve bunun vakti gelince, Hazret-i Mûsâ'ya vahyedip, İsrâiloğullarından dört evin fertlerini bir evde toplamasını, her toplanan evde birer kuzu kesip kanının kapılara sürülmesini vahyetti ve buyurdu ki: “Düşmanlarınıza azâb göndereceğim, bunun için melekler gelecek. Kapısında kan olan eve girmeyecekler. Taze ekmek pişirin. Bu sizin için kolaylıktır. Sonra kullarımı gece yola çıkar. Onları denize kadar götür. Orada emrim sana ulaşır.” Mûsâ aleyhisselâm, bunları kavmine söyledi ve bildirdiği gibi yaptılar. Böylece İsrâiloğullarına âit olan bütün evlerin kapıları kanla işâretlendi. Kıptîler, İsrâiloğullarına; “Niçin kapılarınıza bu kanı sürersiniz?” diye sordular. Onlarda; “Allahü teâlâ size azâb gönderecek, biz kurtulacağız, siz helâk olacaksınız” cevâbını verdiler. Kıptîler; “Rabbiniz size yalnız bu alâmeti mi bildirdi” deyince; “Peygamberimiz bize böyle emretti” dediler.
Sabah olunca gördüler ki, Fir’avn âilesindeki (avânesindeki) bütün kızlar tâûn hastalığına yakalanıp, bir gecede ölmüşler. Kıptîler onların defni ve gelen musîbetin üzüntüsü ile meşgûl oldular. Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi, işte o zaman, denize, yâni Süveyş'e doğru geceleyin hareket ettiler.
Bu husûsta Şuarâ sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm) vahyettik ki, kullarım (İsrâiloğulları) ile gece Mısır'dan çık, git! (Fir’avn ve askeri, çıkmanıza mâni olmak için ardınıza düşecek,) sizi tâkib edeceklerdir.”
Tâhâ sûresinin 77 ve 78. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm) vahyettik ki, kullarım (Benî İsrâil) ile gece Mısır'dan çık git! (Asânı denize vurmakla) denizde kullarımın geçmeleri için kuru yol aç. (Asânı denize vurunca, bizim kudretimizle denizde kuru yol açılır.) Böylece, Fir’avn’ın size yetişmesinden ve denizde boğulmaktan korkunuz kalmasın, diye vahyettik.
Hemen, Fir’avn ordularıyla onları tâkib etti. Derken (Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi için açılmış olan yollara onlar da girip ilerlediler. Sonra Hak teâlânın emriyle) duran su onların üzerlerine yıkılıverdi. Su onları kaplayıverdi. Hepsi boğulup helâk oldular. Mûsâ da (aleyhisselâm) kavmiyle berâber kurtuldu.”
Mûsâ aleyhisselâmın, yanındakilerle birlikte çıkıp gittikleri gece, Kıptîlerin her birinin evlerinde çeşitli hâdiseler oldu. Kızları öldü. Yâni Allahü teâlâ onların her birine çeşitli musîbetler ve sıkıntılar verdi. Herkes başının derdine düşüp, hiç kimse, İsrâiloğullarının ayrılıp gitmelerini fark edemedi. Kıptîler o gece vefât eden kızlarını defnetme işlerini bitirdikten sonra, ortalarda İsrâiloğullarından hiç kimsenin görünmemesiyle vaziyeti anladılar. Gittikleri belli olunca, daha evvel izin vermiş olmasına rağmen, Fir’avn çok pişman oldu. Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, askerini toplayıp onları tâkib etmeye, arkalarına düşmeye karar verdi. Kızgınlığı son haddinde idi. Üstelik kızlarının ölümüne de onların sebep olduklarını iddiâ ediyordu. “Bunu Mûsâ ve kavmi yaptı. Kızlarımızı öldürdü. Sonra da çıkıp gitti. Hem de sâdece kendilerinin gitmesine râzı olmayıp, bizim mallarımızı, eşyalarımızı da yanlarında götürdüler” dedi. Ve hemen kavminin toplanmasını emretti. İsrâiloğullarının gitmelerine müsâde etmeyeceklerini ve onlarla harb edeceklerini söyledi.
Bu sırada İsrâiloğulları, önlerinde Hârûn ve arkalarında Mûsâ (aleyhimesselâm) olmak üzere yollarına devam ediyorlardı. Kaynaklarda bildirildiğine göre, yetmiş yaşından büyükleri ve yirmi yaşından küçükleri hesâba katılmamak üzere yâni hepsi harb edebilecek şekilde olanların sayısı oldukça yüksekti. Fakat harb edecek silâh ve malzemeleri yoktu.
Fir’avn, her tarafa adamlar gönderip, memleketin dört bir köşesinde bulunan askerinin toplanmasını emretti. “Tefsîr-i Tibyan”da diyor ki: “O zamanda Mısır'da bin şehir ve onikibin de köy vardı. Bütün bunlarda bulunan askerleri toplanıp geldi. Bu husûsta Şuarâ sûresinin 53-56. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu: “(Askerlerini toplayıp, İsrâiloğullarının arkalarına düşebilmek için) Fir’avn derhal şehirlerine vazifeliler gönderdi. (Toplanan askerlere dedi ki:) İşte firâr eden Benî İsrâil, bize nispetle sayıları daha az olan bir cemâattir. Fakat, böyle yapıp, bize muhâlefet etmekle bizi darıltıp, gadaba getirdiler. Fakat biz hasmımızın zararından sakınan, ihtiyatlı bulunan (harb âletlerini iyi kullanan) bir topluluğuz.”
Âyet-i kerîmelerde de bildirildiği gibi, Fir’avn, İsrâiloğullarının gizlice ayrılıp gitmelerine fenâ hâlde kızdı. Derhal adamlarını ve askerlerini toplayarak, onların moralini kuvvetlendirmek için çeşitli sözler söyledi. Onlara dedi ki: “Firar edip (kaçıp) gidenler, bize nispetle az bir topluluktur. Yâni kuvvet bakımından bize karşı koyacak hâlde değillerdir. Hemen az bir zaman içinde işlerini bitirir, geri döneriz. Gerçi tâkib etmesek, nereye giderlerse gitsinler desek de olur. Fakat, onlar bize muhâlefet etmekle, görüşümüzü almadan kendi başlarına çekip gitmekle bizi gadaplandırdılar.” Fir’avn böylece kavmine yalan söylemiş oluyordu. Çünkü Mûsâ aleyhisselâma, kavmini alıp gitmek üzere izin vermişti.
Fir’avn sözlerine devamla; “Eğer bize muhâlefet edenleri, ırklarını, nesillerini kesmek sûretiyle cezâlandırmazsak, hâkimiyetimize gölge düşer. Halbuki biz kuvvetli bir cemiyetiz. Bunlar gibi muhaliflerimize karşı dâimâ ihtiyatlı bulunuruz ve zararlarından sakınırız” diyerek, askerini ve ileri gelen adamlarını cesâretlendirmeye çalıştı.
Fir’avn, adamları ve askerleri bundan sonra; bahçelerini, bostanlarını, bahçelerinde bulunan çeşmelerini (akarsularını), İsrâiloğullarına daha önce verdiklerinin hâricindeki hazînelerini, oturdukları debdebeli makâmlarını, hâsılı her şeylerini terkederek yola çıktılar. Onların bu şekilde İsrâiloğullarının ardından gelmeleri husûsunda Şuarâ sûresinin 57-61. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Böylece, Fir’avn ve kavmini Mısır'ın (Nil Nehri sâhillerine yayılmış olan, geniş), güzel bahçelerinden, bahçelerin içinde kaynayan, akan pınarlarından, hazînelerinden (bu bahçelerde saklı bulundurdukları altın ve gümüş definelerinden) ve yüksek menzillerinden (güzel yapılmış saraylarından) çıkardık. (Hepsi bütün rahatlarını ve mal varlıklarını terkederek, İsrâilloğullarını tâkib için yola çıktılar.)
İşte onları Mısır'dan çıkarışımız böyle oldu ve onlara Benî İsrâil'i mîrasçı kıldık. (Bildirilen bahçeler, pınarlar, hazîneler ve yüksek menziller, güzel saraylar kısaca Fir’avn ve kavminin terk ettiği bu kıymetli varlıklar, daha sonra İsrâiloğullarının eline geçti. Süleymân aleyhisselâm zamanında İsrâiloğulları Mısır'ın tamamına hâkim oldular.) Vaktâ ki Fir’avn ve ordusu güneş doğarken, İsrâiloğullarına yaklaştı. İki ordu (İsrâiloğulları ile Fir’avn ve kavmi) birbirlerini görecek kadar yakına geldiler. İsrâiloğulları, (önlerinde Kızıldeniz'i, arkalarında Fir’avn ve kavmini görünce endişeye kapılıp,) Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Fir’avn askeri bize yetişti. (Herhâlde biz şimdi onların elinde esir ve helâk olacağız) dediler.”
İsrâiloğulları, Kıptîlerin sayıca ve silâh bakımından kendilerinden çok ileride olduklarını, dolayısıyla onlarla muhârebe edemeyeceklerini, bir tarafları deniz olduğundan kaçmak ihtimâllerinin de bulunmadığını düşünerek endişeye kapıldılar. Fir’avn ve kavminden çok eziyet, zulüm gördüklerinden, onların te’siri altında kalmışlar, çok korkmuşlardı. Bu defâ da yine onlardan bir takım cezâlar göreceklerini, onların elinde helâk olacaklarını zannettiler: “Fir’avn ve askeri bize ulaşmak üzere, artık bizim için yaşamak ümidi kalmadı” dediler.
Fakat, hazret-i Mûsâ onları teselli etti. Fir’avn ve askerinin kendilerine hiç bir zarar yapamayacağı hakkında te’minat verdi. Çünkü, Allahü teâlâ onları kurtaracağını vâd etmişti. Mûsâ aleyhisselâm da, Allahü teâlânın vâdinin hak olduğunu biliyor ve O'na güveniyordu. İsrâiloğullarına dedi ki: “Aslâ, hayır. İçinde bulunduğunuz hâlin hakîkati sizin zannettiğiniz gibi değildir. O mel’ûnlar size yetişemeyecekler ve bir zarar yapamayacaklardır. Çünkü, Rabbimin yardım ve muhâfazası benimle berâberdir. Bana kurtuluşumuzu vâd etti. O'nun vâdinde yanlışlık olamaz. O, vâdinden aslâ dönmez. O, beni ve sizi düşmanlarımıza karşı elbette himâye buyuracaktır. Korkmaya, endişelenmeye lüzum yok.” Orada bulunanlardan biri; “Nereye gideceğiz ki, önümüz deniz, arkamız ise düşmandır” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Bu duâyı Abdullah İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ), Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) naklederek şöyle bildirmiştir:
“Arais-ül-mecalis” kitabında, Süleymân bin Mihrân el-A'meş'in (rahmetullahi aleyh), Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) şöyle rivâyet ettiği bildirilmektedir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Mûsâ'nın (aleyhisselâm) İsrâiloğulları ile denizi geçerken söylediği kelimeleri size bildireyim mi?” buyurdu. “Evet, buyurun yâ Resûlallah!” dedik. Bunun üzerine; “Allahümme leke'l-Hamdü ve ileykelmüştekâ, ve entel-müste'ân, ve aleykettüklân, velâ havle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil azîm” buyurdu. İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ); Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları işittikten sonra hiç dilimden düşürmedim demiştir.
Nitekim bu husûsta Şuarâ sûresinin 62. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Mûsâ ((aleyhisselâm) yanında bulunanlara); “Hayır, onlar bize yetişemez. Rabbimin yardım ve muhâfazası benimle berâberdir. O, tez vakitte bana kurtuluş yolunu gösterir, kurtuluş verir” dedi.”
Allahü teâlâ; Fir’avn’ın, askeriyle birlikte Mısır'dan çıkıp, deniz kenarında bulunan İsrâiloğullarına yaklaştığını, iki taraf askerinin birbirini gördüğünü; önlerinde deniz, arkalarında düşman ordusu olduğundan, İsrâiloğullarının endişeye kapıldıklarını, Hazret-i Mûsâ'nın kurtulacaklarına dâir onlara te’minat verdiğini beyân ettikten sonra, İsrâiloğullarının kurtulduklarını haber vermiştir.
Abdullah ibni Selâm'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilerek bildirildiğine göre, Hazret-i Mûsâ denizin kenarına vardığında; “Ey her şeyden evvel var olan, her şeyi var eden, ezelî ve ebedî olan Rabbim! Bana bir çıkış yolu göster” diye duâ etti. Allahü teâlâ ona; “Asânı denize vur!” diye vahyetti. Nitekim âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm); asân ile denize vur diye vahyettik. O da vurunca, deniz parçalara (oniki parçaya) ayrılıp yollar (oniki yol) meydana geldi. Her yolun iki yanı (yolların arası, semâya yükselen) büyük bir dağ gibi sularla kaplı, açılan yollar ise kupkuru idi. (Yolların etrâfındaki yüksek sular, Allahü teâlânın kudretiyle, hareket etmeden o şekilde duruyordu. Oniki fırka olan İsrâiloğullarından her fırka bir yoldan girip, selâmetle karşıya geçtiler.) Fir’avn ve kavmini de İsrâiloğullarına yaklaştırdık. (Onlar da açılan yollardan denize girdiler.) Mûsâ (aleyhisselâm) ve berâberinde bulunan İsrâiloğullarını boğulmaktan kurtardık. Sonra Fir’avn ve kavmini denize garkettik.
İşte bunda (denizin yarılıp Mûsâ aleyhisselâmın ve berâberinde olanların kurtulmalarında, Fir’avn ve kavminin boğulmasında)Allahü teâlânın kudretine, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) dâvâsının doğruluğuna delâlet ve bir ibret vardır. Lâkin Fir’avn kavminin ekserisi onu tasdik etmediler. (Denildi ki, Fir’avn kavminden Hazret-i Mûsâ'ya îmân etmiş olanlar, sihirbazların dışında sâdece şunlardır: Âsiye binti Müzâhim, Hazkîl ve hanımı, Mâşita Hâtun ile Meryem binti Nâmûsâ isimli bir kadın.)
(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) senin Rabbin, Fir’avn gibi düşmanlarına gâlib ve Mûsâ (aleyhisselâm) gibi dostlarına merhamet sâhibidir.” (Şuarâ sûresi: 63-68)
Rivâyete göre, Mûsâ aleyhisselâm ve yanında bulunanlar, Allahü teâlânın kudretiyle denizde açılan yollara girip ilerlemeye başladılar. Oniki tâne ayrı yol vardı. Her iki yol arası dağ gibi su idi.
İsrâiloğulları denizde ilerlerken, bir yolda bulunan başka yoldakini bilmez ve görmezdi. Çünkü arada dağ misâli su kümeleri donmuş hâlde duruyordu.
Hazret-i Mûsâ'nın yanında olanlar, ona; “Yâ Mûsâ (aleyhisselâm)! Biz bu yolda gidiyoruz. Fakat diğer yollara girmiş olan akrabâlarımızın hâlinin nice olduğunu bilmiyoruz. Onlar da bizim gibi sağ ve selâmetle yollarına devam ediyorlar mı? Yoksa denizin içinde boğulup helâk mi oldular?” dediler.
Hazret-i Mûsâ hemen duâ etti. Allahü teâlânın kudretiyle, yollar arasında bulunan dağ gibi sular içinde pencere açıldı. Böylece, denizden geçmekte olan İsrâiloğulları birbirlerini görerek sevindiler. Gönülleri rahatladı.
Kolaylıkla denizi geçip karşı kıyıya çıktıkları zaman, geri tarafta Fir’avn ve ordusunun önü de denize dayanmıştı. Denizde açılmış yolları ve İsrâiloğullarının selâmetle karşıya geçtiğini görünce hayrette kaldılar. Denizde açılmış yollar, önlerinde apaçık duruyordu. Fakat asker, girmeye cesâret edemedi. Fir’avn, askerini cesâretlendirmek için; “Denize bakın! Düşmanlarıma, benden önde yürümüş, gitmiş olan kölelerime yetişmem için, heybetimden nasıl da yarıldı. Onları yakalayıp hepsini öldüreceğim. Yürüyün, haydi denize” diye böbürlendi.
Asker içinde, kimse denizde bulunan yollara girmeye cesâret edemedi. Hattâ Fir’avn’ın veziri olan Hâmân bile, atını sürüp girmek isteyen Fir’avn'a mâni oldu ve; “Ben buraya çok geldim, burada böyle bir yol yoktu. Ben korkuyorum. Bu hâlin, o adamın (Hazret-i Mûsâ'nın) bir hîlesi olduğunu zannediyorum. Bizim ve adamlarımızın helâk olmasından endişe ediyorum” dedi. Fir’avn onun sözlerine kulak asmadı ve denize girmek için acele ile atını ileri sürdü. At gitmek istemedi ve diretti. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm beyaz renkli at üzerinde, bir insan sûretinde oraya geldi ve ileri atıldı. Fir’avn’ın atı, onu görünce, kişneyerek ardından denize (denizde açılmış yola) girdi. Bundan sonra bütün ordu denize girip, ilerlemeye başladı. Aslında Fir’avn’ın kendisi de denize girmeye korkuyor, çekiniyor, fakat cesâretli imiş gibi görünmekten de geri kalmıyordu.
Fir’avn dâhil orada bulunan herkes, insan şeklinde görünüp, denize giren Cebrâil aleyhisselâmı kendilerinden biri zannetmişler ve bundan sonra denize girmeye cesâret göstermişlerdi. Bu sırada Cebrâil beyaz ata binmiş bir insan şeklinde önde giderken Mikâil aleyhisselâm da yine ata binmiş bir insan sûretinde Fir’avn’ın ordusunun arkasından gelerek; “Haydi çabuk olun! Önceki arkadaşlarınıza yetişin, geride kalmayın” diyerek onları da ileri sürdü. Nihâyet, Fir’avn’ın askerinin ön kısmı karşı sâhile yaklaştığında, arkada olanların hepsi denize girmişler, dışarıda onlardan hiç kimse kalmamıştı. Yâni Fir’avn ile ordusunun ön tarafı, İsrâiloğullarının çıktıkları kıyıya, arka kısmı ise geri taraftaki sâhile yakın idi.
Bu hâlde iken Allahü teâlâ denize, kapanarak onları batırmasını emretti. Hak teâlânın bu emri ile bütün yollar kapanıverdi. Fir’avn ve askerinin hepsi boğulup gitti. Hazret-i Mûsâ ve berâberindekilerin, denizi selâmetle geçtikleri; Fir’avn ile ordusunun helâk olduğu o gün, Muharrem ayının onu, yâni aşure günü idi. Mûsâ aleyhisselâm ve yanındakiler, bu nîmete, şükür olarak, o gün oruç tuttular.
İsrâiloğulları, karşı tarafta, sâhilde, yüksekçe bir yere çıkmışlardı. Denizde açılmış yolların kapanması ve dalgaların çarpışmasıyla çıkan müthiş gürültüyü ve hengâmeyi duyup; “Bu sesler nedir?” diye söylenirlerken, Mûsâ aleyhisselâm onlara; “Allahü teâlâ, Fir’avn'u ve berâberindekilerin hepsini denizde boğup helâk etti” dedi.
Bunun üzerine İsrâiloğulları da bulundukları yüksekçe yerden, Fir’avn ve kavminin helâk oluşlarını seyrederek, hâdiseyi gözleriyle gördüler. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
“Ey Benî İsrâil! Hatırlayın şu zamanı ki biz, o zamanda sizin deryâya girmeniz sebebiyle denizi (oniki ayrı yola) ayırıp sizi kurtardık. Fir’avn ve takımını da denizde garkettik ve siz de onların nasıl boğulup helâk olduklarını sâhilden seyrediyor, onlara bakıyordunuz.” (Bakara sûresi: 50)
Rivâyete göre Fir’avn, boğulacağını tam anlayınca; “Benî İsrâil'in îmân ettiği Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına îmân ettim. Ben şimdi Müslümanlardanım” dedi.
Bilindiği gibi, Fir’avn ve kavmine daha evvel, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanıp, îmân etmeleri, gafletten uyanmaları için O'nun kudretine alâmet ve işâret olmak üzere bâzı musîbetler gelmişti. Her musîbet geldiğinde, Fir’avn ve kavmi Hazret-i Mûsâ'ya yalvarıp; “Rabbinin sana verdiği ahd (peygamberlik, duânı kabûl etmek) hürmetine O'na duâ et. O senin duânı elbette kabûl eder. Bu musîbeti bizden kaldırsın. Eğer kaldırılırsa, artık biz elbette sana îmân edeceğiz. İsrâiloğulları ile gitmene müsâde edeceğiz ve kat’î olarak, kesin bir şekilde söz veriyoruz ki, bir daha eski hâlimize dönmeyeceğiz” diyorlardı. O da duâ edip musîbet kaldırılınca, onlar verdikleri sözü tutmayıp, yine eski hâlleri üzere devam ediyorlardı.
Âlimlerin bildirdiklerine göre, Fir’avn her ne kadar boğulurken îmân ettiğini söyledi ise de bu hakîkî bir îmân, tasdik değildi. Böyle söylemekle, kurtulacağını sandı. Kurtulsaydı küfür ve zulmüne devam edecekti.
Ayrıca bu îmân, kalbden olsa bile, yeis ve ümîdsizlik hâlinde olduğundan, makbûl ve mûteber değildir. Artık, can hulkuna (boğaza) geldikten sonra, rûhunun çıkmak üzere olduğu sırada, insana âhıret hâlleri keşfolup hakîkati gördüğünde, bu anda îmân etmesi de makbûl ve mûteber değildir. Yâni îmânın gaybî olması, insanın görmeden inanması lâzımdır.
Tefsîr âlimlerinin beyânlarına göre, Fir’avn’ın îmânı sahih ve makbûl değildir.
Mûsâ aleyhisselâm ile birlikte İsrâiloğullarının denizden selâmetle geçip kurtulmaları, Fir’avn ve kavminin, topluca denizde boğulmaları husûsunda, başka âyet-i kerîmelerde de meâlen buyruldu ki:
“Celâlim hakkı için, muhakkak ki biz, Kureyş kavminden evvel, Fir’avn kavmini de (mühlet ve çok mal vermekle) imtihân etmiştik. Kendilerine, tarafımızdan şerefli bir peygamber geldi (ki Mûsâ aleyhisselâmdır.) O, onlara şöyle dedi; Allah'ın kullarını (Benî İsrâil'i) bana verin. (Onları benimle gönderin. Yakalarını serbest bırakın, kendilerine azâb etmeyin.) Muhakkak ki, ben, Allahü teâlâ tarafından size vahiyle gönderilmiş emîn bir peygamberim. Allahü teâlâya karşı tekebbür etmeyin. Zirâ ben size dâvâmın doğru olduğunu açıklayan delil ile, açık mûcize ile geldim. Biliniz ki ben, beni taşlamanızdan, öldürmenizden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya sığınıyorum ki, O beni muhâfaza eder.
Eğer beni tasdik ve îmân etmezseniz, beni kendi hâlime bırakınız. (Ben hayrınızdan geçtim şerriniz bâri dokunmasın. Onlar îmân etmedikleri, kendisini yalanladıkları gibi, bilâkis bir takım ezâ ve cefâya başlayınca) Mûsâ (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî! Bunlar küfür üzere ısrâr eden bir kavimdir” dedi. Allahü teâlâ Mûsâ'ya (aleyhisselâm) vahyedip buyurdu ki, kullarım (Benî İsrâil) ile gece (Mısır'dan) çıkıp git. Fir’avn ve takımı sizin çıktığınızı haber aldıklarında ardınızdan gelirler. (Onlar mutlakâ sizi tâkip edeceklerdir.) (Duhân sûresi: 17-23)
“...Biz de Fir’avn'u ve berâberinde bulunanları, toptan denizde boğuverdik.” (İsrâ sûresi: 103)
“(Fir’avn ve kavmi) küfür üzere ısrâr edip, âyetlerimizi yalanladıkları ve onlara kulak asmayıp gâfil bulundukları için, biz de kendilerinden intikâm almak diledik ve hepsini denizde boğduk.” (A’râf sûresi: 136)
“Vaktâ ki, Fir’avn ve kavmi, inâdla ve isyânda haddi aşmakla bizi gadaplandırdı. Biz de onlardan intikâm aldık. Hepsini deryâda boğup helâk ettik. Bunları sonra gelip böyle inâd edecek olan kavimlere öncü bir kavim ve yine onları gelecek nesillere bir misâl ve ibret yaptık.” (Zuhruf sûresi: 55-56)
“(Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğulları ile birlikte denizi geçince, Allahü teâlâ Hazret-i Mûsâ'ya buyurdu ki:) Kavminle denizi geçtikten sonra onu olduğu gibi bırak. (Asânı tekrar vurup, açılmış olan yolları kapatma. Açık bırak.) Zirâ Fir’avn ve askeri o yollara girip garkolacaklar, boğulacaklardır.” (Duhân sûresi: 24)
“Şüphesiz biz, Benî İsrâil'i; Fir’avn’ın ihânet edici azâbından (onları köle gibi kullanmalarından, oğlanlarını öldürüp kız evlatlarını bırakmalarından, aşağılık işlerde çalıştırmalarından ve bunlar gibi ihânet ve hakâretlerinden) kurtardık. Şüphesiz ki, Fir’avn, İsrâiloğullarına gâlip olmakla şerde haddi aşanlardan idi.” (Duhân sûresi: 30-31)
“Ey İsrâiloğulları! Hatırlayın şu zamanı ki, o zamanda biz sizi (atalarınızı) Fir’avn’ın ve kavminin zulüm ve haksızlıklarından kurtarmıştık. Onlar size azâbın şiddetlisini yüklerler, çirkin olanını tattırırlardı. (Bir kısmınıza yapı yaptırır, bâzınıza çift sürdürür, kiminize ekin ektirir, bir çoğunuzu kendilerine hizmet ettirir, kalanlarınıza ise iş yaptırmaz fakat vergi alırlardı.) Hattâ kuvvetinizi, üstünlüğünüzü kırmak için, doğan evlâdınızdan erkek olanları öldürürler, kızları ise sağ bırakırlardı. İşte bu beyân olunan azâbda, Rabbiniz tarafından sizin için büyük bir imtihân vardı.” (Bakara sûresi: 49, A’râf sûresi: 141)
“Muhakkak biz, Mûsâ ve Hârûn'a (aleyhimesselâm) nîmetler verdik. (Kendilerini, peygamberlik, dînî ve dünyevî menfaatler vermekle nîmetlendirdik.) O ikisini ve onlara tâbi olup îmân edenleri (İsrâiloğullarını, Fir’avn’ın kendilerine gâlib olması ve denizde boğulmak gibi) büyük mihnet ve sıkıntıdan kurtardık. Onlara (o ikisine ve Benî İsrâil'e) yardım ettik de, Fir’avn ve kavmi üzerine gâlib oldular.” (Saffat sûresi: 114-116)
“Kârûn, Fir’avn ve Hâmân'ı da helâk ettik. Mûsâ (aleyhisselâm) onlara mûcize ve açık alâmetlerle gelmişti. Onlar ise çok kibirlenip, yeryüzünde (Mısır memleketinde) fesâd çıkarmışlar, îmân etmemişlerdi. Böyle olunca azâbımız onlara erişti. Hiç biri azâbdan kurtulamadılar.” (Ankebût sûresi: 39)
“Biz İsrâiloğullarını denizden (Kızıldeniz'den, Süveyş körfezinden) geçirdik. Fir’avn ve askeri ise zulüm ve saldırganlıkla onların ardına düşüp denize geldiler. (Halbuki, deniz, Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi için yarılmıştı ve onlar selâmetle karşıya geçmişlerdi. Fir’avn ve kavmi, denizi o hâlde görünce girdiler.) Denizin ortasında bulundukları bir sırada, yolların etrâfında bulunan sular kapanıverdi. Fir’avn’ın askeri boğuluyordu. Fir’avn da sular arasında kalıp, yaşamasından ümîd kesip, boğulacağını anlayınca; Benî İsrâil'in îmân ettiği Allah'tan başka ilâh olmadığını tasdik ve O'na îmân ettim. Ben de müslümanlardanım dedi.
(Ona); Önceleri Mûsâ'yı (aleyhisselâm) dinlemeyip, isyân ve fesâdda bulunduğun hâlde, şimdi elinden her şey gidince ve nefsinden, kendinden ümîd kalmayınca mı îmân ediyorsun? (denildi. Bu sözün, Allahü teâlâ tarafından veya O'nun emriyle Cebrâil aleyhisselâm tarafından Fir’avn'a söylendiği bildirilmiştir.)
(Ey Fir’avn!) Bu gün senin cesedini denizden çıkarıp bir yüksek mahalle bırakırız ki, senden sonra gelenlere ibret olasın. Fakat, insanların çoğu, bizim alâmet ve âyetlerimizden gâfillerdir. Tefekkür etmezler ve ibret almazlar.” (Yûnus sûresi: 90-92)
Rivâyete göre, Hazret-i Mûsâ'nın Fir’avn dâhil Kıptî ordusunda bulunanların hepsinin denizde boğularak helâk olduklarını bildirmesi üzerine, İsrâiloğulları, sâhilden, karşıda uzak ve yüksek bir yerden onların boğulmalarını seyrettiler. Fakat sonra bunlardan bâzısı, Fir’avn’ın suda boğulup helâk olmasını iyice anlayamadılar. Daha önceki bildiklerine göre Fir’avn, insanların ihtiyaç duyduğu bir çok şeylere muhtâç değildi. Bu bilgilerine göre, deniz suyunun kapanmasının ona zarar veremeyeceğini, yine sağ kalıp, zulüm ve haksızlığa devam edeceğini zannettiler. Bu endişelerini Hazret-i Mûsâ'ya arzettiler. Bunun üzerine, Allahü teâlâ denize emretti. Bir dalga, Fir’avn’ın cesedini arâzide yüksekçe bir tümseğin üzerine attı. Zırhı üzerinde idi. İsrâiloğulları onun cansız bedenini görüp, öldüğünü anladılar. Nitekim Allahü teâlâ, yukarıda zikredilen Yûnus sûresi 92. âyet-i kerîmesinde bunu bildirmiştir. Denildi ki, onun cesedi böyle çıkarılmasaydı, bâzı kimseler, onun ölüp ölmemesinde şüpheye düşüp, helâk olmamıştır zannederlerdi.
Böylece Allahü teâlâ, İsrâiloğullarını hattâ bütün insanlığı Fir’avn gibi bir zâlimin şerrinden kurtardı. Netîcede, Mûsâ aleyhisselâm gibi büyük bir peygambere karşı gelmenin cezâsını, kavmi ile birlikte gördü.
Allahü teâlânın, insanları ebedî saâdete kavuşturmak için gönderdiği peygamberlere her asırda karşı çıkan ve insanların hidâyete kavuşmasını engellemek isteyen zâlimler olmuştur. Fakat bu zâlimlerden hiç biri, îmânı yok edememiş, Allahü teâlânın dîninin, dünyânın dört bir tarafına yayılmasına mâni olamamıştır. Kendileri kahrolmuş, çok acı ve perişân hâlde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşlerdir. İsimleri lânet ile anılmış veya unutulmuş, namları ve nişânlan kalmamıştır. Âhırette Cehennem azâbında sonsuz kalacakları gibi, dünyâda zulüm ve azgınlıklarıyla insanlığa zararlı olmuşlardır. Kendileri rahat ve huzûrun yanında, gönül saâdetini de bulamamışlar, mülk ve saltanatları ne kadar muhteşem görünse de, devamlı rahatsız olmuşlardır. Zâlimlerin ölüp gitmeleri ile, hem memleketler, hem de insanlar rahata, huzûra kavuşur. Şu beyt, Fir’avn’ın hâlini çok güzel ifâde etmektedir:
Ne kendi etti rahat, ne âlem etti huzûr,
Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubûr.
Fir’avn’ın azıp ilâhlık iddiâ etmesine, sonunda da helâk olmasına sebep, cebbârlık yapmasıdır. Allahü teâlâya âsî olan, hakkı kabûl etmemekte ısrâr eden, haddi aşan kibir sâhibi, zorba ve isyânkar insana, cebbâr denir.
Şu işleri yapan kişi cebbârlara benzemiş olur: Sâdece kendisini ve kendi faydasına olan şeyleri düşünmek. Yalnız kendi görüş ve hareketlerini beğenmek. Meselâ, kendisini beğenerek yürümek, kasılmak; kibrinden, hakîr ve aşağı gördüğü için, insanlardan tarafa bakmaya tenezzül etmemek. Meclislerde, toplantı yerlerinde herkesin önüne geçmek, kendisini temize çıkarıp, başkasını kötülemek... gibi.
İnsanların âzâlarında ve zâhirlerinde görülen bütün bu tecebbür (büyüklenme) ve tekebbür hareketleri, kalbin inanmamasından ve kibirli olmasından doğmaktadır. Böyle hâllerin insanda ve âzâlarında görünmesine tecebbür, böyle kimseye de cebbâr denir. Yeryüzünde tecebbür ve tekebbür edenlerin önde gelenlerinden ve ileri gidenlerinden biri de Fir’avn idi.
“Arais-ül-mecalis” kitabında, Cebrâil aleyhisselâmın, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle söylediği bildirilmektedir: İki kimseye kızdığım kadar hiç kimseye kızmadım. Bunlardan biri, cinlerden iblîs olup, Hazret-i Âdem'e secde etmediği zaman; diğeri de insanlardan Fir’avn olup; “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât sûresi: 24) dediği zaman. (En çok, böyle yaptıklarında bunlara kızdım.)”
“Keşşaf tefsîri”nde, yukarıda meâli verilen Yûnus sûresinin 92. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde diyor ki: “... Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini; tam, noksansız ve bozulmamış bir hâlde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.”
Fir’avn’ın cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından, Kızıldeniz kenarında kumlar arasında bulunarak İngiltere'ye götürülmüştür. Hâdisenin olmasından bu güne kadar üçbin sene kadar çok uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Fir’avn’ın vücûdu bozulmamış, etleri dökülmemiş, tüyleri kaybolmamıştır. Bu hâliyle ve secde eder vaziyette, Londra'daki meşhûr British Müzesi'nde teşhir edilmektedir.
İşte bu hal; Kur'ân-ı kerîmin fesâhat ve belâgatının, tam bir mûcize olduğunu açıkça gösteren delillerden sâdece bir tanesidir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget