Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Şa’yâ aleyhisselâmdan sonra peygamber olarak gönderilmiş olup, Hârûn aleyhisselâmın neslindendir. Şa’yâ aleyhisselâm şehîd edildikten sonra, İsrâiloğullarına Nâşiye bin Emvâs hükümdâr oldu. Bu hükümdârı ve İsrâiloğullarını irşad (doğru yolu bildirmek) için de Ermiyâ aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Ermiyâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini bildirmek ve yaymakla vazifelendirilmiş bir Nebî idi.
Ermiyâ aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği sırada da, İsrâiloğullarının isyânları, azgınlıkları ve taşkınlıkları artarak sürüp gitmekte idi. Ermiyâ aleyhisselâm, günâhlarına ve isyâna dalan bu kavme dâimâ nasîhat edip, doğru yola çağırırdı. İsrâiloğulları ise aşırı bir inâdla isyânlarından vazgeçmediler. Halbuki peygamberleri, onları dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmaları için çağırıyordu. İsrâiloğulları, daha önceden, azgınlıkları sebebi ile, Buhtunnasar'ın zulmüne uğramışlardı. Kavminin azgınlık ve isyânları devam edince, Ermiyâ aleyhisselâm; itâat etmeyip doğru yola gelmezlerse, tekrar böyle bir musîbete uğrayacaklarını bildirdi. Hakikate göz ve kulaklarını kapayan bu kavim hiç bir şeye aldırış etmiyordu. İsyânlarına ve azgınlıklarına birini daha ekleyerek Ermiyâ aleyhisselâmı hapsettiler.
Mîrhand târihi’nde kaydedildiğine göre; Buhtunnasar İsrâiloğullarının üzerine yürümeden önce, Ermiyâ aleyhisselâm onlara; “Ey İsrâiloğulları! Allahü teâlâ, isyân etmekten vaz geçmenizi emrediyor. Yoksa sizin üzerinize korkunç bir tâifeyi musallat kılacak. Bu gelenler sizden intikâm alıp Kudüs'ü mahvedecekler!” dedi. İsrâiloğullarının, Ermiyâ aleyhisselâmı bağlayıp hapsetmeleri, bu ikâzı yaptığı sırada vukû bulmuştu. Onu hapsetmelerinin hemen akabinde, Buhtunnasar, büyük bir orduyla hücûma geçti. Rivâyete göre, bu ordu altıyüzbin kişi idi. Buhtunnasar'ın ordusu Kudüs üzerine yürüyüp, İsrâiloğullarını iyice sıkıştırdı. Nihâyet çâresiz kalan İsrâiloğulları, şehrin kapılarının anahtarını Buhtunnasar'a verdiler. Buhtunnasar'ın ordusu şehre girip, İsrâiloğullarının askerlerini tamâmen öldürdü. Hastalara ve kadınlara emân verdi. Çocukları esir etti. Süleymân aleyhisselâmın inşâ ettirmiş olduğu Mescid-i Aksâ'yı yıkıp, içindeki kıymetli eşyayı, altınları gümüşleri ve cevherleri aldı. Bütün şehri ateşe verdi. Tevrât nüshalarını yaktı. Bu istila ordusu bütün Şam diyârında; öldürme, yağmalama, çapulculuk ve her çeşit zulmü yaptı. Hesapsız ganîmet toplayıp, yetmişbin çocuğu da alıp götürdü.
Buhtunnasar, kendisinin Şam diyârını istila edeceğini, Ermiyâ aleyhisselâmın, İsrâiloğullarına haber verdiğini öğrenmişti. “Benim buraya geleceğimi nereden bildin ki, kavmine haber verdin?” dedi. Ermiyâ aleyhisselâm; “Rabbim bildirdi” dedi. Buhtunnasar, onun hapsedilmesine şaşarak; “Bu kavim ne kadar yaramaz bir kavimdir ki, peygamberlerini hapsetmişlerdir” dedi. Sonra, Ermiyâ aleyhisselâma; “Sen benimle gel, ben senin hakkını gözetirim. Burada kalmak istersen, emânla (emniyet içinde) kal” dedi. Ermiyâ aleyhisselâm, Buhtunnasar'ın bu sözlerine karşılık şöyle buyurdu: “Ben dâimâ Rabbimin emânındayım. Kavmim bana tâbi olsaydı, onlar da Rabbimin emânında olurlardı.” Bundan sonra Buhtunnasar Kudüs'den ayrıldı. Ermiyâ aleyhisselâm, orada emniyet içinde kaldı. Rivâyete göre, Buhtunnasar, İsrâiloğullarından esir aldığı yetmişbin erkek çocuğu kendi beylerine bölüştürdü. Sonra bütün İsrâiloğullarını üçe ayırıp, bir kısmını Kudüs ve Şam'da bıraktı. Diğer bir kısmını öldürdü. Bir kısmını da esir edip, memleketine götürdü.
Buhtunnasar Kudüs'ü harâbe hâline çevirip gittikten sonra, Ermiyâ aleyhisselâm, şehirde yalnız kaldı. Harâbe hâlindeki şehre bakıp, üzülerek virane hâline gelmiş bölgeyi dolaştı. İsrâiloğullarından, kaçıp saklananlar, Ermiyâ aleyhisselâmın yanına gelip toplandılar. Barınacak yerleri kalmadığından, Mısır'a gitmeye karar verdiler. Mısır hükümdârına gidip, onun idâresinde kaldılar. Bu sırada, Buhtunnasar Şam'da idi. Kudüs'de kalan İsrâiloğullarının Mısır'a gittiğini öğrenince, o zamanki Mısır Fir’avn'ı A’rec'e bir mektup gönderip; “Memleketine gelen kölelerimi gönder” diyerek, Kudüs'den Mısır'a giden İsrâiloğullarını istedi. Mısır hükümdârı ise, Buhtunnasar'a şu cevâbı verdi: “Bunlar köle değil hürdürler. Himâye altına girenleri düşmanlarına teslim etmek, selim (iyi) tabîatlı kimselerin mürüvvetine yakışmaz.” Ermiyâ aleyhisselâm da Mısır'a gitmişti. İsyânları sebebiyle darmadağın olan İsrâiloğullarından arta kalan ve Mısır hükümdârına sığınanlara şöyle buyurdu: “İsyandan vazgeçiniz ve günâhlarınıza tevbe ediniz. Yoksa Buhtunnasar buraya da gelir ve siz de onun zulmüne düşersiniz!” İsrâiloğulları başlarına gelen hâdiselerden ibret almamışlardı. Ermiyâ aleyhisselâmın bu dâveti karşısında da gevşek davranıp, isyândan ve günâhlardan vazgeçmeye bir türlü yanaşmadılar. Hattâ; “Mısır hükümdârının karşısına kim çıkabilir” diyerek gururlandılar. İnat ve kibirden vazgeçmediler. Ermiyâ aleyhisselâm, onların isyânlarından vazgeçmeyeceklerini görerek, Nil kenarına gitti ve bir yerde birbirine yakın dört tane taş gömdü, sonra; “Buhtunnasar bu şehre gelir, tahtı da bu taşlar üzerine konulur” dedi. Buhtunnasar, hükümdârın Mısır'a giden İsrâiloğullarını göndermemesine ve verdiği cevâba kızıp, Mısır üzerine yürüdü. Mısır hükümdârı ile savaş yapıp, onu mağlûb etti. Oraya sığınan İsrâiloğullarını da esir etti.
Buhtunnasar Ermiyâ aleyhisselâmı Mısır’da da görüp; “Ben sana Kudüs'de emân vermişken, niçin düşmanlarıma katıldın, onlara uydun?” dedi. Ermiyâ aleyhisselâm; "Ben bunlara nasîhat vermek için geldim. Hattâ, Buhtunnasar buraya da gelir dedim. Buna delil olarak da bir alâmet koydum” diyerek, Nil kenarında bir yere gömdüğü taşlardan bahsetti. Buhtunnasar, araştırılmasını söyledi. Tahtını koydukları yeri kazdırıp bakılınca, tahtının dört ayağı altında bahsedilen dört taş bulundu. Bu durumu gören Buhtunnasar Ermiyâ aleyhisselâmı, arzu ettiği yere gitmesi için serbest bıraktı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dînini yaymak, Tevrât-ı şerîfin hükümlerini bildirmek üzere gönderilen bir Nebîdir. İsrâiloğullarından her bir meliki ve teb’asını irşad için bir peygamber gönderilirdi. Şa’yâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarının başında Sudîka adında sâlih ve adil bir zâtın melik olduğu sırada gönderildi. Melik Sudîka, Süleymân aleyhisselâmın neslinden idi.
İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâm zamanından beri, çok maceralı ve karışık bir hayat sürüp dinlerinde sebât göstermediler. Kendilerine gönderilen Nebîlere de; ya kısa dönemler hâlinde tâbi oldular, veya hiç tâbi olmayıp isyân ettiler. Sonunda Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği ve gönderilen Nebîlerin yeniden tebliğ ettiği hak dinden, tamâmen ayrıldılar. Zamânla Tevrât-ı şerîfi bile değiştirip aslını bozdular. Kendilerine göre sapık bir yol tuttular ve bu bozuk yolda sürüklenip gittiler.
Şa’yâ aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiği zaman, İsrâiloğulları doğru yoldan ayrılıp, son derece azıtmışlardı. Onun peygamberliği; Hazret-i Zekeriyyâ, Hazret-i Yahyâ ve Hazret-i Îsâ'dan önce idi. Îsâ aleyhisselâm ile son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın gönderileceğini müjdeledi. Şa’yâ aleyhisselâm, bir gün, Allahü teâlânın emriyle minbere çıkıp, uzun bir hutbe okudu ve İsrâiloğullarına nasîhat etti. Âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâmın geleceğini ve O'na kadar gelecek olan peygamberleri haber verdi. Sonra devamla İsrâiloğullarını, Allahü teâlânın emirlerine uymadıkları ve gönderdiği peygamberleri öldürmeleri sebebiyle kınadı. “Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerine uymadığınız için Allahü teâlânın size gadabı vardır” diyerek, onlara ihtarda bulundu.
Sudîka'nın hükümdârlığı zamanında, pek fazla azmayan İsrâiloğulları, Bâbil meliki Senharib'in zulmüne maruz kaldı. Bu melik, altıyüzbin kişilik bir ordu ile üzerlerine yürüdü. Beyt-ül Mukaddes'in önüne kadar geldi. Melik Sudîka, bu sırada ayağındaki bir yara sebebiyle hasta idi. Üzerlerine böylesine bir hücûmun yapılması karşısında, sıkıntı içinde çâresiz kalmıştı. Bu zor durum karşısında, Şa’yâ aleyhisselâma gidip; “Ey Allah'ın peygamberi! Şüphesiz ki, Bâbil meliki büyük bir ordu ile üzerimize geldi. Halk onlardan çok korktu ve darmadağın oldu” diye haber verdi. Sonra da, kendisine pek ağır gelen bu hâdise karşısında elinden bir şey gelmediğini belirterek, Şa’yâ aleyhisselâma; “Sana, Allahü teâlâdan bu hâdise ile ilgili hiç vahiy gelmiyor mu? Allahü teâlâ bizim ve Senharib'in ve ordusunun hakkında ne takdir buyuruyor?” diye sordu. Şa’yâ aleyhisselâm; “Bu husûsta bir vahiy gelmedi” dedi. Melik Sudîka ve tebaası çâresiz bir hâlde iken, Şa’yâ aleyhisselâma vahiy gelip, Allahü teâlâ hükmünü bildirdi.
Şa’yâ aleyhisselâm, melik Sudîka'ya gidip şöyle dedi: “Allahü teâlâ, senin ecelinin geldiğini bildirdi. Yerine kendi hânedanından bir halîfe tâyin etmeni emretti.” Melik bunu işitince, kalkıp namaza durdu. Sonra da hâlis bir kalble, gözlerinden yaşlar dökerek ağlayıp; “Ey her şeyin Rabbi olan yüce Allah'ım! Yâ İlâhelâlemîn! Yâ Kuddûs-el-mütekaddis! Yâ Rahmân! Yâ Rauf! Seni bir dalgınlık ve uyku tutmaz. Allah'ım! Benim amellerimi, işlerimi ve adâletle hükmettiğimi sen biliyorsun. Bunların hepsi senin takdirinledir. Benim, gizlediğim ve açığa vurduğum her şeyi, sen en iyi bilensin” diye içli bir duâ yaptı. Allahü teâlâ sâlih bir kul olan melikin duâsını kabûl buyurdu ve Şa’yâ aleyhisselâma vahyedip, melikin duâsını kabûl ettiğini, ona merhamet edip, ömrünü onbeş sene uzattığını ve düşmanından da koruyacağını bildirmesini emretti. Şa’yâ aleyhisselâm da gelip, melik Sudîka'ya bildirdi. Melik bu haberi alınca, pek ziyâde ferahlayıp, korkusu dağıldı. Elemi ve kederi sona erdi. Hemen secdeye kapanıp şükretti ve secdede şöyle dedi: “Allah'ım! Senin için secde eder, senin ismini zikrederim. Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini azîz, dilediğini zelîl edersin. Sen gizli ve açık olan her şeyi bilirsin. Sen ezelî ve ebedîsin, senin bir başlangıcın ve sonun yoktur. Senin varlığın kesin ve şüphesizdir. Sen, aklın tasavvurundan kibriya perdesi ile örtülmüş ve işâretlerden münezzehsin. Sen, muhtâç ve zayıflara merhamet ederek duâlarını kabûl edersin.” Melik Sudîka, şükür secdesinden kalkınca, Allahü teâlâ Şa’yâ aleyhisselâma onun ayağındaki yarası için de bir ilaç bildirdi. Şa’yâ aleyhisselâm bunu melike haber verdi. Melik bildirilen ilacı yarasına sürüp hastalıktan da kurtuldu.
Melik Sudîka bundan sonra Şa’yâ aleyhisselâma; “Allahü teâlâya arzet ki, düşmanla bizim hâlimizin ne olacağına dâir bir bilgi ihsân buyursun” dedi. Şa’yâ aleyhisselâm Allahü teâlânın bu husûsta kendisine vahiyle bildirdiklerini de haber verip; “Düşmanına karşı, Allahü teâlâ sana kâfidir. Seni koruyacak. Düşman ordusunu, sabahleyin tamâmen ölmüş hâlde bulacaksın. Sâdece, Senharib ve kâtiplerinden beş kişi sağ kalacak” dedi. Sabahleyin şehrin kapısından bir ses duyuldu: "Ey Melik! Düşmanına karşı Allahü teâlânın yardımı sana kâfidir. Haydi dışarı çık, düşmanın helâk oldu” diyordu. Melik Sudîka dışarı çıkıp baktığında, düşman askerinin tamâmen kırıldığını gördü. Bâbil kralı Senharib'in aranması için adamlar gönderdi. Nihâyet bir mağarada beş adamıyla bulundu. Yanındaki beş kişi kâtipleri olup, birisi oğlu Buhtunnasar idi. Melik Sudîka bunları bağlatıp, günde her birine ikişer tane ekmek verdi. Sonra bunları yetmiş gün şehirde dolaştırdı. Bâbil kralı, melik Sudîka'ya şöyle dedi: “Benim için, öldürülmek böyle dolaştırılmaktan daha iyidir. Beni böyle dolaştırma, fakat öldür!” Melik onu öldürmeyi düşününce, Şa’yâ aleyhisselâm; “Onu öldürme! Memleketine gönder. Başlarına gelenleri anlatsın” dedi. Melik Sudîka Şa’yâ aleyhisselâmın tebliğine uyarak, hepsini serbest bırakıp memleketine gönderdi. Melik Senharib, yedi yıl sonra öldü. Yerine oğlu Buhtunnasar'ın geçmesini vasiyet etti. Onbeş sene sonra İsrâiloğullarının başında bulunan melik Sudîka da vefât etti. Melik Sudîka vefât edince, İsrâiloğulları içinde saltanat kavgaları başladı. Vurma, öldürme ve çeşitli karışıklıklar ortaya çıktı. Onlar böyle azmakta iken, Şa’yâ aleyhisselâm dâimâ nasîhat ediyordu. Fakat, dinleyen yoktu.
Şa’yâ aleyhisselâm bir defâsında Allahü teâlânın vahyi üzerine, kavmine Allahü teâlânın verdiği nîmetleri hatırlattı. Darmadağın bir davar sürüsü gibi iken, bir araya toplanabildiklerini ve muhâfaza edildiklerini; bütün bunlara karşılık; nîmetlere kavuşunca, azıp birbirleriyle koçların çarpıştığı gibi çarpışmaya ve birbirlerini öldürmeye başladıklarını hatırlattı. Hattâ bu çarpışmadan, kırığı sarılacak bir kemik kalmamış gibi darmadağın ve perişân olduklarını bildirdi. Sonra da; “Vay bu hatâkâr ümmete! Vay bu isyânkar kavme ki, ölümün ve felaketin kendilerine nereden geldiğini bilemiyorlar” diyerek onları uyardı. Bundan sonra, onların hâllerini boş bir arâziyi imar edip, içine dikilen çeşitli meyve ağaçlarına benzetti. Fakat, en güzel şekilde imar edilip dikilen bu bahçede ağaca benzeyen İsrâiloğullarının, kalitesiz ve tatsız meyve verdiklerini dile getirdi. Allahü teâlânın, onlara hidâyet yolunu gösterdiğini ve kendisinin de bunu bildirmek için peygamber olarak gönderildiğini, saâdet yoluna girmedikleri için perişân olduklarını söyledi.
Şa’yâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına uzun bir konuşma yapıp, perişân ve azgın hâllerini dile getirdikten sonra, kurtuluş yolunu da açıkça bildirdi. Bu konuşmasında, sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın âhir zamanda geleceğini de müjdeledi. Konuşmasını bitirince, İsrâiloğulları ona iyice düşman kesildiler. Öldürmek için üzerine hücûm ettiler. Şa’yâ aleyhisselâm, onların arasından kaçıp uzaklaştı. Yolda bir ağaç yarılıp açıldı. Bu ağacın kovuğuna girip gizlendi. Ağaç kapandı. Fakat, eteğinden bir parça dışarıda kaldı. Onu tâkib eden İsrâiloğulları, bunun farkına vardılar. Ağacın içinde gizlenmiş olan Şa’yâ aleyhisselâmı şehîd ettiler. Böylece, kendilerine Allahü teâlâ tarafından gönderilen peygamberi dinlemeyip, büyük bir felakete düştüler. Dünyâ ve âhıret saâdetinden mahrûm kaldılar. Daha sonraki yıllarda, Buhtunnasar tarafından yurtları istila edildi. Bir kısmı kılıçtan geçirildi. Bir kısmı da esir edildi. İsrâiloğulları, içine kurtların daldığı koyun sürüsü gibi darmadağın oldu. Büyük bir zillete ve bedbahtlığa düçâr oldular.
Şa’yâ aleyhisselâmsevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın geleceğini müjdeleyip, İsrâiloğullarına, Allahü teâlânın şöyle buyurduğunu bildirdi: “Ben ümmî bir Nebî göndereceğim. O; sert ve kaba değil, sokaklarda bağırmaz. Fuhuştan uzak durur. Edebe uygun olmayan söz söylemez. Ben O'na her güzellik için istikamet vereceğim. Her üstün ahlâkı bahşedeceğim. Vakârı O'na libâs (vasıf) yapacağım. İyiliği, şiarı yapacağım. Kalbini takvâ ile dolduracağım. Düşüncesini hikmet, vefâ ve doğruluğu O'na tabîat, huy yapacağım. Affedip, iyiliği emretmeyi O'na ahlâk yapacağım. Onun gidişâtını adil, yolunu hak yapacağım. Hidayeti O'na rehber kılacağım. Milletini İslâm, ismini Ahmed yapacağım. Dalaletten sonra O'nun vâsıtasıyla hidâyet vereceğim. Cehaletten sonra, O'nun vâsıtasıyla ilim vereceğim. Düşkünlükten sonra, O'nunla yükselteceğim. Tanınmazken, O'nunla şan vereceğim. Azlıktan sonra, O'nunla çoğaltacağım. Darlıktan sonra, O'nunla zenginleştireceğim. Tefrikadan sonra, O'nunla birleştireceğim. Değişik kalbleri, dağınık arzuları, ayrı ayrı ümmetleri, O'nun ile bir araya getireceğim. O'nun ümmetini insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet yapacağım.
Benim vahdaniyetimi bildirmek ve bana îmân etmek için emr-i maruf, (iyilikleri emretme) nehy-i münker (kötülüklerden sakındırma) yapacaklar. Benim için namaz kılacaklar. Benim yolumda saf saf olup, ordular hâlinde cihâd edecekler. Benim rızâma kavuşmak için mallarını ve diyârlarını terkedecekler. Ben onlara mescidlerinde, meclislerinde, yattıkları, gezdikleri yerlerde; tekbir (Allahü ekber), tevhid (La ilâhe illallah), tesbîh (Sübhânallah), hamd (Elhamdülillah) demeyi; midhat (medh ve senâ), temcîd (dua ve senâ) yapmayı ilham edeceğim. Sokak başlarında tekbîr, tehlil ve takdis edecekler. Benim için yüzlerini ve etrâflarını temizleyecekler. Bedenlerine elbiseler giyecekler. Gece çok ibâdet eder, gündüz arslan kesileceklerdir. Bu benim bir ihsânımdır ki, dilediğime veririm. Ben çok ihsân sâhibiyim.”
Şemâil-ür-resûl kitabında da, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın geleceğinin, Şa’yâ aleyhisselâma vahyedilmek sûretiyle şöyle bildirildiği kaydedilmiştir: “Ey Âkır (yani Mekke)! Rabbinin sana hibe edeceği şu çocukla sevin! Senin için O'nun bereketiyle bütün yerler genişleyecek. Binaların yeryüzünde sağlam temele oturtulacak. Evlerinin kapıları yükselecek. Yeryüzünün melikleri pek çok hediyeler ve bağışlarla sağından ve solundan gelecekler. Senin bu çocuğun (yani Muhammed aleyhisselâm) bütün milletlere, şehirlere ve iklimlere vâris olacaktır. Korkma, üzülme! Düşmandan sana aslâ bir zarar gelmeyecek, başına gelenlerin hepsini unutacaksın.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber veya velî. Hekimlerin pîri. Kendisine Allahü teâlâ tarafından hikmet verildi. Evlâdına hikmetli nasîhatlerde bulunduğu, Kur'ân-ı kerîmde ismini taşıyan Lokman sûresinde bildirilmektedir. Soyu hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Dâvûd aleyhisselâm zamanında Arabistan'ın Umman tarafında yaşadı. Eyyûb aleyhisselâmla teyze çocukları olduğu da bildirildi. Bin sene kadar uzun bir ömür sürdükten sonra, ibâdet hâlinde iken, Kudüs'le Remle arasında vefât etti.
Lokman Hakîm, Dâvûd aleyhisselâm ile görüşüp, ondan ilim öğrendi. Dâvûd aleyhisselâmın peygamberliğinden önce, Lokman Hakîm müftî idi. Dâvûd aleyhisselâm peygamber olduktan sonra fetva vermeyi bıraktı. Sebebi sorulunca; “Bana ihtiyaç kalmadı; feragat etmeyeyim mi?” buyurdu ve Dâvûd aleyhisselâma ümmet oldu. Hazret-i Lokman, aynı zamanda hekimlerin pîridir. Onun hekim olduğunda âlimlerin söz birliği oldu. Fransızların, Calinos'un bir adı da Lokman Hakîm idi demeleri yanlıştır. Çünkü Lokman Hakîm, Dâvûd aleyhisselâm zamanında; Calinos ise, ondan bin yıl kadar sonra yaşamıştır.
Katâde (radıyallahü anh) bildirdi ki: “Lokman Hakîm, cenâb-ı Hak tarafından peygamberlik ve hakîmlikten birini seçmek için serbest bırakılınca, hikmeti seçti. Sebebi soruldukta; “Peygamberlik büyük bir iştir, hakkını yerine getiremem diye korktum” demiştir.”
Lokman Hakîm, gün ortasında uyuduğu sırada kendisine bir nidâ geldi: “Yâ Lokman! Seni yeryüzüne halîfe, peygamber kılmamızı, insanlar arasında hak ve adâletle hükmetmeyi ister misin?” Lokman aleyhisselâm, o sese cevap verdi ve dedi ki: “Eğer Rabbim beni serbest bırakırsa, âfiyet ve sıhhat isterim. Belâ ve musîbetten de muhâfaza etmesini dilerim. Eğer sıkıntı ve belâ da verirse, seve seve kabûl ederim. Çünkü, Allahü teâlâ bana belâ ve musîbet verirse, yardım edeceğini ve beni onlardan koruyacağını biliyorum. Bunun üzerine melekler, nereden geldiğini bilmediği bir sesle; “Niçin yâ Lokman?” dediler. Hazret-i Lokman buyurdu ki: “Hakîmlik, rütbelerin en sıkıntılısı ve en yükseklerindendir. Her tarafta mazlum kimseler olsa, adil olursan bunlar rahat ederler ve kurtulurlar. Eğer yoldan çıkarsan Cennet yolundan ayrılırsın. Bir kimsenin dünyâda fakir ve şükredici olması; zengin olup, şükretmemesinden hayırlıdır. Kim âhıret üzerine dünyâyı tercih ederse, dünyâ ona fitne olur ve âhıret üstünlüklerine kavuşamaz.” Bu sözlerine melekler şaştılar. Hazret-i Lokman tekrar uyuyup uyandığı zaman, kendisine hikmet verildiğini anladı. Hikmetli sözler konuşmaya başladı.
Nâfî’nin, Abdullah ibni Ömer'den (radıyallahü anhümâ) bildirdiği Hadîs-i şerîfte; “Lokman, peygamber olmayıp, ibâdet eden bir kuldu. Allahü teâlâ onu günâhlardan korudu. Çok tefekkür ederdi, îmânı kuvvetli idi. Allahü teâlâyı sever, Allahü teâlâ da onu severdi. Allahü teâlâ ona hikmet ihsân eyledi” buyruldu. Tefsîr âlimleri, hazret-i Lokman'ın nîmetlere kavuşmuş, hâkim bir zât olduğunu bildirdiler.
Vehb (radıyallahü anh); “Lokman Hakîm, hikmetten onikibin mevzuda sözler söyledi. İnsanlar bu hikmetli sözleri darb-ı mesel olarak kullanıp, sözlerinin ve hükümlerinin arasına kattılar” buyurdu.
Lokman Hakîm tek başına oturur ve uzun uzun düşünürdü. Dostları yanına gelip; “Yalnız niye oturuyorsun, toplum arasına karışıp onlarla kaynaşsan daha iyi olmaz mı?” dediklerinde, Lokman Hakîm; “Yalnızlık, tefekkür için daha uygundur. Tefekkür, insanı Cennet yoluna ulaştırır” buyururdu.
Lokman Hakîm'in hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasîhatler meşhûrdur. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde Lokman sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirmektedir: “Muhakkak biz, Lokman'a hikmet verdik ve sana verilen hikmet nîmetine şükret dedik. Kim, (Allahü teâlânın verdiği nîmete) şükrederse, şükrünün faydası kendinedir. Kim ki, küfran-ı nîmet (nankörlük) ederse, hiç şüphe yok ki Allahü teâlâ ganîdir. O, her hamde lâyıktır.” Buradaki hikmetten murâdın; akıl, anlayış, ilim, ilimle amel ve reyde isabet demek olduğu, tefsîr kitaplarında bildirilmektedir.
Mücâhid (radıyallahü anh); Hikmet; akıl, fıkıh, sözde isabettir” buyurdu. Katâde (radıyallahü anh); “Hikmetten maksat, fıkıh ilmidir” buyurdu. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) ve diğer müfessirler; “...Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir...” (Bakara sûresi: 269) meâlindeki âyet-i kerîmedeki hikmet kelimesini; Akıl, anlayış, idrâk ve fıkıh ilmi mânâsındadır diye tefsîr etmişlerdir. “Kullarıma hikmet ile ve güzel vâz ile beni tanıt...” (Nahl sûresi: 125) meâlindeki âyet-i kerîmede buyrulan hikmetten murâd da; fıkıh ilminin ve dînin güzelliklerinin beyânı mânâsındadır. Ahmed Sâvî, Celâleyn tefsîri üzerine yazdığı dört ciltlik hâşiyesinde; “Hikmet; ilim ve ameldir. Bu ikisi birleşmedikten sonra, bir kimseye hakîm denilmez. Emânete riâyet etmek, marifet mânâlarına da gelir. Hikmet, insanın gözüyle gördüğü gibi, eşyayı idrâk etmesini sağlayan ve kalbde bulunan bir nûrdur da denildi” buyurdu. Sementarî'nin (rahmetullahi aleyh) Menâkıb-ı İmâm-ı âzam kitabında; Lokman sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak biz, Lokman'a hikmet verdik ve sana verilen hikmet nîmetine şükret dedik” buyruluyor. Buradaki hikmeti izâh eden bâzı müfessirler, Kur'ân-ı kerîmde geçen hikmetten maksadın, (fıkıh) olduğunu bildirdiler denmektedir.
Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ Lokman Hakîm'den, verdiği nîmetlerden (hikmetten) dolayı şükür etmesini istemektedir. Zirâ nîmetin hakkı şükürle ödenir. Şükür, nîmetin devamına ve ziyâdesine sebeptir. Şükürden istifâde eden, yine şükreden kimsedir. Nankörlük edenin zararı yine kendisinedir. Allahü teâlânın ise kimsenin şükrüne ihtiyâcı yoktur. Kimse şükretmese, O'na bir zarar gelmez. Kalbin şükrü, Allahü teâlâyı mârifet (bilmek, tanımak); lisânın şükrü, hamd ü senâ; âzânın şükrü, ibâdettir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât adlı eserinin üçüncü cildinin 17. mektubunda buyruldu ki: “İyice düşünmeli ve anlamalıdır ki, herkese her nîmeti gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi var eden, ancak O'dur. Her varlığı, her an varlıkta durduran hep O'dur. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, O'nun lütfu ve ihsânıdır. Hayatımız, aklımız, bilgimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz ve söyleyebilmemiz hep O'ndandır. Saymakla bitirilemeyen çeşitli nîmetleri, iyilikleri gönderen O'dur. İnsanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâları kabûl eden, dertleri belâları gideren O'dur. Rızıkları yaratan, ulaştıran yalnız O'dur. İhsânı o kadar boldur ki, günâh işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günâhları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezil ve rüsvâ etmiyor ve nâmus perdelerini yırtmıyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Nimetlerini, ihsânlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor. Bütün nîmetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saâdet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennet’e girmek için teşvik buyuruyor. Cennet’teki sonsuz nîmetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için sevgili Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) uymamızı emrediyor. İşte, Allahü teâlânın nîmetleri güneş gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine O'ndan gelmektedir. Başkalarını vâsıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine O’dur. Bunun için, her yerden, herkesten gelen nîmetleri gönderen hep O'dur. O'ndan başkasından iyilik, ihsân beklemek, emânetçiden, emânet olarak bir şey ve fakirden sadaka istemeye benzer. Bu sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, câhil olanlar da, âlimler gibi bilir. Kalın kafalılar da, zekî ve keskin görüşlü olanlar gibi anlar. Çünkü, anlatılanlar, meydanda olan, düşünmeye bile lüzum olmayan bilgilerdir.
İnsanın, bu nîmetleri gönderen Allahü teâlâya, gücü yettiği kadar şükretmesi, kulluk vazifesidir. Aklın emrettiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâya yapılması gerekli bu şükrü yerine getirebilmek, kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtâç, ayıplı, kusurludur. Allahü teâlâ ise, hep var, sonsuz vardır. Ayıplardan, kusurlardan uzaktır. Bütün üstünlüklerin sâhibidir. İnsanların, Allahü teâlâya hiç bir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir yüce Allah'ın şânına yakışacak bir şükür yapabilir mi? Çünkü, çok şey vardır ki, insanlar onları güzel ve kıymetli sanır. Fakat, Allahü teâlâ, bunları kötülük bilir ve beğenmez. Saygı ve şükür sandığımız şeyler, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar, kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile Allahü teâlâya karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükretmeye, saygı göstermeye yarayan vazifeler, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir. İşte, insanların Allahü teâlâya karşı, kalb, dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazifeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve O'nun sevgili Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazifelerine İslâmiyet denir. Allahü teâlâya şükür, O'nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiç bir şükrü ve ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez. Çünkü insanların, iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.”
Kur'ân-ı kerîmde cenâb-ı Hak, Hazret-i Lokman'a hikmeti ihsân ettiğini bildirdikten sonra, insanların inanıp uymaları için onun nasîhatlerini bildirdi: “Lokman, oğluna nasîhat ederek dedi ki: “Ey oğulcuğum! Allahü teâlâya şirk koşma! Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür.” (Lokman sûresi: 13)
Şirk; zulüm olup, bir haksızlıktır. Allahü teâlânın hakkını başkasına vermektir. Aynı zamanda, kendisine şeref veren insanı, mahlûka ibâdet ettirerek derecesinden düşürmektir. İslâm Ahlâkı kitabında bildirildi ki: Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak, ateist olmaktır. İnanılması lâzım olan bir şeye inanmamak küfr olur. Meleklerin, insanların ve cinnin îmân etmeleri, inanmaları emrolundu. Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâ katından getirip bildirdiği şeylerin hepsine kalb ile inanıp, dil ile de ikrâr etmeye, söylemeye, îmân denir. Söylemeye mâni bulunduğu zaman söylememek affolur. Meselâ korkutulduğu, hasta, dilsiz olduğu, söyleyecek vakit bulamadan öldüğü zaman, söylemek icâb etmez. Anlamadan, taklid ederek inanmak da, îmân olur. Allahü teâlânın var olduğunu anlamamak, düşünmemek günâh olur. Bildirilenlerden birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Her birini bilmeden, hepsine inandım demek de îmân olur. Îmân hâsıl olmak için, İslâmiyetin küfr alâmeti dediği şeylerden sakınmak da lâzımdır. İslâmiyetin ahkâmından yâni emir ve yasaklarından birini hafif görmek, Kur'ân-ı kerîm ile, melekle, peygamberlerden biri ile (aleyhimüssalevatü vetteslimat) alay etmek, küfr alâmetlerindendir. Bu hâl inkar olup, işittikten sonra inanmamak, tasdik etmemek demektir. Şüphe etmek de, inkar olur.
Oğlu bir gün Lokman Hakîm'e; “Ey babacığım! Ben kimsenin göremeyeceği tenhâ bir yerde günâh işlesem, Allahü teâlâ bana ne muâmelede bulunur?” dedi. Bunun üzerine Lokman Hakîm ona, kemâl-i şefkâtle nasîhat etti. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Oğulcuğum! Hakîkat yaptığın (iyilik ve kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa dahî, bir kaya içinde, ya göklerde, yahut yerin (veya kayanın) içinde (gizlenmiş) olsa bile, Allah onu getirir (meydana çıkarır ve hesâbını görür.) Çünkü Allah, latîftir (O'na bir şey gizli değildir), habîrdir (Allahü teâlâ her şeyden haberdârdır.) (Lokman sûresi: 16)
Yâni Lokman Hakîm oğluna dedi ki: “Ey oğlum! Yapılan iyi veya kötü iş, bir hardal tanesi kadar olsa da, bir kaya içinde yahut göklerde veya yerin dibinde gizlense, Allahü teâlâ o işi huzûruna getirir ve onu senden suâl eder. Zirâ Allahü teâlâ, gizli, âşikâr her şeye vâkıf, latîf ve habîrdir.” Her şeyi yaratan, terbiye eden, her iyiliği yaptıran, gönderen hep Allahü teâlâdır. Kuvvet, kudret sâhibi yalnız O'dur. O hatırlatmazsa, kimse, iyilik ve kötülük yapmayı irâde, arzu edemez. Kulun irâdesinden sonra, O da istemedikçe, kuvvet ve fırsat vermedikçe, hiç bir kimse, hiç bir kimseye zerre kadar iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği her şey, O'nun irâde ve dilemesiyle meydana gelir. Yalnız O'nun dilediği olur.
Lokman Hakîm, oğlunu şirkten sakındırıp, ona, Allahü teâlânın kudretinin sonsuz olduğunu bildirdikten sonra, namazı ve herkese karşı iyiliği, yâni emr-i bil-maruf ve nehy-i anil münkeri emretti. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Ey oğulcuğum! Namazını dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten nehyet. Sana (bu emir ve nehiy sebebiyle) isabet eden şeylere sabret. Çünkü bunlar, kat’î sûrette farz edilen işlerdendir” (Lokman sûresi: 17)
Yâni Lokman Hakîm oğluna dedi ki: “Ey oğlum! Namazı dosdoğru kıl. Şartlarına rükûnlerine, edeblerine riâyet ederek kıl. Çünkü namaz, dînin direğidir ve Allahü teâlâya münâcâttır. Namaz insanı günâhtan alıkoyup, kemâle (olgunluğa) kavuşturur.”
Bir defâsında da şöyle nasîhat etti: “Dinin hayır ve iyilik olarak bildirdiği bütün husûsları emret. El, dil ve kalb ile gücün yettiği kadar insanları kötülükten sakındır. Onların da ahlâkının güzelleşmesine çalış ve sevâb kazan. İbâdetlerin ve insanlara nasîhatin esnâsında, karşılaşacağın güçlük ve musîbetlere sabret. İnsanlara iyilikleri emredip, nasîhatte bulunurken, kendini unutma. Yoksa mum gibi olursun. Mum insanları aydınlatır. Fakat kendini yakıp eritir.”
Umeyr ibni Habîb (radıyallahü anh) oğullarına vasiyetinde; “Herhangi biriniz, emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker yapmak isterse; ondan evvel ezaya, sıkıntı çekmeye hazırlansın. Allahü teâlâdan sevâba kavuşacağını kesin olarak bilsin. Çünkü her kim, Allahü teâlâdan gelecek sevâbı, yakîn (kesin) olarak bilirse, kendisine dokunan eziyeti duymaz” buyurdu.
İslâm Ahlâkı kitabında bildirildi ki: “Günâh işleyene, tatlı sözle emr-i maruf yâni nasîhat edilir. Dinlemezse, fitne çıkacak ise edilmez, susulur. İnciterek ve söverek emr-i maruf yapmamalıdır. Karşılık verecek kimseye, emr-i maruf ve nehy-i münker yapılmaz. Karşılığa sabr edebilirse yapması efdâl olur. Âmirler el, âlimler dil, câhiller de kalb ile emr-i maruf yapar. İnsan evvela kendine emr-i maruf yapmalıdır.”
Lokman, oğluna; namaz ile emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkeri emrettikten sonra; “Ey oğlum! Sen insanlardan yüz çevirme. Kibirlenerek onları hakîr ve küçük görme. İnsanlara karşı öğünme. Seninle konuştukları zaman, onlardan yüz çevirme. Sözlerini tevâzû ile dinle. Onlar konuşurken ilgilen ve başka şeylerle meşgûl olma. Çünkü insanlara karşı hüsn-i muâmele gereklidir.
Ey oğlum! Yeryüzünde kimseye karşı kibirlenerek yürüme. Allahü teâlânın verdiği nîmetin, yalnız senin olduğunu zannederek insanları hor görme” diye nasîhat etti. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:
“İnsanlara tekebbür edip (kibirlilerin yaptığı gibi) yüzünü onlardan çevirme ve yeryüzünde çalımla, salınarak yürüme. Allahü teâlâ mütekebbirâne (kibirlenerek) salınanları, kendini beğenip öğünenleri sevmez.
Yürüyüşünde mûtedil ol. (Ne çok hızlı ne de yavaş yürü! Sükûnet ve vakârını muhâfaza et.) Sesini alçalt. (Bağırıp çağırarak konuşma.) Seslerin en çirkini, hımârın, (merkeplerin) sesidir.” (Lokman sûresi: 18-19)
Âlimler kibir hakkında buyurdular ki: “Kibir kötü huydur. Kendini başkasından üstün görmektir. Hâlıkını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Kibrin aksine tevâzû denir. Tevâzu; kendini başkaları ile bir görmek olup, insanı süsleyen ve kıymetlendiren bir huydur. Hadîs-i şerîfte; “Tevâzu edene müjdeler olsun” buyruldu. Allahü teâlâ kibriya sâhibidir. Kibrin en kötüsü, Allahü teâlâya karşı kibirli olmaktır.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: Allahü teâlâ buyuruyor ki; kibriya, üstünlük ve âzamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olan Cehennem’e atarım, hiç acımam. Kibri, hıyâneti ve kul borcu olmayan, hesapsız Cennet’e, girecektir.”
“Kıyâmet günü, dünyâdaki kibir sâhipleri, küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi, fakat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr görecektir. Cehennem’in en derin ve azâbı en şiddetli olan bolis çukuruna sokulacaklardır. Buraya girenler kurtulmaktan me’yûs oldukları için, bolis denilmiştir. Ateş içinde gayb olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine Cehennem’dekilerin irinleri verilecektir.”
“Önceki ümmetlerde kibir sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu” ve “Merkebe binmek, yün elbise giymek ve koyunun sütünü sağmak, kibirsizlik alâmetidir.”
İbn-i Mes’ûd'un bildirdiği Hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse Cennet’e giremez. Kalbinde zerre kadar îmânı olan kimse de ateşe girmez” buyurdu. Ebû Seleme'nin Abdullah ibni Amr'dan bildirdiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Kimin kalbinde zerre kadar kibir varsa, Allahü teâlâ onu yüzüstü Cehennem’e atar” buyurdu. Iyâd bin Seleme'den, onun da babasından rivâyetinde buyruldu ki: “Kişi kendini beğenmeğe o kadar devam eder ki, sonunda Allah katında kötülerden (zorbalardan) yazılır. Onlara isabet eden azâb, onun da başına gelir.” Muhammed bin Hüseyin bin Ali (radıyallahü anhüm) buyurdu ki: “Kişinin kalbine kibirden bir şey girmişse, onun kalbine giren kibir ölçüsünde aklı eksilmiştir.” İbn-i Ebî Leyla'nın, İbn-i Büreyde'den rivâyetinde buyruldu ki; “Kim böbürlenerek yürürse, Allahü teâlâ ona rahmet nazarıyla bakmaz.”
Ebüssü’ûd Efendi de (rahmetullahi aleyh); “Mütekebbir kimselerin âdetleri, beğenmedikleri kimselerden yüzlerini çevirip, kibirle yürümektir” buyurdu. İbn-i Ebî Hatim anlatır: “Lokman Hakîm'e mal verilmemişti. Lâkin o; güçlü kuvvetli, susan, az konuşan, uzun uzun tefekkür eden, keskin zekâlı, firâset sâhibi bir zât idi. Gündüzleri hiç bir şekilde uyumazdı. Onun tükürdüğünü, burnunu temizlediğini, abesle (boş ve lüzumsuz şeylerle) meşgûl olduğunu gören olmadı. Her şeye ibret nazarı ile bakardı. O'na verilenler bu yüzden verilmiştir.”
Lokman Hakîm'e; “Hikmete nasıl kavuştun?” diye sorulduğunda; “Benden gizlenen şeyi araştırmadım. Vazifem olmayan şeyin üzerinde durmadım” buyurdu.
Lokman Hakîm'in şöyle duâ ettiği nakledilir: “Allah'ım! Benim arkadaşlarımı gâfillerden, seni unutmuş kimselerden yapma! Çünkü onlar, seni andığım zaman, bana bu husûsta yardımcı olmazlar. Gaflette olduğum zaman, bana seni hatırlatmazlar. Senin emir ve yasaklarına uymayı, iyi şeyleri emrettiğim zaman, bana itâat etmezler. Sustuğum zaman beni üzerler.”
Lokman Hakîm, günlerden bir gün eşkıya tarafından yolu kesilip, esir edildi. Kendisini yabancı bir şehre götürüp, köle olarak bir zengine sattılar. Efendisi, ona kerpiç yapma gibi ağır işler verdi. Lokman Hakîm, işin zorluğundan şikayet etmeyip, herkesten daha iyi çalışıyordu. Zamânla efendisi, Lokman'ın; şefkâtli, güç işlere dayanır ve iyilik sever birisi olduğunu anladı. Lokman Hakîm, değer verip, sevdiği kimselerden biri oldu. Sonunda efendisi, hemşehrilerinden bir topluluğun o şehre gelmesi ile, Lokman'ın kim olduğunu öğrendi. Daha önce Lokman'ı tanımadan şöhretini duyan zengin efendi, hâdisenin böyle cereyan etmesine üzüldü. Lokman Hakîm'den özür diledi. Kendisine, pek çok mal ve para hediye ederek serbest bıraktı. Ona; “Neden kendini daha önce tanıtmadın” dedi. Lokman Hakîm; “Bana zulmedenler, kötülük yaptıklarını biliyorlardı. Beni tanımıyorlardı. Ama hür birini esir almak zulümdür. Bu Lokman olmazsa günâhsız başka biri olur. Zalim kimse, hikmetin değerini bilmez. Fakat sen, gücümden faydalanmak için beni satın aldın. Şehrinizde benim hakkımı iâde edecek bir kanun mevcût değildi. Ben sonunda kıymetimin anlaşılacağını ve sabrın hikmetten ileri geldiğini biliyordum. Her şeye rağmen çalışacaktım, burada çalıştım; yaşayacaktım, burada yaşadım. Her şeye rağmen iyi olmalıydım. Burada iyiydim. İşimin ağır olması, sağlığın değerini daha iyi anlamama ve kendi şehrimde olan kölelere daha iyi davranmama sebep oldu. Yemeğimin iyi olmaması, düşkün ve fakirlerin sıkıntılarını daha çok anlamama yaradı. Köleydim ama suçum yoktu. Sıkıntıda idim, fakat ibret ve nasîhat alıyordum. Kimseye, inanmayacağı bir söz söylemedim. Kimsenin benimle düşman olmaması için, kendimi övüp, büyük göstermedim. Şehrinize geldim ve tanınmayan bir yabancıydım. Şu anda ise, aranızdan beni hayırla anacak dostlarım var. Eşkıya benim varlığımdan faydalandı. Sen de benim gücümden istifâde ettin. Lokman'ı iddia edildiği şekilde değil, gördüğün şekilde tanıdın. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, netîce îtibâriyle, sen de benden memnun oldun. Ben de hoşnut olarak memleketime dönüyorum. Eğer ilk gün kendimi tanıtsaydım, ya inanmayıp bugün daha utanılacak bir duruma düşecektin; yahut da inanıp, beni kölelikten âzâd edecektin. Bu iyilikler de meydana gelmeyecekti...” dedi. Zengin kişi; “Ey güneş gibi parlak insan, sözlerin, seçkinlerin ve peygamberlerin sözlerine benziyor” dedi.
Lokman Hakîm'in mûteber kitaplarda bildirilen hikmetli sözleri, nasîhatleri, menkıbe ve hâlleri, bilhassa kendi oğluna ettiği nasîhatlerden Kur'ân-ı kerîmde bildirilenleri, altın harflerle yazılsa yerinde olup, pek çoktur. Bunlardan bâzıları, şunlardır: “Ey oğlum! Takvâyı kendin için âhıret sermâyesi edin. Çünkü takvâ, mal ve mülk ile olmayan bir ticârettir.
“Ey oğlum! Cenâzede hazır bulun. Çünkü cenâze, sana âhıreti hatırlatır. Haram ve günâhlar ise, senin dünyâya karşı meylini arttırır.”
“Ey oğlum! Yalan söyleyen kimsenin nûru gider, kötü huylu olan kimsenin gam ve kederi çoğalır. Anlayışsız kimseye bir mes’eleyi anlatmaktan, bir kayayı yerinden oynatmak daha kolaydır.”
“Ey oğlum! Câhili bir yere elçi olarak gönderme. Eğer akıllı ve hikmet sâhibi birini bulamazsan kendin git. Ey oğlum! Allahü teâlâyı anan (hatırlayan) insanlar görürsen, onlarla otur. Âlim olsan da, ilminin faydasını görürsün ve ilmin artar. İlmin yok ise sana öğretirler. Allahü teâlâ onlara olan rahmetinden seni de faydalandırır.”
“Ey oğlum! Allahü teâlânın zikredilmediği meclise rastlarsan, orada oturma. Sen âlim olsan da, ilmin sana fayda vermez. Eğer ilmin yok ise câhilliğin fazlalaşır. Onlarla bulunman sebebiyle, Allahü teâlânın gazâbı sana isabet eder.”
“Ey oğlum! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Takvâ gemin, îmân yükün, tevekkül hâlin, sâlih amel azığın olsun. Kurtulursan Allahü teâlânın rahmetiyle, boğulursan günâhın sebebiyledir.”
“Ey oğlum! Ben nice ağır yükler taşıdım. Kötü komşudan ağırını görmedim. Nice acılar tattım, fakat fakirlik gibi acı tatmadım.”
“Ey oğlum! Bilmediğin şeyi tam öğren. Bir kişiyle kardeşlik (dostluk) kurmak istediğin zaman, önce onu gazâplandır. Eğer kızgınlığı ânında sana adâletle davranırsa, yaklaş; yoksa ondan sakın!”
“Ey oğlum! Borçlu olmaktan sakın. Çünkü gündüz zillet, gece gam ve keder içinde olursun.”
“Ey oğlum! Allahü teâlâ günâhımdan dolayı beni cezâlandırmaz diye ümîdli olmadığın gibi, rahmetinden de ümidini kesici olma.”
“Ey oğlum! Âlimlere karşı öğünmek, akılsızlarla inâdlaşmak, meclislerde ve toplantılarda gösteriş yapmak için ilim öğrenme. İhtiyacım yok diyerek ilmi de terk etme.”
“Ey oğlum! Yalandan çok sakın. Çünkü dînini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makâmını kaybedersin.”
“Ey oğlum! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamâ etmekten sakın. Kazâya râzı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanaat et.”
“Ey oğlum! Helâl lokma ye ve işlerinde âlimlere danış, işlerini nasıl yapacağını onlara sor.”
“Ey oğlum! Bir hatâ işlediğinde hemen tevbe et ve sadaka ver.”
“Ey oğlum! Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak mecbûriyetinde olduğun gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan uykudan uyanma. Uykudan uyandığın gibi, öldükten sonra da dirileceksin.”
“Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr eder. Kötü konuşan günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişman olur.”
“Ey oğlum! Kanâatkâr olursan, cihânda senden zengin kimse yoktur.”
“Ey oğlum! Başkasına hased eden ızdıraptan kurtulamaz.”
“Ey oğlum! Mala tok, hikmete aç olasın.”
“Ey oğlum! Sözü tatlı söyle; katı, kaba, sert söyleme. Çok zaman sus. Tefekkür et. O zaman dilin belâsından emîn olursun.”
Ey oğlum! Sende olmayan fazîletler ile insanlar seni medh ederlerse, zinhâr mağrur olma (gururlanıp kibirlenme). Kendinden aşağısını hor görme. Ahmaklara ve câhillere sükut eyle.”
“Ey oğlum! Her hâlinde, Hak teâlâ hazretlerine sığın. Her şeyi Hak'tan bil.”
“Ey oğul! Müslümanlar hakkında kötü düşünme. Su-i zannı terk eyle. Zirâ su-i zan, seni hiç kimse ile dost yapmaz.”
“Ey oğlum! insanlara güler yüzlü ve doğru sözlü ol. Selâmı yaymayı âdet edin.”
“Ey oğlum! İnsan cimri olunca, onun hakkında kötü sözler çok olur.”
“Ey oğul! Az mal; güzel idâre ile çok olur. Çok mal; kötü idâre ile isrâf (yok) olur.”
“Ey oğul! Sakın kıymetini bilmeyenlere gitme. Ana-baba hakkını gözet. Hakîri tahkir eyleme (aşağı görme). Kibre kapılma. Allahü teâlâ Râfî ve Hâfıd (yükselten ve alçaltan) dır. Zirâ O, hakîri azîz; fakiri zengin yapar. Dilerse, azîzi zelîl; zengini fakir yapar.”
“Ey oğul! Kötü huylu, her ne kadar güzel ve yakışıklı olsa da, onun sohbetinden kaç. Zirâ onun cemâli (güzelliği), kötü huyunu örtmez.”
“Ey oğul! Kılıcın parlaklığına bakma. Fiili (işi) kötüdür.”
“Oğlum! Tevbeyi yarına bırakma. Çünkü ölüm, ansızın gelip yakalar.”
“Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim, ilimden lezzetli bir şey bulamadım.”
“Ey oğlum! Yakîn ve sabrı san’at edin. Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zahid ve mücâhid olursun.”
“Ey oğlum! Ticaret olarak, takvâya (Allahü teâlâdan korkmaya) sarıl. Zirâ o, mal olmadan kâr getirir.”
“Ey oğlum! Sıhhat gibi zenginlik, güzel ahlâk gibi nîmet yoktur.”
“Ey oğlum! Bildiğin şeyle amel edinceye kadar, bilmediğin şeyi öğrenmeye çalışma. Ana-babanın evlâdını terbiye için dövmesi, zirâata su vermek gibidir.
“Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O her sabah, zikir ve tesbîh ediyor, sen ise uyuyorsun.”
“Ey oğlum! Seçilmiş kullara teslim ol, kötülerle dost olma.”
“Ey oğlum! Dünyâ geçici ve kısadır, senin dünyâ hayatın ise azın azıdır. Bunun da azının azı kalmış, çoğu geçmiştir."
“Ey oğlum! Sükût etmekten pişman olmazsın. Söz gümüş ise sükut altındır.”
“Ey oğlum! Amel ancak yakîn (Allahü teâlâya olan ilim ve marifet) ile yapılır. Herkes yakîni nisbetinde amel eder. Amel noksanlığı, yakîn noksanlığından gelir.”
“Ey oğlum! Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi; kulda, belâ ve musîbetlerle tecrübe edilir. Kulun derecesi, bunlara olan sabrı nisbetinde anlaşılır.”
“Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın. Sabırsız olma. Yoksa arkadaş bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi huylu ol. Çünkü insanlara karşı iyi huylu olan ve onlara güler yüz göstereni herkes sever.”
“Ey oğlum! Dünyâdan yetecek kadar nasîbini al. Yoksa insanlara muhtâç olur ellerine bakarsın.”
“Ey oğlum! Kötü kadından sakın. Çünkü o, vaktinden önce seni kocaltır. Kötü kadınların şerrinden kork. Çünkü onlar iyiliğe çağırmaz.”
“Ey oğlum! Helâl kazanarak yoksulluktan korun. Yoksul düşen kimse üç musîbetle karşılaşır 1- Din zayıflığı; çünkü fakirlik, insanı kötülüğe sürükler. 2- Akıl zayıflığı; çünkü ihtiyaç düşüncesi insanı şaşırtır. 3- Mürüvvet ve insanlığı kaybolur. Bunlardan daha büyüğü de insanların maskarası olur.”
“Ey oğlum! Şüphesiz hikmet, yoksulları, pâdişahların meclislerine oturtur.”
“Ey oğlum! Mide dolunca; tefekkür uyur, hikmet lal (dilsiz) olur ve âzâ ibâdetten tembelleşir.”
“Ey oğlum! Bir kavmin toplandığı yere geldiğin zaman, önce onlara selâm ver, sonra bir köşeye otur ve onları konuşur görmedikçe konuşma. Şâyet Allahü teâlânın zikrine dalarlarsa, sen de katıl. Boş ve lüzumsuz konuşmalara dalacak olurlarsa, oradan uzaklaş.”
“Ey oğlum! Diline sâhip olmayan, sonunda pişman olur. Çok münâkâşa ve münazara yapan, kötülenir. Kötü işlerin yapıldığı yerlere girenler, oralarda işlenen kötü işleri yapmakla suçlanır ve töhmet altında kalırlar. Kötü kimse ile arkadaş olan, kötülükten kurtulamaz, emîn olamaz. İyi kimse ile arkadaş olan kimsede, iyi şeylere kavuşur.”
“Yavrucuğum! Âlimlerin meclislerinde devamlı bulun. Hukemânın sözlerini dinle. Zirâ Allahü teâlâ, yağmur suyu ile ölü toprağa hayat verdiği gibi, hikmet nûruyla da ölü kalbi diriltir.”
“Yavrucuğum! İlimden bilmediğini öğren. Bildiğini bilmeyenlere öğret. Allahü teâlâyı zikreden bir kavim gördüğünde, onlarla beraber otur. Olur ki, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuşlardır. Sen de onlar sebebiyle rahmete kavuşursun.”
“Ey oğlum! Allahü teâlâdan öyle kork ki, bu korku seninle ümidin arasına girsin, senin ümidini tamâmen kessin. Fakat Allahü teâlâdan öyle ümîd et ki, senin ile korkun arasına girip, sendeki korkudan hiç bir şey bırakmasın.” Bunun üzerine oğlu; “Ey Babacığım! Benim bir kalbim var. Kalbimi korku ile doldurursam, bu benim ümidime mâni olur. Kalbimi ümîd ile doldurursam, bu ümidim, hiç bir korkuya kalbimde yer vermez” dedi. Lokman Hakîm; “Ey oğul! Mü’minin öyle bir kalbi vardır ki, sanki o iki kalb gibidir. Birisi ile Allahü teâlânın rahmetini umar, diğeri ile Allahü teâlânın azâbından korkar. (Yâni, mü’min ümîd ile korku arasında olacaktır. Ne sâdece ümîd edip azâbdan emîn olacak; ne de korkuya düşüp Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesecek)” buyurdu.
Bir gün Dâvûd aleyhisselâm demir telden yelek örerken, Lokman Hakîm varıp, bunu ne yapacaksınız diyecekti. Lâkin faydasız sözden sakınmak için sustu. Dâvûd aleyhisselâm yeleği bitirip giydi: “Ne güzel savaş elbisesi” dedi. Lokman Hakîm sabredip, cevâbı aldığından pek sevinip; “Sükût, hikmettir; ama her kişinin kârı değildir” dedi. Hazret-i Dâvûd durumu firasetle bilip; “Sana Hakîm demeleri, ona lâyık olduğun içindir” buyurdu.
Bir gün Dâvûd aleyhisselâm, Hazret-i Lokman'a; “Bir koyun boğazlayıp, bütün vücûdunun en iyisi olan iki parça et getir” dedi. O da gidip, dille yürek getirdi. Bir başka defâsında; “En aşağı kısımlarını getir” dedi. Yine dille yürek getirdi. Sebebini sordukta; “Dille yürek (kalb) iyi olursa, bütün iyilerin iyisi olur, kötü olunca, bütün kötülerin kötüsü olur” deyip, insanın iyilik ve kötülüğünün dil ve kalbine bağlı olduğuna işâret etti.
“Oğlum! Yalandan sakın, zirâ o serçe eti gibi tatlıdır. Ondan az kimseler kurtulabilir.”
“Oğlum! Sana bir takım hasletler tavsiye edeceğim. Bunları yerine getirirsen mensup olduğun topluluğun efendisi olursun: Yakın-uzak kim olursa olsun, herkese tatlı davran. İyiden de kötüden de cehaletini gizle. Dostlarını koru. Yakınlarını ziyâret et, gammazlığa kıymet vermeyeceğine, arayı bozacak azgınların sözünü dinlemeyeceğine dâir onları te’min et. Öyle arkadaş seç ki, ayrıldığınız zaman, ne sen onları, ne de onlar seni dillerine dolasınlar.”
“Ey oğlum! Üç şey, üç şey ile bilinir: Hilim gadab ânında, şecâat harb meydanında, kardeşlik ise ihtiyaç ânında.”
“Ey oğlum! Dostlarının bir şeyini reddetme. Fakat Allahü teâlânın istediğinden başka türlü hareket edecek kadar da ileri gitme.”
“Ey oğlum! Dünyâyı sat, âhıreti al. Böylece alış-verişinde, her iki yönden kâr edersin. Sakın âhıretini satıp dünyâyı alma. Zirâ bu sûretle, her iki taraftan zararın olur.”
“Oğlum! Kalbin katı olduğu hâlde, insanların sana hürmet etmesi için, kendini Allahü teâlâdan korkar gibi göstermeğe çalışma.”
“Oğlum! İlim meclisine sokul, fakat âlimlerle mücâdele edip onları üzme. Dünyâdan yetecek kadarını al, fazlasını âhıretin için infak et. Sıkıntıya düşüp başkasının sırtına yük olacak şekilde dünyâyı tamâmen arkaya atma. Oruç tut, fakat orucun şehvetini kırsın. Şehvetini kıracak şekilde oruç tut. Âdi kimselerin meclisine katılma, riyâkarların içine girme.”
“Ey oğlum! Yolculuğa çıkınca; iğnen, ipliğin, tarağın, aynan, senin ve beraberindekilerin ihtiyâcını görecek kadar ilacın yanında olsun. Günâhlar hariç, arkadaşlarına muvafakat eyle!”
“Ey oğlum! Orta hâlde ikrâm edici ol, saçıcı olma.”
“Ey oğlum! Hasta olmadan önce tabib çağır. Tabibe, hasta olmadan önce hürmet göster.”
Lokman Hakîm'e, oğlu; “Ey babacığım! Bir insan için en hayırlı haslet nedir?” dedi. Lokman Hakîm; “Dindir” buyurdu. “Yâ iki haslet olsa?” dedi. “Din ve mal” diye cevap verdi. “Üç haslet olsa?” dedi. “Din, mal ve hayâdır” buyurdu. “Dört olsa?” dedi. “Din, mal, hayâ ve güzel ahlâk” dedi. “Yâ beş haslet olsa?” deyince; “Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve sehâvet” (cömertlik) buyurdu. “Altı olsa?” deyince; “Ey oğlum! Bir insanda bu beş haslet toplanırsa, o insan müttekî, velî ve Allahü teâlânın kendine yakın kıldığı kullarından olup, şeytandan uzaklaşır” buyurdu.
Lokman Hakîm'in oğlu devamla; “Ey babacığım! En kötü haslet nedir?” dedi. Lokman Hakîm; “En kötü haslet, küfürdür” buyurdu. Oğlu; “Yâ en kötü iki haslet nedir?” deyince; “Küfür ve kibir” buyurdu. “Üç olursa?” deyince; “Küfür, kibir, şükür azlığı yâni az şükretmek” buyurdu. “Dört olursa?” deyince; “Küfür, kibir, şükür azlığı ve cimriliktir” buyurdu. “Beş olursa” deyince; “Küfür, kibir, şükür azlığı, cimrilik ve kötü ahlâktır” buyurdu. “Ey babacığım altı olursa?” deyince; “Ey oğulcuğum, bu beş kötü haslet bir kimsede toplanınca, o kimse şakîdir. Allahü teâlâdan uzaktır” buyurdu.
“Oğlum! Hayreti mucib olmayan lüzumsuz şeylere gülme, lüzumsuz yerde gezme, üstüne vazife olmayandan sorma. Başkasının servetini koruyacağım diye, kendi servetini mahvetme. Senin malın, kendin için infak edip takdim ettiğindir. Başkasının malı, veresiye terk ettiğindir.”
“Oğlum! Merhamet eden merhamet bulur, sükut eden selâmete erer, hayır söyleyen kâr eder, kötü konuşan günâhkâr olur, diline hâkim olmayan pişman olur.”
“Oğlum! Sakın kesesi eskidir (fakirdir) diye kimseye hakâret etme. Çünkü her ikinizin de Rabbi birdir.”
“Oğlum! Sonunu gören, pişmanlıktan emîn olur.”
“Ey oğlum! Küçük şeylere küçük diye bakma, Yarın büyük olur.”
“Ey oğlum! Küçükken terbiye edersen, büyüyünce faydasını görürsün.”
Hafs ibni Ömer'den rivâyet edildi ki: “Lokman Hakîm, yanına bir hardal torbası koydu ve oğluna nasîhat etmeye başladı. Her bir nasîhatte bir hardal tanesi çıkarıyordu. Nihâyet hardalları tükendi. Sonra da; “Ey oğlum! Sana o kadar nasîhat ettim ki, şâyet bu nasîhatler bir dağa verilseydi dağ yarılır, parça parça olurdu” buyurdu. Oğlu da bu nasîhatleri tuttu.”
Bir gün Lokman Hakîm'e; “Halkın en zelîl ve rezili kimdir?” diye soruldukta; “Halk arasında rezalet ve çirkin işlerden utanmayıp, en rezil hâller üzere görünmekten sıkılmayandır” buyurdu.
Beyhekî, Süleymân Temîmî'den şöyle rivâyet etti: Lokman Hakîm oğluna; “Ey oğlum! Rabbigfirlî (Yâ Rabbî beni affet) duâsını çok oku. Zirâ öyle bir an vardır ki, Allahü teâlâ o anda duâ edenin dileğini geri çevirmez” buyurdu.
Lokman Hakîm'e; “Bize peygamberlerden öğrendiğiniz ilimleri özetleyerek, nefis terbiyesine dâir, en derli toplu bir nasîhat verir misiniz?” dediler. Lokman Hakîm; “Evet, peygamberlerin ilimlerinden kendim için özetleyip dünyâ ve âhıret işlerini üzerine kurduğum kısa bir sözü size de söyleyeyim. Sekiz şeye dikkat eden, öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel etmiş olur. Bunlar dört zamanda dört şeyi korumak, iki şeyi hatırdan çıkarmamak, iki şeyi de tamâmen unutmaktır. Korunacak şeyler; namazda gönül, halk arasında dil, yiyip-içme ânında boğaz, bir kimsenin evine girilince de öteye beriye bakmamaktır. Hiç hatırdan çıkmaması gereken şeyler; Allahü teâlânın büyüklüğü ile ölüm hâlidir. Unutulması gereken şeyler de; bir kimseye yapılan iyilik ve kendine yapılan kötülüklerdir” buyurdu.
“Yavrucuğum! Kötü insanlardan Allahü teâlâya sığın, böylece insanların en hayırlısı olursun.”
“Yavrucuğum! Dünyâya gönül bağlama! Ona itimat etme! Zirâ sen bunun için yaratılmadın. Allahü teâlâ, dünyâ nîmetlerini, itâat edenlere yâni mü’minlere sevâb, asîlere cezâ kılmadı.”
“Yavrucuğum! Sakınılması lâzım olan bir husûstan çok sakın! O da şudur; insanlar seni Allah'tan korkuyor gördükleri hâlde, kalbin facirdir yâni günâhla doludur.”
Bu husûsta Resûlullah efendimiz Hadîs-i şerîfte buyurdular ki: “Batınını (içini) ıslâh eden kimsenin, dışını da Allahü teâlâ ıslâh eder.”
“Yavrucuğum! Sana iki şey tavsiye ederim. Bunlara dikkat edersen dâimâ hayır üzere bulunursun. Bunlar; geçineceğin para ve ödeyeceğin borcundur.”
Lokman Hakîm oğluna; “İnsanlara muhtâç olduğunu gösterme. Çünkü senin böyle yapman zenginliktir. Tamâdan sakın. Çünkü tamâ hazır bir fakirliktir. Namazını dünyâya veda eden kimse gibi kıl. Özür dilemeyi gerektirecek şeylerden sakın” buyurdu.
“Ey oğlum! Hak teâlâya tâbi ol! Nâsîhati önce kendine yap! Başkasına tavsiye edeceğin şeylerle önce kendin amel et! Sözünü, bilgine, hâline göre söyle!”
“Yavrucuğum! Sana dost olanları, sıkıntılı zamanlarda dene! Oğlum! Gençlik zamanını ganîmet bil! Bir işte akıllı ve ilim sâhibi kimselere danış!”
“Yavrucuğum! Dostlarına da düşmanlarına da güler yüzlü ol! Dostlarına hürmet ve ikrâmda bulun!”
“Oğlum! Masraflarını gelirine göre ayarla! iktisat et! Aşırı gitme! Her işte itidâl sâhibi ol, yâni orta yolu tercih et! Cömertliği âdet et!”
“Ey Oğlum! Büyüklerle konuşurken sözü uzatma! Akrabâya karşı alâkanı kesme! Üzerinde ittifâk olunmuş şeye muhâlefet etme! Hiç kimseye üstünlük taslama!”
“Oğlum! Kaş göz işâretleri ile, hiç kimseyi küçük düşürecek hareketlerde bulunma! Başkasının yanında kendini veya âileni medhetme!”
“Oğlum! Elinden geldiği kadar kavgadan, münâkâşadan sakın! Dünyâ işleri için kendini fazla üzme! Kızdığın zaman sözlerine dikkat et, ölçülü olmaya çalış! Büyüklerin önünden yürüme! Bir kimse konuşurken araya laf karıştırma!”
Abdullah bin Vehb bildirdi ki: Birisi Lokman Hakîm'e; “İnsanların sana gelip, sözünü dinlemelerine şaşıyorum” dedi. Lokman Hakîm, ona; “Ey kardeşim! Sana söyleyeceğime kulak verirsen, sen de böyle olursun” dedi ve şöyle ilave etti: “Beni, gördüğün duruma getiren şeyler; gözümü haramdan korumam, dilimi tutmam, yemede iffetli ve ölçülü olmam, nâmusumu korumam, doğruyu söylemem, ahdime vefâ etmem, misâfirime ikrâmda bulunmam, komşumu korumam ve beni ilgilendirmeyen şeyleri terk etmemdir.”
Lokman Hakîm'e; “Terbiyeyi kimden öğrendin?” dediler. O da; “Terbiyesizlerden. Onların beğenilmeyen her şeyinden sakınmak sûretiyle” buyurdu. “Hikmeti kimden öğrendin?” dediler. “Basacakları yeri görür gibi, bilmeden ayağını yere koymayan âmâlardan” (körlerden) buyurdu.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), Lokman Hakîm'den haber vererek; “Lokman, oğluna; Allahü teâlâ kendisine emânet edilen şeyi korur. Ben de seni, malını, dînini ve amelinin sonunu, Allahü teâlâya emânet ediyorum” dedi” buyurdu.
Lokman Hakîm'in yüzük taşında; “Gördüğünü gizlemen, şüphe ettiğini açıklamandan daha güzeldir” yazılı idi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget