Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hunne (radıyallahü anhâ), kızı Meryem'i alarak Beyt-ül-Makdis'e götürdü. Oradakilere durumunu izâh etti. Bu çocuk her ne kadar kız ise de, daha o doğmadan evvel doğacak çocuğunu mabedin hizmetine vermek üzere nezrettiğini, bunu bu hâliyle kabûl etmelerini söyledi. Sonra Meryem'i vazifelilere teslim ederek; “Alınız! Bu çocuk buraya adaktır” dedi. Vazifeli zevat bunu kabûl etmeye karar verdiler. Ancak, bu kızı kimin himâyesine vermeleri husûsunda karara varmaları icâbediyordu. İlk davranan Zekeriyyâ aleyhisselâm oldu. Zirâ, Hazret-i Zekeriyyâ, Beyt-ül-Makdis'in imâmı ve Meryem'in teyzesi olan Elîsânın beyi idi. Zekeriyyâ (aleyhisselâm); “Bu çocuğa benim yakınlığım vardır. Bunun teyzesi benim hanımımdır. Bu sebeple onu benim alıp yetiştirmem daha münâsiptir” buyurdu. Fakat, gelen çocuk, İmrân bin Mâsân gibi meşhûr ve büyük bir zâtın kızı olduğu için, orada bulunan herkes onu almak ve yetişmesiyle bizzat meşgûl olmak istediler. Hal böyle olunca herkesin râzı olacağı bir usûle başvurdular. Herkes Tevrât-ı şerîfi yazdıkları kalemi suya atacaktı. Kiminki batmazsa o, Hazret-i Meryem'le meşgûl olacaktı. Anlaşmaları bu şekilde olmuştu. Nihâyet çocuğu himâyesine almak isteyenlerin hepsi, aralarında tespit edip anlaştıkları şekilde bir derenin kenarına gittiler. Her biri Tevrât yazmakta kullandıkları kalemlerini suya attı. Atılan kalemlerin hepsi battığı hâlde Zekeriyyâ aleyhisselâmın kalemi suyun yüzünde kaldı. Bunun üzerine ittifâkla, Hazret-i Meryem'in Zekeriyyâ aleyhisselâmın himâyesine verilmesi kararlaştırıldı.
Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 44. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: (Ey Habîbim!) İşte bu (Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ aleyhimüsselâm, Hunne ve Meryem kıssaları) sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'i hangisi himâyesine alacak diye (Benî İsrâil âlimlerinin Tevrât yazdıkları) kalemlerini nehre bıraktıklarında, sen onların yanlarında değildin ve yine sen, onlar bu husûsta muhâseme ederlerken (bu husûsta adeta birbirleriyle çekişirlerken) de onların yanlarında değildin.”
Rûh-ul-Beyân tefsîri’nde, hâdisede Tevrât'ı yazdıkları kalemleri seçmeleri, onları mübârek ve çok kıymetli tuttukları içindir. Ayrıca bereketlenmeleri de söz konusudur buyrulmaktadır.
Tefsîr âlimleri, Hazret-i Meryem'i himâye etmeye çok ehemmiyet verilmesi, hattâ onu kimin himâyesine verecekleri husûsunda aralarında anlaşmazlığa düşmelerinin sebebini de şöyle izâh etmişlerdir:
1- Hazret-i Meryem'in babası olan İmrân, kavminin efendisi, reîsi idi. Bunun için, babasına hürmeten onun himâyesine çok ehemmiyet verdiler, herkes; “Ben himâyeme alayım” diye can attı.
2- Bilindiği gibi, Hunne, doğacak çocuğunu Allahü teâlâya ibâdette ve Beyt-i Makdis’in hizmetinde bulunması için nezretmişti. Orada bulunanlar bunu, tâ başından beri biliyorlardı. Bu sebeple herkes onu, kendi himâyesine almak için can attı.
3- Daha önce nâzil olan ilâhî kitaplarda, Hazret-i Meryem ve oğlu Îsâ aleyhisselâmdan bahsedildiği için, herkes böyle bir çocuğu kendi himâyesinde bulundurmayı istedi. O kadar ki, bu husûsta aralarında anlaşmazlık meydana geldi. Bakacak olanı, bir nevi imtihân ile tespit etmeye karar verdiler.
Zekeriyyâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle gâlip geldi ve Meryem'e hizmet vazifesi ona verildi. Zirâ ne yönden bakılırsa bakılsın, bu hizmete lâyık ve müstehak olan yalnız o idi.
Allahü teâlâ Hunne'nin (radıyallahü anhâ) bu samîmi duâsını kabûl edip, Meryem'i çok güzel bir yere yerleştirmişti. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 37. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Bunun üzerine Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabûl ile kabûl etti. Onu güzel bir nebât gibi büyüttü. (Onu iyi bir şekilde yetiştirdi, terbiye etti veya onun yaratılışını noksansız yaptı.) Zekeriyyâ'yı da ona (bakmaya) kefil kıldı...”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Îsâ aleyhisselâmın annesidir. Dâvûd aleyhisselâmın neslinden olan İmrân isminde bir zâtın kızı olup, annesinin adı Hunne'dir.
Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, İmrân'ın hanımı Hunne'nin çocuğu olmuyordu. Hunne bir zaman, bir ağaç altında otururken, bir kuşun yavrusuyla oynadığını görünce, imrendi ve bir evlâdının olmasını gönülden diledi. “Allahü teâlâ bana bir çocuk ihsân ederse onu Beyt-ül-Makdis'e hizmetçi yapacağım” diye nezretti, adakta bulundu. O zaman Beyt-ül-Makdis hizmetine, erkek çocukları nezretmek (adamak) câiz ve çok sevâb idi. Böyle nezredilen erkek çocukları, doğumlarından yetişinceye kadar, oranın hizmetinde bulunur, büluğundan sonra isterse hizmete devam eder, isterse dilediği yere giderdi. Büluğundan evvel ayrılması câiz olmazdı ve böyle nezir sâdece erkek çocuklar için yapılırdı. Ancak Allahü teâlânın, Hazret-i Meryem'i Beyt-i Makdis hizmetinde bulunmaya kabûl etmesinden sonra, kız çocukları da bu hizmet için kabûl edildi.
İşte, Hunne böyle bir nezirde bulunduktan sonra, Allahü teâlânın izni ile hâmile kaldı. Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 35. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “İmrân (bin Mâsân) ın hanımı (olan Hunne binti Kâfûz ki, Îsâ aleyhisselâmın ceddesi yâni büyük annesidir) dedi ki: yâ Rabbî! Karnımdakini (çocuğumu) âzâdlı bir kul olarak, (dünyâ meşgûliyetlerinin hepsinden uzak ve sana ibâdetle, Beyt-i Makdis'in hizmetinde bulunması için) sana nezrettim, adadım. Allah'ım! O nezrimi benden kabûl eyle. Muhakkak ki sen, (benim duâmı ve yakarışımı) işitici (bu nezirdeki niyetimi) en iyi bilicisin.”
Rûh-ul-beyan tefsîri’nde bildirildiğine göre, bu âyet-i kerîme, Hazret-i Meryem'in fazîletine delâlet etmektedir. Çünkü Hak teâlâ, Hazret-i Meryem'in, küçüklüğündeki cismanî ve yetişkinliğindeki rûhanî terbiyeyi başka hiç bir kadına nasîb etmemiştir.
Hunne böyle nezredince, İmrân; “Oğlan olacağını bilmeden nasıl nezrettin? Şâyet kız olursa nezrini nasıl îfâ edeceksin?” dedi.
Tefsîr âlimleri bildiriyorlar ki, Hunne nezrederken; “Karnımdakini” demiş, erkek veya kız diye ayrıca bildirmemişti. Âlimler, Hunne'nin böyle iki mânâya da gelebilecek kapalı bir ifâde kullanmasını iki şekilde izâh etmişlerdir.
1- Bâzı âlimler demişlerdir ki: Gerçi Beyt-i Makdis için sâdece erkek çocuklar nezredilirdi. Kız çocukları nezredilmezdi. Buna rağmen onun; “...doğacak çocuğumu nezrettim” demesi, erkek çocuğu diye ayrıca bildirmemesi, doğacak çocuğun erkek olmasını çok istemesi ve böyle ümidlenmesi sebebiyle idi. Yâni çocuğunun erkek olmasını istedi. Bunun için duâ etti. Bu nezrini, çocuğunun erkek olmasına vesile yaptı. Yâni; “Yâ Rabbî! Karnımdakini sana adadım. Bu sebeple onu erkek kıl” demek istedi.
2- Bâzı âlimler de; Hunne (radıyallahü anhâ), eğer karnımdaki erkek olursa demek istemişti demişlerdir.
Hunne hâmile iken, Beyt-i Makdis hizmetinde bulunmasını nezrettiği çocuğu doğmadan, babası İmrân vefât etti.
Bu Meryem binti İmrân ile Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşi olan Meryem binti İmrân'ı karıştırmamalıdır. Bilindiği gibi Hazret-i Mûsâ'nın Meryem isminde bir kızkardeşi vardı ve babalarının ismi de İmrân idi. Bu İmrân'ın babasının ismi Yasher'dir. Îsâ aleyhisselâmın dedesi olan İmrân'ın babasının ismi ise Mâsân'dır ve bu iki zât arasında onbeş asırdan fazla bir zaman vardır. Rivâyete göre, İmrân bin Mâsân'ın baba ve dedeleri, İsrâiloğullarının önde gelenleri ve reîsleri idiler ve Benî Mâsân diye tanınırlardı. Ayrıca, Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşinin adının Gülsüm olduğu rivâyeti de vardır.
İmrân bin Mâsân'ın vefâtından sonra, hanımı Hunne'nin hâmileliğinden bir kız çocuğu dünyâya geldi. Halbuki o, çocuğunun erkek olmasını ümid ve temenni ediyordu. Burnunla beraber, ona Allahü teâlânın kulu mânâsına Meryem ismini koydu ve; “Yâ Rabbî! Ne yapayım ki, kızım oldu. Sen onu kabûl buyur” diye Hak teâlâya yalvardı. Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 36. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Vaktaki (Hunne) hamlini vad' edince (doğurunca), Allahü teâlâ onun ne doğurduğunu daha iyi bildiği hâlde, o (kız olduğunu görüp, düşündüğü gibi olmadığı için hüzünlenerek); Yâ Rabbî! Ben, onu kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. (Kız, Beyt-i Makdis'e bir erkek gibi hizmet edemez. Zirâ kuvvetsiz ve zayıf olur.) Ve ben, ona (bu sıfatların kendisinde bulunması dileğiyle, Allahü teâlânın kulu, çok ibâdet ve hizmet edici, mânâlarına gelen) Meryem ismini verdim.
Yâ Rabbî! Ben, onu ve zürriyetini, senin rahmetinden tard olmuş, koğulmuş olan şeytanın vesvese ve şerrinden, senin muhâfazana, himâyene ısmarlıyorum” dedi.”
Allahü teâlânın nice hikmetlerinden dolayı, kız çocuğu olunca; “Yâ Rabbî! Kız doğurdum...” demesi, doğan çocuğunun kız olduğunu Allahü teâlâya bildirmek için değildir. Böyle düşünmek mümkün olamaz. Allahü teâlâ bunu elbette biliyordu. Zirâ O, her şeyi en iyi bilendir. Hunne, doğacak çocuğunun oğlan olmasını ümîd ederken, kızı olması sebebiyle, nezrini yerine getiremeyeceği endişesiyle Hak teâlâya mâzeretini arzederek böyle ilticada bulunmuş ve çok üzülmüştür. Hak teâlâ hazretleri de onun bu niyazına karşılık, çocuğu kız olmasına rağmen, nezrini ve duâsını kabûl buyurdu.
Hunne; “... erkek, kız gibi değildir” dedi. Bu da onun, nezrini yerine getiremeyeceği için, Allahü teâlâya mâzeret arzettiği sözlerindendir. O, bu sözüyle mabedin hizmetlerini görmede erkeğin kadından üstün olduğunu anlatmak istemiştir. Bunun bir kaç sebebi vardır:
1- O zaman Beyt-i Makdis'in hizmetine, sâdece erkek çocuklar nezredilebilirdi.
2- Erkek, ibâdethanenin hizmetinde devamlı sûrette bulunabilirdi. Bilindiği gibi, Beyt-i Makdis hizmetine nezredilen çocukların orada bulunma mecbûriyeti büluğ çağına kadar idi. Büluğundan sonra dilerse oradan ayrılır, dilerse hizmetine devam ederlerdi. İşte, erkek olsun, kız olsun, büluğundan sonra hizmete devamı tercih edenlerden erkek olanlar devamlı sûrette hizmette, ibâdette bulunabilirler. Halbuki kadınlar, hayz ve nifas gibi kadınlık hâllerinden dolayı ibâdethanede devamlı kalıp hizmet edemezlerdi.
3- Erkekler, bedenî yapıları îtibâriyle kuvvetli olduklarından, hizmette bulunmaya daha elverişlidir. Kadınlar ise, bedenen zayıf oldukları için, erkekler gibi hizmete ve diğer işlere müsait değildirler.
İşte bütün bunlar, Beyt-i Makdis hizmetinde erkeğin kadından üstünlüğünü ve tercihini icâbettiren sebeplerdendir.
Tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Hunne (radıyallahü anhâ) bu sözüyle bunları kasdetmiş ve sanki şöyle demek istemiştir: “Beyt-i Makdis’in hizmetine nezrettiğim için, çocuğumun erkek olması benim arzumdur. Doğan bu kız ise, Allahü teâlânın takdiridir. Benim arzum olan erkek çocuğu, Allahü teâlânın, benim isteğim dışında hikmetinin icâbı ihsân ettiği bu kız gibi değildir.” Hunne'nin bu sözü, onun, Allahü teâlânın marifetine daldığını, Allahü teâlânın, kulu için yaptığının, kulun kendisi için istediğinden elbette daha hayırlı olduğunu çok iyi bildiğini göstermektedir.
Âlimler bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurmuşlardır ki: “... İsmini Meryem koydum...” diye zikredildi. Bu sözden, Hunne hâmile iken, zevci İmrân'ın vefât etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, çocuğun ismini normalde babası verir. Bu vazifeyi Hunne'nin alması, İmrân'ın vefât ettiğini göstermektedir. Yine bundan, çocuk dünyâya gelince isminin konulacağı anlaşılmaktadır.
Nitekim Buhârî ve Müslim'de bildirildiğine göre, Enes'in (radıyallahü anh) bir kardeşi olmuştu. Resûlullah efendimize götürdü. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kardeşin hayırlı olsun” buyurup ismini Abdullah koydu.
İmâm-ı Ahmed ve Tirmizî'nin bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte; “Her çocuk akîkasına rehindir. Yedinci günü akîka hayvanı kesilir, ismi konur ve başının saçı tıraş edilir.” buyruldu. Âlimler, bu Hadîs-i şerîfi; çocuğun âfet ve belâlardan korunması, akîkasına bağlıdır şeklinde izâh etmişlerdir.
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: Akîka, çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükretmek niyetiyle hayvan kesmektir. Akîka hayvanı kurbanlık hayvan gibi olmalıdır. Kurban için câiz olmayan hayvan, akîka için de kesilmez. Çocuğa doğumunun yedinci günü isim koymak, başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı kesmek müsteâbdır. Her zaman kesilebilir. Kurban bayramında da kesilebilir. Ölü olarak doğana isim konmaz ve akîkası kesilmez. Akîka, pişmiş veya çiğ olarak zengin, fakir herkese verilebilir. Akîka kesmek, Şafiî ve Mâliki mezheplerinde sünnet-i müekkededir. Şafiî ve Hanbelî mazheblerinde, kemikleri atılmaz, kırılmaz. Oynak yerlerinden ayrılıp toplanır. Bir temiz, beyaz bez içinde gömülür. Hanefî ve Mâlikî mezheplerinde, kemikleri kırılabilir. Akîka, çocukları belâlardan, hastalıklardan korur. Kıyâmette, anaya, babaya, ayrı bir şefâat ederler. Mevâhib-i ledünniyye kitabında diyor ki: “Hicretin sekizinci yılında İbrâhim dünyâya gelince, yedinci günü, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) İbrâhim'in başını tıraş ettirip, saçının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve akîka olarak iki koç kesti. Saçlarını gömdü.
Şir'at-ül-İslâm’daki bir hadîs-i şerîfte; (Akîka) erkek çocuk için iki, kız çocuğu için bir koyun kesmektir.” buyruldu. Koyunun erkek veya dişi olmasına bakılmaz. Şir'at-ül-İslâm’da buyruluyor ki: Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olduğu kendisine bildirildikten sonra, kendi akîkasını kesmiş olduğu haber verilmiştir. Buradan, zaman geçmekle, bu borcun sakıt olmadığı anlaşılmaktadır.
Akîkayı keserken; “Yâ Rabbî! Bu filan kimsenin akîkasıdır. Bunun kanı, onun kanına, eti etine, kemiği kemiğine, derisi derisine, kılı kılına karşılık olsun. Yâ Rabbî! Bu akîkayı filan kimsenin Cehennem’den kurtulmasına karşılık, sebep eyle!” denir.
Akîka, doğumunun yedinci günü kesilir. Olmazsa ondördüncü ve yirmidördüncü günü de kesilebilir. Bu da olmazsa daha sonra istenilen bir zamanda kesilebilir.
Doğumunun yedinci günü, çocuğun saçı tıraş edilir. Saçının ağırlığınca gümüş veya altın sadaka verilir. Çünkü bu sünnettir. Nitekim Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), torunu Hazret-i Hüseyn’in doğumunun yedinci gününde, kızları Hazret-i Fâtıma'ya çocuğun saçlarını tıraş etmesini ve sadaka olarak saçlarının ağırlığınca gümüş veya gümüş para vermesini emrettiği bildirilmiştir.
İhyau ulûmiddîn’de, Ebüşşeyh ve İbn-i Hibbân'ın, Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Çocuk yedi günlük olunca, akîkası kesilir. İsmi verilir ve temizlenir. Altı yaşında terbiye edilmeye başlanır. Yedi yaşında yatağı ayrılır. Onüç yaşında namaz kılması için dövülür. (Namaz kılması için zorlanır.) Onaltı yaşına ulaşınca, babası onu evlendirir, sonra da elinden tutarak; “Oğlum! Seni terbiye ettim. İlim, edeb öğrettim. Dünyâda bir felakete, âhırette ise azâba uğramandan, Allahü teâlâya sığınırım. Yâni aklını başına al da ona göre çalış der.”
Âlimler bildiriyorlar ki: Allahü teâlâ, Hunne'nin; “Yâ Rabbî! Ben onu ve zürriyetini, senin rahmetinden tard olmuş, koğulmuş olan şeytanın vesvese ve şerrinden senin muhâfazana ve himâyene ısmarlıyorum” şeklindeki duâsını kabûl buyurdu.
Nitekim, İmâm-ı Âhmed'in (rahmetullahi aleyh) senetleri ile bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Dünyâya gelen her çocuğa, doğarken, şeytan parmakları ile dokunur. Ancak, Meryem ve oğlu (Îsâ aleyhisselâmbunun dışındadır. (yani şeytan onlara dokunmamıştır.)
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Her dünyâya gelen çocuğu, doğarken şeytan bir veya iki defâ sıkar. Meryem oğlu Îsâ ve Meryem bundan müstesnadır.” Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle buyurduktan sonra, Hunne'nin (radıyallahü anhâ) duâsı olan ve yukarıda bildirilen; “Yâ Rabbî! Ben, onu ve zürriyetini...” meâlindeki Al-i îmrân sûresinin 36. âyet-i kerîmesini okudular.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin sonuncusu. Şeriat sâhibi yâni yeni bir din getiren peygamberlerdendir. Peygamberler içinde en yüksekleri olan ve kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamberin de beşincisidir.
Îsâ aleyhisselâm insan idi. Peygamber idi. Allahü teâlâ onu, babasız yarattı. Kudüs'de doğdu. Otuz yaşında peygamber oldu. Allahü teâlâ buna, İncîl kitabını gönderdi. Otuzüç yaşında diri olarak göğe kaldırılan hazreti Îsâ, kıyâmet yaklaştığında Şam'da bulunan Ümeyye Câmii minaresine inecek, evlenecek, çocukları olacak, hazreti Mehdî ile buluşacak, kırk sene yaşayıp Medîne-i münevverede vefât edecek ve Hücre-i seâdet'e yâni Muhammed aleyhisselâmın türbesine defnedilecektir.
Îsâ aleyhisselâm, kendisine inananlar arasından havârî denen oniki kişiyi seçti. Yahudilerin çoğu ona inanmadı. Bolüs (Pavlos) isminde bir Yahudi, Îsevîlerden görünüp, havârîler arasına girdi. Îsâ aleyhisselâmın semâya kaldırılmasından hemen sonra, ilk iş olarak İncîl’i yok etti. Îsâ aleyhisselâma îmân eden Barnabas ismindeki zât, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini doğru olarak yazdı ise de, yahudi Bolüs, bunun yayılmasına mâni oldu. Bozuk İncîl kitapları meydana çıktı. Bolüs bunları her tarafa yaymaya çalıştı. Hakîkî İncîl elde bulunmadığından, yazılan İncîllerin hiç birisi doğru ve aslına uygun değildir. Bunun için şimdi elde bulunan İncîller birbirine benzemez. Katoliklerin, Ortodoksların ve Protestanların birbirine uymayan başka başka İncîlleri vardır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget