Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Dua ve fazîleti:

Zekeriyyâ aleyhisselâmın kıssasında duâ ve duânın nasıl yapılacağına, ne için duâ edileceğine işâretler vardır. Duâ, en fazîletli ibâdetlerdendir. Çünkü duâ, Allahü teâlânın Rab oluşunu kabûl ve îtirâf etmek, rızâsını kazanmakta ve tevâzûda ihlâslı ve samîmi olma ve her şeyin sâhibi ve Mâliki olan Allahü teâlâya muhtâçlık gibi mânâları ifâde eder. İhlâsla ve hudû ile yapılan duâ kabûl olur. Kalb gaflette iken yapılan duâ kabûl olmaz.
Allahü teâlâ Dâvûd'a (aleyhisselâm); “Bana gaflet hâlinde iken duâ etme. Sana gadabımla karşılık veririm” diye vahyetti.
Sâlihlerden birisi şöyle dedi: “Mü’minin duâsı, onun iyi, amelleridir.” Bunun mânâsı; “Sâlih kimselerin duâsı kabûl olur” demektir. Kabûl olunan duâ, Allahü teâlâya tam bir dönüş, yalvarıp, yakarma ve ihlâs ile yapılan duâdır. Böyle bir duâyı da sâlih kimseler yapar. Günâhlara dalmış, Allahü teâlâdan ve O'nun âyetlerinden gâfil ve habersiz kimse, dili ile duâ eder. Çünkü onun kalbi, nefsinin arzu ve istekleri ile meşgûldür. Böyle bir kimsenin kalbinde, samîmi olarak Allahü teâlâya dönüş ve günâhlarına pişmanlık durumu olsa idi, üzerinde bulunduğu günâhları terkeder, onlardan dolayı pişmanlık duyar ve yaptığı günâhlar sebebiyle Allahü teâlâdan hayâ ederdi.
Denilir ki: “Günâh, kalbde siyah bir nokta gibidir. Kul tevbe ettiği zaman, kalbden bu siyahlık gider. Eğer günâh işlemeye devam ederse, kalbi kararır ve kör olur.”
Enes bin Mâlik'in rivâyet ettiği hadis-i kudsîde, Allahü teâlâ Âdemoğluna; “Seninle benim aramda olan şey; senden duâ, benden kabûl etmektir.” buyurmuştur. Duâ, Allahü teâlâya ibâdet, O'na boyun eğmek ve tâzimdir. Duâdan faydalanan, duâyı yapan kimsedir. Kul duâ etmekle ya bir dileğine kavuşur veya sevâb kazanır. Resûlullah efendimiz; “Dua; mü’minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yerin nûrudur”, “Genişlik zamanında çok duâ eden kimsenin, belâ ve musîbet zamanında yaptığı duâları kabûl olur” buyurdu.
Allahü teâlâya samîmiyetle dönmüş, O'ndan korkan kimsenin duâsı geri çevrilmez. İnsan bâzan kendisine faydası olmayan dünyâ işleri için duâ eder. Bu duâsı kabûl olunmaz. Bu husûsta Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “İnsan, hayra duâ eder gibi, (kızınca) fenâlığa da duâ eder (zararına olarak bedduâda bulunur). İnsan (akıbetini düşünmemekle) pek aceleci olmuştur.” (İsrâ sûresi: 11) İnsan, dünyâ işlerinde kendisine hayırlı olan ile olmayanı birbirinden ayıramaz. Hayırlı olan için duâ ettiği gibi, şer olan için de duâ eder. İnsan, duâsının hemen kabûl olmasını ister. Halbuki bâzan duânın kabûlünün geciktirilmesi onun için daha hayırlı olur.
Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve selem) mübârek zevcesi Hafsa vâlidemiz buyurdu ki; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) uyumak istedikleri zaman, sağ elini mübârek yanaklarının altına kor ve üç defâ; “Allah'ım! Kullarını dirilttiğin gün beni azâbından koru” buyururlardı.
Âişe vâlidemiz bildirdi: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) geceleyin uyandıkları zaman; “Allah'ım! Senden başka ilâh yoktur. Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Yâ Rabbî! Hatalarım için senden af ve mağfiret dilerim. Senden rahmetini dilerim. Allah'ım! İlmimi arttır. Bana hidâyetten sonra kalbimi saptırma. Bana yüce katından rahmetini ihsân eyle. Muhakkak ki sen herkese istediğini vericisin” duâsını okurdu.
Selmân-ı Fârisî'nin bildirdiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) “Muhakkak ki Allahü teâlâ, huzûrunda ellerini uzatıp kendisinden isteyen kulunun ellerini boş çevirmekten hayâ eder” buyurdu.
Hazret-i Ali anlattı: Ben Kâbe-i muazzamada tavâf ederken birisi ile karşılaştım. Kâbe'nin örtüsüne yapışmış; “Ey her şeyi işiten, her isteyenin istediğini bilen, ey ısrâr edenlerin ısrârından rahatsız olmayan Allah'ım! Beni affın ve rahmetinin tatlılığı ile rızıklandır” diye duâ ediyordu. Ben de; “Ey Allah'ın kulu! Sözünü bana bir defâ daha tekrar eder misin?” dedim.O zât; “Sen benim söylediğimi işittin mi?” deyince, cevaben; “Hızır'ın nefsi yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, herhangi bir kul, bu sözleri her farz namazın peşinden söylerse, onun günâhları af ve mağfiret olunur” dedim. Hazret-i Ali bu zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu keşfen anlamıştı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Rabbinize yalvararak ve gizlice duâ ediniz...” (A’râf sûresi: 55), “Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm. Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak Cehennem’e gireceklerdir” buyurdu. (Mü’min sûresi: 60)
Duâ, ihtiyâcın anahtarıdır. İhtiyaç sâhibi olanların istirâhat mahallidir. Sıkıntı sâhiplerinin sığındığı yerdir. Dert ve hacet sâhibi olanların nefes aldıkları alandır. Duânın âdâbı, duâ yapılırken kalbin gafletten uzak olmasıdır. Duânın şartı ise, duâ yapanın helâl yemesidir.
Enes bin Mâlik (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor: Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve selem) zamanında Şam ile Mekke arasında mal ticâreti yapan bir tüccar vardı. Bu zât, Allahü teâlâya tevekkül eder, kâfile ile birlikte yola çıkmaz, yalnız giderdi. Bir gün Şam'dan Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda bir eşkıya gelerek, tüccara “Dur” diye bağırdı. Tüccar durdu ve eşkıyaya dönerek; “Senin istediğin malımdır, bana yol ver” dedi. Eşkıya; “Senin malın zâten malımdır, kastım sanadır” deyince, tüccar; “Senin işin malım iledir. Bana yol ver, beni ne yapacaksın?” dedi. Eşkıya bu teklifini reddedince, tüccar; “O hâlde bana bir süre izin ver de, abdest alıp namaz kılayım ve Allahü teâlâya duâ edeyim” dedi. Eşkıya; “Aklına gelen şeyi yapabilirsin” diyerek tüccara izin verdi. Tüccar önce abdest alıp dört rekat namaz kıldı. Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti; “Yâ Rabbî, Yâ Rabbî! Ey yüce Arş'ın sâhibi, ey yoktan var eden ve öldükten sonra tekrar dirilten ey dilediğini yapan, Allah’ım! Arş'ın dört tarafını dolduran nûrun hürmetine sana yalvarıyorum, bütün mahlûkâta hâkim olan kudretin hürmetine, her şeyi kuşatan rahmetin hürmetine, sana yalvararak istiyorum. Ey çâresiz kalanların imdadına yetişen!” Üç kere bu duâyı tekrar etti. Tüccar duâsını bitirir bitirmez, karşıdan kır atlı, beyaz elbiseli ve elinde nûrdan süngüsü ile bir süvâri geldi. Eşkıya hemen bu süvâriye yöneldi. Eşkıya yaklaşınca, o süvâri ona hücûm ederek öyle bir darbe indirdi ki hemen atından düştü. O süvâri tüccara gelerek; “Kalk ve bu adamı öldür” dedi. Tüccar; “Sen kimsin? Ben şimdiye kadar adam öldürmedim ve bu adamı öldürmek istemiyorum” dedi. Bunun üzerine süvâri, şakînin yanına giderek onu öldürdü. Sonra tüccarın yanına geldi ve; “Bil ki ben üçüncü semâdan gelen bir meleğim. İlk önce duâ ettiğinde semânın kapılarında kılıç şakırtıları işittik ve vukûât olduğunu anladık. İkinci yalvarışında semânın kapıları açıldı ve ateş kıvılcımları gibi kıvılcımlar ortaya yayıldı. Üçüncü yakarışından sonra üst semâdan Cebrâil aleyhisselâm inerek bize geldi ve; “Bu belâyı kim defedecek?” diye seslendi. Bunu duyunca, Rabbime, bu eşkıyayı öldürme vazifesini bana vermesi için duâ ettim. Ey Allah'ın kulu iyi bil, kim senin duâ ettiğin gibi duâ ederse, Allahü teâlâ, her çeşit dert ve sıkıntısını, uğradığı musîbeti ondan uzaklaştırır. Kendisine yardımda bulunur” dedi. Şakîden kurtulan tacir sağ salim olarak malı ile Mekke'ye gelince, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve selem) ziyâret ederek, başından geçen olayı ve yaptığı duâyı anlattı. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) bunun üzerine; “Şüphesiz ki Allahü teâlâ sana öyle güzel isimler (Esmâ-i hüsna) bildirmiştir. Bunlarla duâ edilirse kabûl edilir, bir şey istenirse ihsân edilir.” buyurdular. Arabî şiir tercümesi:
Delikanlının akıttığı göz yaşı.
Gizli olan hislerinin tercümânı.
Alıp verdiği nefeslerinin hepsi,
Eder ifşa içindeki gizli sırları...
Horasan valisi Abdullah bin Tâhir, çok adil idi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, valiye bildirmişlerdi. Hırsızlardan biri kaçtı. Hiratlı bir demirci Nişabur'a gitmişti. Bir zaman sonra, evine dönüp gece giderken, bunu yakaladılar. Hırsızlarla beraber, valiye çıkardılar. Vali; “Hapsedin!” dedi. Demirci, hapishanede abdest alıp namaz kıldı. Ellerini uzatıp; “Yâ Rabbî! Günâhım olmadığını, ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan, ancak sen kurtarırsın. Yâ Rabbî! Beni kurtar!” diye duâ etti. Vali, o gece rüyâda dört kuvvetli kimse gelip, tahtını tersine çevirecekleri vakit uyandı. Hemen abdest alıp, iki rekat namaz kıldı. Tekrar uyudu. Tekrar, o dört kimsenin, tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde, bir mazlumun âhı bulunduğunu anladı. Şiir:
Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,
Gözyaşının seher vakti yaptığını.
Düşman kaçıran süngüleri, çok defâ,
Toz gibi yapar, bir mü’minin duâsı.
Yâ Rabbî! Büyük yalnız sensin! Sen Öyle bir büyüksün ki, büyükler ve küçükler, sıkışınca, ancak sana yalvarır. Sana yalvaran, ancak murâdına kavuşur.
Hemen o gece, hapishane müdürünü çağırıp; “Bir mazlum kalmış mı?” dedi. Müdür; “Bunu bilemem. Yalnız, biri namaz kılıp, çok duâ ediyor. Göz yaşları döküyor” deyince, onu getirtti. Hâlini sorup anladı, özür dileyip; “Hakkını helâl et ve bin gümüş hediyemi kabûl et ve herhangi bir arzun olunca bana gel!” diye ricâ etti. Demirci; “Hakkımı helâl ettim ve hediyeni kabûl ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeğe gelmem” dedi. Vali; “Niçin?” diye sorunca; “Çünkü, benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultânın tahtını birkaç defâ tersine çeviren sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına götürmekliğim kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla, beni nice sıkıntıdan kurtardı. Nice murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da, başkasına sığınırım? Rabbim, nihâyeti olmayan rahmet hazînesinin kapısını açmış, sonsuz ihsân sofrasını, herkese yaymış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de, vermedi? İstemesini bilmezsen alamazsın. Huzûruna edeble çıkmazsan, rahmetine kavuşamazsın” dedi.
İbadet eşiğine, kim ki, bir gece baş kodu,
Dostun lütfu, açar ona, elbette bibr kapu.
Evliyânın büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi aleyhâ), adamın biri duâ ederken; “Yâ Rabbî! Bana rahmet kapısını aç!” dediğini, işitince; “Ey câhil! Allahü teâlânın rahmet kapısı; şimdiye kadar kapalı mı idi de şimdi açılmasını istiyorsun?” dedi. (Rahmetin çıkış kapısı, her zaman açık ise de, giriş kapısı olan kalpler, herkesde açık değildir. Bunun açılması için duâ etmelidir!)
Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “(Ey Habîbim!) Kullarım sana beni sorunca; (haber ver ki) muhakkak ki ben (ilim ve icâbetle onlara şah damarlarından daha) yakınımdır. Bana duâ edince ben o duâ edenin dâvetine icâbet ederim. O hâlde onlar da benim dâvetime (itaatle) icâbet (Tefsîr-i Mazharî'de bu kısma; “Benden duâlarına icâbet etmemi taleb etsinler” şeklinde de mânâ verilmiştir.) ve bana îmân (da devam) etsinler. Tâ ki (o sayede) doğru yola ulaşmış olalar. (Bakara sûresi: 186)
“Rabbiniz buyurdu ki: Bana duâ edin. Size icâbet (ve duânızı kabûl) edeyim. Çünkü bana ibâdetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar hor ve hakîr kimseler olarak Cehennem’e gireceklerdir.” (Mü’min sûresi: 60)
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellemHadîs-i şerîflerde; Allahü teâlâ katında duâdan makbûl ve kıymetli hiç bir şey yoktur.”
“Kul, duâsında üç şeyin birini almaktan şaşmaz. Ya duâ sayesinde günâhı bağışlanır, veyahut peşin bir mükafat alır, yahut âhırette karşılığını bulur” buyurdu.
Hiç bir sakınma, takdiri değiştirmez. Fakat duâ, inmiş ve inmemiş olan şeylere fayda verir. Bela iner, onu duâ karşılar. İkisi, kıyâmet gününe kadar mücâdele ederler. Kazâ-i mu'allak, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur.” Duânın belâyı defetmesi de kazâ ve kaderdir. Kalkanın oka siper ve suyun, otun yetişmesine sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. Bir Hadîs-i şerîfte; “Kazâ-i mu'allakı hiç bir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü yalnız ihsân, iyilik arttırır” buyruldu. Kazâ, Allahü teâlânın takdirinin yâni kaderinin levh-i mahfûzda yazılmasıdır. Bir kimseye takdir edilen belâ, kazâ-i mu'allak ise, yâni o kimsenin duâ etmesi de takdir edilmiş ise, duâ eder; kabûl olunca, belâyı önler. Ecel-i kazâyı da, iyilik etmek geciktirir. Fakat Ecel-i müsemmâ değişmez. Ecel-i kazâ; bir kimse, eğer iyi iş yapar, yahut sadaka verir, hac ederse ömrü altmış sene, bunları yapmazsa kırk sene diye takdir edilmesi gibidir. Vakit tamam olunca, eceli bir an gecikmez. Birinin üç gün ömrü kalmış iken, akrabâsını, Allah rızâsı için ziyâret etmesi ile ömrü otuz seneye uzar. Otuz sene ömrü olan kimse de akrabâsını terk ettiği için, ömrü üç güne iner.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Allahü teâlâ katında duâdan daha kıymetli bir şey yoktur.”
Allahü teâlâ kendisinden istemeyene gazâb eder.”
“Dua, mü’minin silâhıdır.”
“Dua dînin direğidir.”
“Dua, göklerin ve yerin nûrudur.”
“Rabbini anan ile anmayan kimsenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”
 “Kimi, şiddetli sıkıntı zamanlarında, Allahü teâlânın duâsını kabûl etmesi sevindirirse, genişlik zamanında çok duâ etsin.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mûcizeleri altı çeşit idi:

1- Zekeriyyâ aleyhisselâmın kalemleri, kendi kendine Tevrât'ı yazar idi. Bir gün Beyt-i Makdis'de, maiyetinde yetmiş kişi olduğu hâlde Tevrât'ı yazarlarken yahudilerden biri gelip; “Hak peygamber olsaydın, elinle Tevrât yazmağa muhtâç olmazdın. Sen de yanındakiler gibi yazıyorsun, aranızda hiç bir fark görmüyorum” diye konuştu. Hazret-i Zekeriyyâ bu söze çok üzüldü ve merâklandı. Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Ey Zekeriyyâ, buradan kalkınız! Kaleminize emrediniz, kendi kendine yazsın” dedi. Hazret-i Zekeriyyâ kalkıp, emredince, kalem istenen şeyi yazmaya başladı. O saatte kalem oniki sûre yazdı. Bu mûcize ile bir çok kimse îmân etti.
2- Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem'i terbiyesi altına aldığı vakit, yazılması lâzım gelen kefaletnameyi, kalemsiz, hokkasız yazmışlardır.
3- Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, Zekeriyyâ aleyhisselâm ve Beyt-i Makdis'deki âlimler arasında hazret-i Meryem'in kefaleti hakkında meydana çıkan ihtilaf üzerine, herkes kendi kalemini Ürdün suyuna atmış, yalnız hazret-i Zekeriyyâ'nın kalemi suyun üzerinde kalmıştı.
4- Ağaçlar, Zekeriyyâ aleyhisselâm ile konuşurlardı. Yahudilerden bir tâife kendisini şehîd etmek üzere araştırırlarken, bir ağaç; “Ey Allah'ın peygamberi! Gel bende gizlen. Seni muhâfaza ederim” diye dile gelmişti.
5- Zekeriyyâ aleyhisselâm su üzerinde yürür ve mübârek ayakları ıslanmazdı. Kendisi için suda yürümekle, karada yürümek arasında fark yoktu.
6- Zekeriyyâ aleyhisselâmdan mûcize istendiği zaman, yakınlarındaki ağaçlara mübârek eliyle işâret etmiş, ağaçlar birden bire, köklerinden kopup, huzûruna, emre hazır vaziyette gelmiştir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden, ismi, Zekeriyyâ bin Âzen bin Müslim bin Sadun olup, soyu Süleymân aleyhisselâma ulaşır. Yahyâ aleyhisselâmın babasıdır. Kâşifî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre; Kudüs'de Mescid-i Aksâ'da Tevrât yazar, kurban kesmeyi idâre ederdi. Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği din üzere olup, onun dînini kuvvetlendirir, insanlara güler yüz ve tatlı dille nasîhat ederek doğru yola çağırırdı. Buhârî'nin (rahmetullahi aleyh) Sahîh’inde bildirdiğine göre; marangozluk yapar ve elinin emeğiyle geçinirdi. Kavmi tarafından şehîd edildi. Türbesi Hâlep'tedir.
Zekeriyyâ aleyhisselâm zamanında, Şam vilayeti Batlamyûsîler'in elinde idi. Onlar, Beyt-ül-Makdis'e hürmet ederler ve İsrâiloğullarını hoş tutarlardı. Beyt-ül-Makdis ma’mûr olup, gece ve gündüz orada ibâdet edilirdi. Tefsîr âlimleri dediler ki: “O zamanda İsrâiloğulları içinde gündüz oruçlu, gece namazla meşgûl çok kimse vardı. Bunların bir kısmı mescidden (Beyt-ül-Makdis'ten) çıkmaz, ibâdetten başka işle meşgûl olmazlardı. Mescidde, Hârûn aleyhisselâm neslinden din büyükleri vardı. O zamanda İsrâiloğulları arasında peygamber yoktu. Bunlar bir peygamber göndermesi için gece-gündüz Allahü teâlâya yalvarıyorlardı.
Cenâb-ı Hak, hazret-i Zekeriyyâ'yı peygamber olarak seçti. İsrâiloğulları sevinip ibâdette ona uydular. Kurbanlarını onun emrettiği şekilde kestiler. Zekeriyyâ aleyhisselâm zamanında dörtyüz âzâdlı âbid, Beyt-ül-Makdis'te ibâdetle meşgûl olup, hizmet ederlerdi. Azadlı denmesinin sebebi: İsrâiloğulları arasında bir kişi, Allahü teâlâ katında makbûl olmak isterse, hanımı hâmile olunca; “Yâ Rabbî! Eğer bu hanımım bir oğlan çocuğu dünyâya getirirse, onu sana ibâdet için (sana ibâdet etmek üzere), Beyt-ül-Makdis'e nezrim olarak âzâd ettim” demek âdetlerinden idi. Çocuğun anası da böyle derdi. Eğer çocuk oğlan olursa, mutlaka onun Beyt-ül-Makdis'e verilmesi üzerine lâzım olurdu. Kız olursa adağını yerine getirmesi icâbetmezdi. Fakat babası, dedesi isterlerse onu da Beyt-ül-Makdis'te ibâdet ve hizmet için terkedip dünyâ işlerine karıştırmazdı. Azad olan oğlan çocuğu beş yaşına girince, babası onu bir abide teslim ederdi. Böylece çocuk, ibâdetle meşgûl olur ve mescidden çıkmazdı. Küçüklüğünde ve büyüklüğünde ondan fenâ bir şey meydana gelmez, ölünceye kadar da güzel bir hâl üzre yaşardı. Mescidde vefât ettiğinde, malı varsa nafaka edinmeleri için mescid mücâvirlerine vakfolunurdu.
Ka'b-ül-Ahbâr bildirdi ki: Bu âzâd eylemek işi, Mûsâ aleyhisselâm zamanından kaldı. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma; “Ey Mûsâ! Kullarımdan ben o kişiyi severim ki, gençlik zamanından ihtiyârlık hâline kadar ibâdetle ömrünü geçirmiştir. Gençliğinde günâh işlememiş ve bana gönlü bağlı olan, benim çok sevdiğim kimsedir” buyurdu. İsrâiloğullarının bâzıları bu sebeple doğan oğlunu mescide getirip, nezrederlerdi. Onu dünyâ işlerinden âzâd ederlerdi. Böylece âzâdlı olurdu.
Zekeriyyâ aleyhisselâmın, soyu Rehoboam bin Süleymân aleyhisselâma uzanan İmrân bin Mâsân isminde bir dostu vardı. Zekeriyyâ aleyhisselâm, bu İmrân bin Mâsâ'nın kızı Elîsâ ile evlendi. Bu isim Îsâ olarak da zikredilmiştir.) Elîsâ ile hazret-i Meryem kardeş olup, babaları İmrân idi. İmrân, önce Elîsâ'nın annesi ile, sonra bunun başka erkekten olan kızı Hunne ile evlenmişti. Hazret-i Meryem'in annesi Hunne; “Cenâb-ı Hak bana bir oğul ihsân ederse, Beyt-ül-Makdis'e hizmetçi yapacağım” diye adadı. Kızı oldu. Adını Meryem koydu. Hazret-i Meryem dünyâya gelmeden önce, babası İmrân vefât etti. Hunne, hazret-i Hârûn neslinden gelen din âlimlerine teslim etmek için, kızını alarak Beyt-ül-Makdis'e götürdü. Onlara niyetini açıklayıp, nezrinin kabûlünü ricâ etti. Hazret-i Meryem'in dedesi, Mâsânoğullarından, asîl, şerefli bir âileden olduğu için onu himâyeye kabûl ettiler. Zekeriyyâ aleyhisselâm; “Çocuğu himâyeme ben alacağım. Akrabâ yönünden çocuğa en yakın benim. Çünkü onun teyzesi benim nikâhım altındadır” dedi. Diğer abidler de çocuğu himâyelerine almak istediklerinden aralarında şöyle bir karara vardılar. Hepsi Tevrât-ı şerîfi yazarken kullandıkları kalemlerini alarak bir derenin kenarına geldiler. Kararlaştırdıkları şekilde kalemlerini suya bıraktılar. Hepsinin kalemi batmış, yalnız Zekeriyyâ aleyhisselâmınki su üzerinde kalmıştı. Bu hâdiseden sonra, hazret-i Meryem'in himâye ve yetişmesini Zekeriyyâ aleyhisselâm üzerine aldı.
İkrime, Süddi, Katâde, Rebî bin Enes (radıyallahü anhüm) ve başkaları bu hâdiseyi şöyle naklettiler; Ürdün nehrine giderek, orada kalemlerini atacaklar; suyun akıntısına rağmen kimin kalemi bir yerde durup batmazsa, hazret-i Meryem'e kefil olacaktı. Kalemlerini suya attılar. Zekeriyyâ aleyhisselâmın kalemi hariç hepsini su alıp götürdü. Hattâ su akıntısına karşı kalem, suyu yararak yukarı doğru gitti.
Bu hâdiseden sonra Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem'i alıp evine götürdü. Onu teyzesi Elîsâ büyüttü. Sonra ona Beyt-ül-Makdis'de yüksek bir bölümde merdivenle çıkılabilen bir yerde bir hücre (oda) yaptırdı. Hazret-i Meryem bu odada ibâdet ederdi. Hazret-i Meryem beş yaşına girince, Zekeriyyâ aleyhisselâm ona Tevrât-ı şerîfi okuttu ve ibâdet erkânını öğretti. Yanına kendisinden başka kimse girmezdi. Hazret-i Meryem, oniki yaşına girinceye kadar Zekeriyyâ aleyhisselâm, günde bir kere onun yanına gelir, yiyecek getirir ve ibâdetten bir şeyler öğretirdi. Bir kış günü yanına girdiğinde önünde dünyâ yiyeceklerine benzemeyen türlü türlü nîmetler gördü. Nereden geldiğini sorduğunda, o; “Allahü teâlâ tarafından geliyor” diye cevap verdi. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Ona yiyecekler Cennet’ten gelirdi.” Zekeriyyâ aleyhisselâm, bunun Hak teâlânın kudretinden hazret-i Meryem'e verdiği bir kerâmet olduğunu anladı.
Hazret-i Meryem'in bu hâli, evliyâdan kerâmetin meydana geldiğini göstermektedir. Rûh-ul Beyân’da bildirildiğine göre; Bir kıtlık zamanında Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) çok acıkmıştı. Kızı Fâtıma (radıyallahü anhâ) bir parça et ve kuru bir ekmeği bir kaba tirit yapıp Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) götürdü. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Buyur kızım” diyerek onu karşıladı. Daha sonra Fâtıma (radıyallahü anhâ) getirdiği tencerenin (kabın) kapağını açtı. İçinin ekmek ve et ile dolu olduğunu görünce hayret etti. O zaman, bunun Allahü teâlâ tarafından indirildiğini anladı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Bunlar nereden ey kızım” diye buyurdu. O zaman Fâtıma (radıyallahü anhâ); “Allahü teâlâdan. Zirâ O, dilediğine nihâyetsiz ihsân eder” dedi. O zaman Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Seni İsrâiloğullarının seyyidesine (hazret-i Meryem'e) benzetip, nîmetlerini ihsân eden Rabbime hamd ederim” buyurdu. Sonra damadı hazret-i Ali ve torunları Hasen ile Hüseyin'i (radıyallahü anhüm) ve Ehl-i beyt’ini çağırdılar. Yemekten yediler. Yemek arttı. Artan yemeği de hazret-i Fâtıma (radıyallahü anhâ) komşularına götürüp ikrâm etti. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), Tabiîn ve daha sonra gelen âlim ve velîlerde buna benzer saylamayacak kadar kerâmetler görüldü. Sehl bin Abdullah (radıyallahü anh); “En büyük kerâmet kişinin kötü bir huyunu değiştirmesidir” buyurdu.
Hazret-i Meryem'in kıssası Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Bunun üzerine Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabûl ile kabûl etti. Onu güzel bir nebât gibi büyüttü. (Onu iyi bir şekilde yetiştirdi, terbiye etti veya onun yaratılışını noksansız yaptı.) Zekeriyyâ'yı da ona (bakmaya) kefil kıldı. Zekeriyyâ ne zaman (hazret-i Meryem'in bulunduğu) mihraba (odaya) girse, onun yanında (bol) rızık (yiyecek) bulurdu: Yâ Meryem! Bu (rızık) sana nereden geliyor? dedi. O da; Bu Allahü teâlâ tarafındandır. Şüphe yoktur ki, Allahü teâlâ dilediği kimseyi hesapsız olarak rızıklandırır derdi.” (Âl-i İmrân sûresi: 37)
Tefsîr-i Celâleyn’de bildirildiğine göre; “Mihrab, mescidin içinden, merdivenle çıkılan yüksek bir yer, oda idi. Oraya Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka kimse çıkmazdı. Hazret-i Meryem'in yanında kış günlerinde yaz, yaz günlerinde kış meyveleri oturdu. Bu, Allahü teâlânın hazret-i Meryem'e verdiği bir kerâmetti. Zirâ Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem'i büyütmek için yanına aldığından, küçüklüğünden beri onun bir çok kerâmetlerine şâhid olmuştu. Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh); “Hazret-i Meryem doğunca, hiç meme emmedi. Onun rızkı Cennet’ten gelirdi. Oğlu Îsâ aleyhisselâm gibi o da küçük iken konuştu” buyurmaktadır.
Zekeriyyâ aleyhisselâm, kendisinden sonra yerini tutacak evlâdı olmadığından çok üzüntülü idi. Zevcesi Elîsâ, zâten çocuk doğurmayıp, kendisi de bir hayli ihtiyâr olduğundan, çocuğu olmak ihtimâli kalmamıştı. Fakat cenâb-ı Hakk'ın lütfu, ihsânı ve inâyeti nihâyetsiz olduğundan, Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem'in temizlik ve kerâmetine imrenip, Hak teâlâdan sâlih bir çocuk istedi. Kendi makâmına bir halîfe olmasını arzu ederek kendi mihrabında Rabbine gizlice duâya başladı ve O'nun merhametine sığındı; “Ey Rabbim! İmrân'ın zevcesine Meryem'i verdiğin gibi, bize de yüce katından temiz ve bütün beşer kötülüklerinden pâk (temiz), nezih ve senin rızânı gözetecek sâlih bir evlat ihsân eyle. Zirâ sen duâ edenlerin duâlarını işitir ve istediklerini lutfedersin” diye arzetti. Bu duâsı Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Orada (gece yarısı) Zekeriyyâ Rabbine duâ etti: Rabbim! Bana senin tarafından çok temiz bir zürriyet (salih bir evlat) ihsân et. Muhakkak sen duâya icâbet edersin.” (Âl-i İmrân sûresi: 38)
Meryem sûresi 3 ve 5'inci âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Zekeriyyâ (aleyhisselâmRabbine gizlice (içinden) yalvardığı zaman (o yalvarmasında) dedi ki: Yâ Rabbî! Kemiklerim zayıf olup inceldi. Başımın saçları ağarıp beyazlaştı. Rabbim! Şimdiye kadar sana olan duâlarımda (sana yalvarmakla) bir şeyden mahrûm olmadım. Her duâma icâbet ettin” buyruldu.
Bu duânın gizli yapılmasındaki hikmet ve nükteyi âlimler şöyle bildirdiler: O ve hanımı çok ihtiyârlamışlardı. Bu durumda Allahü teâlâdan oğul isteğini halka bildirmek istemedi. Bâzıları da; O duâsını gizlemişti. Çünkü Allahü teâlâya sevgili idi dediler. Katâde (radıyallahü anh); Şüphesiz Allahü teâlâ kendisinden korkan kalbi bilir ve gizli yalvarışı işitir. Zekeriyyâ aleyhisselâm, eshâbı uyuduktan sonra geceleri kalkmış Rabbine gizlice yalvarmış ve; “Rabbim! Rabbim! Rabbim!” demiş, Allahü teâlâ da; “Buyur! Buyur! Buyur! (Ey kulum)” diye icâbet etmiştir diye rivâyet etmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsını ve onu kabûl edişini şöyle bildirmektedir: “Hani o, (Zekeriyyâ aleyhisselâmRabbine; Rabbim! Beni yalnız başıma (evlatsız) bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın diye niyaz (dua) etmişti. Biz onun bu duâsını kabûl ve kendisine Yahyâ'yı ihsân ettik. Zevcesini (doğurmaya) sâlih kıldık. Muhakkak (bütün) bunlar (bu sûrede anlatılan peygamberler) hayır işlerinde yarışırlar, (katımızdaki sevâbı) ümîd ederek ve (ahiretteki azâbımızdan) korkarak bize duâ ederlerdi. Onlar bizim için mütevazı idiler (derin saygı gösterirlerdi). (Enbiyâ sûresi: 89-90)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, Meryem sûresi 6. ve 7. âyet-i kerîmelerinde meâlen; Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsını şöyle bildirmektedir:
“Hakikat ben, arkamdan (ölümümden sonra yerime) gelecek akrabâmdan endişeye düştüm. (Amcazadelerinden ki onlar İsrâiloğullarının şerîrlerindendi. Bundan dolayı ümmetine karşı hilâfeti güzelce edâ edemeyeceklerinden ve onun dînini değiştireceklerinden korkmuştu.) Zevcem de doğurmaz, acuzedir. Binaenaleyh bana tarafından (ve kendi sulbümden) bir velî, oğul ihsân et ki, (ilim ve nübüvvetle) bana mîrasçı olsun. Ya’kûb oğullarına da mîrasçı olsun. Rabbim! Sen onu (söz ve işinde) râzı olduklarından kıl.”
 Zekeriyyâ aleyhisselâmın endişesi şu idi: Her peygamber, sonunda kendi neslinden bir peygamber gelmezse, o kavim onun dînini değiştirir ve kitabını zâyi ederdi. Zekeriyyâ aleyhisselâm da vefâtından sonra yerine geçecek oğlu bulunmadığından, amcazâdelerinin de hak yolda yürümemelerinden ve hak yola gelmeyeceklerinden endişe etti. Korktu ve Allahü teâlâdan, kendisinden sonra peygamber olacak bir oğul istedi. Cenâb-ı Hak duâsını kabûl etti. Yoksa onların kendi malına vâris olacaklarından korkmuş değildi. Zâten Zekeriyyâ aleyhisselâmın malı çok değildi ve marangozluk yaparak geçimini temin ediyordu.
Buhârî ve Müslimdeki Hadîs-i şerîf’te Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Biz peygamberler mîrâs bırakmayız. Bizim bıraktığımız ancak sadakadır.” Tirmizî’deki Hadîs-i şerîf’te; “Biz peygamberler mîras bırakmayız” buyrulmuştur. Zekeriyyâ aleyhisselâmın; “Yâ Rabbî! Bana bir oğul ihsân et ki bana mîrasçı olsun” kavli (sözü); (İlim ve peygamberlik) mîrasıdır. Nitekim Allahü teâlâ Neml sûresi 16. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ve Süleymân (aleyhisselâmDâvûd'a (aleyhisselâm) (peygamberlikte) mîrasçı oldu” buyurdu. Mîrasçılık malda olsaydı, kardeşleri arasında onu ayrıca zikretmezdi. Mücâhid (rahmetullahi aleyh) meâlen; “Ve Ya’kûb oğullarına da mîrasçı olsun” âyet-i kerîmesi hakkında; Onun mîrascı olması ilim yönündendir. Zirâ Zekeriyyâ aleyhisselâm, Ya’kûb aleyhisselâm zürriyetinden idi. Katâde (rahmetullahi aleyh); O (Yahyâ), Zekeriyyâ aleyhisselâmın peygamberliğine ve ilmine mîrasçı olacaktır buyurdu.
Nihâyet Allahü teâlâ Zekeriyyâ aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla duâsını kabûl ettiğini ve oğlu Hazret-i Yahyâ'nın ihsân edileceğini (dünyâya geleceğini) müjdeledi. Bir gün mihrabında (odasında) namaz kılarken, bembeyaz elbiseler içerisinde ve bir genç sûretinde Cebrâil aleyhisselâm gelerek, oğlunun ismini Yahyâ koymasını söyledi. Ayrıca onun Hazret-i Îsâ'yı tasdik ve zamanın büyüklerinden ve bütün kötülüklerden uzak, nübüvvetle (peygamberlikle) muttasıf, sâlihler zümresinden bir zât olacağını haber verdi.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir; “Zekeriyyâ (aleyhisselâmmihrabında, (odasında) namaz kılarken melekler (Cebrâil aleyhisselâmona (şöyle) nidâ etti: Muhakkak Allahü teâlâ sana; kendinden gelen kelimeyi (yani Îsâ aleyhisselâmı) tasdik edici ve kavminin seyyidi (efendisi) ve nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olduğu hâlde Yahyâ'yı müjdeler.” (Âl-i İmrân sûresi: 39)
Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede Yahyâ aleyhisselâmın vasıflarını bildirdi: Kendinden gelen kelimeyi (Îsâ aleyhisselâmı) tasdik edici, kavminin seyyidi (İbn-i Abbâs (radıyallahü anh); Seyyid, yumuşaklık, mü’minlerin efendisi ve dinde onların, reîsi; yâni ilim, yumuşaklık, ibâdet ve verada reîsi, Mücâhid; Allahü teâlâ katında şerefli, İbn-ül Müseyyib; Fakih, İkrime; Kızıp öfkelenmeyen, demektir dediler.) Diğer sıfatları da nefsine hâkim, nebî ve sâlihlerden olmasıdır.
Katâde (radıyallahü anh) bildirdi ki: “Allahü teâlâ, onu îmânla dirilttiği için Yahyâ ismi verildi.” “Kendisinden bir kelimeyi tasdik edici...” âyet-i kerîmesi hakkında İbn-i Abbâs'dan rivâyetle Avfî, Hasen, Katâde, İkrime, Mücâhid, Süddî, Rebî' bin Enes, Dahhak (radıyallahü anhüm); Allahü teâlânın kelimesi, Meryem oğlu Îsâ'dır” buyurdular. Rebî' bin Enes; “Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) ilk tasdik eden odur.” Katâde (radıyallahü anh) “Yahyâ aleyhisselâm, Îsâ aleyhisselâmın dîni üzerine idi” dedi.
“Kavminin seyyidi (efendisi)...” buyrulması hakkında Ebü'l-Aliye, Rebî' bin Enes, Katâde, Sa’îd ibni Cübeyr ve başkaları; “Hikmet sâhibi birisi”, Katâde; “İlim ve ibâdette efendi” buyurdu. İbn-i Abbâs, Sevrî ve Dahhak (radıyallahü anhüm); “Efendi, hikmet sâhibi ve mütteki kimsedir” dediler. Sa’îd bin Müseyyib; “O fakih ve âlimdir”. Atıyye; “Huylarında ve dîninde efendi”, İkrime; “Öfkenin kendine galebe çalmadığı kişidir” dediler. İbn-i Zeyd; “O şereflidir.” Mücâhid (radıyallahü anh); “O, Allahü teâlâya karşı çok saygılı idi” buyurdular. (Bkz. Yahyâ aleyhisselâm)
Başka bir âyet-i kerîmede ise şöyle buyruldu: “Allahü teâlâ, Zekeriyyâ aleyhisselâmın, duâsına icâbetle buyurdu ki; “Ey Zekeriyyâ! Biz seni Yahyâ isminde bir oğulla müjdeleriz. Ondan önce bu isimle kimseyi tesmiye kılmadık” (bu adı kimseye vermedik) (Meryem sûresi: 8)
Bu âyet-i kerîme hakkında Katâde, İbn-i Cübeyr ve İbn-i Zeyd (rahmetullahi aleyhim); “Ondan önce bu isimle kimse isimlendirilmemiştir” dediler.
Taberî’de bildirildiğine göre; Allahü teâlânın ona Yahyâ diye isim vermesi, baba ve anasının yaşlı olmasındandı. İki yaşlıdan bir canlı meydana getirdi. Onu diri yaptı. Yaşlı kimselerden oğul meydana getirmek sanki ölüden yaratmak gibidir. Yahyâ diri demektir. Allahü teâlâ onu kimseye vermediği bir isim ile isimlendirdi ve hiç kimseyi vasıflandırmadığı vasıflarla övdü.
Zekeriyyâ aleyhisselâm bir oğulla müjdelendiğinde, İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh) bildirdiğine göre; Kendi yüzyirmi, hanımı da doksansekiz yaşında idiler. (Başka rivâyetler de vardır) Zekeriyyâ aleyhisselâm bu müjde karşısında hayrete düştü. Hayreti, Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmekten değildi. Cenâb-ı Hakk'ın kudretinden emîn olduğu hâlde müjdenin nasıl olacağı keyfiyetini öğrenmek için idi. Bu sebeple; “Yâ Rabbî! Ben ve zevcem ihtiyâr olduğumuz hâlde mi bize çocuk ihsân edeceksin? Yoksa bizi genç bir hâle getirip, o zaman mı bize ihsân edeceksin?” diye öğrenmek istedi. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Zekeriyyâ (aleyhisselâm); Yâ Rabbî! Bana ihtiyârlık gelmişken ve zevcem de acuze iken benim nasıl oğlum olabilir? dedi. (Allahü teâlâ yahut Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla) dedi ki: Yâ Zekeriyyâ! Böyledir. Allahü teâlâ dilediğini yapar.” (Âl-i İmrân sûresi: 40)
(Zekeriyyâ aleyhisselâmdedi ki: Rabbim! Benim nasıl oğlum olur ki? Zevcem doğurmaz, acuzedir. Ben ise ihtiyârlığın son haddine varmışımdır. (Cebrâil aleyhisselâmdedi ki; öyledir. (Fakat) Rabbin buyurdu ki: O bana göre pek kolaydır. Daha evvel sen bir şey değilken seni yaratmışımdır.” (Meryem sûresi: 9-10)
Zekeriyyâ aleyhisselâm, bu müjdeye sevinip, arzusunun çabukluğunu arz ederek; “Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin çocuğun; meydana geleceğine, delil ve alâmet olmak üzere, bu gönlüme yerleşmesi ve kalbimin bana vâdettiğin şeyde mutmain olması için nişân ver. Bununla zevcemin ne zaman hâmile olacağını bileyim. O alâmetle ben bu nîmeti şükürle karşılayayım” diye münâcâtta bulundu. Nitekim, İbrâhim aleyhisselâm da; “Yâ Rabbî! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” deyince, (cenâb-ı Hak); “Ölüyü diriltmeye kâdir olduğuma inanmadın mı? buyurdu. İbrâhim (aleyhisselâm); Evet. Kesin olarak inandım. Lâkin (gözümle de görerek) kalbim mutmain olsun dedi.” (Bakara sûresi: 260) Cenâb-ı Hak, Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsını kabûl ederek; “Senin için alâmet; birbiri ardınca üç gece (ve gündüz) insanlarla konuşmamandır. Bir hastalık ve sebep olmaksızın, sen sıhhatli olduğun hâlde üç gece dilini konuşmadan alıkoymandır” buyurdu. İbn-i Abbâs (radıyallahü anhüm); “Bir hastalık, olmaksızın dili tutuldu.” Abdurrahmân ibni Zeyd, Zeyd bin ESlem; “Okur, tesbîh ederdi. Kavmi ile işâretle olanın dışında konuşamazdı” buyurdu. Hazret-i Yahyâ, ana rahmine düşünce, Zekeriyyâ aleyhisselâm konuşamaz hâle geldi. Meramını ancak işâretle anlatabiliyordu. O sabah odasından çıkarak, Beyt-i Makdis'e namaz ve ibâdet için gelen cemâate kapıları açtı. Kavmine işâretle (el, göz ve başla); “Siz şu içinde bulunduğunuz gün, sabah ve ikindide ve gelecek günlerde Rabbinizi, şânına lâyık olmayan şeylerden tenzih edin. Her zamanki gibi ibâdetinize devam ediniz” buyurdu. İsrâiloğulları onun hâlindeki değişikliği görüp; “Bunda bir hikmet vardır” diyerek buyurduğu şekilde sabah ve akşam namazını kılıp, diğer ibâdetlerini yaptılar.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir: (Zekeriyyâ aleyhisselâmdedi ki; Rabbim! Bana (bu husûsta) bir nişân ver. (Allahü teâlâ): Senin nişânın sade bir işâretten başka insanlara üç gün söz söyleyememendir. Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam-sabah O'nu tesbîh et (namaz kıl). (Âl-i İmrân sûresi: 41)
(Zekeriyyâ aleyhisselâmdedi ki: Rabbim! Bana (bu husûsta) bir nişân ver. (Allahü teâlâbuyurdu ki: Şenin nişânın, sapasağlam olduğun hâlde üç gece (üç gün) insanlarla konuşamamandır. Derken (Zekeriyyâ aleyhisselâmmescidinden kavminin karşısına çıktı ve onlara; Sabah akşam tesbîhte bulunun diye işâret verdi.” (Meryem sûresi: 11-12)
Beydâvî’nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre; Zekeriyyâ aleyhisselâm o günkü vazifeyi toprağa yazmak sûretiyle halka anlatmıştır. O, bu üç gün içinde devamlı ibâdet ve zikirle meşgûl oldu. Cenâb-ı Hakk'a karşı hamd ve şükür vazifesini yerine getirdi. Fahreddîn-i Razî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre; Zekeriyyâ aleyhisselâma, insanlara bildireceklerini sâdece işâretle anlatması emir olundu. Bundan maksadın; zikir ve tesbîhle (namazla) meşgûl olup, ihlâs ve huzûruna zarar gelmemesi idi. Çünkü insanlarla birlikte bulunmak, konuşmak, huzûra mâni olduğu gibi zikir ve tesbîhe de mânidir. Zekeriyyâ aleyhisselâma vadolunan çocuk, büyük nîmet olduğundan, o nîmetin şükrünü yerine getirmek tesbîh, tehlil ve çokça zikirle olabilirdi. Cenâb-ı Hak onun üç gün konuşmamasını, ayrıca zikir ve tesbîhe devam etmesini emretmiştir. Zekeriyyâ aleyhisselâmın böyle üç gün, başkalarıyla konuşmaya kâdir olduğu hâlde, sâdece konuşmaktan men olunması mûcize idi.
Müddet tamam olunca, Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğlu Yahyâ (aleyhisselâm) dünyâya geldi. Yahyâ aleyhisselâmdan altı ay sonra Beyt-üt-tâlim denilen yerde, hazret-i Meryem'in oğlu Îsâ aleyhisselâm doğdu. Yahyâ aleyhisselâmın doğumu ile Zekeriyyâ aleyhisselâm ve âilesi seâdete gark oldular. Hazret-i Yahyâ, fazîletli bir çocuk idi. Rüşd çağında ona Cenâb-ı Hak Tevrât'a sıkı sıkıya sarılmasını ve onu okumasını emretti. Daha sonra kendisine nübüvvet vazifesi verildi. Mûsâ aleyhisselâmın dînine göre amel ediyordu. Bilahare Îsâ aleyhisselâmın peygamber olmasıyla onun dîni üzere amel etmeye başladı. Kur'ân-ı kerîmde Âl-i İmrân sûresi 39. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak Allah sana, Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici olmak üzere Yahyâ'yı müjdeliyor” buyruldu. Kelimeden kasıd, Îsâ bin Meryem aleyhisselâmdır. Yahyâ aleyhisselâm, Îsâ aleyhisselâma îmân edip, onu ilk tasdik eden zât idi. Zirâ annesi, hazret-i Yahyâ'ya hâmile iken, hazret-i Meryem de Îsâ aleyhisselâma hâmile idi. Karşılaştıkları bir sırada; “Meryem hâmile misin?” dedi. Hazret-i Meryem; “Evet” deyince, Yahyâ aleyhisselâmın annesi; “Karnımdakinin senin karnındakine tâzim ettiğini görüyorum” dedi. Yahyâ aleyhisselâmın hazret-i Îsâ'yı ilk tasdiki budur. Allahü teâlâ, hazret-i Âdem'i anasız ve babasız yarattığı gibi, hazret-i Îsâ'yı da yalnız babasız olarak yarattı. Hazret-i Havvâ ise, Âdem aleyhisselâmın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bu üç insanın yaratılışında hikmetler vardır. Hazret-i Meryem iffet ve nâmus timsâli bir hanım idi.
Îsâ aleyhisselâm dünyâya gelince, hazret-i Meryem kundakladı beşiğe koydu ve alıp kavmine götürdü. Kavmi; “Meryem! Sen ne yaptın: Baban fenâ adam değildi. Anan da öyle. Sen bir fenâ iş işlemişsin” deyip onu taşlamak için ellerine taş aldılar. Hazret-i Meryem; “Ondan sorunuz?” diye eliyle hazret-i Îsâ'yı işâret etti. “Biz beşikteki çocukla nasıl söyleşelim” dediler. Bu sırada hazret-i Îsâ söze başladı: “Ben Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber etti ve nerede olsam beni mübârek kıldı. Doğduğum, öldüğüm ve tekrar dirildiğim gün bana selâmet vere” dedi. Yahudiler bunu işitince şaşırıp, hazret-i Meryem'den el çektiler. Fakat babasız çocuk olur mu? diye aralarında dedikodu çoğaldı. İblis, İsrâiloğullarının sohbet meclislerine gelip, hazret-i Zekeriyyâ'ya, Meryem ile ilgili olarak, iftirâda bulundu ve; “Onun yanına giren çıkan o idi” dedi. Bunun üzerene İsrâiloğulları Zekeriyyâ aleyhisselâmı aramaya başladılar. İsrâiloğulları bühtan ve iftirâ ile peşine düşüp öldürmeye karar verdiler. Yahudilerin bu iftirâlarını ve öldürme plânlarını öğrenen Zekeriyyâ aleyhisselâm; “Tâkât getirilmeyen şeyden uzaklaşmak, peygamberlerin sünnetidir” kâidesince, o dinsizlerin bulunduğu yerden uzaklaştı. Yahudiler onu yakalamak için peşine düştüler. Zekeriyyâ aleyhisselâm Beyt-ül-Makdis yakınlarında ağaçlı bir bahçeye girdi. Bir ağacın yanından geçerken, ağaç; “Ey Allah'ın peygamberi! Bana gel” diye seslendi. Ağaç yarıldı ve içine girdi. Sonra kapandı ve onu gizledi. İsrâiloğulları, Zekeriyyâ aleyhisselâmın izini tâkib ettiler. “Ne tarafa gitti, izini kaybettik” diyerek aynı ağacın dibinde oturdular. O zaman mel’ûn iblis, işin içine girerek, insan sûretinde, Zekeriyyâ aleyhisselâmı arayanların yanına geldi. Onlara ne aradıklarını sorunca; “Biz Zekeriyyâ'yı (aleyhisselâm) arıyoruz” diye cevap verdiler. Sonra İblis “Bu ağacı bıçkı ile kesin. Burada ise meydana çıkar, yoksa ne kaybedersiniz?” dedi. “Belaların en şiddetlisi, peygamberlere gelir” Hadîs-i şerîfi mucibince kâfirler o ağacı biçerek, o mübârek peygamberi şehîd ettiler. Rivâyet edildi ki; Testere mübârek başına değince, o yüce peygamber ah etmek istedi. Cenâb-ı Hak'tan vâsıtasız veya vâsıtalı, vahiyle; “Ey Zekeriyyâ! Şikayette bulunma!” diye nidâ geldi. Zekeriyyâ aleyhisselâm da tevekkül ve sabır gösterdi. Oğlu Yahyâ aleyhisselâm da, meşhûr kavle göre, zâlim yahudi hükümdârı Birinci Herod tarafından şehîd edilmişti. (Bakınız Yahyâ aleyhisselâm)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget