Tevrât-ı şerîfin nâzil olmasının yaklaşması
Rivâyete göre Mûsâ aleyhisselâm, Mısır'da iken İsrâiloğullarına söz vermiş, Mısır'dan çıktıkları ve düşmanları helâk olduğu zaman kendilerine bir kitap getireceğini söylemişti. Bu kitapta, daha evvel gelmiş olan dinlerdeki bâzı hükümler, Fir’avn ve kavminin, bozup değiştirdikleri bâzı kâidelerin asılları bulunacaktı.
Allahü teâlâ, Fir’avn ve kavmini helâk ederek, İsrâiloğullarını onların ellerinden kurtarıp, düşmanlarından emîn etti. İsrâiloğullarının baş vuracakları bir kitap ve şerîatları olmadığından, Hazret-i Mûsâ'ya müracaat ederek; “Ey Mûsâ! Söz verdiğin kitabı bize getir” dediler. O da bunu, Rabb-ül-âlemine arz etti. Allahü teâlâ da ona, Tûr Dağı’na varmasını, ağız ve bedeninin ârî, tertemiz, pâk olması için orada otuz gün oruç tutmasını, daha sonra kendisiyle mükâleme edeceğini (konuşacağını), Tevrât-ı şerîf kitabını inzâl edeceğini ve ona yeni bir din vereceğini vâdetti.
Mûsâ aleyhisselâm, kardeşi Hârûn aleyhisselâmı, kendi yerine, İsrâiloğullarının başına vekil tâyin ederek; “Sen, bunların yanlış işlerini ıslâh eyle” dedi.
İsrâiloğullarına da, Allahü teâlânın vahyini bildirip; “Ben, Allahü teâlânın emri ile Tûr Dağı’na gidiyorum. Orada otuz gün oruç tutacağım. Allahü teâlâ tarafından nâzil olacak bir kitap ve yeni bir din getireceğim” buyurdu.
İsrâiloğulları o kadar zulüm ve işkenceden kurtuldukları, selâmete erdikleri hâlde; kendisine inanıp tâbi oldukları peygamberin sözüne itâatte, hemen kabûl ve tasdik etmekte gevşek davranıyorlar, onu üzüyorlardı. Bu hâllerinin; Hazret-i Mûsâ'yı gücendireceğini, Allahü teâlâyı gadablandıracağını bir türlü anlayamıyorlardı. Kavuşulan nîmetlere nankörlük etmek hâli vardı. Ne kadar garip ve şaşılacak haldir ki, târih boyunca insanoğlu içinde, kavuştuğu nîmete hakkıyla şükredebilen pek az olmuş, nankörlük eden daha çok çıkmıştır. Fakat, İsrâiloğullarının hâlleri daha garip, hareket ve davranışları daha değişik, nîmete nankörlükleri pek fazla, peygamberlerine itâatsizlikleri çok hayret edilecek şekildedir. Diğer ümmetler ve peygamberlerin zamanlarında, insanlar; inananlar ve inkâr edenler diye iki gruba ayrılmışlar. İnananlar, cân-ü gönülden o peygambere tâbi olup, hiç bir emrine karşı gelmemişler; inanmayanlar ise, o peygambere ve ona inananlara karşı çıkıp, düşman olmuşlar, hattâ harb etmişlerdir.
Fakat İsrâiloğullarının durumları çok daha değişiktir. Bunların ekserisi hem Hazret-i Mûsâ'ya inanıp tâbi olmuşlar, hem de itâatte gevşek davranmışlar, bildirdiklerine ve haber verdiklerine şüphe ve tereddüt gözüyle bakmışlardır.
Nitekim, Mûsâ aleyhisselâm peygamber olarak gelmeden evvel, Fir’avn ve kavmi onlara zulmederlerdi. Onun peygamberliğinden sonra, Fir’avn ve yakınlarının İsrâiloğullarına olan baskı ve zulümleri daha da artmıştı. İsrâiloğulları, hem Hazret-i Mûsâ'ya inanıp kabûl etmişler, hem de; “Sen bize peygamber olarak gönderilmezden evvel, biz eziyet görürdük. Sonra da daha fazlasıyla görüyoruz” demişlerdi. Yâni; “Senin peygamberliğinin ne faydasını gördük ki...” der gibi serzenişte bulunmuşlardı.
Ayrıca; berâberce yola çıkıp, deniz kenarına geldiklerinde, arkalarından Fir’avn ile ordusunun geldiğini görünce, Hazret-i Mûsâ'nın, Allahü teâlânın kendilerini kurtaracağını vâdettiğini bildirmesine, bu husûsta endişe etmemeleri icâbettiği husûsunda kendilerine te’minat vermesine rağmen, onlar; “Sana da nereden tâbi olduk ki...” der gibi; “Sen peygamber olarak gelmeden evvel eziyet görürdük. Sonra daha çok gördük. Şimdi ise Fir’avn askeri elinde helâk olacağız” demişlerdi.
Allahü teâlânın emri ile, denizde, onların her bir kısmı için ayrı yollar açılınca, bu yollara girip selâmetle giderken; “Acabâ diğer yollardaki akrabâlarımız da bizim gibi böyle selâmetle geçiyorlar mı ki?” diye sormuşlardı da, Hazret-i Mûsâ duâ edip, yollar arasında bulunan dağ gibi deniz suları arasında pencereler açılıp, birbirlerini görerek, konuşarak geçmişlerdi.
Daha sonra, hazret-i Mûsâ onlara, Fir’avn ve kavminin denizde helâk olduklarını haber vermiş, onlar da, uzaktan bu korkunç ve dehşetli hâli seyretmişlerdi. Buna rağmen; “Biz, Fir’avn’ın öldüğünü gözümüzle görmedikçe, helâk olduğundan emîn olamayız” diyerek, edebe riâyetsizlik etmişlerdi. Buna rağmen Hak teâlâ hazretleri, denize emredip, bir büyük dalga, Fir’avn’ın cesedini yüksekçe bir yere atmıştı da, İsrâiloğulları onun cansız bedenini görmekle ancak kalpleri rahata kavuşmuştu.
Yollarına devam ederlerken öküze tapanları görünce, içlerinden câhil olanları hemen onlara heves etmişler; “Biz de böyle, elimizle tutup, gözümüzle görebildiğimiz tanrı isteriz” demişlerdi. Mûsâ aleyhisselâmın onları azarlaması, bu bozuk düşüncelerden şiddetle men etmesi ve nasîhatte bulunmasıyla, onlar bu isteklerinden vaz geçip tevbe etmişlerdi.
Tîh sahrasında Allahü teâlâ kendilerine semâdan rızık indirdi. Buna da nankörlük yaptılar.
Nihâyet burada da, Mûsâ aleyhisselâm onlara Allahü teâlânın vahyini tebliğ edip, Allahü teâlânın inzâl edeceği, göndereceği kitabı almak üzere Tûr-i Sînâ'ya gideceğini bildirdiği zaman, onların yukarıdaki hâlleri yine aynı şekilde devam etti. Edebe riâyetsizlikte daha da ileri gittiler; “Sen gideceksin. Bunu bana, Allahü teâlâ nâzil etti diye bir kitap getireceksin ve yine, bunu bana Allahü teâlâ vahyetti diyerek bir şeyler söyleyeceksin. Biz hakîkaten bunların Allah kelâmı olduğunu nereden bileceğiz. Bizim buna inanmamızı istersen, bizim yaşlılarımızdan, ileri gelenlerimizden bâzılarını seçerek yanına al götür. Hak teâlânın kelâmını onlar da duysunlar, bize haber versinler ki, gönlümüzde şüphe kalmasın” dediler.
İçlerinden biri bunları duyunca, onların fikirlerine katılmadı. Böyle düşünmelerinin yanlış olduğunu bildirdi. “Siz ne tuhaf bir tâifesiniz. Ne inandığınız belli, ne inanmadığınız! Hiç, Hak teâlânın kelâmına şâhid istenir mi? Bu ne cürettir? Gidecek adamlarınızın sözleri, peygamberinizin sözlerinden, haber vermesinden daha mı kavîdir ki, sizler böyle söyleyebiliyorsunuz?” dedi.
Buna rağmen Hazret-i Mûsâ, tekliflerini kabûl edip; “Kimi seçerseniz, onlar benimle gelsinler” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarından seçilen yetmiş kişiyi de alarak Tûr Dağı’na gitti. Tûr Dağı’nın eteğine geldiklerinde, Hak teâlânın emriyle otuz gün oruç tuttular. “Oraya gelmeleri, Zilkâde ayının başı idi. O ayın hepsini oruçla geçirdiler.”
Bundan sonra Hazret-i Mûsâ, onları orada bırakıp, kendisi dağın üst kısmına (tepesine) doğru çıkarken, kendi ağız kokusunu beğenmedi. Bunu gidermek için, keçiboynuzu ağacının dalı ile dişlerini misvâkladı. Başka bir rivâyette; ağaç kabuğu alıp emdi. Melekler; “Biz senin ağzından misk kokusu duyuyorduk. Şimdi sen o kokuyu değiştirdin” dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, on gün daha oruç tutmasını bildirdi ve; “Sen bilmez misin ki, oruç tutanın ağzının kokusu, benim katımda misk kokusundan daha temizdir” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm on gün daha oruç tuttu. Sonra dağın yükseğine çıktı. Hak teâlânın emri ile, Mûsâ aleyhisselâmın bulunduğu yerin etrâfında geniş bir çevreden, yazıcı melekler dâhil, ne kadar canlı mahlûk varsa Cebrâil aleyhisselâm hariç, hepsi uzaklaştırıldı. Orada, Mûsâ aleyhisselâm, zamansız ve cihetsiz olarak Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâ onun gözünden perdeleri kaldırınca, Mûsâ aleyhisselâm açık ve net bir şekilde Arş-ı a’lâyı gördü. Levh-il-mahfûz'a yazıları yazan, mâhiyetini Allahü teâlânın bildiği kalemin sesini duydu.
Allahü teâlâ ile konuşması, nasıl olduğu anlaşılamayan bir şekilde zamansız ve cihetsiz olarak oldu. Orada Cebrâil aleyhisselâm bulunduğu hâlde ne konuşulduğunu işitmedi. Allahü teâlâ böylece, Hazret-i Mûsâ'nın makâm ve mertebesini daha da yükseltti.