Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlânın kelâmını duymak lezzetini tattığı ve cemâlini görmek nîmetinin çok daha fazla lezzetli olacağını da bildiği için, iştiyâkı pek fazla artıp; “Yâ Rabbî! Kelâmını işittim. Bunun için seni görmek istedim. Seni görüp ölmek, bana görmeyip yaşamaktan daha sevgilidir” dedi. Allahü teâlâ ona; “Dağa bak” buyurdu. Bu, Medyen diyârında, Zübeyr denilen en büyük dağ idi. Allahü teâlâ tecellîyi ona mahsus kıldı. “Eğer o yerinde durursa, sen de beni görürsün” buyurup, o dağa tecellî eyledi.
Alimler, tecellînin târifinde değişik şeyler bildirdiler: İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ); “Allahü teâlânın nûru, dağa tecellî etti” dedi. Abdullah bin Selâm ve Kâ'b-ül-Ahbâr (radıyallahü anhümâ) ise; Allahü teâlânın âzametinden dağa tecellî eden, iğne deliği kadardı. O'nun âzametinin bu kadarı, dağı yerle bir etti dediler.
Bu husûsta Enes bin Mâlik (radıyallahü anh), peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlânın, âzamet nûrunun dağa tecellî ettiğini bildiren âyet-i kerîmeyi okudu. Bu tecellîde, Allahü teâlânın nûrunun çok az bir kısmının tecellî ettiğini işâret ederek; Şöyle buyurdular ve başparmaklarını, işâret parmaklarının üst boğumu üzerine koydular.
Bâzı âlimler şöyle bildirmişlerdir: “Allahü teâlâ, yetmişbin perde arkasından dirhem kadar bir nûr gösterdi. Bu nûr, dağı yerle bir etti. O anda bütün sular tatlı oldu, bütün deliler akıllandı, bütün hastalar iyileşti, ağaçlardaki dikenler döküldü, yeryüzü yeşillendi ve çiçeklendi, mecûsîlerin ateşi söndü, putlar yüzükoyun yere yıkıldı.
Dağa tecellî olunmasıyla, dağın hâlinin nice olduğu husûsunda da âlimlerden değişik rivâyetler bildirilmiştir: Bâzı âlimler, tecellî sebebiyle, dağın parça parça olup, her parçasının bir yere gittiğini; bâzıları, dağın toprak olduğunu; bâzıları, dağın eriyip yere geçtiğini; bâzıları da yıkılıp denize düştüğünü bildirmişlerdir.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennet’te görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hâl alır ve öyle görür. Bu, bir muamma, bir bilmecedir ki, bu dünyâda, evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmiştir. Bu derin, güç mes’ele herkese gizli iken, bunlara hakîkat olmuştur. Bunu, Ehl-i sünnetten başka, ne mü’minlerin fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlayamamıştır. Bu büyüklerden başkası, Allahü teâlâ görülemez, demiştir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için, yanılmıştır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk netîce vereceği meydandadır. Bu gibi derin mes’elelerde îmân şerefine kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yâni yoluna uymak ışığı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennet’te görmeğe inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu saâdete kavuşmakla nasıl şereflenebilir ki; “İnkâr eden, mahrûm kalır” sözü meşhûrdur. Cennet’te olup da görmemek de uygun değildir. Çünkü, dînimiz, Cennet’te olanların hepsi görecektir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmeyecek demiyor.
Cennet de, her şey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fakat mahlûklarının bâzısında O'nun nûrları zuhûr eder. Bâzısında ise, o kâbiliyet yoktur. Aynada, karşısındaki cisimlerin görünüşleri zuhûr ediyor. Taşta, toprakta ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlûkuna aynı nispette ise de, mahlûklar birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu âlem, O'nu görmek nîmetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlayamamıştır. Bu dünyâda, bu nîmet nasîb olsaydı, herkesten önce, Mûsâ aleyhisselâm görürdü. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâçda, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyâda değildi. Cennet’e girdi. Oradan gördü. Yâni, âhırette görmüş oldu. Dünyâda görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıktı, âhırete karıştı ve gördü.
Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünkü Allahü teâlânın işleri akıl ile anlaşılmaz. Dünyâ işlerine benzemez. (Fizik ve kimya bilgileri ile ölçülemez.) Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü teâlâ, madde değildir. Cisim değildir. (Element değildir. Karışım, bileşik değildir.) Sayılı değildir. Ölçülemez. Hesap edilmez. O'nda değişiklik olmaz. Mekânlı değildir. Bir yerde değildir. Zamânlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yoktur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı O'nun hiçbir şeyini anlayamaz. O'nun nasıl görüleceğini de kavrayamaz.
Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sînâ'ya gelmesi, otuz gün ve sonra on gün daha oruç tutması, Allahü teâlâ ile mükâlemesi, konuşması ve Allahü teâlâyı görmek dilemesi, bunun dünyâda mümkün olmadığının bildirilmesi, Allahü teâlânın dağa tecellî etmesi husûslarında âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Biz, Mûsâ'ya otuz gece (oruç tutmasına karşılık kendisine Tevrât'ı vereceğimizi yahut kendisiyle konuşacağımızı) vâd ettik. (Otuz gün Zilkâde ayını oruçlu olarak geçirdi.) Sonra ona on gün daha ilâve ettik. (Zilhicce'nin ilk on gününü de oruçlu geçirdi.) Böylece ibâdet için Rabbinin tâyin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı. (Bu âyet-i kerîmede Hazret-i Mûsâ'ya vâd ve emredilen zamanın gece olarak bildirilmesi husûsunda, âlimler demişlerdir ki: “Hazret-i Mûsâ'ya oruç tutulması emredildiğinden, oruç, hilâli görmekle, orucun başlama ve bitmesi gece ile alakalı olduğundan, âyet-i kerîmede gece lafzı kullanlmıştır.) Mûsâ (aleyhisselâm), kardeşi Hârûn'a; “Kavmimin arasında benim halîfem olarak bulun. İşlerinde düzeltilmesi icâbedenleri ıslâh eyle. Bozgunculuk edenlerin yoluna tâbi olma!” dedi.
Vaktâ ki Mûsâ, bizim, tâyin ettiğimiz vakitte, Tûr-i Sînâ'ya geldi. Allahü teâlâ ona, vâsıtasız olarak kelâmını (sözünü) işittirdi. (Cebrâil aleyhisselâm Hazret-i Mûsâ'nın yanında iken, Hak teâlânın ona ne söylediğini işitmedi. Hazret-i Mûsâ Allahü teâlânın bizzat kelâmına muhatap olmanın lezzetinin şiddetinden, O'nu görmek de diledi. Bu iştiyâkını Allahü teâlâya arzedip); “Yâ Rabbî! Bana kendini göster, sana nazar edeyim” dedi. Allahü teâlâ; Sen beni (dünyâda) göremezsin buyurdu. (Âlimler burada buyuruyorlar ki: Buradan Allahü teâlânın görülmesi câiz olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, peygamberlerin mümkün olmayan bir istekte bulunması muhaldir, düşünülemez. Nitekim Allahü teâlâ; “Ben görülmem” veya; “Bana nazar edemezsin, bakamazsın” buyurmadı. “Hiç bir beşerin, bana dünyâda nazar etmeye, bakmaya, beni görmeye tâkâti yoktur. Her kim dünyâda bana nazar edecek, beni görecek olsa, o anda ölür” buyurdu. Hazret-i Mûsâ; “Yâ Rabbî! Seni görüp ölmem, seni görmeden yaşamaktan bana daha sevgilidir” diye arzedince, Allahü teâlâ); “Fakat şu dağa nazar eyle. Eğer o dağ yerinde durabilirse, sen de beni görmeye tâkât getirebilirsin” buyurdu. Allahü teâlânın âzametinden ve nûrundan çok az bir parçası dağa tecellî ettiğinde, o âzamet ve nûr, dağa zâhir olduğunda, dağ parça parça oluverdi. Mûsâ da (aleyhisselâm) dağın parçalanmasının dehşetiyle düşüp bayıldı. Kendine gelip ayıldığında, Rabbini tâzim ederek; “Yâ Rabbî! Seni her ayıb ve kusurdan tenzih ederim. (Senin emrin ve iznin olmadan bu şekilde bir istekte bulunduğum için) sana tevbe ettim. (Senin dünyâda görülemeyeceğini anladım.) Ben mü’minlerin, îmân edenlerin evveliyim dedi. (Çünkü bir kavme peygamber olan zâtın îmânı, o kavimde bulunan mü’minlerin îmânlarının hepsinden evveldir. Her peygamber, ümmeti içinde mü’minlerin ilki, evvelidir)” (A’râf sûresi: 142-143)
Hak teâlâ, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) buyurdu ki; “Yâ Mûsâ! Ben, seni peygamber göndermemle ve vâsıtasız olarak seninle konuşmamla, zamanındaki bütün insanlara seni mümtaz kıldım. Seni seçtim. O hâlde sen, benim sana ihsân ettiğim, peygamberlik ve diğer nîmetlerimi al ve nîmetlerime şükredenlerden ol!” (A’râf sûresi: 144)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlâ ile konuşma nîmetinin şevkinden onun lezzetiyle kendinden geçtiğinden, tam bir arzu ve iştiyâk ile münâcâtta bulunup; “Yâ Rabbî! Bana kendini göster. Sana bakayım. Cemâlini göreyim” dedi. Allahü teâlâ; “Beni dünyâda göremezsin. Yâni insan, dünyâda bana bakmaya, beni görmeye tâkat getiremez. Dünyâ buna müsâit değildir. Dünyâda bana bakan, beni gören ölür...” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâmAllahü teâlânın kelâmını mekânsız, cihetsiz, nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde işitince, arzu ve iştiyâkı çok arttı, kendinden geçti ve böyle söyledi. Allahü teâlânın kelâmını işitince, kendinin dünyâda olduğunu unutup, bir anda âhıret ve Cennet hayatına kavuştuğunu zannetti.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Rivâyete göre Mûsâ aleyhisselâm, Mısır'da iken İsrâiloğullarına söz vermiş, Mısır'dan çıktıkları ve düşmanları helâk olduğu zaman kendilerine bir kitap getireceğini söylemişti. Bu kitapta, daha evvel gelmiş olan dinlerdeki bâzı hükümler, Fir’avn ve kavminin, bozup değiştirdikleri bâzı kâidelerin asılları bulunacaktı.
Allahü teâlâ, Fir’avn ve kavmini helâk ederek, İsrâiloğullarını onların ellerinden kurtarıp, düşmanlarından emîn etti. İsrâiloğullarının baş vuracakları bir kitap ve şerîatları olmadığından, Hazret-i Mûsâ'ya müracaat ederek; “Ey Mûsâ! Söz verdiğin kitabı bize getir” dediler. O da bunu, Rabb-ül-âlemine arz etti. Allahü teâlâ da ona, Tûr Dağı’na varmasını, ağız ve bedeninin ârî, tertemiz, pâk olması için orada otuz gün oruç tutmasını, daha sonra kendisiyle mükâleme edeceğini (konuşacağını), Tevrât-ı şerîf kitabını inzâl edeceğini ve ona yeni bir din vereceğini vâdetti.
Mûsâ aleyhisselâm, kardeşi Hârûn aleyhisselâmı, kendi yerine, İsrâiloğullarının başına vekil tâyin ederek; “Sen, bunların yanlış işlerini ıslâh eyle” dedi.
İsrâiloğullarına da, Allahü teâlânın vahyini bildirip; “Ben, Allahü teâlânın emri ile Tûr Dağı’na gidiyorum. Orada otuz gün oruç tutacağım. Allahü teâlâ tarafından nâzil olacak bir kitap ve yeni bir din getireceğim” buyurdu.
İsrâiloğulları o kadar zulüm ve işkenceden kurtuldukları, selâmete erdikleri hâlde; kendisine inanıp tâbi oldukları peygamberin sözüne itâatte, hemen kabûl ve tasdik etmekte gevşek davranıyorlar, onu üzüyorlardı. Bu hâllerinin; Hazret-i Mûsâ'yı gücendireceğini, Allahü teâlâyı gadablandıracağını bir türlü anlayamıyorlardı. Kavuşulan nîmetlere nankörlük etmek hâli vardı. Ne kadar garip ve şaşılacak haldir ki, târih boyunca insanoğlu içinde, kavuştuğu nîmete hakkıyla şükredebilen pek az olmuş, nankörlük eden daha çok çıkmıştır. Fakat, İsrâiloğullarının hâlleri daha garip, hareket ve davranışları daha değişik, nîmete nankörlükleri pek fazla, peygamberlerine itâatsizlikleri çok hayret edilecek şekildedir. Diğer ümmetler ve peygamberlerin zamanlarında, insanlar; inananlar ve inkâr edenler diye iki gruba ayrılmışlar. İnananlar, cân-ü gönülden o peygambere tâbi olup, hiç bir emrine karşı gelmemişler; inanmayanlar ise, o peygambere ve ona inananlara karşı çıkıp, düşman olmuşlar, hattâ harb etmişlerdir.
Fakat İsrâiloğullarının durumları çok daha değişiktir. Bunların ekserisi hem Hazret-i Mûsâ'ya inanıp tâbi olmuşlar, hem de itâatte gevşek davranmışlar, bildirdiklerine ve haber verdiklerine şüphe ve tereddüt gözüyle bakmışlardır.
Nitekim, Mûsâ aleyhisselâm peygamber olarak gelmeden evvel, Fir’avn ve kavmi onlara zulmederlerdi. Onun peygamberliğinden sonra, Fir’avn ve yakınlarının İsrâiloğullarına olan baskı ve zulümleri daha da artmıştı. İsrâiloğulları, hem Hazret-i Mûsâ'ya inanıp kabûl etmişler, hem de; “Sen bize peygamber olarak gönderilmezden evvel, biz eziyet görürdük. Sonra da daha fazlasıyla görüyoruz” demişlerdi. Yâni; “Senin peygamberliğinin ne faydasını gördük ki...” der gibi serzenişte bulunmuşlardı.
Ayrıca; berâberce yola çıkıp, deniz kenarına geldiklerinde, arkalarından Fir’avn ile ordusunun geldiğini görünce, Hazret-i Mûsâ'nın, Allahü teâlânın kendilerini kurtaracağını vâdettiğini bildirmesine, bu husûsta endişe etmemeleri icâbettiği husûsunda kendilerine te’minat vermesine rağmen, onlar; “Sana da nereden tâbi olduk ki...” der gibi; “Sen peygamber olarak gelmeden evvel eziyet görürdük. Sonra daha çok gördük. Şimdi ise Fir’avn askeri elinde helâk olacağız” demişlerdi.
Allahü teâlânın emri ile, denizde, onların her bir kısmı için ayrı yollar açılınca, bu yollara girip selâmetle giderken; “Acabâ diğer yollardaki akrabâlarımız da bizim gibi böyle selâmetle geçiyorlar mı ki?” diye sormuşlardı da, Hazret-i Mûsâ duâ edip, yollar arasında bulunan dağ gibi deniz suları arasında pencereler açılıp, birbirlerini görerek, konuşarak geçmişlerdi.
Daha sonra, hazret-i Mûsâ onlara, Fir’avn ve kavminin denizde helâk olduklarını haber vermiş, onlar da, uzaktan bu korkunç ve dehşetli hâli seyretmişlerdi. Buna rağmen; “Biz, Fir’avn’ın öldüğünü gözümüzle görmedikçe, helâk olduğundan emîn olamayız” diyerek, edebe riâyetsizlik etmişlerdi. Buna rağmen Hak teâlâ hazretleri, denize emredip, bir büyük dalga, Fir’avn’ın cesedini yüksekçe bir yere atmıştı da, İsrâiloğulları onun cansız bedenini görmekle ancak kalpleri rahata kavuşmuştu.
Yollarına devam ederlerken öküze tapanları görünce, içlerinden câhil olanları hemen onlara heves etmişler; “Biz de böyle, elimizle tutup, gözümüzle görebildiğimiz tanrı isteriz” demişlerdi. Mûsâ aleyhisselâmın onları azarlaması, bu bozuk düşüncelerden şiddetle men etmesi ve nasîhatte bulunmasıyla, onlar bu isteklerinden vaz geçip tevbe etmişlerdi.
Tîh sahrasında Allahü teâlâ kendilerine semâdan rızık indirdi. Buna da nankörlük yaptılar.
Nihâyet burada da, Mûsâ aleyhisselâm onlara Allahü teâlânın vahyini tebliğ edip, Allahü teâlânın inzâl edeceği, göndereceği kitabı almak üzere Tûr-i Sînâ'ya gideceğini bildirdiği zaman, onların yukarıdaki hâlleri yine aynı şekilde devam etti. Edebe riâyetsizlikte daha da ileri gittiler; “Sen gideceksin. Bunu bana, Allahü teâlâ nâzil etti diye bir kitap getireceksin ve yine, bunu bana Allahü teâlâ vahyetti diyerek bir şeyler söyleyeceksin. Biz hakîkaten bunların Allah kelâmı olduğunu nereden bileceğiz. Bizim buna inanmamızı istersen, bizim yaşlılarımızdan, ileri gelenlerimizden bâzılarını seçerek yanına al götür. Hak teâlânın kelâmını onlar da duysunlar, bize haber versinler ki, gönlümüzde şüphe kalmasın” dediler.
İçlerinden biri bunları duyunca, onların fikirlerine katılmadı. Böyle düşünmelerinin yanlış olduğunu bildirdi. “Siz ne tuhaf bir tâifesiniz. Ne inandığınız belli, ne inanmadığınız! Hiç, Hak teâlânın kelâmına şâhid istenir mi? Bu ne cürettir? Gidecek adamlarınızın sözleri, peygamberinizin sözlerinden, haber vermesinden daha mı kavîdir ki, sizler böyle söyleyebiliyorsunuz?” dedi.
Buna rağmen Hazret-i Mûsâ, tekliflerini kabûl edip; “Kimi seçerseniz, onlar benimle gelsinler” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarından seçilen yetmiş kişiyi de alarak Tûr Dağı’na gitti. Tûr Dağı’nın eteğine geldiklerinde, Hak teâlânın emriyle otuz gün oruç tuttular. “Oraya gelmeleri, Zilkâde ayının başı idi. O ayın hepsini oruçla geçirdiler.”
Bundan sonra Hazret-i Mûsâ, onları orada bırakıp, kendisi dağın üst kısmına (tepesine) doğru çıkarken, kendi ağız kokusunu beğenmedi. Bunu gidermek için, keçiboynuzu ağacının dalı ile dişlerini misvâkladı. Başka bir rivâyette; ağaç kabuğu alıp emdi. Melekler; “Biz senin ağzından misk kokusu duyuyorduk. Şimdi sen o kokuyu değiştirdin” dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, on gün daha oruç tutmasını bildirdi ve; “Sen bilmez misin ki, oruç tutanın ağzının kokusu, benim katımda misk kokusundan daha temizdir” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm on gün daha oruç tuttu. Sonra dağın yükseğine çıktı. Hak teâlânın emri ile, Mûsâ aleyhisselâmın bulunduğu yerin etrâfında geniş bir çevreden, yazıcı melekler dâhil, ne kadar canlı mahlûk varsa Cebrâil aleyhisselâm hariç, hepsi uzaklaştırıldı. Orada, Mûsâ aleyhisselâm, zamansız ve cihetsiz olarak Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâ onun gözünden perdeleri kaldırınca, Mûsâ aleyhisselâm açık ve net bir şekilde Arş-ı a’lâyı gördü. Levh-il-mahfûz'a yazıları yazan, mâhiyetini Allahü teâlânın bildiği kalemin sesini duydu.
Allahü teâlâ ile konuşması, nasıl olduğu anlaşılamayan bir şekilde zamansız ve cihetsiz olarak oldu. Orada Cebrâil aleyhisselâm bulunduğu hâlde ne konuşulduğunu işitmedi. Allahü teâlâ böylece, Hazret-i Mûsâ'nın makâm ve mertebesini daha da yükseltti.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget