İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hazret-i Mûsâ'nın ana-baba bir büyük kardeşidir. Babasının ismi İmrân bin Yasher'dir. Soy îtibâriyle, Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'ye dayanır. Hazret-i Mûsâ'dan üç yaş büyüktür. Mısır'da doğdu. Mûsâ aleyhisselâmın en yakın yardımcısı, refiki ve veziri idi. Boyu hazret-i Mûsâ'dan uzun olup, yüzü beyaz ve nûrlu idi. İri yapılı, heybetli fakat hâlim, selim ve çok sabırlı idi. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Fir’avn'u îmâna dâvet ettiler. İsrâiloğullarının Fir’avn'un zulmünden kurtarılmasında, Mûsâ aleyhisselâma yardımcı oldu. Mısır'da kaldığı müddet içinde ve Mısır'dan çıktıktan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın yanından hiç ayrılmadı. Hazret-i Mûsâ, münâcâtta bulunmak ve Tevrât'ı almak üzere Tûr Dağı’na gittiği zaman, onu yerine vekil bıraktı. İsrâiloğulları, Sâmirî isminde bir münafığın teşvikiyle altından bir buzağı heykeli yapıp ona taptılar. Hârûn aleyhisselâm, mâni olmak için gayret sarfetti ise de dinlemediler. İsrâiloğullarının Tîh sahrasında kaldıkları kırk senenin sonuna doğru, Mûsâ aleyhisselâmdan üç sene önce 120 yaşında iken Tûr-i Sînâ'da vefât etti.
Hazret-i Mûsâ; hilâfet, imâmlık, âlimlerin başkanlığı, Ahid sandığını açma hizmetleri gibi çeşitli işleri Hazret-i Hârûn'a teslim etmişti.
O zamanlar, Mısır, zulmü ile meşhûr olan fir’avnların idâresinde idi. Ya’kûb aleyhisselâmın neslinden gelen İsrâiloğullarının, çoğalıp Mısır'a Hâkim olacaklarından korkuyorlardı. Bu yüzden, kendi rahat ve saltanatlarının ellerinden gitmemesi için her türlü hîle, zulüm ve işkenceye başvuruyorlar, İsrâiloğullarını köle olarak en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Mûsâ aleyhisselâmın doğduğu yıllarda başta bulunan Fir’avn, tanrılık iddiasında bulunup, insanları kendisine secde ettiriyordu. Fir’avn bir gece rüyâsında; Beyt-ül Mukaddes'ten çıkan bir ateşin Mısır'ın evlerini kaplayıp kül ettiğini, Kıptîleri yakıp, İsrâiloğullarına dokunmadığını gördü. Korkuyla uyanan Fir’avn, telâşla hemen; kâhinleri, sihirbazları, rüyâ tabircilerini ve müneccimleri çağırdı. Rüyâsının tabirini istedi. Onlar rüyâyı şöyle tabir ettiler: (Yakında İsrâiloğulları içinde bir çocuk dünyâya gelir; mülkü, saltanatı elinizden alır. Sizi ve milletinizi yurdunuzdan çıkarır, dîninizi değiştirir. Onun doğacağı zaman çok yakındır.) Bu, Fir’avn içinde en acı ve hiç tahammül edilmez bir söz ve mutlaka yok edilmesi icâbeden bir tehlike idi. Bunu duyar duymaz, kin ve nefret ile dolu bir şekilde kendine yakışan en çirkin kararı verdi. Merhamet hislerinden tamâmen mahrûm olduğu için, saltanatına son verecek olan çocuğu ortadan kaldırmak istedi. Tedbir olarak, İsrâiloğullarından yeni doğan erkek çocukların öldürülmesini emretti. Yeni doğan erkek çocuklarını öldürttü. Mısır'ın yerli ahâlisi olan Kıptîlerin reîsi, Fir’avn'un yanına girip; “Sen İsrâiloğullarının çocuklarını öldürüyorsun. Bu arada yetişkinler de öldürülüyor. Böyle giderse, bizim işimiz gâyet zor olacak. Zor ve meşakkatli işler bize kalacak.” diyerek endişelerini bildirdi.
Fir’avn, bunun üzerine ülkesinde İsrâiloğullarından doğacak erkek çocukların bir sene öldürülüp, ertesi sene öldürülmemesini emretti.
Hârûn aleyhisselâm, erkek çocukların öldürülmediği senede doğmuştu. Hârûn aleyhisselâmın çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçti. Fir’avn'un sarayında büyüyen Mûsâ aleyhisselâm, kazâ ile bir Kıptînin ölümüne sebep olduğu için Mısır'dan Medyen'e gitti. 8-10 sene Şuayb aleyhisselâmın yanında kalıp, ona hizmet etti, kızıyla evlendi. Mısır'a dönerek Tûr Dağı’na uğradı ve vâsıtasız, mekânsız ve nasıl olduğu bilinemeyen bir şekilde Allahü teâlânın kelâmına mazhar oldu. Allahü teâlâ ona vahy edip, peygamberlik emrini bildirdi. Fir’avn'ı, bir olan Allahü teâlâya inanmaya ve ibâdet etmeye dâvet etmesini emretti. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâdan, Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibi meâlen; “(Yâ Rabbî!) Bana ehlimden (ailemden) kardeşim Hârûn'u vezir et ki, (peygamberlik vazifesini yerine getirirken) bana yardımcı olsun. Onunla (kardeşim Hârûn'la) arkamı kuvvetlendir. Onu; işimde (nübüvvet ve risalet vazifemi tebliğde) bana ortak eyle.” (Tâhâ sûresi: 29-32) “Çünkü kardeşim Hârûn, lisân bakımından benden daha fesihtir. Onu da benimle beraber, bana yardımcı olarak gönder ki, beni tasdîk etsin. (Hakikatin Özünü söyleyerek, delilleri açıklasın, şüphe ve tereddütleri gidersin.) (Kasas sûresi: 34) diye Allahü teâlâya münâcâtta bulundu. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey Mûsâ! İstediklerinin hepsi sana verildi!” (Tâhâ sûresi: 36) “Senin bâzunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz (seni kardeşinle takviye edeceğiz) ve size düşmanlarınız üzerine bir galebe ve üstünlük vereceğiz ki, onların zararı size yetişmeyecek (ve sizi öldüremeyecekler). Bu âyetlerimizle (mucizelerimizle) onlara gidin. (Onları Hakk'a dâvet edin. Mûcizelerinizi göstererek, benim hükümlerimi tebliğ edin.) Siz ve size tâbi olanlar, (Fir’avn ve kavmine karşı) galib geleceksiniz.” (Kasas sûresi: 35)
Bu sûretle Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, Hârûn aleyhisselâma da peygamberlik emri bildirildi. Hazret-i Mûsâ, bir an evvel Mısır'a gidip, tebliğ vazifesine başlamak üzere yola çıktı. Bu sırada, Hârûn aleyhisselâma da vahiy gelmiş ve peygamber olduğu, kardeşi Mûsâ (aleyhisselâm) ile yapacağı işler bildirilmişti. Allahü teâlâ vahy edip, Hazret-i Mûsâ'nın gelmekte olduğunu, ona ve kendine peygamberlik verdiğini ve onu (Hârûn'u), Hazret-i Mûsâ'ya vezir, yardımcı yaptığını haber verdi ve; “Zilhicce ayının evvelinde, Cumartesi günü başkasının haberi olmadan Nil Nehri kenarına Mûsâ'yı karşılamaya git” buyurdu.
Hârûn aleyhisselâm bildirilen zamanda gitti. Biraz sonra Mûsâ aleyhisselâm ve beraberindekiler çıkageldi. Nil Nehri kenarında karşılaştılar. Uzun müddet ayrı ve hasret kalan iki kardeş peygamber, kucaklaşarak hasret giderdiler. Mûsâ aleyhisselâmla Hârûn aleyhisselâm, akşam vakti Fir’avn'ı Allahü teâlâya îmâna dâvet etmeye gittiler. Onu tevhide, Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye çağırdılar. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “İkiniz Fir’avn'a gidin. (Onu dîn-i tevhide dâvet edin.) Çünkü o, (ilahlık iddiasında bulunmakla) hakîkaten pek azgınlık etti. Ona yumuşak muâmelede bulunun, yumuşak söz söyleyin. Olur ki, nasîhat dinler, yahut Allahü teâlânın azâbından korkar.” (Tâhâ sûresi: 43-44) “İkiniz Fir’avn'a varıp; Biz âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın peygamberleriyiz deyin.” (Şuarâ sûresi: 16) Bunun üzerine Hârûn ve Mûsâ'nın (aleyhimesselâm) meâlen şöyle dedikleri bildirildi: “Ey Rabbimiz! Onun (yani Fir’avn'un mûcize göstermeye vakit bırakmayıp) bize karşı aşırı gitmesinden, yahut azgınlığını arttırmasından korkuyoruz.” (Tâhâ sûresi: 45) Bu, kendilerine verilen vazifeye ve dâvet ediş usûlüne îtirâz değildi. Fir’avn'un kötülüğü ve azgınlığı artarsa, kendilerini ve inananları korumak husûsunda ne yapabileceklerini beyân buyurmasını dilemekti. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Korkmayın. Çünkü ben sizinle beraberim. (Sizin koruyucunuz, yardımcınız benim. Sizin ile Fir’avn'un arasında geçecek konuşmaları ve muâmeleleri) işitirim ve görürüm.” (İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh) bildirdiğine göre ben sizin duâlarınızı işitirim ve icâbet ederim.) Haydi ona (Fir’avn'a) gidip; Şüphe yok ki biz senin Rabbin tarafından sana gönderilmiş peygamberleriz. İsrâiloğullarını bizimle beraber gönder (onlarla Arz-ı mukaddes'e gidelim) ve onlara (ağır işlerde çalıştırmak veya çocuklarını öldürmek sûretiyle) işkence etme. Biz sana muhakkak Rabbin tarafından mûcize ile geldik. Selâm, doğru yolda gidip, hidâyete tâbi olan kimse üzerine olsun" deyin.” (Tâhâ sûresi: 46-47)
Hâzin ve Ebüssü’ûd tefsîrlerinde bildirildiğine göre, Abdullah bin Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) gelen rivâyette; Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm Fir’avn'la görüşüp, onu Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeğe dâvet etmek üzere birkaç defâ saraya gittiler. Ancak saraydaki vazifeliler tarafından içeriye alınmadılar. Bu sırada onların peygamber oldukları etrâfta duyulup, konuşulmaya başlandı. Nihâyet bu haberi alan Fir’avn da onları susturup, dâvâlarından vazgeçireceğini zannetti. Mısır'ın ileri gelenlerinden beşyüz kişilik bir meclisi sarayında topladı. Ondan sonra, Mûsâ ve Hârûn'u (aleyhimesselâm) kabûl etti.
Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın tek ve yegane mâbud olduğunu, ancak O'na ibâdet edilmesi gerektiğini, kendilerinin âlemlerin Rabbinin peygamberleri olduklarını gâyet fasîh ve beliğ sözlerle ifâde etti. Fir’avn ve yanında bulunanlar, bu sözler karşısında verecek cevap bulamadılar.
Kendisinin ilâh olduğunu iddia eden ve insanların kendisine secde etmelerini isteyen Fir’avn, Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm) dâvetini ve izâhlarını kabûl etmedi. Âcizliğinin ifâdesi olarak onlarla alay etmeye, iftirâ ve hakâret dolu sözler konuşmaya başladı. Şuarâ sûresi 27. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “Fir’avn, yine alay edici bir tavırla meclisinde olanlara; işte bu size gönderilen peygamberiniz (!) Elbette, muhakkak bir mecnûndur, delidir... dedi.”
Mûsâ aleyhisselâm, Fir’avn ve adamlarına; Allahü teâlânın var ve bir olduğunu, her şeye kudretinin kâfi geldiğini, O'ndan başka ibâdet edilecek başka mâbud bulunmadığını ikna edici delillerle izâha devam etti, Mûsâ aleyhisselâmın bu tesirli sözlerinin karşısında cevap veremeyeceğini ve davasından vazgeçiremeyeceğini anlayan Fir’avn, onu zindana atıp habse koymakla tehdit etti.
Tehditler karşısında bile azminden hiç bir şey kaybetmeyen Mûsâ aleyhisselâm, mûcize vâdetti. Mûcize gösterdiği takdirde îmân edeceğini söyleyen Fir’avn, apaçık mûcizeleri gördüğü hâlde îmân etmedi.
Rivayet edilir ki: Fir’avn, bu mûcizeler karşısında îmân etmek istedi. Fakat, veziri Hâmân, o mûcizelerin sihir olduğunu söyleyerek onu niyetinden vazgeçirdi.
Aslında pek kibirli olan ve teb’asını kendine taptıran Fir’avn, başkalarına hiç danışmazdı. Lâkin gördüğü bu mûcizeler karşısında acze ve korkuya düşünce, yanındakilere; “Peygamber olduğunu söyleyen Mûsâ ve kardeşi Hârûn aleyhimesselâm hakkında ne yapmamızı tavsiye edersiniz?” diye sordu. Orada bulunanlar, Mûsâ'yı ve kardeşi Hârûn'u (aleyhimesselâm) hapsetmesini, onları öldürmemesini, idâresi altındaki şehirlerde bulunan sihirbazların hepsini, marifet ve hünerlerini göstermeleri için toplamasını tavsiye ettiler.
Fir’avn bu fikri beğendi ve memleketin dört bir tarafındaki sihirbazları çağırttı. Halka da îlân ederek, bir bayram gününde toplanmalarını emretti. Fir’avn, sihirbazlara, Mûsâ aleyhisselâma gâlip geldikleri takdirde, çok mükafat ve hediyelerde bulunacağını vâdetti. Nihâyet tâyin edilen gün geldi. İnsanlar meydanı doldurdular. Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) da geldiler. Mûsâ aleyhisselâm, Tâhâ sûresi 61. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “Mûsâ (aleyhisselâm) sâhirlere (sihirbazlara) hitâb ederek; Size yazıklar olsun. Allahü teâlâya yalan olarak iftirâ etmeyin. (Mûcizelerine sihir diyerek îtirâza kalkışmayın.) Eğer iftirâ ederseniz, Allahü teâlâ hiç biriniz kalmamak üzere hepinizi helâk eder. (O hâlde iftirâ etmeyin ki, sizi helâk etmesin.) Allahü teâlâya karşı yalan uyduran herkes muhakkak hüsrâna uğramıştır dedi.”
Mûsâ aleyhisselâmın bu sözleri, Allahü teâlânın rızâsı için söylenmiş olduğundan tesirli oldu. Oradaki sihirbazlar, bu sözlerin bir sihirbaz sözü olmadığını anladılar. Heyecanlı bir şekilde konuyu kendi aralarında istişâre ettiler. Fir’avn'un zararından çekindikleri için, gâyet gizli ve sessiz bir şekilde konuştular. Hepsi sihirden vazgeçip, îmân etmeye meylettiler. Fakat, Fir’avn'un kendilerine zulüm ve işkence edeceğinden korktukları için, kararlarını açıklamayı karşılaşmadan sonraya bıraktılar. Mûsâ aleyhisselâmın galib gelmesi hâlinde hep birden ona tâbi olmayı kararlaştırdılar.
Sonra ortaya çıkıp, hünerlerini göstermeye başladılar. Ellerindeki ip ve asalarını yere koyduklarında; onların ipleri ve asaları, yaptıkları sihirden dolayı yılan sûretinde gerçekten koşuyormuş gibi göründü. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma asâsını yere bırakmasını vahy etti. Mûsâ aleyhisselâm asâsını yere bırakınca, büyük bir ejderha olup, sihir ile uydurdukları yılan sûretinde görünen şeylerin hepsini yuttu. Tutunca, yine eskisi gibi asâ oluverdi. Bunun üzerine sihirbazlar, Mûsâ aleyhisselâmın, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş hak peygamber olduğuna inandılar. Secdeye kapanarak; “Biz âlemlerin Rabbine îmân ettik, ki O, Mûsâ ve Hârûn'un aleyhimesselâm Rabbidir.” demek sûretiyle Mûsâ ve Hârûn'un aleyhimesselâm peygamberliğini tasdik ettiler.
Sihirbazların büyük bir topluluk içinde, kalabalık bir grup hâlinde Mûsâ ve Hârûn'a aleyhimesselâm inanmaları, Fir’avn'un hâkimiyetini, tanrılık iddiasını sarsmış ve halktaki Fir’avn korkusunu azaltmıştı. Tebaası önünde, sihirbazların îmân etmeleri, Fir’avn'u çılgına çevirmişti. Onları; ellerini ve ayaklarını çaprazlama olarak kesip, hurma kütüklerine asarak cezâlandıracağını söyleyerek tehdit etti. Fir’avn'un bu açık ve korkunç tehdidi, yeni mü’minleri yıldırmadı, aksine onların îmânlarını ve bağlılıklarını daha da arttırdı. Mûsâ aleyhisselâmın mûcizelerine sihir diyen, bunu ispat için sihirbazları toplayan Fir’avn ve avânesi, umduklarını bulamadılar. Aksine hiç beklemedikleri şekilde perişân oldular.
Rivâyet edildiğine göre, Fir’avn, başka kimselerin de Mûsâ aleyhisselâma inanıp, tâbi olmalarını önlemek ve insanların gözlerini korkutmak için, o gün îmân eden sihirbazların hepsinin ellerini ve ayaklarını çaprazlama olarak kestirtti. Sonra hurma dallarına asmak sûretiyle şehîd etti.
Âcizlik ve perişânlık içerisinde bulunan Fir’avn, Mûsâ ve Hârûn'a aleyhimesselâm herhangi bir zarar veremedi. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm oradan ayrılıp, İsrâiloğullarının yanına geldiler.
Bu yenilgi Fir’avn'a ağır geldi. Mûsâ aleyhisselâma inananlara ve İsrâiloğullarına, akla hayâle gelmeyecek eziyetler yapmağa başladı. Fir’avn'un zulmü o dereceye vardı ki, Allahü teâlâya inanan İsrâiloğullarının, cemâat hâlinde namaz kılıp ibâdet ettikleri mabetleri yıktırdı, onları namaz kılmaktan men etti. Bunun üzerine Allahü teâlâ, onların evlerinde de namaz kılabileceklerini bildirdi. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde Yûnus sûresi 87. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: “Biz Mûsâ'ya ve kardeşine (Hârûn'a) vahy ettik (emreyledik) ki: Mısır'da kavminizden mü’min olan kimseler için evler edininiz. (O evlerde oturur, ibâdete devam edersiniz) ve evlerinizi namazgah kılınız (veya kıble yapınız) ve namazı dosdoğru (şartlarına ve rükûnlerine dikkat ederek) edâ ediniz. (Artık hariçte namaz kılarak düşmanların eza, cefâ ve fitnelerine maruz kalmayınız. Evlerinde gizli olarak namaz kılan) müzminleri, (dünyâda nusret, âhırette de) Cennet ile müjdele.”
İsrâiloğulları, durumlarından Mûsâ aleyhisselâma şikayetçi oldular. Mûsâ aleyhisselâm da onlara sabır tavsiye edip, yakında kurtulacaklarını müjdeledi. Allahü teâlâ, Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm) duâ etmesi üzerine, Fir’avn ve kavmine ikaz olarak bâzı musîbetler gönderdi. Onlar her seferinde Hazret-i Hârûn ve Hazret-i Mûsâ'ya gelip îmân edeceklerine söz vererek belânın kaldırılmasını istiyorlar; belâdan kurtulunca da, yeniden, eski sapıklık ve azgınlıklarına dönüyorlardı. Onlar bir iyiliğe kavuşunca; (Bu bizdendir, bizim iyiliğimizdendir) diyerek kendilerinden; bir, felaket gelince de Mûsâ aleyhisselâm ile inananlardan biliyorlardı.
Bu musîbetlerden birincisi tûfandı. Bu husûs A’râf sûresi 130. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz Fir’avn'un kavmini kıtlık, kuraklık ve meyvelerin noksanlığıyla ibtila ettik. Tâ ki, düşünsünler, ibret alsınlar da küfür ve isyândan vazgeçsinler.” buyrulmak sûretiyle bildirildi.
Fir’avn ve kavmi tufân ile yola gelmedi. Îmânsızlık, azgınlık ve taşkınlıklarına devam ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ Kıptîlerin mahsullerine çekirgeleri musallat etti. Çekirgeler; ekinleri, meyveleri, ağaçların yaprak ve çiçeklerini yiyip bitirerek, tamâmen silip süpürdüler.
Çekirge musîbetiyle ıslâh olmayan Fir’avn ve kavmi üzerine Allahü teâlâ bit (haşerât) musîbetini gönderdi. Daha sonra kurbağa musîbeti ile de imtihân edildiler. Bunun gibi başka musîbetlerle de imtihân edilen Fir’avn ve kavmi ıslâh olmadılar.
Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) Allahü teâlânın dînini yaymak ve insanların dünyâ ve âhırette kurtuluşa ermelerine vesile olmak için yıllarca, yılmadan, usanmadan uğraştılar. Başlarına bir çok musîbet ve belâlar gelen Fir’avn ve kavmi ıslâh olmadığı gibi, gün geçtikçe zulüm ve azgınlıklarını arttırıyorlardı. Bu arada Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm), İsrâiloğullarının dîni ve sosyal hayatlarının düzeltilmesi için de çırpınıyorlardı. Fir’avn ve adamları onları rahat bırakmadığı gibi, İsrâiloğulları da bâzı zorluklar çıkarıyorlardı. A’râf sûresi 129. âyetinde bildirildiği gibi, Mûsâ aleyhisselâma, meâlen; “Sen bize peygamber olarak gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet çektik.” diyorlardı. Mûsâ aleyhisselâm ise onlara sabrı tavsiye edip, ümîd ve tesellî veriyordu.
Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm Fir’avn ile adamlarının ıslâh olmaz hâllerine bakıp onlardan ümit kestiler. Duhân sûresi 22. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “Mûsâ (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ edip; yâ Rabbî! Bunlar küfür üzere ısrâr eden bir kavimdir dedi.” Başına gelen musîbetlerden ders almayan, ancak musîbet ve belâlardan da bir türlü kurtulamayan Fir’avn, İsrâiloğullarının Mısır'dan çıkarılmasını emretti.
“Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahy edip buyurdu ki: Kullarım (İsrâiloğulları) ile gece Mısır'dan çıkıp git! (Fakat) muhakkak siz (Fir’avn ve avânesi tarafından) tâkib olunacaksınız.” (Duhân sûresi: 23) “Denizden onlara kuru bir yol aç. Batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişe etme.” (Tâhâ sûresi: 77)
Mûsâ aleyhisselâm bu ilâhî emir üzerine kavmini hazırlayıp, yola çıktı. Fir’avn onları serbest bıraktığına pişman olduğundan, yakalayıp yok etmek için, bir ordu ile arkalarından gitti. Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi, Kızıldeniz'den yürüyerek Sina Yarımadası'na geçtiler. Fir’avn ve ordusu da geçmek için denize yürüyünce, küfür ve azgınlıklarının cezâsı olarak; boğulup, helâk oldular. (Bkz. Mûsâ aleyhisselâm)
Mûsâ aleyhisselâm, kavmiyle beraber Tîh çölünde bulunduğu sırada, Allahü teâlâdan gelen vahiy ile Tevrât-ı şerîfi almak üzere, Tûr Dağı’na çağrıldı. Kırk gün süren bu yolculuğa çıkmadan önce ağabeyi Hârûn aleyhisselâmı yerine vekil bıraktı ve A’râf sûresi 142. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “Ve Mûsâ (aleyhisselâm Allahü teâlânın emri üzerine Tûr Dağı’na gideceği zaman) kardeşi Hârûn'a dedi ki: “(Ey nübüvvet sâhibi kardeşim! Ben Tûr'a gidiyorum.) Sen kavmimin içinde benim halîfem ol. (Onları gözet, onların neleri yapıp, neleri terk ettiklerine dikkat et.) İçlerinde düzeltilmesi icâb edenleri ıslâh eyle. (Onların dünyâ ve âhıret işlerine dâir ıslâha muhtâç işlerini hallet. Onlara yumuşak davran ve ihsân edici ol) ve müfsidlerin, bozguncuların yoluna tâbi olma. (Onların bozguncu ve ifsâd edici isteklerine uyma. Eğer onlar seni eğri yollara çağırırlarsa, onlardan uzak dur.)”
Mûsâ aleyhisselâmın; “Bozguncuların yoluna tâbi olma.” buyurmasının sebebini, İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri Rûh-ul-Beyân tefsîrinde şöyle bildiriyor: İsrâiloğulları, daha önce Allahü teâlânın düşmanları olan Fir’avn ve kavmi üzerine verdiği musîbetleri ve Mûsâ aleyhisselâmın mûcizelerini açık seçik gördükleri hâlde, Hakk'a ve hakîkate uymayan isteklerde bulunmuşlardı. Fir’avn'un zulmünden kurtulup, denizi geçtikten sonra putlara tapan bir kavme rastlayınca, Mûsâ aleyhisselâmdan kendileri için put yapmasını İstemişlerdi. Mûsâ aleyhisselâm, işte bu sebeple kardeşi Hârûn aleyhisselâma İsrâiloğullarından gelebilecek bu şekildeki isteklere karşı tedbirli olmasını tavsiye etti.
Mûsâ aleyhisselâmın Allahü teâlâ ile konuşmak ve Tevrât'ı almak üzere gitmesinden sonra, İsrâiloğulları arasında îtibâr sâhibi olarak bilinen Sâmirî adında bir münâfık; İsrâiloğullarının Mısır'ın yerli halkı olan Kıbtîlerden ödünç alarak getirdikleri altın ve gümüşten yapılan süs eşyalarının haram olduğunu ve bunların atılması gerektiğini söyleyerek fitne çıkardı. İsrâiloğulları da onun teşvikiyle bir çukur kazıp, süs eşyalarını oraya attılar. Kızıldeniz'den kurtulduktan sonra, sığır sûretinde putlara tapan bir kavme rastlayınca, Mûsâ aleyhisselâmdan kendilerine de bir put yapmasını isteyen İsrâiloğullarının, sığır heykeline karşı ibtilalarının olduğunu bilen Sâmirî atılan altın ve gümüşleri eritti. Başka bir rivâyete göre ise bir kuyumcuya erittirdi. Aslen ineğe tapan bir kabîleden olduğu da rivâyet edilen ve mesleği kuyumculuk olan Sâmirî, eritilen altınlardan bir buzağı heykeli yaptı. Tâhâ sûresi 88. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “(Sâmirî ve avânesi, İsrâiloğullarına); “İşte sizin de Mûsâ'nın da tanrısı budur. Fakat (Mûsâ) unuttu (da onu aramak üzere Tûr'a gitti) dediler.” İsrâiloğullarının câhilleri, Sâmirî'nin bu hîlesine aldanıp, hakkında Kur'ân-ı kerîmde; “Onlar görmezler ve bilmezler mi ki o buzağı onlara söylemez, onlar söyleseler cevap vermez. Onlara ne bir zarar, ne de bir fayda vermek kudretine sâhip olmaz.” (Tâhâ sûresi: 89) buyrulan buzağıya ibâdet etmeye başladılar.
Hârûn aleyhisselâm, kavminin, câhilce, Sâmirî'nin hîlesine aldanmak sûretiyle altın buzağı heykeline tapıp, ibâdet ettiğini gördü ve çok üzüldü. Onları bu inanış ve hareketlerinden uzaklaştırmaya çalıştı. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Ey kavmim! Siz bu buzağıyla ibtila (İmtihân) olundunuz. (Bu buzağının, şekline ve buzağı böğürmesine benzer ses çıkarmasına bakarak aldandınız. Bir olan Allahü teâlâya îmânı ve ibâdeti terk edip, şirke düştünüz. Sâmirî sizi aldattı ve ey kavmim!) Şüphe yok ki, sizin Rabbiniz Rahmân olan Allahü teâlâdır. Artık (şirkten vazgeçip) bana tâbi olun. (Benimle birlikte âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya ibâdet edin) ve benim emrime itâat ediniz (size tebliğ etmekle vazifeli olduğum din üzerinde sebât edip, müşriklerin yaptığı hareketlerden sakınınız) dedi.” (Tâhâ sûresi: 90)
Hârûn aleyhisselâm, böyle söylemekle, onları kötü bir işten sakındırdı. Allahü teâlânın “Rahmân” olduğunu bildirerek; O'nu tanımaya ve ibâdet etmeye dâvet etti. Kendisinin Allahü teâlânın peygamberi ve peygambere uymanın da vâcib olduğunu anlattı.
Hârûn aleyhisselâm kavmine bu şekilde nasîhatiyle şu husûsları anlatmaya çalışmıştır:
Birincisi; “Siz, buzağı ile imtihân olundunuz.” buyurmakla onları bâtıldan nehy etti. Çünkü zararın giderilmesi, faydanın celb edilmesinden daha evlâdır.
İkincisi; marifet-i ilâhiyyeye dâvet etti ve buyurdu ki: “Şüphe yok ki, sizin Rabbiniz Rahmân olan Allahü teâlâdır.” Çünkü Allahü teâlâyı tanımak, îmândandır. Bu sebeple diğer ibâdetlerden evlâdır.
Üçüncüsü; ümmetin, peygambere tâbi olmasının vâcib olduğuna işâret ederek; “Bana tâbi olun.” dedi.
Dördüncüsü; kavmini, Allahü teâlâya ibâdet etmeye ve dînin diğer emirlerine uymaya dâvet etti.
İsrâiloğulları Hârûn aleyhisselâmın bu şekildeki nâzik îkâzına kulak asmadılar. Dâvetini de kabûl etmediler. Üstelik Hârûn aleyhisselâma cevâben dediler ki: “Mûsâ (aleyhisselâm), bize dönüp gelinceye kadar bu buzağıya tapmaktan vazgeçmeyeceğiz.” (Tâhâ sûresi: 91) Onlar böyle söylemekle Hârûn aleyhisselâmın sözlerini delil kabûl etmediler. “Ancak Mûsâ aleyhisselâmın sözünü kabûl ederiz.” dediler. Böylece açık bir hakîkati anlamak kâbiliyetinden mahrûm olduklarını göstermiş oldular.
Hârûn aleyhisselâm, kavminin, dünyâ ve âhırette saâdete kavuşmasını istediği için, onları bu kötü işten sakındırmaya devam etti. Onun nasîhat ve uyanlarını bir kısmı kabûl ettiyse de bir kısmı dinlemeyerek ona; “Sen kendine bak, yoksa seni öldürürüz. Sen Mûsâ'yı kıskandın, bizim üzerimize peygamber olmak ve bize emretmek için Tûr'a gönderdin.” dediler.
Hârûn aleyhisselâm da buzağı heykeline tapmayan ve kendine inanan onikibin kişiyle birlikte onların içinden ayrılmak veya onlarla sert bir şekilde mücâdele etmek istedi. Fakat Mûsâ aleyhisselâmın; “İsrâiloğullarını parçaladın ve birbirinden ayırdın.” demesini düşünerek, bu işten vazgeçti. Onlarla uğraşmanın faydasız olacağını düşünüp, Mûsâ aleyhisselâmın Tûr Dağı’ndan dönmesini bekledi.
Mûsâ aleyhisselâm; Allahü teâlânın takdir ettiği kırk günün sonunda, Tevrât'ı almak ve Allahü teâlâ ile konuşmak üzere, bildirilen makâma gittiği zaman, Allahü teâlâ ona, kavminin imtihân edildiğini, Sâmirî tarafından saptırıldığını ve onun yaptığı bir buzağıyı ilâh edindiklerini bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm, Tevrât-ı şerîfin levhalarını alarak Tûr Dağı’ndan ayrıldı. Kavminin yanına döndü. Onları buzağıya tapar vaziyette bulunca üzüldü.
İsrâiloğullarından bir kısmının saparak altın buzağı heykeline tapmasının sebebini, vekil bıraktığı Hârûn aleyhisselâmdan öğrenmek istedi. Üzgün ve dargın bir şekilde, üzerinde Tevrât yazılı levhaları yere bırakarak Hârûn aleyhisselâmın yanına geldi. Bu husûs A’râf sûresi 150. âyetinde meâlen şöyle bildirildi “Mûsâ (aleyhisselâm) gadabının şiddetinden dolayı, elinde bulunan Tevrât levhalarını yere bıraktı. (O gadabla, bunların buzağı heykeline ibâdete başlamalarına niçin mâni olmadın mânâsına) kardeşi Hârûn'un başından (saçından) tutup, kendine çekti...” ve ona Tâhâ sûresi 92. âyetinde meâlen buyrulduğu gibi; “Dedi ki: Ey Hârûn ! (Sen peygambersin, benim kardeşim, vezirim ve halîfemsin) onların (İsrâiloğullarının) dalâlete düştüklerini (buzağı heykeline taptıklarını) gördüğün zaman, seni bana tâbi olmaktan ne alıkoydu? (Yâni, onların böyle hidâyet yolundan ayrılıp şirke düştüklerini gördüğün hâlde, onlarla neden harb etmedin? Benim yolumda hareket ederek neden onlara karşı çıkmadın, gazâb ve hiddet gösterip mücâdele etmedin? Yâhud neden onların aralarından ayrılmadın?) Yoksa emrime karşı mı geldin?”
Fahreddîn-i Razî hazretleri Tefsîr-i Kebîr’inde Mûsâ aleyhisselâmın Tûr Dağı’na giderken, kardeşi Hârûn aleyhisselâma nasîhatte bulunması ve dönüşte ona hitâb ediş şekliyle ilgili olarak şöyle buyuruyor: Mûsâ aleyhisselâm Tûr Dağı’na giderken Hârûn aleyhisselâma; “Sen kavmim içinde benim halîfem ol ve onları ıslâha çalış.” diye nasîhatte bulunmuştu.”
Tûr Dağı’ndan dönüşünde ise kavminin buzağı heykeline taptığını görünce, din gayretinden dolayı üzülerek, kardeşi Hârûn aleyhisselâmın yanına gelip, bu hâdisenin sebebini öğrenmek istedi. Kardeşinin başından tutarak kendine doğru çekti. İnsan bir hâdise karşısında üzülünce ve gadaplanınca da kendi nefsine karşı böyle hareketler yapar. Dudaklarını ısırır, parmaklarını birbirine geçirir veya kendi sakalından başından tutarak üzüntüsünü ve pişmanlığını gösterir. Bunun gibi, Mûsâ aleyhisselâm Hârûn aleyhisselâmı, kendi nefsi gibi kabûl ederek başından ve sakalından tutup çekmiştir. Çünkü o, Mûsâ aleyhisselâmın kardeşi, halîfesi ve en yakın yardımcısıydı. Yoksa, Mûsâ aleyhisselâmın buradaki hareketi, Hârûn aleyhisselâma herhangi bir kin, düşmanlık sebebiyle değildi.
Mûsâ aleyhisselâmın; “Yoksa emrime karşı mı geldin?” sözü ise, Hârûn aleyhisselâmın vâcib olan bir emre itâat etmediği mânâsına olmayıp, yapıp yapmamakta serbest olduğu, Mûsâ aleyhisselâmın nasîhati idi. Bu ise terk-i evlâ mânâsınadır. Mûsâ aleyhisselâmın sözü evlâ, Hârûn aleyhisselâmın hareketi ise terk-i evlâdır. Bu ise, peygamberler hakkında câizdir. Yoksa Hârûn aleyhisselâmın kesin ve vâcib olan bir emre itâat etmemesi demek değildir.
Hârûn aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın bu hareket ve sözleri karşısında, özür beyân ederek dedi ki: “Ey anamın oğlu (Ey şefkâtli kardeşim)! Benim sakalımı ve başımı tutma (ben mâzurum). Ben, muhakkak senin (Tûr Dağı’ndan dönüşünde), sen İsrâiloğullarının aralarını dağıttın (onlar ile mücâdele ve muhârebede bulunmak sûretiyle ikiye ayıracak şekilde şiddet gösterdin) ve benim sözümü gözetir olmadın (onların arasını ve işlerini ıslâh et tavsiyeme uymayıp aralarında ihtilafa sebep oldun) diyeceğinden korktum.” (Tâhâ sûresi: 94)
“Ey anamın oğlu! (Hârûn aleyhisselâm, iki âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi söze böyle başladı. Halbuki, ikisi, ana-baba bir kardeş idiler. Hazret-i Mûsâ'yı teskîn etmek, ana şefkâtiyle yumuşatmak için; Ey kardeşim! diye değil, “Ey anamın oğlu!” diye söze başladı. Sonra devam ederek;) Ben onları bu çirkin fiilden men etmede bir kusur etmedim. Onları bu işten el çektirmek için bütün gücümü sarfettim. Fakat onlar benim sözümü dinlemediler. Hattâ beni katletmeye, öldürmeye kastettiler. O hâlde sen, beni tekdir etmek ve azarlamakla düşmanları sevindirme! Onları bize güldürme! Beni, buzağı heykeline ibâdet eden zâlimlerden sayma!” (A’râf sûresi: 150)
Hazret-i Mûsâ, Hârûn aleyhisselâmın özür beyân eden bu sözlerini dinledi ve suçsuz olduğunu anladı. Milletinin azgınlık ve sapıklığını da hatırlayarak, Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! (Kardeşimin üzülmesine sebep olduğumdan dolayı) beni (ve buzağıya tapanlara karşı şiddetli bir şekilde mücâdele etmemesi sebebiyle de) kardeşim Hârûn'u bağışla (bizi af ve mağfiretine nâil eyle) ve bizi rahmetine idhal et, (garket. Bize acı) sen merhamet edicilerin en merhametlisisin.” diye yalvardı. (A’râf sûresi: 151)
Daha sonra Mûsâ aleyhisselâm, kavmine dönerek neden böyle bir sapıklık içine düştüklerini sordu. Onlar da Sâmirî'nin kendilerini aldattığını söylediler. Mûsâ aleyhisselâm, Sâmirî'ye çok kızdı. Ona bedduâ etti ve; “Senin için yaşadığın müddetçe; “Bana kimse dokunmasın demek vardır.” diyerek huzûrundan kovdu. “Çünkü bu yaptığının cezâsı, tek başına yaşamak ve insanlardan uzak kalmaktır. Ayrıca senin âhırette aslâ kaçamayacağın bir cezâ daha vardır” dedi. Sonra bıraktığı levhaları yerden aldı. Kavmine yaptıkları günâha tevbe etmelerini tavsiye etti. Onlar da Allahü teâlânın emrettiği şekilde tevbe ettiler. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma onların tevbelerinin kabûl olunduğunu vahyetti.
Mûsâ aleyhisselâm kavmine Tevrât'ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eyledi. Başlangıçta Tevrât'ı ve Tevrât'ın emirlerini kabûl etmeyen İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmın gösterdiği mûcizeler karşısında Tevrât'ı kabûl edip, ona göre ibâdet etmeye başladılar.
Mısır'dan çıkışlarının ikinci yılında Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarıyla beraber Tûr-i Sînâ civarında bulundukları sırada, Allahü teâlânın emriyle saf altından bir sandık ile yedi renkli atlastan kubbeli bir çadır ve etrâfına bir duvar yaptırdı. Sandığın içine gökten inen şerefli levhaları yerleştirdi. Sandığa Tâbut-i şehâdet, etrâfını saran kubbeli çadıra da Kubbe-i zamân ismini verdi. Kubbenin içinde buhur yakacak ve etrâfında kurban kesecek yerler hazırladı. Vahye uygun olarak tamamlandıktan sonra, gökten nûr inip kubbeyi bürüdü. Nurun parlaklığından Mûsâ ve Hârûn'dan (aleyhimesselâm) başkası kubbeye giremedi. Günlerce kurbanlar kesildi. Mûsâ aleyhisselâm; halîfelik imâmlık, kubbede buhur ve kandil yakma, kurbanlarla ilgilenme, mevki ve makâm sâhiplerine uygun elbise giydirme vazifelerini Hârûn aleyhisselâmla onun evlâdına ve zürriyetine verdi. Hazret-i Hârûn'un Nâzab ve Ubeyhu isimli iki oğlu kubbede buhur yakmakla vazifeli oldukları sırada, kubbedeki ilâhî ateşi bırakıp başka yerden ateş getirdiler. Ö ateşten çıkan acı duman sebebiyle ikisi de zehirlenip öldüler. Onların ölümüne herkes üzüldü. Ertesi gün Hârûn aleyhisselâm, Ayzâr ve Eysâmâr adlı iki oğluna bu vazifeyi verdi.
Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma, kavmini toplayıp Arz-ı Mev’ûd denilen bölgeye (Filistin ve Şam bölgesi) götürmesini ve putlara tapan Amâlika kavmiyle harb etmesini emretti. Mûsâ aleyhisselâm, kavmine, Allahü teâlânın bu emrini tebliğ edince, İsrâiloğulları o beldelerde zâlim ve kuvvetli hükümdârların bulunduğunu ileri sürerek, harbe gitmek istemediler. Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarının her kolundan birer kişi olmak üzere, iyi haber alan oniki kişiyi o beldeler hakkında haber toplamaları için gönderdi. Seçilen oniki kişi o beldeye gidip gördüler.
Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ dışında kalan on kişi, kavimlerine dönüp o belde ahâlisinin çok kuvvetli ve iri cüsseli olduğunu bildirerek, İsrâiloğullarını zâlim hükümdârlara karşı harbe gitmekten vaz geçirdiler. Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ (aleyhimesselâm) ise; kavimlerine zâlim hükümdârlardan korkmamalarını ve harbe gitmekten çekinmemelerini tavsiye ettiler. Buna rağmen İsrâiloğulları, Mâide sûresi 24. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “Ey Mûsâ! O zâlimler (cebbarlar) kavmi orada iken biz kat’îyen oraya girmeyiz. Artık sen ve Rabbin (yani geleceğini vâdettiğin Rabbinin yardımıyla) beraber gidin de ikiniz onlarla harb edin. Biz elbette burada oturucularız” dediler.”
Mûsâ aleyhisselâm, kavminin bu sözleri karşısında çok üzüldü ve kırık bir kalble Allahü teâlâya ilticâ edip; “Yâ Rabbî! Ben kendimle kardeşimden (Hârûn'dan veya sana îmân eden din kardeşlerimden) başkasına Mâlik değilim (başkalarına söz geçiremem). Artık bizimle o fasıklar topluluğunun arasını ayır. (Bizim hakkımızda lâyık olduğumuz şey ile, onlar hakkında da müstehak oldukları şey ile hükmet. Bizi onların yolculuğundan ve arkadaşlığından ayır) diyerek bedduâ etti. (Mâide sûresi: 25)
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ'nın bu bedduâsı üzerine, İsrâiloğullarına kırk yıl Arz-ı Mev’ûd’a girmeyi haram kıldı. İsrâiloğulları bu kırk sene içinde yersiz, yurtsuz, vatansız bir şekilde Tîh sahrasında şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Mûsâ aleyhisselâmın bu duâsı onları tamamıyla terk etmek olmayıp, sâdece Hakk'a yaklaştırmak ve onların kendilerine gelip pişman olmaları için bir tedbir mahiyetindeydi. Nitekim İsrâiloğulları açlık, susuzluk ve ateş saçan güneş harâreti karşısında sıkıntıya düşüp, Mûsâ aleyhisselâma baş vurdular ve ona tâbi olacaklarına söz verdiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ onlara Mûsâ aleyhisselâmın mûcizesi olarak asâsıyla bir kuyuya vurması sonucu oniki tane pınar, güneşin sıcağına karşı gölgeleyici bir bulut, men ve selva (kudret helvası ve bıldırcın eti) ihsân etti. Fakat İsrâiloğulları bu nîmetler karşısında bile nankörlük gösterdiler. Kudret helvasından ve bıldırcın etinden bıktıklarını söyleyip, soğan sarmısak gibi yiyecekler istediler. Mûsâ aleyhisselâm, kavminin bu eziyetlerine ve sıkıntılarına sabırla katlandı. Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâmlâ birlikte kavminin eziyet ve sıkıntılarına tahammül gösteriyor ve Mûsâ aleyhisselâma her işinde yardımcı oluyordu.