Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İmâm-ı Begavî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre; cinnîlerin, Süleymân aleyhisselâm için yaptıkları şeylerden biri de Beyt-ül-Makdis'dir. Beyt-ül-Makdis'in inşasına önce Dâvûd aleyhisselâm başladı. Duvarlarını bir adam boyu yükseltti. Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Bunu sen tamamlayamayacaksın. Sana Süleymân isminde bir oğul vereceğim, o tamamlayacak” diye vahyetti. Dâvûd aleyhisselâm, oğlu Süleymân aleyhisselâmı kendi yerine halef seçip, vefât etti. Bir müddet sonra, Süleymân aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis'i tamamlamak istedi. Cinleri topladı. Onlar arasında iş taksimi yaptı. Onlardan her bir cemâati bir işle vazifelendirdi. Sonra usta ve mühendislere, oniki mahallesi olan bir şehir yaptırdı ve her mahalleye bir kabîle yerleştirdi. Şehrin kurulması bitince, mescidin tamamlanmasını emretti. Cinleri bölük bölük yaptı. Bir kısmı, altın, gümüş ve yâkut; bir kısmı, denizden saf inci; bir kısmı, mücevherat ve kıymetli taşlar; bir kısmı da misk, amber ve diğer güzel kokuları getirdiler. Bütün bunlardan yeteri kadar gelince, işlemek için ustalar getirdi. Ustalar, getirilen taşları yonttular. Mücevher, inci ve yâkutları işlediler. Kaplanan malzemeleri kullanarak mescidin inşasını tamamladılar. O asırda, ondan güzeli olmayan ve bir eşi bulunmayan bu mescide “Beyt-ül-Makdis” dediler. Daha sonra “Mescid-i Aksâ” adıyla anıldı.
Beyt-ül-Makdis'in inşası bitince, Süleymân aleyhisselâm, İsrâiloğullarının âlimlerini topladı. Onlara, bu mescidi, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yaptırdığını, onda bulunan her şeyin Allah için yapıldığını anlattı. “Bu mescid Allah'ındır. Çünkü, O'nun emri ile yapılmıştır. O'nda bulunan her şey Allah'ındır. Kim ondan bir şey noksanlaştırırsa, Allahü teâlâya hâinlik etmiştir” dedi. İsrâiloğullarına ziyâfet verdi. Allahü teâlâ için kurbanlar kesti. Mescid-i Aksâ'nın inşasının bittiği günü bayram yaptı.
Hazin tefsîrinde bildirildiğine göre; Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anh), Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet etti: “Süleymân bin Dâvûd (aleyhimesselâm) Beyt-ül-Makdis'in inşâsını bitirince, Allahü teâlâdan, hükmüne muvafık hüküm ile hükmetmeyi nasîb etmesini istedi. Bu ona verildi. Kendisinden başka bir kimseye verilmeyen bir mülk ve saltanatın, kendisine verilmesini istedi. Bu da ona verildi. Beyt-ül-Makdis'in inşasını bitirince, bu (mescide) sırf namaz kılmak için gelen kimsenin buradan, anasından doğduğu günkü gibi günâhlarından temizlenmiş olarak çıkmasını diledi.” Bu Hadîs-i şerîfi Nesâî bildirdi. Tefsîr-i Mazharî ve Begavî’de bildirilen Hadîs-i şerîfte ise; “Süleymân (aleyhisselâm), Beyt-ül-Makdis'in inşâsını bitirince, Allahü teâlâdan üç şey istedi. Allahü teâlâ, bu dileklerinin ikisini ona verdi... Umarım ki, üçüncüsünü de ona vermiştir.” (Üçüncüsü için;) “Bu Beyt'e (Beyt-ül-Makdis'e) bir kimse gelip iki rekat namaz kılarsa, buradan, anasından doğduğu günkü gibi çıkmasını istedi. Ümîd ediyorum ki, Allahü teâlâ, bu dileğini de ona vermiştir.” buyrulduğu bildirilmiştir.
Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine de, bu mescidde (Beyt-ül-Makdis'de) kılınan namaz çok sevâb olmuştur. Nitekim Râmûz-ül-Ehadis’de Ebüdderdâ'dan (radıyallahü anh) bildirilen Hadîs-i şerîfte, şöyle buyrulmaktadır: “Mescid-i Haram'da kılınan namaz, yüzbin namaza; benim mescidimde kılınan namaz, bin namaza; Mescid-i Aksâ'da kılınan namaz beşyüz namaza muadildir.”
Ebû Sa’îd-i Hudrî'den rivâyet edilen ve bütün hâdis kitaplarında bulunan bir Hadîs-i şerîfte ise; “Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve benim bu mescidim” buyrulmuştur. Bu Hadîs-i şerîfResûlullah efendimizin kabr-i seâdetlerini ziyâret için, Medîne-i münevvereye gitmenin çok sevâb olduğunu da göstermektedir. Bu ziyâreti yapmayanlar, bildirilen sevâbdan mahrûm kalırlar. Bu üç mescidden başkasını ziyâret için uzak yola çıkmak, Allahü teâlânın rızâsı için olursa câizdir.
Süleymân aleyhisselâm, Mescid-i Aksâ'ya (Beyt-ül-Makdis'e), Mûsâ aleyhisselâmdan beri nesilden nesile geçerek gelen Ahid sandığını koydu. Mûsâ aleyhisselâm; ümmetinin âlimlerinden, Tevrât'ın, Ahid sandığına (Tâbût-i Sekîne'ye) konularak muhâfaza edilmesini istemişti. Bu durum, Beyt-ül-Makdis'in Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar (rivayete göre 453 sene) devam etti. Buhtunnasar, Kudüs'ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksâ'da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp, Bâbil'e götürdü. Daha sonra Keyhusrev, Mescid-i Aksâ'yı tâmir etti ise de, 70 senesinde Romalılar yaktı. Kamus-ül-a'lam da diyor ki: Bu tahrip ile Kudüs'ün müsevîlere âit mâmûriyeti son buldu. Daha sonra 123 yılında Bizanslılar, Mescid-i Aksâ'yı tâmir edip, Kudüs'e İlyâ ismini verdiler. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), mîrac gecesinde Mescid-i Aksâ'da namaz kılmıştır. Hicretin 16. senesinde Ömer (radıyallahü anh) zamanında, Kudüs, müslümanların eline geçince, binânın arsası yeni bir İslâm mâbedi yapmak için kullanıldı. Altıncı Emevî halîfesi olan Velîd (miladî 666-715) buraya, yine Mescid-i Aksâ denilen câmiyi bu günkü hâline benzeyen şekliyle yeniden yaptırdı.
Mescid-i Aksâ, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki mescidler arasında, Mekke'ye en uzak olan idi. Bunun için, Mescid-i Aksâ (en uzak mescid) ismiyle meşhûr oldu. Aksa, lügatte (en uzak) mânâsındadır. Halbuki Filistin, Arabistan'a komşu bir yerdir. Başka memleketlerden daha yakın olduğu için, Kur'ân-ı kerîmde (en yakın yer) buyruldu. Bunun için, en yakın yerde, en uzak mescidden bahsedilmiştir. Müslümanlar, hicretten onaltı ay sonraya kadar, Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kıldılar. Peygamberimizin mîrâcı, burada vukû buldu. O, bir gece, Mekke'deki Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya götürüldü. Beden ve rûhu bir arada, uyanık iken, Mescid-i Aksâ'dan göğe çıkarıldı. Bu hâl Kur'ân-ı kerîm ve meşhûr Hadîs-i şerîflerle haber verilmiştir.
Suriye seferinde, fetihten sonra Şam'a gelen Hazret-i Ömer, Kudüs'e de uğrayıp, Mescid-i Aksâ'yı ziyâret etti. Hacda, Kâbe'yi tavâf ederken söylenilen telbiye “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk...” diyerek, gece vakti mescide girdi, namaz kıldı ve İsrâiloğulları ile ilgili âyet-i kerîmeleri okudu. Sabah namazı vakti girince, ezân okutarak cemâat ile namaz kıldırdı. Daha sonra, Kudüs halkı ile beraber, yüzyıllardan beri kendi hâline terkedilen Mescid-i Aksâ'da, biriken ve etrâfını kirleten çöpleri, pislikleri temizledi. Yahudilere, mescide emniyetle girmek hakkını tanıdı. Hıristiyanlara da, yahudileri aralarına sokmamalarını tavsiye etti. Kudüs'teki kiliselere dokunulmaması için emir verip, hıristiyanlarla anlaşma yaptı. Fakat papazların, halka karşı kendilerinde var olduğunu ileri sürdükleri imtiyazlı mevkilerini, zenginlik ve debdebe içindeki hoyratça geçen müsrif hayatlarını kabûl etmediğini ve bundan hiç hoşlanmadığını belirtti.
Kudüs ahâlisine bir de emânnâme verdi. Emânnâmede buyurdu ki:
“İşbu mektup, müslümanların emîri Abdullah Ömer'in İlya (Kudüs) ahâlisine verdiği emân mektubudur ki, onların varlıkları, hayatları, kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile öteki milletler için yazılmıştır. Şöyle ki;
Müslümanlar onların kiliselerine girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin her hangi bir yerini söküp götürmeyecek, mallarından bir habbe (danecik) bile almayacak, dinlerini ve ibâdet tarzlarını değiştirmeleri ve İslâm dînine girmeleri için kendilerine karşı hiç bir zor kullanılmayacak. Hiç bir müslümandan en ufak bir zarar görmeyecekler. Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine emân verilecektir. Şâyet burada kalmak isterlerse, tamâmen te’minat altında olacaklar. Yalnız, İlya ahâlisi kadar cizye vereceklerdir. Eğer İlya halkından bâzıları, Rum halkı ile birlikte âile ve malları ile beraber çıkıp gitmek isterlerse ve kiliselerini ve ibâdet yerlerini boşaltırlarsa, varacakları yere kadar canları, haçları, malları üzerine emân verilecektir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zamanına kadar onlardan hiç bir vergi alınmayacaktır.
Allahü azîmüşşanın ve Allah'ın Resûlü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem hazretlerinin emirleri ve bütün İslâm halîfelerinin ve umum müslümanların verdiği sözler işbu mektupta yazılı olduğu gibidir.
İmzalar: Abdullah Ömer bin Hattâb
Şâhidler: Hâlid bin Velîd, Amr ibni Âs, Abdurrahmân bin Avf, Muâviye bin Ebî Süfyân”
Emevîler ve Abbâsîler zamanında zelzele ve harpler sebebiyle zaman zaman yıkılıp, tâmir edilen Mescid-i Aksâ'nın o zamandaki şekli, bu günkü durumuna çok yakın idi. Kıble karşısında, kuzeyde onbeş kapı vardı ve ortadaki altın kaplı kapı, tunçtan yapılmıştı. Yanlarda, yedi ve onbir kapı daha vardı. Son cemâat yerinde revâkları bulunan Mescid, 280 tane mermer sütuna dayanan revâkların taşıdığı bir dam ile örtülü idi. Orta kısımda bir kubbe bulunuyordu. Damın üstü, kısmen mozaik ile süslü, kısmen levhalar ile kaplıydı. 1009'da, Kudüs'ü alan haçlılar, şehri yakıp yıktılar ve Kudüslü müslümanların birçoğunu, kadınlar ve küçük çocuklara varıncaya kadar, kılıçtan geçirdiler. Bu arada, Mescid-i Aksâ'yı yağma ettiler ve daha sonra, tepelerine haçlar ve içlerine heykeller ile hıristiyan âyin yerleri koyarak, kiliseye çevirdiler. Sultân Selahaddîn-i Eyyûbî, 1184'de Kudüs'ü geri aldı. Haçlar ve heykeller kaldırılarak, eski hâline getirildi. Mescid-i Aksâ'ya yeni bir mihrab (şimdiki) yapıldı. Daha sonraları, mihrabın iki yanına pencereler açılıp, bir minber, kuzey cihetine son cemâat revâkları ve bir tahta minare ilave edildi. Bundan başka, daha bir çok defâ imar gören Mescid-i Aksâ'nın, en son bakımı Osmanlılar tarafından yapıldı. Ne yazık ki, Birinci Dünyâ Savaşı'nda Türkler Kudüs'ü kaybedince, Kudüs'de bulunan mescidler bakımsız kaldı. Yahudilerin 1967 yılındaki Arap-İsrâil harbini kazanması üzerine, Kudüs işgal edildi. Mescid-i Aksâ, suikast netîcesinde kısmen yandı. Bu gün kendi hâline terk edilmiş olup, tâmire muhtâçtır.
Peygamberimiz zamanında, Mescid-i Aksâ'nın yeryüzünde var olduğunu ve mîrac gecesinde kendisinin oraya götürüldüğünü Hadîs-i şerîfler bildirmektedir. “Kureyş bana (mîracda) seyahat ettiğim yerlerden soruyordu. Bilhassa Mescid-i Aksâ'ya dâir öyle şeyler sormuştu ki, ben İsrâ (mîrac) gecesi onlarla ilgilenip tespit etmemiştim. Bu sebeple, o kadar müşkil bir vaziyete düştüm ki, hiç bir zaman öyle sıkılmamıştım. Bunun üzerine Allahü teâlâ, benimle Beyt-i Makdis arasında perde olan mesâfeyi kaldırdı. Şimdi ben, Beyt-i Makdis'i görüyordum. Ne sorarlarsa, muhakkak ona bakarak cevap vermiştim.”
“Kureyş; Mescid-i Aksâ'nın kaç kapısı var? diye sormuşlardı. Halbuki ben, Kudüs mescidinin kapılarını saymamıştım. Fakat, karşımda mescid tecellî edince, ona bakmaya ve kapıları birer birer saymaya başladım.”
Sebe’ sûresi 13. âyet-i kerîmesinde; cinlerin, Süleymân aleyhisselâmın istemesi ile yaptıkları şeylerden birinin de, şekiller olduğu bildirilmektedir. Rivâyete göre bu şekiller, bakır, tunç, cam gibi şeylerden yapılmıştı. Bunları Fahreddîn-i Razî hazretleri; Nakışlar olarak tefsîr etmektedir.
Cinnîler, Süleymân aleyhisselâma büyük havuzlar gibi çanaklar da yaparlardı. Rivâyete göre, bu çanaklardan her biri bin kişilik idi. Bin kişi o çanaktan yemek yerdi. Süleymân aleyhisselâmın mutfağında, her gün yüzlerce koyun ve sığır kesilirdi. Binleri aşan ekmekçi ve ahçısı vardı. Bütün bunlar, Süleymân aleyhisselâmın kavminin pek kalabalık olduğunu göstermektedir.
Şir'at-ül-İslâm kitabında buyruluyor ki: “Küçük kaplarda bereket yoktur. Altın ve gümüş kapta yemek, içmek haramdır. Kalaylanmamış bakır ve sarı kaplardan yemek mekruhtur. Aynı kaptan yemek yenilmesini Allahü teâlâ sever. Sevâbı çoktur. Böyle yiyenlerin kalblerinde birbirlerine karşı muhabbet ve yakınlık meydana gelir. Câbir'in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlâ, üzerine çok el uzanan yemeği sever” buyurdu. Mesâbih kitabında bildirildiğine göre; Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân; “Yâ Resûlallah! Yiyoruz, fakat doymuyoruz” dediler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Herhâlde, ayrı ayrı yiyorsunuz” buyurdu. Onlar da; “Evet öyle yiyoruz” dediler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Yemeği beraber yiyiniz. Besmele çekiniz. O zaman yemeğiniz, bereketli olur” buyurdu.
Yemek yerken, yemeğe yaklaşılmalıdır. Yemeğin önüne getirilmesi için emir verilmez. Böyle yapmak yemeğe hakâret, onu küçümsemek, kendisini ise büyük görmek mânâsını taşır. Bunların ikisi de haramdır. Mütevazi bir şekilde yemeğe oturulur. Bir ele de olsa, yemek yerken dayanmamalıdır. Sırtı da bir şeye dayamamalıdır. Sünnet olan, yemeğe doğru hafifçe eğilip, sol ayak üzerine oturarak, sağ dizin dikilmesidir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), böyle otururdu. Dizleri üzerine oturduğu da olurdu. “Ben Allahü teâlânın kuluyum. Kul gibi otururum” buyururdu.
Âyet-i kerîmede cinlerin, Süleymân aleyhisselâm için yaptıkları bildirilen şeylerden biri de yerinden kaldırılamayan kazanlardır. Bunlar, ocak taşları üzerinde sabit bulunuyordu. Pek büyük oldukları için, ocaklarından, indirilemez ve yerlerinden hareket ettirilemezlerdi. Onlara merdivenlerle çıkılırdı. Bu kazanların Yemen'de bulunduğu rivâyet edilir.
Âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Ey Dâvûd (aleyhisselâmâilesi! Allahü teâlânın (size verdiği sayısız) nîmetlerine şükr için çalışın!” buyrulmaktadır (Sebe’ sûresi: 13)
Dâvûd aleyhisselâm gece ve gündüz saatlerini âilesi için taksim etmişti. Günün her saatinde, Dâvûd aleyhisselâmın âilesinden namaz kılan bir kimse mutlaka bulunurdu. Onun evinde her an Allahü teâlâya ibâdet edilirdi.
Bu âyet-i kerîmenin devamında ise meâlen: “Kullarımdan (hakkıyla kalb, dil ve âzâları ile) şükreden azdır” buyruldu. Hakkıyla şükredebilmek, kalbin fenâsından ve devamlı huzûr hâline kavuşmasından sonra olur. Bununla beraber, yine de şükür tam olarak yapılamaz. Ancak Allahü teâlânın şükür yapmaya muvaffak kılması da ayrı bir nîmetidir. Bu da şükrü icâbettirir. Böyle her şükür, tevfik-i ilâhî ile olunca, kulun şükretmesi son bulmayıp devam eder. İşte bunun için; “Şükrecidi kul, şükür vazifesini yerine getirmekten kendisini âciz gören kimsedir” denilmiştir.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh); Allahü teâlânın nîmetlerine en güzel şükür şekli; verilen nîmetleri günâh işlerde değil de, O'na tâatta kullanmaktır. Bu ise, Allahü teâlânın yardımı ile olur ve yine O'nun ihsânıdır buyurmuştur.
Âyet-i kerîmede meâlen; “Cinler, Süleymân (aleyhisselâmiçin mescidlerden (sağlam ve pek güzel saraylar ve meskenlerden), şekillerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit kazanlardan ne isterse yaparlardı” buyrulduktan sonra, meâlen; “Ey Dâvûd âilesi! Allahü teâlânın nîmetlerine şükür için çalışın...” buyrulmasını, Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) şöyle izâh etmiştir: “Size verilen bu nîmetler, bir anlık ve geçicidir. Kendisini bunlara kaptırıp, onlara dalması insana yakışmaz. İnsana yaraşan, sâlih ameli çok yapmasıdır. Sâlih amel yapmakla, Allahü teâlâya şükredilmiş olunur. Bu sebeple âyet-i kerîme, geçici olan dünyâ nîmetlerine iltifât edilmemesine, onlarla fazla meşgûl olunmamasına işâret buyurmaktadır.”
“Kullarımdan (hakkıyla) şükreden azdır” meâlindeki âyet-i kerîme, Allahü teâlânın kulları arasında, verilen nîmetlere şükredenlerin bulunduğunu göstermektedir.
Beşerin gücü nisbetinde şükür, vâkidir, mümkündür. Fakat bunu yapan azdır. Allahü teâlânın nîmetlerine lâyık bir şükür, beşer kudretinin haricindedir. Kul bununla mükellef değildir. Çünkü, Bakara sûresi: 286. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez” buyrulmaktadır. Tam şükredici kul, Allahü teâlânın râzı olduğu ve; “Ey kulum! Yaptığın az şükrünü kabûl ettim. Seni, bütün nîmetlerime şükredici bir kul olarak yazdım. Bu kabûlüm, sana, benim büyük bir nîmetimdir. Fakat şükrünü kabûl ettiğimden dolayı, seni ayrıca şükretmekle mükellef tutmuyorum” dediği kuldur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Süleymân aleyhisselâmAllahü teâlâdan kendisini af ve mağfiret etmesini taleb etti. Daha sonra âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen şöyle dedi: “Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle! Şüphesiz, herkesin murâdını veren sensin.” (Sâd sûresi: 35) Bu âyet-i kerîme, dine, âhırete âit bir işi, dünyâya âit işe takdim etmek, yâni öncelik vermek lâzım geldiğini göstermektedir. Çünkü Süleymân aleyhisselâmAllahü teâlâdan, önce af ve mağfiretini isteyip istiğfâr etti. Ondan sonra, mülk ve saltanat istedi. Âyet-i kerîme, Allahü teâlâdan af ve mağfiret istemenin, istiğfâr etmenin, dünyâda hayır kapılarının açılmasına sebep olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Süleymân aleyhisselâm önce Rabbinden mağfiret diledi. Sonra da bu vesile ile Allahü teâlâdan mülk ve saltanat istedi. Daha önce Nûh aleyhisselâm da böyle yapmıştı. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle bildirildi: (Nûh aleyhisselâm, münâcâtında Allahü teâlâya yalvararak kavminin hâlini şöyle anlattı: (Yâ Rabbî! Ben onlara) dedim ki: Küfürden tevbe edip, Rabbinizden mağfiretinizi isteyiniz. Zirâ O, şirk ve isyândan tevbe edeni çok mağfiret edicidir. (Siz O'na istiğfâr edin ki, Allahü teâlâ da size) ihtiyâcınız kadar yağmur yağdırsın, çok mal ve evlad ile size imdâd etsin, size meyveli bostanlar (bağlar, bahçeler) versin ve o bostanlarda nehirler akıtsın.” (Nûh sûresi: 10-12)
Yine Allahü teâlâPeygamber efendimize de meâlen şöyle buyurdu; (Ey Muhammed aleyhisselâm!) Ehl-i beytine (ve ümmetine) namazı emret. Sen (ve ümmetin), namazı kılmaya sabredin. (Namaza sebât ile devam eyleyin.) Biz, (kendinin ve Ehl-i beytinin) rızkını vermeni (temin etmeni) senden istemiyoruz. Sana (ve onlara) rızkı biz veririz. (Sen kalbinle âhıret işine ehemmiyet ver.) Güzel akıbet (Cennet) müttekiler içindir.” (Tâhâ sûresi: 132)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) Süleymân aleyhisselâmın; (Ey Rabbim!) Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle” buyurmasının sebebi hakkında, tefsîr âlimlerinin şöyle söylediklerini bildirmektedir:
1- Süleymân aleyhisselâmAllahü teâlâdan, peygamber olduğunun doğruluğunu gösteren bir mûcize olması için, ondan başka kimsenin muktedir olamayacağı şeylerin kendisine verilmesini istedi. Nitekim, âyet-i kerîmenin devamında, rüzgârın, Süleymân aleyhisselâmın emrine verildiği, onun emriyle akıp gittiği bildirilmiştir. Bu ise, onun peygamber olduğunu gösteren bir mûcize ve Allahü teâlânın ona verdiği büyük bir kudret ve saltanattır. Beydâvî tefsîri’nin Şihâb hâşiyesinde de şöyle buyrulmuştur: Süleymân aleyhisselâm, mülk ve saltanatı; fânî, geçici olan dünyâ saltanatı ile övünmek için istemedi. O, bunu, mülk ve saltanatları ile övünen zâlim diktatörlerin iş başında olduğu bir zamanda yaşadığı için istemişti. Her peygambere, içinde yaşadığı asırda en meşhûr olan şeyle ilgili bir mûcize verilirdi. Meselâ, Mûsâ aleyhisselâm zamanında, sihir çok yaygındı. Mûsâ aleyhisselâm, elindeki asâyı yere bırakınca, büyük bir yılan olup, sihirbazların getirdikleri şeylerin hepsini yuttu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında fesâhat (düzgün bir şekilde, mükemmel olarak söz söylemek) çok yaygın idi. Buna rağmen müşrikler, Allahü teâlâdan indirilen Kur'ân-ı kerîmin, en kısa sûresinin bile benzerini söylemekten âciz kaldılar. Süleymân aleyhisselâmın mülk ve saltanat istemesi de, insanlar yanında peygamberliğine delil olması içindi. Yoksa, mülk ve saltanata düşkünlüğünden, zamanındaki meliklerle yarış etmek düşüncesinden değildi.
2- Dünyâ lezzetlerinden faydalanmak önce, âhıret nîmet ve saâdeti ise sonradır. Bu yüzden, bâzı kimseler âhıretin saâdet ve nîmetine kavuşmak için, Allahü teâlânın men ettiği geçici dünyâ lezzetlerinden sakınmanın zor olduğunu söylemişlerdir. İşte Süleymân aleyhisselâm(Yâ Rabbî!) Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân et. (Bununla beraber, ben dünyânın lezzet ve zevklerinden son derece sakınıcı olayım) diye duâ etti. Böylece, Süleymân aleyhisselâm insanlara, çok dünyâlığa sâhip olmanın, Allahü teâlâya kulluk vazifesini yerine getirmeye mâni olmadığını ve bunun mümkün olduğunu göstermek istemişti.
Süleymân aleyhisselâmın istiğfâr ve duâsı üzerine, Allahü teâlâ onun dileğini yerine getirdi. Rüzgârı emrine verdi. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Bunun üzerine biz rüzgârı onun emrine verdik ki, rüzgâr onun emri ile istediği yere yumuşacık (hoş bir şekilde) akıp giderdi. (Bir kısmı hayret verici, eşi görülmemiş saraylar, kaleler yapan) binâ ustası, (bir kısmı da, denizden inci mercan çıkaran) dalgıç olan şeytanları da emrine verdik. (İnat ve taşkınlıkta ileri olan) diğerleri de, (insanlara zarar vermemeleri için) birbirlerine zincirlerle bağlanarak zaptolunmuştu” buyruldu. (Sâd sûresi: 36-36) Aslında, Süleymân aleyhisselâmın emrine verilen rüzgâr, şiddetli esen bir rüzgârdı. Fakat, Süleymân aleyhisselâmın emri ile, yumuşak ve hoş bir şekle dönerek eserdi. Bu rüzgârın; bâzan yumuşak, bâzan da şiddetli estiği de bildirilmiştir. Bu sebeple, yukarıdaki âyet-i kerîme ile; “Süleymân'a (aleyhisselâm) şiddetli esen rüzgârı itâatkar kıldık” meâlindeki Enbiyâ sûresi: 81. âyet-i kerîmesi arasında zıtlık yoktur.
İslâm âlimlerinden Ruzbehân Baklî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: “Süleymân aleyhisselâmAllahü teâlânın cemâline olan sevgisinden dolayı, her an, doğudan batıya kadar Allahü teâlânın yarattıklarını temâşâ etmek isterdi. Allahü teâlâ da rüzgârı ona itâatkar kıldı. Rüzgâr, onun isteğine uygun olarak eserdi. İşte bu, Süleymân aleyhisselâma, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek ve dünyâ lezzetlerine îtibâr etmemekteki sabrının mükafatı idi.”
Allahü teâlâ, rüzgârın ve cinlerin Süleymân aleyhisselâmın emrine verildiğini bildirdikten sonra, meâlen şöyle buyurdu: (Ey Süleymân!) Bu (mülk ve saltanatın, sana) bizim atâmız (ihsanımız) dır. Ondan dilediğine hesapsız olarak ver. Dilediğinden men et. (Bizim ihsânımız çoktur. Hiç kimse onu hesap edemez. Buna gücü yetmez.) Şüphesiz ona (Süleymân'a (aleyhisselâm) dünyâda verilen bu büyük mülk ve saltanatla beraber âhırette de) indimizde bir yakınlık ve dönüp geleceği bir güzel yer (Cennet) vardır.” (Sâd sûresi: 39, 40)
Rûh-ul-Beyân’daki Hadîs-i şerîfte, Süleymân aleyhisselâmın mülkü ile ilgili olarak şöyle buyruldu: “Süleymân bin Dâvûd'a (aleyhimesselâm) verilen, mülkü görmediniz mi? Bu onun huşûunu arttırdı, Allahü teâlâya karşı huşûundan göğe bakmazdı.”
Yine Rûh-ul-Beyân’da; “İnsan kemâle erince, vâsıtasız olarak ilâhî feyzlere kavuşur. Allahü teâlâ, göktekileri ona itâat ettirir. Meselâ; meleklere, Âdem aleyhisselâma secde etmelerini emretmiştir. Yerdekileri de, o kimseye itâat ettirir. Nitekim cinleri, insanları, vahşî hayvanları ve kuşları, Süleymân aleyhisselâma itâat ettirmiştir” buyrulmuştur.
Emrine verilen rüzgârla, Süleymân aleyhisselâm, sabah bir aylık, akşam da bir aylık yol giderdi. Nitekim Sebe’ sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gündüz esdiğinde bir aylık mesâfeye gidip, akşam bir aylık mesâfeden gelen rüzgârı Süleymân'ın (aleyhisselâmemri altına verdik...” buyrulmuştur.
Süleymân aleyhisselâm, sabahleyin ordusu ile beraber Şam'dan çıkar, İran'ın İstahar (Persepolis) şehrinde kaylule yapardı. (Öğleye doğru bir miktar uyurdu.) Sonra gün ortasında, İstahar'dan yola çıkar ve akşama Kabil'e varırdı. Hem, Şam-İstahar (Persepolis); hem de İstahar-Kâbil arası, atlı için bir aylık yoldu.
Bâzı âlimler, Süleymân aleyhisselâmın Mısır'dan Kabil'e kadar olan ülkelere sâhip olduğunu bildirmişler; bâzıları da, bütün dünyâya hâkim olduğunu beyân etmişlerdir. Nitekim Mücâhid'in (rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyetine göre, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri yâni Mehdî de mâlik olacaktır” buyurmuştur. Süleymân aleyhisselâma verilen mülkü beyân eden yukarıdaki âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Onun (Süleymân) için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izni ile, iş gören cinleri de onun emri altına verdik ve bunların içinde (Süleymân aleyhisselâma itâat etmelerine dair) emrimizden çıkan olursa, ona alevli ateşin azâbını tattırırız” buyruldu. (Sebe’ sûresi: 12)
Tefsîr âlimleri; “Allahü teâlâ, bakır ocağından, Süleymân aleyhisselâm için, üç gün üç gece su gibi bakır akıttı” demişlerdir. Bâzı âlimler, âyet-i kerîmede bildirilen azâbın âhıret azâbı olduğunu; bâzıları da, dünyâda ateş ile yakılmaları olduğunu bildirmiştir. Zâhir olan mânâ da budur. Begavî (rahmetullahi aleyh); “Allahü teâlâ, cinler için bir melek vazifelendirdi. Onun elinde ateşten bir çubuk vardı. Süleymân aleyhisselâmın emrinden çıkan cine, bu çubukla vurur ve yakardı buyurdu.
İnsanoğlunun, cinden sakınması lâzımdır. Çünkü, cinle beraber olmak, irtibat hâlinde bulunmak insana zarar getirir. Nitekim, âyet-i kerîmede meâlen; “...Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabbim! Onların huzûrumda bulunmalarından sana sığınırım” buyrulmuştur. (Mü’minun sûresi: 97, 98) Ancak âyet-i kerîmede meâlen; “Rabbinin izni ile...” buyrulması, Süleymân aleyhisselâmın, onların zararından muhâfaza buyrulduğuna, onlarla olmanın kendisine zarar vermediğine işârettir.
Süleymân aleyhisselâm, cinnîlere; mescidler, saraylar, meskenler ve büyük çanaklar gibi şeyler yaptırdı. Nitekim Sebe’ sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde meâlen; “O cinler; Süleymân (aleyhisselâmiçin mescidlerden (sağlam ve pek güzel saraylar ve meskenlerden), şekillerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan,sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlardı” buyrulmuştur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kur'ân-ı kerîmde Sâd sûresi 34. âyet-i kerîmede meâlen; “Muhakkak ki, biz Süleymân'ı (aleyhisselâm) imtihân ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik. (Nice günlerden) sonra o, yine (imtihanda Rabbine) döndü. (veya zellesine pişman olup tevbe etti) buyrulmuştur.
Bu âyet-i kerîmede beyân buyrulan Süleymân aleyhisselâmın imtihânının ne olduğu hakkında bir çok rivâyet vardır. Bu rivâyetlerden bâzısı, dîne ve Süleymân aleyhisselâmın şânına uygun değildir. Fahreddîn-i Razî hazretleri, böyle uygunsuz rivâyetleri delilleri ile reddettikten sonra, Süleymân aleyhisselâmın imtihânının ne olduğu husûsunda şöyle buyurdu:
1- Süleymân aleyhisselâm, bir gecede, zevcelerinin hepsini ziyâret edeceğini, onlardan her birinin süvâri birer oğlan dünyâya getirip, Allah yolunda muhârebe edeceklerini söyledi. Fakat, inşâallah demedi. Süleymân aleyhisselâm, zevcelerini dolaştı. İçlerinden yalnız biri hâmile kalıp, sakat bir çocuk dünyâya getirdi. Bunu götürüp, babasının tahtına bırakıverdiler. Buhârî ve Müslim’deki Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buraya kadar anlattıktan sonra, şöyle buyurdu: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, şâyet Süleymân (aleyhisselâminşâallah deseydi, (zevcelerinin hepsi çocuk dünyâya getirir) hepsi de süvâriler olarak Allah yolunda mücâhid olurlardı.”
Kâdı Iyad; Süleymân aleyhisselâmın, bu kıssada; (İnşâallah) dememesinin birkaç cevâbı vardır. Bunların içinde en doğrusu, sahih Hadîs-i şerîfte bildirildiği gibi; “İnşâallah” demeyi unutmuş olmasıdır. Bu unutma, Allahü teâlânın irâdesinin bu yönde olmasındandır. Böylece Allahü teâlânın irâde ettiği şey tahakkuk etmiş oldu demiştir.
Buna göre, Süleymân aleyhisselâmın imtihân edilmesi, Süleymân aleyhisselâmın; “Zevcelerimi dolaşacağım” dediğinde; “İnşâallah” demeyi terk etmesidir.
Cesedin kürsîsine bırakılması, sakat çocuğun Süleymân aleyhisselâmın kürsîsine bırakılmasıdır.
Peygamberler (aleyhimüsselâm) için evlâyı terk etmek zelledir. Yoksa, zelle günâh işlemek değildir. İşte Süleymân aleyhisselâm, evlâ olan, “İnşâallah” demeyi terk etmesiyle meydana gelen zelle için, Allahü teâlâya tevbe etti. Nitekim Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem); Rûh, Eshâb-ı Kehf ve Zülkarneyn aleyhisselâmdan sorulunca; “Yarın gelin, haber vereyim” buyurmuşlar, “İnşâallah” demeyi unutmuşlardı. Bu sebeple bir kaç gün Resûlullah'a vahiy gelmedi. Sonra şu meâldeki âyet-i kerîme nâzil oldu: “Hiç bir şey hakkında; Ben bunu muhakkak yarın yaparım deme. Ancak sözünü Allahü teâlânın dilemesine bağlayarak (inşâallah Allahü teâlâ dilerse yapacağım) de. (İnşâallah demeyi) unuttuğun zaman, (İnşâallah diyerek tevbe ve tesbîh ile) Allahü teâlâyı hatırla ve şöyle de: Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir hayra erdirir.” (Kehf sûresi: 23-24)
İnsan, “İnşâallah” demeyi unuttuğu zaman bunun tevbesi; “İnşâallah (Allahü teâlâ dilerse)” demekle beraber; “Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir hayra erdirir” demesidir. Nitekim mîrac gecesinde, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); daha yakın bir hayra, kimsenin ulaşamadığı şeylere kavuşturulmuştur.
2- Süleymân aleyhisselâm şiddetli bir hastalıkla imtihân edilmiştir. “Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik” meâlindeki âyet-i kerîmeden murâd, onun bir hastalık sebebiyle adeta cansız bir cesed hâline gelmesidir. Araplar, zayıf kimse için; “Et tahtası üzerine konmuş, et parçası ve rûhsuz cisim” derler. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında, daha sonra Süleymân aleyhisselâmın sıhhatine kavuştuğu bildirilmektedir.
3- Süleymân aleyhisselâmın imtihânı hakkında şu da muhtemeldir: Allahü teâlâ onu; ya bir korku musallat etmek yahut bir taraftan kendisine bir belâ geleceği endişesi vermek sûretiyle imtihân buyurdu. İşte bu korku sebebiyle, tahtı (kürsîsi) üzerine atılmış pek zayıf bir cesed gibi olmuştu. Bilahare Allahü teâlâ, bu korkuyu ondan giderdi. Eski sıhhat ve kuvvetine kavuşturdu.
Âyet-i kerîmenin devamında Süleymân aleyhisselâmın meâlen; “Ey Rabbim! Beni (af ve) mağfiret eyle” (Sâd sûresi: 35) dediği bildirilmektedir. Süleymân aleyhisselâmdan zelle meydana geldiğini söyleyen âlimler, bu âyet-i kerîmeyi delil göstermektedirler. Çünkü, Süleymân aleyhisselâmdan herhangi bir zelle meydana gelmese idi; Allahü teâlâdan kendisini af ve mağfiret buyurmasını istemezdi. Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) buna şöyle cevap vermiştir: İnsan, en iyi ve evla olan terk etmekten hâli kalamaz. Mutlaka, en iyi ve evla olanı terk etme durumuna düşebilir. Bu sebeple, meselâ Süleymân aleyhisselâm gibi bir peygamber, Allahü teâlâdan af ve mağfiret istemeye muhtâç olur. Çünkü Hadîs-i şerîfte; “Ebrarın ibâdetleri, iyilikleri, mukarreblere günâhtır, kusurdur” buyrulmuştur. Zâten peygamberler aleyhimüsselâm dâimâ Allahü teâlâya karşı ihtiyaç ve teslimiyet içerisindedirler. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kalbimde (envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan) perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kere istiğfâr ediyorum” buyurmuştur.
Tefsîr-i Mazharî’de Senâullah-ı Pani-pütî (rahmetullahi aleyh) bu husûsta şöyle buyurmuştur; “Allahü teâlâ, dünyâ ve âhıret derecesini daha da yükseltmek için, Eyyûb aleyhisselâma belâ ve musîbet verdiği gibi, Süleymân aleyhisselâma da verdi. Süleymân aleyhisselâmdan, herhangi bir zelle meydana gelmemişti. Şâyet böyle bir zelle meydana gelse idi, çok pişmanlık gösterir ve pek çok istiğfâr ederdi. Allahü teâlâ da, Dâvûd aleyhisselâmın kıssasında olduğu gibi; “Onu mağfiret ettik” buyururdu. Halbuki, Süleymân aleyhisselâm için böyle bir şey buyrulmamıştır. Süleymân aleyhisselâm, sâdece tevbe etmiş ve mağfiret talebinde bulunmuştur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget