Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İnsanların ve diğer canlıların öldükten sonra tekrar diriltilmesine ve hesap için mahşer yerinde toplanmalarına haşr denir. Haşr'a yâni öldükten sonra yine dirilmeğe inanmak lâzım ve farzdır. Nitekim Allahü teâlâ, Hac sûresi 7. âyetinde meâlen; “Kıyâmet gelecektir, bunda şüphe yoktur. Ve elbette Allahü teâlâ kabirdekileri diriltir” ve Tâhâ sûresi 55. âyetinde de meâlen; “Sizi ondan (topraktan) yarattık, oraya döndürürüz, ikinci defâ tekrar çıkarırız” buyurmak sûretiyle, her canlının yeniden dirileceğini haber veriyor.
İsrâfil aleyhisselâmın birinci defâ sûr'a üflemesiyle kıyâmet kopar, ölümü tatmayan canlı kalmaz ve bütün canlılar ölür. Allahü teâlânın dilediği kadar bir zaman sessizlik olur. O zaman, Arş-ı a'lâdan makâm-ı ehadiyete kadar, düşünen ve görünen hiçbir canlı kalmaz. Zirâ Allahü teâlâ, hûrî ve gılmânların rûhlarını da Cennetlerinde kabz buyurmuştur.
Kıyâmette herkes öldükten, kemikler ve etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, öldüğü zamanki şekli, boyu ve organları ile mezârdan kalkacaktır. Herkesin kuyruk sokumu kemiği değişmeyecek, başka uzuv ve organlar bu kemik üzerine yeniden yaratılacaktır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in bildirdikleri Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “İnsan kuyruk sokumu kemiğinden yaratılmıştır. Sonra yine ondan iâde olunacaktır.” Diğer bir Hadîs-i şerîfte; “Kişinin her yeri mahv olup çürür. Lâkin kuyruk sokumu kemiği çürümez. İnsan ondan çıkmıştır. Yine ondan iâde olunur” buyruldu. (Kuyruk sokumu kemiği, omurganın son kemiği olup, içinde iliği bulunmayan nohut büyüklüğünde bir kemiktir.)
Bundan sonra Allahü teâlâ, İsrâfil aleyhisselâmı diriltir. İsrâfil aleyhisselâm, ikinci defâ sûr'a üfler. Sûr'un üflenişiyle birlikte, Allahü teâlânın yarattığı rûhlar yeni bedenlerini bulup girerler.
Allahü teâlâ, toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları, bitki fabrikasında, proteinlere (yumurta akı maddelerine) döndürmekte, bu nebâtî proteinleri de, hayvan vücûdunda, ete ve kemiğe ve a'zâ şekline çevirmektedir. Bu gün katalizör ismi verilen maddeler yardımı ile, binlerce sene sürecek olan kimya reaksiyonları, bir saniyede, pek çabuk yapılabilmektedir. Allahü teâlânın, toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdiği ve bir anda da çevirebileceği bu günkü fen yolu ile kolayca anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, toprak maddelerini bir anda organik hâle çevirip, rûhu bir bedene bağlayarak Âdem aleyhisselâmı yarattığı gibi, kıyâmette de, elemanları, bir anda bir araya toplayıp, insan vücûdunu yapacak ve zâten mevcût olan önceki rûhları, bu vücutlara verecektir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demektir. Kıyâmette, her şeyle beraber, rûhlar da yok edilip tekrar yaratılacaktır. Bugün, fizik, kimya, fizyoloji ve astronomi gibi ilimlerde, Allahü teâlânın kudretini iyi anlayan zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve kıyâmette bütün insan ve hayvanların topraktan çıkarılacaklarını, bir fen olayı olarak kolayca anlayabilir. Böyle dirileceğimizi yüce kitabımız Kur'ân-ı kerîm ve sevgili Peygamberimiz haber vermiştir.
Büyük İslâm âlimi, İmâm-ı Muhammed Gazâlî, Kimya-i Seâdet kitabında diyor ki: “Bir insanın çeşitli yaşlarındaki bedenleri başka başka oldukları gibi, aynı boy ve şekilde, fakat başka zerrelerden yapılmış bir bedenle kabirden kalkacaktır. Uzuvların, kendileri değil, benzerleri yaratılacaktır.” İnsanlar, kabirlerinden ve çürüyüp toprak oldukları yerlerden kalktıkları zaman; dağların pamuk gibi atıldığını, denizlerin susuz kalıp, yeryüzünün dümdüz olduğunu görürler. Oturdukları yerden etrâfa hayret ve şaşkınlık içinde bakarlar.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellemHadîs-i şerîfte; “İnsanlar kıyâmet günü çıplak haşr olunurlar” buyurarak, insanların dirildikleri anda çıplak olacaklarını bildirdi.
Hazret-i Âişe bunu işitince; “Bâzısı, bâzısına bakmazlar mı?” diye sordu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Abese sûresinin; “Kıyâmet gününde herkesin hâli, kendisini diğerinin hâlinden ve durumundan uzaklaştırır” meâlindeki 37. âyet-i kerîmesini okudular. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu şekilde buyurmakla, kıyâmet gününün şiddet ve meşakkatinden, insanların, kendi derdlerine düşerek birbirlerine bakamayacağını anlatmayı murâd buyurdular.
Herkes kabri üzerine çıkıp oturur. Her biri, şaşkın bir şekilde bin sene kadar dururlar. Sonra, batıdan zuhûr eden bir ateşin gürültüsüyle, mahşer yerine yürürler. Bu zamanda her mahlûk dehşete düşer, insanların, cinlerin, her birini kendi ameli alıp; “Kalk mahşere git” der.
Ameli güzel olan kimsenin ameli, bâzısına merkep, bâzısına katır sûretinde görünür. Amel, sâhibini üzerine alıp mahşere getirir. Bâzı kere amel sâhibini üzerine alır götürür, bâzan da bırakır. Her mü’minin önünde ve sağ yanında, o zamanki karanlık içerisinde her tarafı aydınlatan bir nûru olur. Sol taraflarında bu nûr yoktur. Bâzısının nûru iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür. Bâzısınınki parlak, bâzısınınki sönüktür. Bunların nûru, îmânları kadardır. Etrâfı karanlık ve zulmet bastırmış olup, kâfirler bu karanlık içinde şaşkın ve hayrette kalırlar. Îmânlarında şüphe ve bid’at sâhibi olan kimseler de şaşırırlar. Doğru îtikâd sâhibi olan Ehl-i sünnet mü’minler ise, onların zulmet ve şaşkınlıklarına bakıp, hidâyet nûrunu ihsân ettiği için Allahü teâlâya hamd ederler. Zirâ Allahü teâlâ, mü’minler için, azâb gören şakîlerin hâllerini ortaya koyar. Cennet ve Cehennem ehlinin yaptıkları her şey belli olur. Mü’minler bu durumu görünce, A’râf sûresi 47. âyetinde buyrulduğu gibi meâlen; “Cehennem ehline baktıkları zaman, Cennet ehli; Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavimlerle beraber kılma” derler.
İnsanlar kabirlerinden kalktıktan sonra, dünyâda iken yaptıkları iyi ve kötü işlere göre bölük bölük mahşer yerine getirilirler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Sûra üfürüleceği o gün, (mezarlarınızdan kalkıp mahşere) bölük bölük gelirsiniz” meâlindeki Nebe sûresi 18. âyet-i kerîmesi hakkında kendisine suâl edildiğinde ağladılar. Hattâ mübârek gözlerinden akan göz yaşları toprağa damladı ve buyurdular ki: “Ey bu suâli soran kişi! Çok büyük bir işten sordun. Kıyâmet günü ümmetim oniki sınıf olarak haşrolunur (kabirden kalkar) ve mahşer yerine gelirler.
Birinci sınıf insanlar; maymun sûretindedir. Bunlar, insanlar arasında çok fitne çıkarırlar, karışıklık ve huzûrsuzluğa sebep olurlar. Allahü teâlânın, (Kur'ân-ı kerîmde meâlen); Onların şirk (Allah'a ortak koşma) fitneleri, katlden (adam öldürmekten) daha kötüdür (Bakara sûresi: 191) buyurduğu kimselerdirler.
İkinci sınıf insanlar; hınzır sûretinde haşrolunurlar. Onlar haram yiyenlerdir. Allahü teâlânın (mealen); Onlar, hep yalancılık için dinlerler ve hep haram yerler (Mâide sûresi: 42) buyurduğu bunlardır.
Üçüncü sınıf insanlar; kör olarak haşrolunurlar. Onlar, hüküm vermekte haddi aşan, doğru hüküm vermeyenlerdir. Allahü teâlânın (mealen); insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adâletle hüküm vermenizi emreder. Hakikaten Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ hükümlerinizi hakkıyla işitici, emânete âit işlerinizi hakkıyla görücüdür (Nisâ sûresi: 58) âyet-i kerîmesi bu kimseleri bildirmektedir.
Dördüncü sınıf insanlar; sağır ve dilsiz olarak haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken, kendi amellerini (yaptığı işleri) beğenen kimselerdir. Allahü teâlânın (mealen); Allah, gururlu ve böbürlenen kimseleri sevmez (Nisâ sûresi: 36) buyurduğu kimselerdir.
Beşinci sınıf insanlar; ağızlarında irin olarak haşrolunurlar. Dillerini çiğnerler. Onlar, sözleri, işlerine ve hareketlerine uymayan âlimlerdir. Allahü teâlâ (mealen); insanlara iyilik emreder de, kendinizi unutur musunuz? (Bakara sûresi: 44) buyurduğu kimseler gibi olanlardır.
Altıncı sınıf insanlar; vücutları ateşten yanmış yara içinde haşrolunurlar. Onlar yalan yere şâhidlik yapanlardır.
Yedinci sınıf insanlar; ayakları üzerine bağlanmış olarak haşrolunurlar. Onların son derece pis bir kokusu olur. Onlar, şehvetlerine tâbi olanlar ve haramlar peşinde koşanlardır. Allahü teâlânın (mealen), Bunlar âhıreti dünyâ hayatına satmış kimselerdir (Bakara sûresi: 86) buyurduklarıdır.
Sekizinci sınıf insanlar; sarhoş gibi hoşrolunup, sağa sola düşerler. Onlar, dünyâda iken, Allahü teâlânın hakkına mâni olan kimselerdir. Allahü teâlânın hakkını yerine getirmeyenler olup, bunlar hakkında Allahü teâlâ (mealen); Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin (mahsullerin) en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekat, uşr ve sadaka verin) (Bakara sûresi: 267) buyuruyor.
Dokuzuncu sınıf insanlar; katrandan elbiseler içinde hoşrolunurlar. Onlar gıybetten sakınmayanlardır. Mü’minlerin arkalarından hoşlanmayacakları şekilde konuşmuşlardır. Allahü teâlâ bunlar hakkında (mealen); Müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Bir kısmınız bir kısmınızı, arkasından, hoşlanmayacağı sözle çekiştirmesin (Hucurât sûresi; 12) buyurdu.
Onuncu sınıf olarak haşrolunacaklar ise; dilleri kafasından sarkmış olanlardır. Bunlar, dünyâda iken söz taşıyıp ara bozanlardır.
Onbirinci sınıf insanlar ise; sarhoş olarak haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken mescidlerde fuhuş ve kötü söz konuşanlardır.
Onikinci sınıf insanlar ise; hınzır sûretinde haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken fâiz yiyenlerdir.”
Mu’âz bin Cebel'in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İnsanlar kabirlerinden kalktıklarında, yerlerinde kırk yıl bir şey yemeden, içmeden, oturmadan ve konuşmadan dururlar.” Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Din ehli, îmân sâhipleri kıyâmet günü nasıl bilinirler?” diye sordular. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Benim, ümmetim, abdest uzuvlarının parıl parıl parlaması nişânıyla bilinirler. Kıyâmet günü, Allahü teâlâ bütün mahlûkâtı kabirlerinden dirilttiğinde, melekler, mü’minlerin başucuna gelirler ve başlarını mesh ederler. Biraz toprak serperler. Bu toprak onların secde yerlerine gelir. Melekler bu yerleri mesh ederler. Oradan mesh izleri hiç gitmez. Bir ses gelir ki: “Bu toprak, kabirlerinin toprağı değildir. Onların köşk ve saraylarından getirilmiş topraktır. Oraya çağırılırlar. Sırâtı geçip, Cennet’e girerler. Kendi yerlerini bilirler.”
 Yeniden dirilen insanlar, cin ve şeytan, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar bir yerde toplanırlar. Dünyâda iken yaptıklarının hesâbını verecekleri vakti beklerler. O zaman yeryüzü, beyaz tepsi gibi düz olur.
Üzeyr aleyhisselâm, daha sonra yeniden dirilen eşeğine binip, Kudüs şehrine girdi. Bulduğu insanları, gördüğü ev ve mahalleleri tanıyamadı. Lisân-ı hâliyle; “İnsanlar, tanıdığım insanlar, binâlar da bildiğim binâlar değil” diyerek, şehri hayret içinde dolaştı. Şehrin, çok değişik bir şekilde yeniden imâr edildiğini gördü. Kendi mahallesi olarak tahmin ettiği yerde bir evin önünde durdu. Kapıda, gözleri görmeyen, elleri ayakları tutmayan kötürüm bir kadına rastladı. Kadına; “Üzeyr'in evi neresidir?” diye sordu. Amâ ve kötürüm olan kadın da; “Üzeyr'in evi burasıdır. Ben onun câriyesiyim. Fakat, Üzeyr kaybolalı yüz yıldan fazla oldu. Ondan ümîdsiziz” deyip, yanık yanık ağlamaya başladı. Bunun üzerine kadına; “Ben Üzeyr'im” deyip, başından geçen hâdiseleri anlattı. Kadın, Üzeyr aleyhisselâmın duâsının kabûl olunduğunu bilirdi. Üzeyr aleyhisselâma; “Benim bildiğim Üzeyr'in aleyhisselâm duâsı kabûl olunurdu. Eğer sen Üzeyr isen, duâ et de gözüm açılsın ve hastalığımdan şifâ bulayım” dedi. Bunun üzerine Üzeyr aleyhisselâm; vatanına kavuştuğu için Allahü teâlâya şükr edip, ellerini kaldırarak duâ ve niyazda bulundu. Duâsı bereketiyle âmâ ve kötürüm olan kadın, sıhhatine kavuşup, sevinerek âilenin diğer fertlerine Üzeyr aleyhisselâmın geldiğini haber verdi.
Rivayete göre, Üzeyr aleyhisselâmın vefât ettiği sırada, 18 yaşında bir oğlu vardı. Bu sırada 118 yaşında ak saçlı bir ihtiyâr hâline gelen oğlu, babasını tanıyamadı. En sonunda; “Benim babamın sırtında hilal şeklinde siyah bir ben vardı” dedi. Açıp belirtildiği şekilde bir benin mevcût olduğunu gördüler. Âiledeki diğer fertler de gözleriyle görüp inandılar ve şüpheleri kalmadı. Üzeyr aleyhisselâmın geldiği haberi, kısa zamanda şehir ahâlisi tarafından duyuldu. Şehir halkı sevinç ve heyecanla koşarak geldiler. Üzeyr aleyhisselâmı, aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen değişmemiş olarak gördüler. Yaşlılar, ona çeşitli suâller sorarak imtihân etmeye başladılar.Bu sırada, Üzeyr aleyhisselâma peygamberlik emri bildirilmişti. Üzeyr aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Tevrât'ın hükümlerini tebliğ etmeğe, onları azgınlık ve sapıklıklardan sakındırmaya çalıştı. Ancak, İsrâiloğulları Tevrât'ı unutmuşlar, hükümlerini tatbik etmekten uzaklaşmışlardı. Zâten, Bâbil hükümdârı Buhtunnasar, Kudüs'ü işgal ettiği zaman, Tevrât-ı şerîfi okuyan ve bilen âlimleri öldürmüş, mevcût bütün Tevrât nüshalarını da yaktırmıştı. Bu sırada İsrâiloğullarından birisi, Tevrât'ın bir nüshasını, bir dağın başında gözden uzak kimsenin bilmediği bir yerde toprağa gömmüştü. Daha önce, kendilerini dünyâ ve âhıret saâdetine dâvet eden peygamberlerin apaçık mûcizelerini gördükleri hâlde, onları yalanlayan, bir çok peygamberi de şehîd eden İsrâiloğulları, Üzeyr aleyhisselâmın dâvetini de kabûl etmediler. Onu yalanlamaya başladılar. Okuduğu Tevrât'ın uydurma olduğunu iddia edenler çıktı.
Bâzıları, onun okuduklarının Tevrât olup olmadığını kontrol edelim dediler. İçlerinden biri; “Benim dedem, Buhtunnasar'ın zulmü zamanında bütün Tevrât nüshalarının yakılmak sûretiyle yok edildiğini bildirdi. Yalnız bir nüsha Tevrât'ı filan dağın tepesine gömdüğünü söyledi. O nüshayı getirip, Üzeyr’in okuduklarıyla karşılaştıralım” dedi. Orada bulunanlar tarafından kabûl edilen bu fikir üzerine, gömülü olan yerden Tevrât nüshasını getirdiler. Üzeyr aleyhisselâmın okuduklarıyla karşılaştırdılar. Yazılı nüshada olanlarla Üzeyr aleyhisselâmın okuduklarının aynı olduğunu görünce; “Bu kadar uzun zamandan sonra Üzeyr'in Tevrât'ı ezbere okuması mümkün değildir” düşüncesiyle Tevbe sûresi 30. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “Üzeyr Allah'ın oğludur. “Eğer öyle olmasaydı, aradan yüz seneden fazla zaman geçtiği hâlde Tevrât'ı okuması mümkün olmazdı” demek sûretiyle iftirâda bulundular. Kendilerini kurtuluş yoluna dâvet eden peygamberi, yalanlamaya devam ettiler. Böylece küfür ve sapıklıklarına bir yenisini daha eklediler. Üzeyr aleyhisselâm ise, onların bu inanışlarının küfür ve sapıklık; kendi vazifesinin ise Tevrât'ı okumak, insanlara öğretmek ve hükümlerini yerine getirmek olduğunu bildirdi. Onlara isyân ve günâhlarından dolayı tevbe etmelerini istedi. Allahü teâlânın şiddetli azâbıyla korkuttu. Üzeyr aleyhisselâm, vefât edinceye kadar İsrâiloğullarının arasında bulundu. Onların işlerini yürüttü ve hak yola dâvet etmeğe devam etti. Üzeyr aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarının isyânları ve sapıklıkları iyice arttı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya velîlerden. Peygamber olup olmadığı Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmedi. Babasının ismi Şureyhâ olup, Hârûn aleyhisselâmın neslindendir. Kur'ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ tarafından öldürülüp, yüz sene sonra tekrar diriltildiği haber verilmiştir. Bu sebepten İsrâiloğulları, (Allah'ın oğlu) diye iftirâda bulunmuşlardır. Kudüs'de doğdu ve İsrâiloğullarını, Tevrât'ın hükümlerine uymaya dâvet etti. Kudüs'te vefât etti.
Üzeyr aleyhisselâm, küçük yaşından îtibâren Tevrât ilmini öğrenmişti. Zâten Tevrât'ı ezbere bilen sayılı kimselerden idi. İlâhî emirlere yüz çevirip, peygamberlerin nasîhat ve ikâzlarına kulak tıkamak sûretiyle azgınlık ve taşkınlıkta ileri giden İsrâiloğullarına, Allahü teâlâ, cezâ olarak, Bâbil hükümdârı Buhtunnasar'ı belâ etti. Buhtunnasar, çok kalabalık bir ordu hazırlayarak, Şam ve Ürdün bölgelerini istila etti. Gittiği yerlerin ahâlisine zulmediyor, savunmasız insanları zâlimce öldürüyor, genç ve işe yarar kimseleri esir alıyordu. Bu sırada Kudüs'ü de istila ve harâb etti. Mescid-i Aksâ'yı yıkıp, bağ ve bahçelerini viraneye çevirdi. Orada bulunan insanlardan pek çoğunu öldürüp, birçok genci de beraberinde Bâbil'e götürdü. Üzeyr aleyhisselâm da bu genç esirler arasındaydı. Bâbil'e gittikleri sırada, İsrâiloğullarını tesellî edip, bir gün bu esâret hayatından kurtulabileceklerini söyledi.
Üzeyr aleyhisselâm bir müddet esâret hayatı yaşadıktan sonra, elli yaşında olduğu sıralarda kaçarak, memleketi olan Kudüs'e gitmek üzere merkebine binip yola koyuldu. Kudüs yakınına gelince, bir bahçeye konup yükünü indirerek merkebini bir ağaca bağladı. Bu sırada şehrin etrâfını dolaşıp, binâlarının yıkıldığını, yollarının haraplığını bahçelerinin hazân mevsimindeki gibi viran bir hâlde olduğunu görüp üzüldü. Karnı acıkmıştı. Meyve mevsimi olduğu için, bir miktar incir ve üzüm koparıp, incirin bir kısmını yedi, üzümün de suyunu sıkıp içti. Bir ağaç altına oturup yıkılmış evlere, bozulmuş yollara, çürümüş tenlere, yığılmış kemiklere bakıp, bu âlemin sonunu, yeniden dirilişi ve Allahü teâlânın kudretini düşündü. Kendi kendine; “Acabâ bu hâlden sonra, Hak teâlâ bu şehri nasıl tâmir ve ihya eder” diyerek, tefekküre dalıp uyudu.
Bundan sonrası Kur'ân-ı kerîmde, Bakara sûresi 259. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: “Yâhud o kimse gibisini görmedin mi? (yani onun hâli gibi garib, harikulade, kudret-i ilâhiyyeye delil olan şu vakıalardan haberdâr olmadın mı?) O kimse (Üzeyr aleyhisselâmbir karyeye (beldeye, kendi eski vatanı olan Kudüs'e) uğramıştı. O karyenin (ise) tavanları çökmüş, onların üzerine duvarları yıkılmıştı. (yani büsbütün harâb olup, ahâlisinden kimse görünmüyordu. Üzeyr aleyhisselâm bu hâli görünce, pek müteessir olup üzüldü.) Allahü teâlâ bu kasabayı bu ölümden sonra, nasıl ihya edecek? (Acabâ bu kasabayı yeniden eski hâline getirmeye, irâde-i ilâhiyye nasıl tealluk edecek?) diyordu. Bunun (bu tefekkürün) üzerine Allahü teâlâ, o kimseyi (Üzeyr aleyhisselâmı) yüz sene ölü bıraktı. (Hayattan mahrûm etti. Onun bedenini; yiyecek ve içeceğini, insanların ve hayvanların gözlerinden gizledi. Üzeyr aleyhisselâmın vefâtından yetmiş sene kadar sonra, Allahü teâlâ, Fâris hükümdârlarından Nûşek adındaki hükümdâr eliyle, Beyt-i Mukaddes'i ve Kudüs şehrini imar eyledi. O melik gelip, Kudüs'ü imâr ve Mescid-i Aksâ'yı tâmir etti. Bu sırada zâlim Bâbil hükümdârı Buhtunnasar öldüğünden, esârette bulunan İsrâiloğulları serbest bırakılıp memleketlerine dönmüşler, Kudüs yine eskisi gibi imâr edilmişti. Otuz sene daha geçtikten sonra) onu (Üzeyr aleyhisselâmı) yeniden diriltti. Allahü teâlâ (veya vazifeli melek) ona dedi ki: Ne kadar kaldın? (Ne kadar zaman geçti? Başından geçen hâli biliyor musun? Ölmüş bir hâlde ne kadar bulundun? Farkında mısın?) O da (Üzeyr aleyhisselâm da kendisini uykuda imiş gibi zannederek); Bir gün veya bir günden daha az kaldım dedi. (Çünkü, uyuduğu zaman sabah vaktiydi. Dirildiği zaman, güneş daha batmamıştı. Allahü teâlâ vahy ederek veya melek vâsıtasıyla) buyurdu ki: Hayır, yüz sene kaldın. (Bu müddet içinde ölmüştün.) Yiyeceğin ve içeceğine bak ki, onlardan hiç biri bozulmamış (yüz sene geçtiği hâlde, incir ve üzüm sanki dalından yeni koparılmış ve şıra sıkıldığı saatlerdeki gibi bozulmamış hâlde duruyordu.) Merkebine de bak. (O ne hâle gelmiş, parça parça olan kemikleri vücûdundan nasıl ayrılmış) ve seni insanlara bir âyet (delil) kılmak için böyle öldürüp, dirilttik. (Seni, öldükten sonra dirilmenin varolduğuna delil kıldık) ve (merkebin) kemiklerine bak! Onları nasıl birbirine birleştiriyoruz? (Hepsini yerlerine nasıl iâde ediyoruz.) Sonra da onlara et giydiriyoruz. (Onları yeniden eski hâline getiriyoruz.) Vakta ki o, (ölmüş, etleri çürümüş, kemikleri parça parça olup, kaybolmuş olan merkep, Allahü teâlânın kudretiyle tekrar dirilip yürüdü. Bu hakîkat, ölülerin diriltilmesi husûsu ve Allahü teâlânın kudretinin üstünlüğü) kendisine (Üzeyr aleyhisselâma) tebeyyün etti. (Bunları gözleriyle görüp, müşâhede etti) ve dedi ki: Ben bilirim ki; şüphesiz Allahü teâlâ her şeye kâdirdir. (bütün ölüleri diriltmeye gücü yeter.)
Bu âyet-i kerîmede Allahü teâlâ, bütün canlıları, dilediği gibi öldürüp, dilediği gibi dirilteceğini haber vermektedir. Üzeyr aleyhisselâm yüz sene ölü bir şekilde, insanlar ile diğer varlıklardan gizli kalmış; merkebi ölmüş, kemikleri dağılıp etleri çürümüştü. Allahü teâlâ, yüz seneden sonra Üzeyr aleyhisselâmı ve kemikleri dağılıp etleri çürüyen merkebini yeniden dirilterek, insanlara, kıyâmet gününde bütün canlıları tekrar dirilteceği husûsuna delil göstermiştir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini tebliğ etmek üzere gönderilmiş bir Nebîdir. İsrâiloğulları kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemeyip, isyân edince, Allahü teâlâ onlara zâlimleri musallat etti. Düşmanları tarafından yurtları istila ve kendilerinden bir kısmı esir, bir kısmı da katledildi. Ermiyâ aleyhisselâm zamanında İsrâiloğulları onu dinlemeyip çok azmışlardı. Azgınlıklarının hat safhaya ulaştığı sırada, zâlim bir kral olan Buhtunnasar büyük bir orduyla İsrâiloğullarının üzerine yürüdü. Buhtunnasar'ın orduları Beyt-ül-Makdis'e girip, Şam bölgesini baştan başa ele geçirdiler. Bunlar, amansız bir şekilde, hiç acımadan ve en ufak bir merhamet göstermeden İsrâiloğullarından pek çoğunu katlettiler. Buhtunnasar, Beyt-ül-Makdis'i harâb ettirdi. Askerlerine emir verip, kalkanlarıyla toprak taşıtarak Beyt-ül-Makdis'in içini doldurttu. Sonra diğer yerlerini de toprakla doldurup tamâmen harâb bir hâle soktu. Buhtunnasar, İsrâiloğullarını perişân, yurtlarını da harâb ettikten sonra, ordusunu alıp Bâbil'e döndü. İsrâiloğullarından esir aldığı yetmişbin çocuğu da yanında götürüp komutanlarına paylaştırdı.
Danyâl aleyhisselâm, bu sırada genç yaşta olup, Bâbil'e götürülen esirler arasında bulunuyordu. Buhtunnasar, Danyâl aleyhisselâmı daha genç yaşta iken sarayına aldı. Danyâl aleyhisselâm, onun sarayında büyüdü. Buhtunnasar ona rağbet gösterirdi. Bu durum, Buhtunnasar'ın avânesinin dikkatini çekip, Danyâl aleyhisselâma hased ettiler. Buhtunnasar'ın onu yanından uzaklaştırması için çeşitli hîlelere başvurdular. Fakat hiç birinde başarılı olamadılar.
Buhtunnasar ve tebaası mecûsî idi. Danyâl aleyhisselâma hased edenler, onun kendi dinlerinden olmadığını, Buhtunnasar'a; “Bu senin milletinden ve dîninden değildir” diye haber verdiler. Buhtunnasar, araştırmaya başladı ve Danyâl aleyhisselâmın kendi dinlerinden olmadığını anladı. Sonunda onu yanından uzaklaştırıp hapse attırdı.
Buhtunnasar, bundan sonra korkulu bir rüyâ gördü. Fakat rüyâsını unuttu. Bütün kâhinlerini, sihirbazlarını toplayarak, rüyâsını ve tabirini sordu. Onlar; “Rüyâyı söylersen tabir ederiz” dediler. Buhtunnasar onlara kızarak; “Ben sizi böyle günler için saklıyorum. Üç gün içinde rüyâmı bilip tabirini yapmazsanız hepinizi öldürürüm” diye tehdit etti. Bu haber halk arasına yayıldı. O sırada hapiste bulunan Danyâl aleyhisselâm, bu hâdiseyi işitmişti. Zindancı başına; “Beni Buhtunnasar'a götürebilirsen rüyâsını tabir ederim” dedi. Bunu Buhtunnasar'a söyleyince kabûl etti. Onların âdetine göre, Buhtunnasar'ın yanına giren, önce ona secde ederdi. Danyâl aleyhisselâm, Buhtunnasar'ın yanına girince secde etmedi. Buhtunnasar; “İçeride kim varsa dışarı çıksın” dedi. Sonra Danyâl aleyhisselâma; “Niçin secde etmedin?” diye sordu. Danyâl aleyhisselâm; “Benim Rabbim, başkasına secde etmemek şartıyla bana rüyâ tabirini öğretti” buyurdu. Bu sözü inceden inceye düşünen Buhtunnasar; “Rabbinin ahdine vefâ ettiğin için, sana itimat ederim. O hâlde gördüğüm rüyâyı ve tabirini söyle” dedi.
Danyâl aleyhisselâm; “Rüyânda bir put gördün. Üst kısmı altından, ortası gümüşten, uçları bakırdan, topukları demirden, ayakları kerpiçten idi. Bu puta hayran hayran bakarken, gökten, putun başına büyük bir taş düştü. Putu un gibi toz hâline getirdi. Altın, gümüş, bakır, demir ve kerpiç birbirinden ayrılmayacak hâlde karıştı. Bir rüzgâr esse ortada bir şey kalmayacaktı. Sonra gökten inen taş, büyüdü, büyüdü, öyle oldu ki, yerde ve gökte o taştan başka bir şey görünmez oldu” dedi. Buhtunnasar, rüyâsını hatırlayıp; “Doğru söyledin” dedi ve tabirini yapmasını istedi. Danyâl aleyhisselâm da; “Gördüğün put, çeşitli ümmetlerdir. Altın, senin içinde bulunduğun ümmettir. Gümüş, senden sonra oğlunun hâkim olacağı ümmettir. Bakır, Rumlardır. Demir, Acemlerdir. Kerpiç, Rumlara ve Acemlere hükümdâr olan iki kadındır. Gökten inip putu darmadağın edip toz hâline getiren taş ise âhır zamanda gelecek olan bir peygamber (Muhammed aleyhisselâm) ve O'nun getireceği dîne işârettir. O peygamberin getireceği din (İslâmiyet) bütün dinlerin hükümlerini nesh edecek yâni yürüdükten kaldıracak, bütün dünyâya yayılan bir din olacaktır” buyurdu. Danyâl aleyhisselâm rüyâsını tabir edince, Buhtunnasar; “Gördüğüm rüyâ aynen böyle idi” dedi. Onun bu rüyâyı hatırlatmasından ve tabirinden memnun oldu ve; “Senin bu hizmetin beni çok memnun etti. Sana bunun karşılığını vereyim. Şu üç şeyden birini tercih et. İstersen seni serbest bırakayım, kendi memleketine dön. Beyt-i Mukaddes'i imar et. Sana yardım edeyim. İstersen teb’ama emir vereyim sana ve bağlı olanlarına hürmet etsinler, istediğiniz gibi gezip dolaşınız. Dilersen yanımda kal, sana ve sana tâbi olanlara yardımda bulunayım” dedi. Bunun üzerine Danyâl aleyhisselâm Buhtunnasar'a şöyle dedi: “Ey Melik! Bizim diyârımızın harâb olması Allahü teâlânın takdiri iledir. Onun imârına kimsenin gücü yetmez. İstediğimiz yerde serbest seyahat etmemize gelince, senin etrâfa emir yaymana ihtiyâcım yoktur. Benim ve bana tâbi olanlar için en uygun yol, yine burada kalıp kendi hâlimizce meşgûl olmaktır.”
Danyâl aleyhisselâmın bu tercihi üzerine, Buhtunnasar, idâresi altında bulunan memleketin ileri gelen meşhûr devlet adamlarını, kumandanlarını bir araya topladı. Onlara şöyle dedi: “Danyâl aleyhisselâm hikmet ehli, akıllı, zekî bir kimsedir. Onun ilmi ile, gördüğüm rüyâmın beni huzûrsuz ve dağınık bir hâle sokmasından kurtuldum. Onun bu izâhı beni gafletten uyandırdı. Bundan sonra memleketin işlerini ona havâle ettim. Benim emirlerim Danyâl'ın aleyhisselâm fermânına uygun olmazsa kabûl etmeyiniz. Benim ona muhâlefetim olursa kabûl etmeyiniz!” Toplananlar, Danyâl aleyhisselâmın bu derece hürmet görmesini ve ona değer verilmesini hayretle karşıladılar. Ona karşı hased ettiler. Bâbil diyârının ileri gelenleri, Buhtunnasar'ın, Danyâl aleyhisselâmdan bu vazifeyi alması için yoğun bir faaliyete giriştiler. Buhtunnasar'a şöyle dediler; “Ey Melik! Bundan önce senin yanında biz kıymetli ve îtibârlı tutuluyorduk. Bu sebeple de teb’a ve askerler bizden çekinip itâat ediyordu. Şimdi biz işten elçekip, kenara itilmiş bir hâle düştük. Düşmanlarımız ise üzerimize gelmek için hazırlanıp, yakında harekete geçeceklerdir. Devlete ve saltanata zarar gelmiştir. Bunun sonu düşmana karşı mağlûb olup, yıkılmaktır. Böyle bir iş yapmakla, hatâ etmiş olduğunun farkına varmanı istiyoruz”. Buhtunnasar bunlara şöyle cevap verdi: “İnsan hatâdan hâli olmaz. Hatam varsa kabûl ederim. Ancak Danyâl aleyhisselâm, hikmet ehli, fazîletli ve herkesin işini görmektedir. Akıllı olan kimselere, onun hakkında böyle konuşmak yakışmaz. Zirâ onun sizlerden çok fazîletli ve üstün olduğunu defâlarca denedim. Sizin akıl ve idrâkinizin az olduğunu gördüm. Bu sebeple devlet işlerini ona havâle ettim.”
Devletin ileri gelenleri, Buhtunnasar'ı bu yollardan ikna edemeyeceklerini anlayınca, başka hîleler aramaya başladılar. Buhtunnasar ve tebaası ateşperest idiler. Danyâl aleyhisselâma hased edenler, Buhtunnasar'a şöyle dediler: “Danyâl aleyhisselâm her şeye kâdir ve her şeyi bilen bir Allah'a inanıyor. Eğer sen bize izin verirsen, sana büyük bir put yapalım. O put da sana bilinmeyen şeyleri haber versin (!)" dediler. Buhtunnasar; “Eğer dediğiniz gibi bir şey yapıp ispat edebilirseniz, makbûlümdür” diyerek izin verdi. Bunun üzerine, bu teklifi yapan ahmaklar, ustalarını toplayıp çeşitli mâdenleri birleştirerek geniş ve yüksek bir put yaptılar. Putun başına da süslü bir taç koydular. Yanına da büyük bir ateş yakıp, halkın puta secde etmesini söylediler. Puta secde etmeyeni ise tutup ateşe attılar. Böylece İsrâiloğullarından, onların elinde esir olanlardan pek çok kimse ateşe atılmak sûretiyle yakılarak öldürüldü. Rivâyete göre Danyâl aleyhisselâm ve yanında bulunan dört kişiyi de ateşe atmışlardır. Fakat Allahü teâlânın koruması ile ateş onları yakmamıştır. Buhtunnasar bu hâli sarayından seyredip, yanmadıklarını hayretle görmüştür.
Abdullah bin Ebî Huzeyl'den gelen bir rivâyette ise, Buhtunnasar, Danyâl aleyhisselâmı (kendi dîninden olmadığı için veya Buhtunnasar'a yahutta, Buhtunnasar'ın resmine secde etmediği için) içinde, arslanların bulunduğu bir kuyuya atmıştır. Böylece, onun arslanlar tarafından parçalanmasını istemiştir. Fakat Danyâl aleyhisselâm arslanların arasına atılınca, Allahü teâlânın koruması ile arslanlar ona hiç dokunmamışlardır. Daha sonra, Danyâl aleyhisselâm, atıldığı kuyudan sağ salim kurtulmuştur. Buhtunnasar'ın ölmesinden sonra da Behmen bin İsfendiyar tarafından Üzeyr aleyhisselâm ile birlikte Kudüs'e gönderilmiştir. Danyâl aleyhisselâm Kudüs'e gittikten bir müddet sonra, Ehvâz yakınında bulunan Sûse şehrinde vefât etmiştir.
Hazret-i Ömer, halîfeliği sırasında Ebû Mûse'l-Eş’arî'yi bir orduya kumandan tâyin edip, ordusuyla Sûse şehri üzerine göndermişti. Ebû Mûse'l-Eş’arî, bu şehirde Danyâl aleyhisselâmın kabrini buldu. Hazret-i Ömer'e durumu bildirip, aldığı emir üzere, İslâmiyetin emrine uygun olarak yeniden defnetti. Rivâyete göre bir nehrin suyunu set ile kesip nehrin yatağına defnetmiş, sonra nehrin suyunu salmıştır. Kabrini Ebû Mûse'l-Eş’arî'den başka bilen olmamıştır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget