Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Rivâyete göre Mûsâ aleyhisselâm, Mısır'da iken İsrâiloğullarına söz vermiş, Mısır'dan çıktıkları ve düşmanları helâk olduğu zaman kendilerine bir kitap getireceğini söylemişti. Bu kitapta, daha evvel gelmiş olan dinlerdeki bâzı hükümler, Fir’avn ve kavminin, bozup değiştirdikleri bâzı kâidelerin asılları bulunacaktı.
Allahü teâlâ, Fir’avn ve kavmini helâk ederek, İsrâiloğullarını onların ellerinden kurtarıp, düşmanlarından emîn etti. İsrâiloğullarının baş vuracakları bir kitap ve şerîatları olmadığından, Hazret-i Mûsâ'ya müracaat ederek; “Ey Mûsâ! Söz verdiğin kitabı bize getir” dediler. O da bunu, Rabb-ül-âlemine arz etti. Allahü teâlâ da ona, Tûr Dağı’na varmasını, ağız ve bedeninin ârî, tertemiz, pâk olması için orada otuz gün oruç tutmasını, daha sonra kendisiyle mükâleme edeceğini (konuşacağını), Tevrât-ı şerîf kitabını inzâl edeceğini ve ona yeni bir din vereceğini vâdetti.
Mûsâ aleyhisselâm, kardeşi Hârûn aleyhisselâmı, kendi yerine, İsrâiloğullarının başına vekil tâyin ederek; “Sen, bunların yanlış işlerini ıslâh eyle” dedi.
İsrâiloğullarına da, Allahü teâlânın vahyini bildirip; “Ben, Allahü teâlânın emri ile Tûr Dağı’na gidiyorum. Orada otuz gün oruç tutacağım. Allahü teâlâ tarafından nâzil olacak bir kitap ve yeni bir din getireceğim” buyurdu.
İsrâiloğulları o kadar zulüm ve işkenceden kurtuldukları, selâmete erdikleri hâlde; kendisine inanıp tâbi oldukları peygamberin sözüne itâatte, hemen kabûl ve tasdik etmekte gevşek davranıyorlar, onu üzüyorlardı. Bu hâllerinin; Hazret-i Mûsâ'yı gücendireceğini, Allahü teâlâyı gadablandıracağını bir türlü anlayamıyorlardı. Kavuşulan nîmetlere nankörlük etmek hâli vardı. Ne kadar garip ve şaşılacak haldir ki, târih boyunca insanoğlu içinde, kavuştuğu nîmete hakkıyla şükredebilen pek az olmuş, nankörlük eden daha çok çıkmıştır. Fakat, İsrâiloğullarının hâlleri daha garip, hareket ve davranışları daha değişik, nîmete nankörlükleri pek fazla, peygamberlerine itâatsizlikleri çok hayret edilecek şekildedir. Diğer ümmetler ve peygamberlerin zamanlarında, insanlar; inananlar ve inkâr edenler diye iki gruba ayrılmışlar. İnananlar, cân-ü gönülden o peygambere tâbi olup, hiç bir emrine karşı gelmemişler; inanmayanlar ise, o peygambere ve ona inananlara karşı çıkıp, düşman olmuşlar, hattâ harb etmişlerdir.
Fakat İsrâiloğullarının durumları çok daha değişiktir. Bunların ekserisi hem Hazret-i Mûsâ'ya inanıp tâbi olmuşlar, hem de itâatte gevşek davranmışlar, bildirdiklerine ve haber verdiklerine şüphe ve tereddüt gözüyle bakmışlardır.
Nitekim, Mûsâ aleyhisselâm peygamber olarak gelmeden evvel, Fir’avn ve kavmi onlara zulmederlerdi. Onun peygamberliğinden sonra, Fir’avn ve yakınlarının İsrâiloğullarına olan baskı ve zulümleri daha da artmıştı. İsrâiloğulları, hem Hazret-i Mûsâ'ya inanıp kabûl etmişler, hem de; “Sen bize peygamber olarak gönderilmezden evvel, biz eziyet görürdük. Sonra da daha fazlasıyla görüyoruz” demişlerdi. Yâni; “Senin peygamberliğinin ne faydasını gördük ki...” der gibi serzenişte bulunmuşlardı.
Ayrıca; berâberce yola çıkıp, deniz kenarına geldiklerinde, arkalarından Fir’avn ile ordusunun geldiğini görünce, Hazret-i Mûsâ'nın, Allahü teâlânın kendilerini kurtaracağını vâdettiğini bildirmesine, bu husûsta endişe etmemeleri icâbettiği husûsunda kendilerine te’minat vermesine rağmen, onlar; “Sana da nereden tâbi olduk ki...” der gibi; “Sen peygamber olarak gelmeden evvel eziyet görürdük. Sonra daha çok gördük. Şimdi ise Fir’avn askeri elinde helâk olacağız” demişlerdi.
Allahü teâlânın emri ile, denizde, onların her bir kısmı için ayrı yollar açılınca, bu yollara girip selâmetle giderken; “Acabâ diğer yollardaki akrabâlarımız da bizim gibi böyle selâmetle geçiyorlar mı ki?” diye sormuşlardı da, Hazret-i Mûsâ duâ edip, yollar arasında bulunan dağ gibi deniz suları arasında pencereler açılıp, birbirlerini görerek, konuşarak geçmişlerdi.
Daha sonra, hazret-i Mûsâ onlara, Fir’avn ve kavminin denizde helâk olduklarını haber vermiş, onlar da, uzaktan bu korkunç ve dehşetli hâli seyretmişlerdi. Buna rağmen; “Biz, Fir’avn’ın öldüğünü gözümüzle görmedikçe, helâk olduğundan emîn olamayız” diyerek, edebe riâyetsizlik etmişlerdi. Buna rağmen Hak teâlâ hazretleri, denize emredip, bir büyük dalga, Fir’avn’ın cesedini yüksekçe bir yere atmıştı da, İsrâiloğulları onun cansız bedenini görmekle ancak kalpleri rahata kavuşmuştu.
Yollarına devam ederlerken öküze tapanları görünce, içlerinden câhil olanları hemen onlara heves etmişler; “Biz de böyle, elimizle tutup, gözümüzle görebildiğimiz tanrı isteriz” demişlerdi. Mûsâ aleyhisselâmın onları azarlaması, bu bozuk düşüncelerden şiddetle men etmesi ve nasîhatte bulunmasıyla, onlar bu isteklerinden vaz geçip tevbe etmişlerdi.
Tîh sahrasında Allahü teâlâ kendilerine semâdan rızık indirdi. Buna da nankörlük yaptılar.
Nihâyet burada da, Mûsâ aleyhisselâm onlara Allahü teâlânın vahyini tebliğ edip, Allahü teâlânın inzâl edeceği, göndereceği kitabı almak üzere Tûr-i Sînâ'ya gideceğini bildirdiği zaman, onların yukarıdaki hâlleri yine aynı şekilde devam etti. Edebe riâyetsizlikte daha da ileri gittiler; “Sen gideceksin. Bunu bana, Allahü teâlâ nâzil etti diye bir kitap getireceksin ve yine, bunu bana Allahü teâlâ vahyetti diyerek bir şeyler söyleyeceksin. Biz hakîkaten bunların Allah kelâmı olduğunu nereden bileceğiz. Bizim buna inanmamızı istersen, bizim yaşlılarımızdan, ileri gelenlerimizden bâzılarını seçerek yanına al götür. Hak teâlânın kelâmını onlar da duysunlar, bize haber versinler ki, gönlümüzde şüphe kalmasın” dediler.
İçlerinden biri bunları duyunca, onların fikirlerine katılmadı. Böyle düşünmelerinin yanlış olduğunu bildirdi. “Siz ne tuhaf bir tâifesiniz. Ne inandığınız belli, ne inanmadığınız! Hiç, Hak teâlânın kelâmına şâhid istenir mi? Bu ne cürettir? Gidecek adamlarınızın sözleri, peygamberinizin sözlerinden, haber vermesinden daha mı kavîdir ki, sizler böyle söyleyebiliyorsunuz?” dedi.
Buna rağmen Hazret-i Mûsâ, tekliflerini kabûl edip; “Kimi seçerseniz, onlar benimle gelsinler” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarından seçilen yetmiş kişiyi de alarak Tûr Dağı’na gitti. Tûr Dağı’nın eteğine geldiklerinde, Hak teâlânın emriyle otuz gün oruç tuttular. “Oraya gelmeleri, Zilkâde ayının başı idi. O ayın hepsini oruçla geçirdiler.”
Bundan sonra Hazret-i Mûsâ, onları orada bırakıp, kendisi dağın üst kısmına (tepesine) doğru çıkarken, kendi ağız kokusunu beğenmedi. Bunu gidermek için, keçiboynuzu ağacının dalı ile dişlerini misvâkladı. Başka bir rivâyette; ağaç kabuğu alıp emdi. Melekler; “Biz senin ağzından misk kokusu duyuyorduk. Şimdi sen o kokuyu değiştirdin” dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, on gün daha oruç tutmasını bildirdi ve; “Sen bilmez misin ki, oruç tutanın ağzının kokusu, benim katımda misk kokusundan daha temizdir” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm on gün daha oruç tuttu. Sonra dağın yükseğine çıktı. Hak teâlânın emri ile, Mûsâ aleyhisselâmın bulunduğu yerin etrâfında geniş bir çevreden, yazıcı melekler dâhil, ne kadar canlı mahlûk varsa Cebrâil aleyhisselâm hariç, hepsi uzaklaştırıldı. Orada, Mûsâ aleyhisselâm, zamansız ve cihetsiz olarak Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâ onun gözünden perdeleri kaldırınca, Mûsâ aleyhisselâm açık ve net bir şekilde Arş-ı a’lâyı gördü. Levh-il-mahfûz'a yazıları yazan, mâhiyetini Allahü teâlânın bildiği kalemin sesini duydu.
Allahü teâlâ ile konuşması, nasıl olduğu anlaşılamayan bir şekilde zamansız ve cihetsiz olarak oldu. Orada Cebrâil aleyhisselâm bulunduğu hâlde ne konuşulduğunu işitmedi. Allahü teâlâ böylece, Hazret-i Mûsâ'nın makâm ve mertebesini daha da yükseltti.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğulları her ne kadar Fir’avn’ın zulmünden kurtulup, hürriyetlerine kavuşmuşlar ise de, ne gariptir ki, bir şüphe, tereddüt, itâatsizlik ve disiplinsizlik içinde idiler. Kendisine tâbi oldukları Hazret-i Mûsâ'ya itâatte, sözlerine uymakta gevşek davranıyorlardı.
İsrâiloğulları, aralarında başta Mûsâ aleyhisselâm olmak üzere, Hârûn ve Yûşa (aleyhimüsselâm) gibi peygamberler bulunduğu için; çok rahmete, bol nîmetlere, rahata, huzûr ve saâdete kavuşuyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen, nankörlük ve edebe riâyetsizlik hâlleri devam ediyordu. İsrâiloğullarının bu garib hâli unutulmamış, asırlarca insanlara ders ve ibret olarak söylenip, anlatılmıştır.
Kaynak eserlerde bildirildiğine göre, İsrâiloğulları Mısır'dan kurtulduktan sonra Tîh sahrasına düştüler. Burada hoşnutsuzlukları devam eden İsrâiloğulları, Mısır'da gördükleri zulmü unutmuş gibi, Hazret-i Mûsâ'ya dediler ki: “Bizi şehirlerden, ma’mûr yerlerden çıkarıp, gölge ve örtülü olmayan bir sahraya getirdin.” Bunun üzerine Allahü teâlâ onların üzerlerine, yağmur bulutlarına benzemeyen, beyaz, hafif bir bulut gönderdi. Bu bulut yağmur bulutundan daha açık, hafif, hoş ve serin olup, onlara gölgelik yapar, hareket ettiklerinde başlarının üzerinde birlikte giderdi. Kondukları (konakladıkları) zaman başları üzerinde dönüp durur, onları çölün harâretinden korurdu.
İsrâiloğullarına ihsân edilen nîmetlerden biri de, gökyüzünde ay görülmediği zaman, geceleri onları aydınlatan bir ışık sütunudur. Bunun üzerine İsrâiloğulları; “Gölge ve ışık tamam, ama yiyecek yok” dediler. Hazret-i Mûsâ'nın duâsı bereketiyle Allahü teâlâ onlara men (kudret helvası) indirdi. Kudret helvasının ne olduğunda âlimlerden muhtelif rivâyetler gelmiştir.
Demişlerdir ki, Allahü teâlâ bu menden (kudret helvasından) her gece yapraklar üzerine, her kişi için yetecek kadar bir miktarda yağdırırdı.
İsrâiloğulları; “Ey Mûsâ, tatlı yemekten usandık. Allahü teâlâya duâ et de bize yiyecek et versin” dediler. Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlâ onlara selvâ (bıldırcın eti) indirdi. Âlimler selvânın ne olduğunda da ihtilâf ettiler. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) ve birçok âlimler, bıldırcına benzeyen bir kuştur dediler. İkrime (radıyallahü anh), Hindistan'da bulunan, serçeden büyük bir kuştur dedi.
Böylece Allahü teâlâ onlara devamlı men ve selva indirirdi. Her kişi, bir gece ve gündüzde yiyeceği kadar alırdı. İsrâiloğulları bunun da kıymetini bilmediler ve Mûsâ aleyhisselâma; “Helva ile etten bıktık. Bakla, soğan gibi şeyler isteriz” diyerek nîmete şükretmediler. Allahü teâlânın İsrâiloğullarına verdiği nîmetlerden biri de şudur: Sahrada susadıkları zaman; “Ey Mûsâ, nereden su içeceğiz?” dediler. Mûsâ aleyhisselâm onlar için su istedi. Bakara sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; Allahü teâlâ, ona; “Asân ile taşa vur” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, taşlık bir yerde asâ ile bir taşa vurdu. Her bir boy için, yâni oniki sıbt için oniki pınar kaynayıp aktı ve her boy kendi suyundan içti.
Mûsâ aleyhisselâmın, asâsını vurduğu ve oniki pınarın çıktığı yer, Süveyş şehrinin doğusunda “Uyûn-ü Mûsâ” ismiyle meşhûrdur. Bu gün bu pınarların suyu kurumuş, bâzılarının ise suyu azalmıştır. Bu su, hurma yetiştirilmesinde çok kullanılmıştır. Mûsâ aleyhisselâmın asâsını taşa vurması bir kaç defâ vukû bulmuştu.
İsrâiloğullarına verilen nîmetlerden biri de; sahrada iken; “Ey Mûsâ! Biz nereden giyecek bulacağız” dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ elbiselerini devamlı eyledi. Elbiseleri zamanla eskiyecek yerde yenilenir, güzelleşir, eskimez, dökülmez ve çürümezdi. Uzun zaman bu hâl üzere kaldılar.
Bu husûslarla alakalı olan âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Biz Tîh sahrasında sizin üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selva gönderdik ve dedik ki: “Size rızık olarak verdiğimiz bu helâl, güzel şeylerden yiyin. (Fakat sonrası için biriktirmeyin” dedik. Buna rağmen biriktirmeye kalktılar. Biriktirdikleri ise kurtlandı, yiyemediler. Böyle yaparak itâatsizlikte bulunmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilakis kendi nefislerine zulmettiler.” (Bakara sûresi: 57)
“Ey İsrâiloğulları! Biz size düşmanınız olan Fir’avn ve kavminden kurtuluş verdik ve size Tûr'un sağ tarafını vâd ettik. (Tûr Dağı’nın, Mısır'dan Şam'a gidecek kimselere göre, sağ tarafta bulunan mevkîini, Hazret-i Mûsâ için bir münâcât mahalli ve Tevrât'ın nâzil olması için bir mekân olarak tâyin eyledik.) Tîh sahrasında size men ve selvâ indirdik ve; Size pâk ve helâl olarak verdiğimiz rızkı yiyin. Siz verdiğimiz şeyde birbirinize taşkınlık etmeyin. (Onu biriktirmek ve küfrân-ı nîmette bulunmakla haddinizi aşmayın. Şâyet böyle yaparsanız) gadabım üzerinize lâzım olur, iner. Her kime ki, azâbım lâzım olmuştur, o kimse muhakkak helâk olmuştur ve uçuruma yuvarlanmıştır.
Bununla berâber, şüphesiz ki, şirkten tevbe ve îmân eden (tasdik edilmesi icâbeden her şeyi tasdik eden), sâlih ameller işleyen (emredilen ibâdetleri yapan), sonra da hidâyet üzere olan (Ehl-i sünnet yolunu tutan ve bu doğru yolda sebât gösterip, ölünceye kadar ayrılmayan) kimse için ben çok mağfiret ediciyim.” (Tâhâ sûresi: 80-82)
“Biz İsrâiloğullarını oniki kabîleye, o kadar ümmete ayırdık. Tîh sahrasında, susayan kavmi kendisinden su istediği zaman, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Asânı taşa vur!” diye vahyettik. Asâsını taşa vurunca, o taştan hemen oniki pınar kaynayıp akmaya başladı. Her kabîle su alacağı yeri bildi ve belledi. Bulutu da üzerlerine gölgelik yaptık. Kendilerine men ve selvâ indirdik. Onlara; “Size pâk ve helâl olarak verdiğimiz rızkı yiyin” dedik. (Fakat onlar nîmete nankörlük ettiler. Böyle yapmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilakis kendi nefislerine zulmettiler. (A’râf sûresi: 160)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını denizden geçirip, Fir’avn ve kavminin denizde helâkini de görüp seyrettikten sonra yollarına devam edip giderlerken, yaptıkları öküz şeklindeki putlara tapmakta olan bir takım insanlar gördüler. İçlerinden câhilleri; “Biz de böyle tanrı isteriz” dediler. Mûsâ aleyhisselâm da; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Sizi O kurtardı” buyurdu. Bu husûsta, A’râf sûresinin 138-140. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu:
“Biz, Benî İsrâil'e halâs verip selâmetle denizi geçirdik. (Yollarına devam edip giderlerken, öküz şeklinde yaptıkları) putlara ibâdet eden bir kavme uğradılar. Onları görünce, Benî İsrâil'in câhilleri, Mûsâ'ya (aleyhisselâm); “Yâ Mûsâ! O kavmin kendilerine mahsus putları olduğu gibi, bizim için de bir mâbud yap ki, biz de ona ibâdet edelim” dediler.
Mûsâ (aleyhisselâm) da onlara dedi ki; “Siz, Allahü teâlânın azametini, O'ndan başkasına ibâdet etmenin bâtıl olduğunu bilmeyen, câhillik eden bir kavimsiniz. Şüphesiz ki, şu putlara ibâdet edenlerin, din kabûl ederek içinde bulundukları hâl, kendilerini helâk edici ve işledikleri ameller de bâtıldır. (Yaptıklarında hayır yoktur. Âkıbetleri, îkâb yâni şiddetli azâbdır. Mûsâ aleyhisselâm sözüne devam ederek buyurdu ki: yâni) size Allahü teâlâdan gayrı bir mâbud mu talep edeyim. Hâlbuki O sizi, zamanınız insanları üzerine tafdîl etti. Sizi fazîletli kıldı. Başkalarına vermediği nîmetleri sizlere ihsân etti.”
Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, Mûsâ aleyhisselâm, kavminden câhil olanların, çok çirkin ve pek yersiz olan böyle bir teklifte bulunmalarına çok üzüldü. Onlara; “Siz o kadar câhilsiniz ki, apaçık mûcize ve alâmetleri, görmeniz bile size yetmiyor. Putlara tapanlara gıpta ediyor, imreniyorsunuz. Halbuki onların hâlleri, gıpta olunacak bir şey değildir. Çünkü o gördüğünüz kimselerin, gittikleri yol, dinleri ve yaptıkları amelleri hep bâtıldır” dedi.
İsrâiloğullarının, Fir’avn’ın zulüm ve şerrinden yeni kurtulmuş olmakla; böyle bir söz söylememeleri hattâ bunu hatıra bile getirmemeleri icâb ederdi. Hâl böyle iken, câhil olanları bunu söylediler. Bu olacak şey değildir. Nitekim; “İnsanlar hiç düşünmeksizin, bâzan öyle sözler söylerler ki, o söze, divâneler bile şaşar” denmiştir.
Mûsâ aleyhisselâm, yine kavmindeki câhillerin uyanmaları ve bu sözlerinde ısrâr üzere bulunmamaları için nasîhat verdi. Allahü teâlânın, onları diğer insanlardan fazîletli kıldığını hatırlatarak, buyurdu ki: “Hak teâlânın, sizi, Fir’avn kavminin şerrinden kurtardığını, selâmet verdiğini düşünün. Hani onlar size şiddetli sıkıntılar, meşakkatli işler vererek azâb ediyorlardı. Hattâ erkek çocuklarınızı öldürüp, kız çocuklarınızı hizmetkâr olarak kullanıyorlardı. Bunlar sizin için büyük bir belâ ve sıkıntı değil miydi? Allahü teâlânın, düşmanlarınızı helâk edip, sizleri kurtarması da, sizin için büyük bir nîmet değil midir? O hâlde edebe riâyet edin. O'nun nîmetlerine şükredin. Nankörlük etmeyin. O'nu bırakıp başkasına tapmayı istemeniz, pek büyük bir hatâ ve en büyük kabahattir.”
Allahü teâlâ, Fir’avn ve avânesini boğup, Mûsâ aleyhisselâmı ve yanındakileri kurtarınca, Mûsâ aleyhisselâm, onikişer bin kişilik iki orduyu Fir’avn’ın şehirlerine gönderdi. Şehirler boş gibi idi. Allahü teâlâ, Kıbtî kavminin ileri gelenlerini, reîslerini, önderlerini, askerlerini, kumandanlarını helâk etmiş; geride kadın, çocuk, hasta ve yaşlılarından başka kimse kalmamıştı. Ordunun birine Yûşa bin Nûn (aleyhisselâm), diğerine ise Kâlib bin Yuknâ kumandanlık ediyordu. Ordular, Fir’avn’ın şehirlerine girdiler. Mal ve hazîne olarak ne varsa hepsini ganîmet olarak topladılar. Taşınabilecek olanları alıp götürdüler. Taşınamayacakları ise başkalarına sattılar.
Bu ganîmetlerin neler oldukları husûsunda, Duhân sûresinin 25-29. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Fir’avn ve kavmi, o denizde boğulduklarında), Mısır'da, ne çok bağlar, bahçeler, akar pınarlar, etrâfında ekinler, güzel konaklar, (oturacak saraylar, yüksek köşkler,) ülfet ettikleri, sevdikleri daha nice meyve ve nîmetlerini terk ettiler ki, onlarla nîmetlenmişlerdi. İşte biz, isyân edenlere böyle yaparız.
Biz o bağ ve bahçelere ve sâir nîmetlere, kendileri ile aralarında yakınlık ve münâsebetleri olmayan bir kavmi (Benî İsrâil'i) vâris kıldık.
Küfür ve şirkleri sebebiyle helâk olmalarına, yer ve gök ağlamadı ve onlara azâb vakti, geldiğinde, bir diğer vakte geciktirilmedi, kendilerine mühlet verilmedi.”
Şuarâ sûresinin 57-59. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Böylece Fir’avn ve kavmi, (Mısır'ın Nil Nehri sâhillerine yayılmış olan, geniş) güzel bahçelerinden, bahçelerin içinde kaynayan, akan pınarlarından, hazînelerinden (bu bahçelerde saklı bulundurdukları definelerinden) ve yüksek menzillerinden (güzel yapılmış saraylarından) çıkardık. (Bütün rahatlarını ve mal varlıklarını terkederek, İsrâiloğullarını tâkib için yola çıktılar.)
İşte onları Mısır'dan çıkarışımız böyle oldu ve onlara Benî İsrâil'i mîrasçı kıldık. (Bildirilen bahçeler, pınarlar, hazîneler ve yüksek menziller, güzel saraylar, daha sonra İsrâiloğullarına kaldı. Bütün bu servete onlar vâris oldular.)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget