Zekeriyyâ Aleyhisselâmın Dua ve fazîleti
Dua ve fazîleti:
Zekeriyyâ aleyhisselâmın kıssasında duâ ve duânın nasıl yapılacağına, ne için duâ edileceğine işâretler vardır. Duâ, en fazîletli ibâdetlerdendir. Çünkü duâ, Allahü teâlânın Rab oluşunu kabûl ve îtirâf etmek, rızâsını kazanmakta ve tevâzûda ihlâslı ve samîmi olma ve her şeyin sâhibi ve Mâliki olan Allahü teâlâya muhtâçlık gibi mânâları ifâde eder. İhlâsla ve hudû ile yapılan duâ kabûl olur. Kalb gaflette iken yapılan duâ kabûl olmaz.
Allahü teâlâ Dâvûd'a (aleyhisselâm); “Bana gaflet hâlinde iken duâ etme. Sana gadabımla karşılık veririm” diye vahyetti.
Sâlihlerden birisi şöyle dedi: “Mü’minin duâsı, onun iyi, amelleridir.” Bunun mânâsı; “Sâlih kimselerin duâsı kabûl olur” demektir. Kabûl olunan duâ, Allahü teâlâya tam bir dönüş, yalvarıp, yakarma ve ihlâs ile yapılan duâdır. Böyle bir duâyı da sâlih kimseler yapar. Günâhlara dalmış, Allahü teâlâdan ve O'nun âyetlerinden gâfil ve habersiz kimse, dili ile duâ eder. Çünkü onun kalbi, nefsinin arzu ve istekleri ile meşgûldür. Böyle bir kimsenin kalbinde, samîmi olarak Allahü teâlâya dönüş ve günâhlarına pişmanlık durumu olsa idi, üzerinde bulunduğu günâhları terkeder, onlardan dolayı pişmanlık duyar ve yaptığı günâhlar sebebiyle Allahü teâlâdan hayâ ederdi.
Denilir ki: “Günâh, kalbde siyah bir nokta gibidir. Kul tevbe ettiği zaman, kalbden bu siyahlık gider. Eğer günâh işlemeye devam ederse, kalbi kararır ve kör olur.”
Enes bin Mâlik'in rivâyet ettiği hadis-i kudsîde, Allahü teâlâ Âdemoğluna; “Seninle benim aramda olan şey; senden duâ, benden kabûl etmektir.” buyurmuştur. Duâ, Allahü teâlâya ibâdet, O'na boyun eğmek ve tâzimdir. Duâdan faydalanan, duâyı yapan kimsedir. Kul duâ etmekle ya bir dileğine kavuşur veya sevâb kazanır. Resûlullah efendimiz; “Dua; mü’minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yerin nûrudur”, “Genişlik zamanında çok duâ eden kimsenin, belâ ve musîbet zamanında yaptığı duâları kabûl olur” buyurdu.
Allahü teâlâya samîmiyetle dönmüş, O'ndan korkan kimsenin duâsı geri çevrilmez. İnsan bâzan kendisine faydası olmayan dünyâ işleri için duâ eder. Bu duâsı kabûl olunmaz. Bu husûsta Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “İnsan, hayra duâ eder gibi, (kızınca) fenâlığa da duâ eder (zararına olarak bedduâda bulunur). İnsan (akıbetini düşünmemekle) pek aceleci olmuştur.” (İsrâ sûresi: 11) İnsan, dünyâ işlerinde kendisine hayırlı olan ile olmayanı birbirinden ayıramaz. Hayırlı olan için duâ ettiği gibi, şer olan için de duâ eder. İnsan, duâsının hemen kabûl olmasını ister. Halbuki bâzan duânın kabûlünün geciktirilmesi onun için daha hayırlı olur.
Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve selem) mübârek zevcesi Hafsa vâlidemiz buyurdu ki; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) uyumak istedikleri zaman, sağ elini mübârek yanaklarının altına kor ve üç defâ; “Allah'ım! Kullarını dirilttiğin gün beni azâbından koru” buyururlardı.
Âişe vâlidemiz bildirdi: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) geceleyin uyandıkları zaman; “Allah'ım! Senden başka ilâh yoktur. Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Yâ Rabbî! Hatalarım için senden af ve mağfiret dilerim. Senden rahmetini dilerim. Allah'ım! İlmimi arttır. Bana hidâyetten sonra kalbimi saptırma. Bana yüce katından rahmetini ihsân eyle. Muhakkak ki sen herkese istediğini vericisin” duâsını okurdu.
Selmân-ı Fârisî'nin bildirdiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) “Muhakkak ki Allahü teâlâ, huzûrunda ellerini uzatıp kendisinden isteyen kulunun ellerini boş çevirmekten hayâ eder” buyurdu.
Hazret-i Ali anlattı: Ben Kâbe-i muazzamada tavâf ederken birisi ile karşılaştım. Kâbe'nin örtüsüne yapışmış; “Ey her şeyi işiten, her isteyenin istediğini bilen, ey ısrâr edenlerin ısrârından rahatsız olmayan Allah'ım! Beni affın ve rahmetinin tatlılığı ile rızıklandır” diye duâ ediyordu. Ben de; “Ey Allah'ın kulu! Sözünü bana bir defâ daha tekrar eder misin?” dedim.O zât; “Sen benim söylediğimi işittin mi?” deyince, cevaben; “Hızır'ın nefsi yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, herhangi bir kul, bu sözleri her farz namazın peşinden söylerse, onun günâhları af ve mağfiret olunur” dedim. Hazret-i Ali bu zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu keşfen anlamıştı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Rabbinize yalvararak ve gizlice duâ ediniz...” (A’râf sûresi: 55), “Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm. Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak Cehennem’e gireceklerdir” buyurdu. (Mü’min sûresi: 60)
Duâ, ihtiyâcın anahtarıdır. İhtiyaç sâhibi olanların istirâhat mahallidir. Sıkıntı sâhiplerinin sığındığı yerdir. Dert ve hacet sâhibi olanların nefes aldıkları alandır. Duânın âdâbı, duâ yapılırken kalbin gafletten uzak olmasıdır. Duânın şartı ise, duâ yapanın helâl yemesidir.
Enes bin Mâlik (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor: Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve selem) zamanında Şam ile Mekke arasında mal ticâreti yapan bir tüccar vardı. Bu zât, Allahü teâlâya tevekkül eder, kâfile ile birlikte yola çıkmaz, yalnız giderdi. Bir gün Şam'dan Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda bir eşkıya gelerek, tüccara “Dur” diye bağırdı. Tüccar durdu ve eşkıyaya dönerek; “Senin istediğin malımdır, bana yol ver” dedi. Eşkıya; “Senin malın zâten malımdır, kastım sanadır” deyince, tüccar; “Senin işin malım iledir. Bana yol ver, beni ne yapacaksın?” dedi. Eşkıya bu teklifini reddedince, tüccar; “O hâlde bana bir süre izin ver de, abdest alıp namaz kılayım ve Allahü teâlâya duâ edeyim” dedi. Eşkıya; “Aklına gelen şeyi yapabilirsin” diyerek tüccara izin verdi. Tüccar önce abdest alıp dört rekat namaz kıldı. Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti; “Yâ Rabbî, Yâ Rabbî! Ey yüce Arş'ın sâhibi, ey yoktan var eden ve öldükten sonra tekrar dirilten ey dilediğini yapan, Allah’ım! Arş'ın dört tarafını dolduran nûrun hürmetine sana yalvarıyorum, bütün mahlûkâta hâkim olan kudretin hürmetine, her şeyi kuşatan rahmetin hürmetine, sana yalvararak istiyorum. Ey çâresiz kalanların imdadına yetişen!” Üç kere bu duâyı tekrar etti. Tüccar duâsını bitirir bitirmez, karşıdan kır atlı, beyaz elbiseli ve elinde nûrdan süngüsü ile bir süvâri geldi. Eşkıya hemen bu süvâriye yöneldi. Eşkıya yaklaşınca, o süvâri ona hücûm ederek öyle bir darbe indirdi ki hemen atından düştü. O süvâri tüccara gelerek; “Kalk ve bu adamı öldür” dedi. Tüccar; “Sen kimsin? Ben şimdiye kadar adam öldürmedim ve bu adamı öldürmek istemiyorum” dedi. Bunun üzerine süvâri, şakînin yanına giderek onu öldürdü. Sonra tüccarın yanına geldi ve; “Bil ki ben üçüncü semâdan gelen bir meleğim. İlk önce duâ ettiğinde semânın kapılarında kılıç şakırtıları işittik ve vukûât olduğunu anladık. İkinci yalvarışında semânın kapıları açıldı ve ateş kıvılcımları gibi kıvılcımlar ortaya yayıldı. Üçüncü yakarışından sonra üst semâdan Cebrâil aleyhisselâm inerek bize geldi ve; “Bu belâyı kim defedecek?” diye seslendi. Bunu duyunca, Rabbime, bu eşkıyayı öldürme vazifesini bana vermesi için duâ ettim. Ey Allah'ın kulu iyi bil, kim senin duâ ettiğin gibi duâ ederse, Allahü teâlâ, her çeşit dert ve sıkıntısını, uğradığı musîbeti ondan uzaklaştırır. Kendisine yardımda bulunur” dedi. Şakîden kurtulan tacir sağ salim olarak malı ile Mekke'ye gelince, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve selem) ziyâret ederek, başından geçen olayı ve yaptığı duâyı anlattı. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) bunun üzerine; “Şüphesiz ki Allahü teâlâ sana öyle güzel isimler (Esmâ-i hüsna) bildirmiştir. Bunlarla duâ edilirse kabûl edilir, bir şey istenirse ihsân edilir.” buyurdular. Arabî şiir tercümesi:
Delikanlının akıttığı göz yaşı.
Gizli olan hislerinin tercümânı.
Alıp verdiği nefeslerinin hepsi,
Eder ifşa içindeki gizli sırları...
Horasan valisi Abdullah bin Tâhir, çok adil idi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, valiye bildirmişlerdi. Hırsızlardan biri kaçtı. Hiratlı bir demirci Nişabur'a gitmişti. Bir zaman sonra, evine dönüp gece giderken, bunu yakaladılar. Hırsızlarla beraber, valiye çıkardılar. Vali; “Hapsedin!” dedi. Demirci, hapishanede abdest alıp namaz kıldı. Ellerini uzatıp; “Yâ Rabbî! Günâhım olmadığını, ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan, ancak sen kurtarırsın. Yâ Rabbî! Beni kurtar!” diye duâ etti. Vali, o gece rüyâda dört kuvvetli kimse gelip, tahtını tersine çevirecekleri vakit uyandı. Hemen abdest alıp, iki rekat namaz kıldı. Tekrar uyudu. Tekrar, o dört kimsenin, tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde, bir mazlumun âhı bulunduğunu anladı. Şiir:
Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,
Gözyaşının seher vakti yaptığını.
Düşman kaçıran süngüleri, çok defâ,
Toz gibi yapar, bir mü’minin duâsı.
Yâ Rabbî! Büyük yalnız sensin! Sen Öyle bir büyüksün ki, büyükler ve küçükler, sıkışınca, ancak sana yalvarır. Sana yalvaran, ancak murâdına kavuşur.
Hemen o gece, hapishane müdürünü çağırıp; “Bir mazlum kalmış mı?” dedi. Müdür; “Bunu bilemem. Yalnız, biri namaz kılıp, çok duâ ediyor. Göz yaşları döküyor” deyince, onu getirtti. Hâlini sorup anladı, özür dileyip; “Hakkını helâl et ve bin gümüş hediyemi kabûl et ve herhangi bir arzun olunca bana gel!” diye ricâ etti. Demirci; “Hakkımı helâl ettim ve hediyeni kabûl ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeğe gelmem” dedi. Vali; “Niçin?” diye sorunca; “Çünkü, benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultânın tahtını birkaç defâ tersine çeviren sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına götürmekliğim kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla, beni nice sıkıntıdan kurtardı. Nice murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da, başkasına sığınırım? Rabbim, nihâyeti olmayan rahmet hazînesinin kapısını açmış, sonsuz ihsân sofrasını, herkese yaymış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de, vermedi? İstemesini bilmezsen alamazsın. Huzûruna edeble çıkmazsan, rahmetine kavuşamazsın” dedi.
İbadet eşiğine, kim ki, bir gece baş kodu,
Dostun lütfu, açar ona, elbette bibr kapu.
Evliyânın büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi aleyhâ), adamın biri duâ ederken; “Yâ Rabbî! Bana rahmet kapısını aç!” dediğini, işitince; “Ey câhil! Allahü teâlânın rahmet kapısı; şimdiye kadar kapalı mı idi de şimdi açılmasını istiyorsun?” dedi. (Rahmetin çıkış kapısı, her zaman açık ise de, giriş kapısı olan kalpler, herkesde açık değildir. Bunun açılması için duâ etmelidir!)
Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “(Ey Habîbim!) Kullarım sana beni sorunca; (haber ver ki) muhakkak ki ben (ilim ve icâbetle onlara şah damarlarından daha) yakınımdır. Bana duâ edince ben o duâ edenin dâvetine icâbet ederim. O hâlde onlar da benim dâvetime (itaatle) icâbet (Tefsîr-i Mazharî'de bu kısma; “Benden duâlarına icâbet etmemi taleb etsinler” şeklinde de mânâ verilmiştir.) ve bana îmân (da devam) etsinler. Tâ ki (o sayede) doğru yola ulaşmış olalar. (Bakara sûresi: 186)
“Rabbiniz buyurdu ki: Bana duâ edin. Size icâbet (ve duânızı kabûl) edeyim. Çünkü bana ibâdetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar hor ve hakîr kimseler olarak Cehennem’e gireceklerdir.” (Mü’min sûresi: 60)
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Hadîs-i şerîflerde; “Allahü teâlâ katında duâdan makbûl ve kıymetli hiç bir şey yoktur.”
“Kul, duâsında üç şeyin birini almaktan şaşmaz. Ya duâ sayesinde günâhı bağışlanır, veyahut peşin bir mükafat alır, yahut âhırette karşılığını bulur” buyurdu.
Hiç bir sakınma, takdiri değiştirmez. Fakat duâ, inmiş ve inmemiş olan şeylere fayda verir. Bela iner, onu duâ karşılar. İkisi, kıyâmet gününe kadar mücâdele ederler. Kazâ-i mu'allak, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur.” Duânın belâyı defetmesi de kazâ ve kaderdir. Kalkanın oka siper ve suyun, otun yetişmesine sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. Bir Hadîs-i şerîfte; “Kazâ-i mu'allakı hiç bir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü yalnız ihsân, iyilik arttırır” buyruldu. Kazâ, Allahü teâlânın takdirinin yâni kaderinin levh-i mahfûzda yazılmasıdır. Bir kimseye takdir edilen belâ, kazâ-i mu'allak ise, yâni o kimsenin duâ etmesi de takdir edilmiş ise, duâ eder; kabûl olunca, belâyı önler. Ecel-i kazâyı da, iyilik etmek geciktirir. Fakat Ecel-i müsemmâ değişmez. Ecel-i kazâ; bir kimse, eğer iyi iş yapar, yahut sadaka verir, hac ederse ömrü altmış sene, bunları yapmazsa kırk sene diye takdir edilmesi gibidir. Vakit tamam olunca, eceli bir an gecikmez. Birinin üç gün ömrü kalmış iken, akrabâsını, Allah rızâsı için ziyâret etmesi ile ömrü otuz seneye uzar. Otuz sene ömrü olan kimse de akrabâsını terk ettiği için, ömrü üç güne iner.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
“Allahü teâlâ katında duâdan daha kıymetli bir şey yoktur.”
“Allahü teâlâ kendisinden istemeyene gazâb eder.”
“Dua, mü’minin silâhıdır.”
“Dua dînin direğidir.”
“Dua, göklerin ve yerin nûrudur.”
“Rabbini anan ile anmayan kimsenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”
“Kimi, şiddetli sıkıntı zamanlarında, Allahü teâlânın duâsını kabûl etmesi sevindirirse, genişlik zamanında çok duâ etsin.”