Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Zühd, şüpheli olmak korkusuyla mubahların fazlasından sakınmak, ihtiyatlı davranmak, dünyâya düşkün olmamak demektir. Âhıret yolcularının şerefli makâmlarından biridir. İlim, hâl ve amelden meydana gelir. Zühd; dünyâda kalb ve beden rahatının, âhırette ise seâdet ve nîmetlere kavuşmanın sebebidir.
Yahyâ bin Mu'âz (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Zühd, dünyâ zînetini terk etmektir. Zirâ Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Dünyâya düşkün olmak bütün hatâların başıdır. Dünyâdan kendini sakınan kimseler, zahid olanlardır” buyurmuştur.
İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi aleyh), zühdün; farz, selâmet ve fazîlet olmak üzere üç derecesinin bulunduğunu bildirip, bu dereceleri şöyle izâh etti: “Farz olan zühd, haramlardan sakınmak. Selâmet olan zühd, şüphelileri terketmek. Fazîlet olan zühd ise, helâl olanlardan yetecek miktarı alıp, bir çoğunu terketmektir.”
Cömertlik göstermek veya âhıreti istemekten başka bir sebeple dünyâyı terk eden kimseye zahid denemez. Zühd, ancak haramlar ve şüphelilerde olur. Helâl, Allahü teâlânın emriyle mubah kılınmış olduğu içindir ki, ondan zühde varmak yâni helâlden yüz çevirmek câiz değildir. Ancak, zühd sâhibi, helâller, mubahlar dairesini daraltabilir ve hareketlerini farz ve sünnetlerle sınırlandırabilir. Yoksa zühd, malı, kazancı ve mubah olan şeyleri büsbütün terketmek demek değildir. Asıl zühd, bütün bu mâlî ve mübah şeylere sâhip olduğu hâlde, kalbinde onlara karşı muhabbet beslememek, bunlara düşkün olmamak demektir. Nitekim Hazret-i Ömer, yeryüzündeki malları elinde tuttuğu hâlde, kalbinde bu mallarla ilgili hiç bir düşünceye, yer vermezdi. Onlardan tamâmen yüz çevirmişti.
Zühd, Hâk teâlâdan başka her şeyden tamâmen yüz çevirmek olduğuna göre, bu, ancak bunlardan daha sevgili olana yönelmekle mümkün olur. Yoksa daha kuvvetli bir sevgi bulmadan, kimse evvelki meyl ve muhabbetini terkedemez. İmâm-ı Şibli'ye (rahmetullahi aleyh) zühdden sorduklarında; “Allahü teâlâ hariç, her şeye sırt çevirmektir” buyurmuştur. Ebû Süleymân-ı Darani de (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Zühd bir çok şekillerde olur. Bize göre zühd, insanı Allahü teâlâdan alıkoyan her şeyi terketmektir.”
Allahü teâlâ, bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyden daha sevgili olduğu için, Allahü teâlâdan başka her şeyi bir tarafa bırakıp, yalnız Allahü teâlâyı seven kimse, mutlak sûrette zahiddir. Kişinin Allahü teâlâya karşı olan sevgisi de, O'nun emirlerine uyup, uymadığından anlaşılır. Her ne kadar müslümana amelleri karşılığında Cennet nîmetleri verilecekse de, asıl olan, bütün amelleri Allahü teâlâ için yapmaktır.
Yalnız dünyâ zevklerini terk edip, âhıret zevklerinden vazgeçmeyen de zahiddir. Fakat yukarıdaki durum elbette daha kıymetlidir. Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: “Haramı terk, herkesin zühdüdür. Seçkin kulların zühdü, mubahların fazlalarından kaçınmaktır. İrfan ehlinin yâni âriflerin zühdü de, kalbi, Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl olmaktan sakındırmaktır.”
Büyüklerden birine; “Bize ne oluyor ki, ölümü istemiyoruz ve ondan hoşlanmıyoruz. Halbuki o bize mutlaka gelecektir” dediklerinde, o zât buyurdu ki: “Siz ölüme hazırlanmadınız. Dünyânızı ma’mûr etmeye baktınız. Dolayısıyla, âhıretinizi harâb ettiniz. Elbetteki ma’mûr olan yerden harâb olan yere gitmek istemezsiniz. Ama isteseniz de, istemeseniz de, ölüm bir gün mutlaka gelecek, sonsuz olan âhıret yolculuğuna başlayacaksınız.” Hakikat bu kadar açık bir şekilde ortada iken, hâlâ dünyâya düşkün olanlara ne kadar şaşılır.
Dünyâ sevgisi insanı iki cihânda helâke, ondan yüz çevirmek ise saâdete götürür.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kendisine susmak ve zühd verilen bir kimseyi gördüğünüz vakit, ona yaklaşın. Zirâ o, hikmet telkin eder” buyurmuştur. Allahü teâlâ da Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Her kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir” buyurmuştur. (Bakara sûresi: 269) İslâm âlimleri bu Hadîs-i şerîf ve âyet-i kerîmeyi; “Kırk gün dünyâdan yüz çeviren zahidin kalbine, Allahü teâlâ nehirler gibi hikmet akıtır ve diline hikmetli sözler söyletir” şeklinde tefsîr etmişlerdir.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlânın seni sevmesini istiyorsan, dünyâda zahid ol” buyurdu. Hârise (radıyallahü anh), Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ben hak mü’minim” dediği zaman; “Bunun alâmeti nedir?” buyurdu. Hârise (radıyallahü anh), cevâbında; “Nefsim öyle zahiddir ki, altın ve taş bana göre aynıdır. Sanki Cennet’e ve Cehennem’e bakıyorum” dedi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İyi muhâfaza et, lâzım olanı bulmuşsun” deyip, sonra; “Bu, kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı bir kuldur” buyurdu.
Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) biri şöyle anlatır: Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) “İnsanların hayırlısı kimdir?” diye suâl ettik. “Kalbi mahmûm, dili doğru olan kimsedir” buyurdu. Biz; “Kalbi mahmûm ne demektir?” dedik. “Takvâ sâhibi olan, gıll ü gışşı, kin ve çekememezliği bulunmayan temiz kalbdir” buyurdu. Bunun üzerine biz tekrar; “Bundan daha hayırlı olan kimdir?” diye sorduk. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Dünyâyı kötüleyip, âhıreti sevendir” buyurdular ki, bu da ancak zühd sâhibinde bulunur.
Sahâbeden bâzısı, Tabiînden olanlara; “Sizin ibâdetiniz sahâbenin ibâdetinden çoktur. Fakat onlar, sizden daha üstündür. Çünkü dünyâda sizden daha zahid idiler” dediler. Ömer (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Dünyâda zühd, hem kalb, hem beden rahatlığıdır.” İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh); “Zahidin iki rekat namazı, zahid olmayanların ömrünün sonuna kadar olan ibâdetlerinden fazîletlidir” ve Sehl-i Tüsterî de; “Amelin ihlâsla olması, dört şeyden korkmadığın zaman mümkündür; Açlıktan, susuzluktan, fakirlikten ve hakîrlikten” buyurmuştur.
Rivayete göre, İslâm fütûhâtı genişleyip İslâmiyet etrâfa yayıldığı ve hazîne, ganîmet malları ile dolup taştığı vakit, Hazret-i Ömer'in kızı Hafsa (radıyallahü anhâ) babasına; “Etrâftan ziyâretçilerin geldiğinde, kıymetli ve ince kumaşlar giy, emret de güzel yemekler yaptır. Sen de ye, misâfirlerine de yedir” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer şöyle buyurdu: “Ey Hafsa! Hiç kimse kocanın hâlini hanımından daha iyi bilemez. Sen, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) zevcesi olduğun için, O'nun hâlini herkesten iyi bilirsin. Bu kadar yıl kavmi arasında bulundu. Hiç bir vakit hem akşam, hem sabah karnı doydu mu? Akşam buldu ise sabah, sabah buldu ise akşam bulamadı. Öyle değil mi? Yine Allah aşkına soruyorum: Hayber fethedilinceye kadar Resûl-i ekrem ve O'nun Ehl-i beyti hurma yiyip doydular mı? Yine Allahü teâlâ adına sana sorarım, hatırlar mısın ki, Resûl-i ekreme yüksek bir sofra getirdiğimiz vakit, üzülmüş, rengi değişmişti. Sonra da o sofranın kaldırılıp, yemeğin daha alçak bir şey üzerine veya yere konulmasını emretmemiş miydi? Yine sana yemîn verdiririm. Resûl-i ekrem, geceleri bir aba üzerinde yatarken, bir gece bu aba dört kat yapıldığı vakit sabaha kadar uyanamayıp; “Beni gece ibâdetimden alıkoydunuz, bunları ikiye indirin” demedi mi? Yine sana yemînle sorarım. Resûl-i ekrem sırtındaki elbiseyi yıkamak için çıkardığı sırada, Bilâl (radıyallahü anh) gelip de “Namaz” diye seslendiği vakit, giyecek başka elbisesi olmadığı için kuruyuncaya kadar o elbiseyi beklediğini bilmez misin? Yine yemînle sorarım. Zafer kabîlesinden bir kadın, Resûl-i ekreme, iki parça olan bir elbise hazırlamıştı. Bunlardan birinin dikilmesi henüz tamamlanmadığı için elbisenin yalnız bir kısmını önce gönderince, Resûl-i ekremin sade ona bürünerek namaz kıldırdığını ve başka giyeceği olmadığı için onu omuzlarına bağladığını bilmiyor musun?” Hazret-i Ömer'in bu sözlerinden sonra, Hafsa (radıyallahü anhâ) onu tasdik etti ve her ikisi de kendilerinden geçinceye kadar ağladılar.
Îsâ aleyhisselâm zühd sâhibi olmakta pek ileri idi. Bir gün Îsâ aleyhisselâm, başının altına yastık yerine bir taş koyup yatarken, canı uyumak istedi. O anda iblis yanına gelerek; “Ey Îsâ! Sen dünyâ malından bir şey istemediğini söylemez miydin? Şimdi başının altındaki taş dünyâ malı değil midir?” dedi. Îsâ aleyhisselâm, bunu işitince, kalktı ve o taşı tuttuğu gibi iblisin üzerine fırlattı, sonra; “Ey mel’ûn! Dünyâ ile birlikte bu da senin olsun, al!” buyurdu.
Mu'temir bir Süleymân şöyle anlattı: “Îsâ aleyhisselâm,bir gün eshâbının yanına geldi. Üzerinde yünden cübbe, elbise ve iç çamaşırı vardı. Yalın ayak idi. Ağlıyordu. Saçı taranmamış, açlıktan yüzünün rengi sararmış, harâretten dudakları kurumuş bir hâlde idi. Eshâbına şöyle dedi: “Esselâmü aleyküm ey İsrâiloğulları! Ben, Allahü teâlânın izni ile dünyânın değerini düşürür, ona lâyık muâmele edilmesini söylerim. Bunu kendimi beğenmek ve öğünmek için söylemiyorum. Benim evim nerededir bilir misiniz?” Onlar da; “Evin nerededir?” diye sorduklarında, o; “Evim, mescidlerdir. Esansım, sudur. Katığım, açlıktır,Kandilim, geceleyin parlayan aydır. Kışın, ateşim güneştir. Çiçek bahçem, sebzelikler, yeşilliklerdir. Elbisem yün, şiarım izzet sâhibi olan Rabbimden korkmak, sohbet arkadaşlarım sakatlar ve fakirlerdir. Sabahleyin kalktığımda bir şeyim yoktur. Akşam olduğunda yine bir şeyim olmaz. Gönlüm rahat, kaygusuzum. O hâlde benden zengin ve mes’ûd kim vardır” buyurdu.
İbn-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Îsâ aleyhisselâm, havârîlerine buyurdu ki: “Arpa ekmeği yiyin. Saf su için ve dünyâdan salim ve emîn olarak çıkın. Size kendisinden bahsettiğim Allahü teâlâ hakkı için şöyle derim: Muhakkak ki dünyânın tatlısı, âhıret için acıdır. Dünyâ acılığı da âhıret için iyidir. Allahü teâlâ kullarını dünyâya sırf dünyâ nîmetlerine kavuşmak, nîmetlerle rahatlamak için göndermedi. Sizin en kötünüz, nefsinin arzu ve isteklerini ilmine tercih eden âlimlerdir. Onlar bütün insanların kendileri gibi olmasını severler.”
Şöyle anlatılır: Merv şehrinin kadısının bir kızı vardı. Merv şehrinin eşrâf ve ileri gelenleri, bu kızı istediler. Kâdı, meşveret edilecek kişilerle meşveret etti. Kadının bir hıristiyan komşusu vardı. Bir de onunla meşveret edeyim. Başka dindendir ama, görünüşte komşumuzdur deyip, onu çağırdı. Onunla meşveret etti. Hıristiyan komşu, kadıya; “Ey kadı! Bu işte, bizim, bizden öncekilerimizin sünneti, yâni yolları, âdetleri vardır. Sizin yâni sizden öncekilerin de âdeti, sünneti vardır. Zamanımızın insanlarının da âdetleri vardır. Şimdi sen serbestsin. Hangisini istersen seç” dedi. Kadı ona; “Üç yolu da açıkla?” dedi. Bunun üzerine şöyle anlattı: “Bizden öncekilerin yolu; asîl, soylu birisini bulup kızını ona verirlerdi. Sizden öncekilerin sünneti, âdeti; takvâ sâhibine vermekti. Zamanımızdakilerin âdeti ise, zenginleri tercih etmektir. İyi soya, asalete ve kuvvetli dîne îtibâr etmezler. Sen hangisini seçiyorsun?” Kadı; “Ben bizden öncekilerin sünneti ile amel eder ve takvâ sâhibini tercih ederim” dedi. Sonra düşündü. Merv şehrinde kendi kölesinden daha münasibini bulamadı. Kölesi, Mübârek isminde, müttekî ve dindar bir kimse idi. Kızını ona verdi.
Kölesi, kırk gün kızın yanına gitmedi. Bu durumdan kızın annesinin haberi olunca, efendisine yâni kadıya şikayet edip; “Böyle sâliha bir kızı, kölene verdin de, henüz yüzüne bile bakmadı. Senin bu yaptığın nedir?” dedi. Kadı, kölesi Mübârek'e; “Ey Mübârek! Sen benim çocuğuma naz mı ediyorsun da, yanına gitmiyorsun” dedi. Mübârek cevap olarak; “Ey müslümanların kadısı! Ben sizin kerîmenize nasıl naz ederim de yaklaşmam. Ama siz kadı olduğunuz için, korktum ki, bu kız sizin evinizde iken şüpheli bir şey yemiştir. Ben ise, lokmalarda çok dikkat ediyorum ve ona helâl yemek yediriyorum. Vücûdunun kanının tamâmen temiz olmasını istiyorum” dedi. Kırk gün tamam olunca, hanımının yanına yaklaştı. O, lokmalarında bu kadar ihtiyatlı olunca, Allahü teâlâ ona, Abdullah isminde bir evlat ihsân etti. İşte bu çocuk, büyüyünce pek büyük bir âlim olan Abdullah bin Mübârek hazretleri idi.
Yine şöyle anlatılır: Şah Şücâ’ Kirmânî’nin bir kızı vardı. Kirman vâlileri ona talip idi. Şah onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidleri dolaştı. Güzel namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına gidip; “Ey genç! Evli misin?” diye sordu. Genç; “Hayır” deyince ona; “Kur'ân-ı kerîm okuyan, takvâ sâhibi ve güzel bir kızla evlenmek ister misin?” dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki, dünyâda üç dirhemden başka hiç bir şeyim yok” dedi. “Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile ekmek, biri ile katık, biri ile güzel koku satın al” dedi. Şah Şücâ’ kızını o genç ile evlendirdi. Kızı o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek parçası gördü. “Bu nedir?” diye sorunca, genç; “Senin nasîbindir. Yarın sabah yemek için ayırmıştım?” dedi. Şâh’ın kızı babasının evine doğru gitmeye başlayınca, genç; “Ah! Ben, Şâh’ın kızının benim yanımda durmayacağını bilmiştim” dedi. Kız bunu işitince; “Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyorum, îmânının zayıflığından dolayı gidiyorum. Sen, akşamdan sabahın ekmeğini hazırlıyorsun. Ben ise babama çok şaşıyorum. Çünkü o, bunca senedir bana; “Seni takvâ ve zühd sâhibi birine vereceğim” derdi. Bu gün öyle birine verdi ki, Rabbine itimat etmiyor. Bu evde ya ben kalırım, ya bu ekmek. Sen karar ver” dedi. Genç ekmeği bir fakire verdi. Şâh’ın kızı geri döndü ve onunla mes’ûd olarak yaşadı. İşte Allahü teâlânın velî kulları bu derece zühd sâhibi idiler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hazret-i Îsâ'nın fazîletleri pek çoktur. Daha doğumundan önce onun üstünlükleri, fevkalâde hâllerine işâret olan hâdiseler görülmeye başlamıştır.
Tefsîr-i Hazin’de bildirildiğine göre, Meryem (radıyallahü anhâ) Hazret-i Îsâ'ya hâmile iken, Zekeriyyâ aleyhisselâmın hanımı Elîsâ’ da Yahyâ aleyhisselâma hâmile idi. Bu hâmilelik günlerinden birinde Elîsâ’ (radıyallahü anhâ), Hazret-i Meryem'e; “Ben hâmileyim biliyor musun?” dedi. O da; “Ben de hâmileyim” dedi. Bunun üzerine Elîsâ’; “Benim karnımdakinin (Yahyâ aleyhisselâmın) senin karnındakine (Îsâ aleyhisselâma) hürmet ve tâzimde bulunduğunu hissediyorum” dedi.
İmâm-ı Kurtubî (rahmetullahi aleyh); “Elîsâ’, karnındaki oğlunun, başını Meryem'in karnı tarafına döndürdüğünü hissederdi” buyurdu.
Hazret-i Meryem demiştir ki: “Îsâ (aleyhisselâm) karnımda iken, yalnız olduğum zaman birbirimizle konuşurduk. Yanıma bir kimse gelse, konuşmayı keserdik. Ben zikir ve tesbîhle meşgûl olsam, o da karnımda tesbîhle meşgûl olurdu ve ben onun tesbîh ettiğini devamlı olarak işitirdim.”
Hazret-i Îsâ bir günlük iken, iki aylık kadar görünürdü. Bu şekilde çok güzel olarak büyüdü. Bir miktar büyüyüp yetişince, Hazret-i Meryem onu hocaya vermek istedi. Hazret-i Îsâ; “Anneciğim! Allahü teâlâ bana hocaya lüzum ve ihtiyaç göstermedi. Senin karnında iken bana, Tevrât'ı ve İncîl’i öğretti” dedi. Hazret-i Meryem; “Evet doğrudur. Ama, yine de hocanın yanında bulunman iyidir” dedi. Mektebe ilk vardığında hoca, hemen ona yakın gel deyip derse başlamak istedi. Îsâ aleyhisselâm; “Ey hoca! Sen câhil imişsin. Zirâ sana bir çocuk getirildiği zaman önce ismini sorup, sonra öğretmeye başlaman lâzım değil mi?” dedi. Hoca; “Doğru söylüyorsun, ismin nedir?” dedi. O da; “Îsâ’dır” dedi.
Bundan sonra Hoca; “Besmeleyi oku” dedi. O da okudu. Sonra; “Ebced'i oku” dedi. Hazret-i Îsâ başını kaldırıp; “Ebced'in ne olduğunu bilir misin?” dedi. Hoca; “Bilmiyorum” dedi. O; “Bilmediğin şeyi bana nasıl öğreteceksin?” buyurdu. Hoca; “Öyleyse sen bana öğret” dedi. Hazret-i Îsâ ona; “Kürsiden in!” dedi. O da indi. Hazret-i Îsâ kürsîye çıkıp oturdu ve; “Şimdi sor” dedi. Hoca; “Ebced yâni elif, bâ, cim, dâl nedir?” dedi. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: “Ebced'in elifi, Allah'a ve âlâullah'a yâni Allahü teâlânın nîmetlerine; bâ'sı behcetullah'a (Allahü teâlânın güzelliğine) ve behâullah’a yâni Allahü teâlânın kadrine, yüceliğine; cim'i cemâlullah'a (Allahü teâlânın güzelliğine); dâl'ı, dînullaha; hevvez'in hâ'sı, hâviyyeye yâni Cehennem’e; vav'ı “Veyl, nâr ehli içindir” demeye; zâ'sı, zefîr-i Cehennem’e yâni Cehennem’in feryâdına; huttî'nin hâ'sı, istiğfâr edenlerin hatâlarının düşmesine; kelemen, “Kelâmullah mahlûk değildir” demeye; sa'fes, “Gayrete gayret, cezâya cezâ” demeye; karaşet, “Kıyâmette Allahü teâlâ halkı bir yere toplar” demeye işârettir.” O böyle söyleyince, hoca efendi şaşıp kaldı ve Hazret-i Meryem'e haber gönderip; “Hâtun, oğlunu al git. Onun üstâda ihtiyâcı yoktur. Kendisi üstâddır” dedi. Böylece Ebced'in mânâsını ilk veren Îsâ aleyhisselâm oldu.
Salebi'nin Arais-ül-Mecâlis isimli kitabında şöyle yazar: “Îsâ aleyhisselâm mektebde çocukların her birine evlerindekilerin yaptıklarını haber verir, ey filan, evine git. Evindekiler filan yemeği yeyip, senin hisseni ayırdılar der. Çocuklar eve gidince, bize Îsâ haber verdi, hani hissemiz deyip, alırlardı. Yahudiler çocuklarına, o sihirbazdır. Onunla oynamayın derlerdi. Sonra çocuklarını onunla görüştürmemek için bir odaya kapatırlardı.
Bir defâ Îsâ aleyhisselâm çocukları aramıştı. Anne-babaları yalan söyleyip, burada yoklar dediler. Bu odada ne var dedi. Maymunlar ve domuzlar vardır dediler. Îsâ aleyhisselâm, öyle olsunlar dedi. O gittikten sonra yahudiler kapıyı açıp baktıklarında, çocuklarının maymun ve domuz şekline dönüşmüş olduğunu gördüler. Yahudilerin arasında bu haber yayılınca, hepsi çok korktular. Hazret-i Meryem oğluna bir zarar gelmesinden korkup, bu hâdise üzerine bir merkebe binerek oğlu Îsâ (aleyhisselâm) ile Mısır'a gitti.
İshak bin Bişr, Cüveybir'den ve Mukatil'den, onlar, Dahhak'tan, o da İbn-i Abbâs hazretlerinden bildirdi: “Îsâ aleyhisselâm çocukluğunda, Allahü teâlâ tarafından ilhamla, acib, garib, yâni insanların görmedikleri şeyleri görür ve bilirdi. Bunlar yahudiler arasında yayıldı. Îsâ aleyhisselâm büyüdükçe İsrâil oğullarının düşmanlığı arttı. Ona kastettiler, yâni öldürmek istediler. Annesi korktu. Allahü teâlâ, annesine ilham edip, onu Mısır'a götürmesini bildirdi.”
Bütün âlimler bildirmişlerdir ki, peygamberlerin hepsi diğer insanların hepsinden elbette daha üstün, şerefli ve fazîletlidir. Peygamberler içinde resûller, yâni şeriat sâhibi, kendisine yeni bir din verilen peygamberler diğerlerinden daha fazîletli, üstün ve şereflidir. Bunlar arasında da, kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamber, diğerlerinden üstün ve kıymetlidir. Bu altı peygamber; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Bu Ülü’l-azm peygamberlerin de en üstünü, bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdır.
İşte hazret-i Îsâ da ülü’l-azm peygamberlerden olmakla, makâm ve derecesi pek üstün, fazîlet ve kemâlâtı pek yüksektir, Hazret-i Ebû Hüreyre de; “Peygamberlerin efendisi; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır” buyurmuştur.
Hazret-i Îsâ, Allahü teâlânın emri ve kudreti ile babasız olarak doğduğundan, ona Kelimetullah denir. Nitekim, daha evvel yukarıda geçen Âl-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde bu husûsa işâret vardır. Yine bu husûsta Nisâ sûresinin 171. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak ki, (Allahü teâlânın kulu) Meryem oğlu Îsâ Mesîh, Allahü teâlânın (insanları, Allahü teâlânın dînine dâvet için gönderdiği) resûlü ve Allahü teâlânın kelimesidir (ki. Hak teâlânın “Ol” emri ile, babasız olarak, Allahü teâlânın kudretiyle meydana geldi)...”
Tefsîr-i kebir ve Rûh-ul-beyan’da yukarda meâli verilen Âl-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, Îsâ aleyhisselâmın kelimetullah olması izâh edilirken buyruluyor ki: Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâmı; “Kün-Ol” emri (kelimesi) ile yarattı. Gerçi her şey Allahü teâlânın “Kün” emri ile var olmaktadır. Hakîkî sebep budur. Fakat, zâhirî (insanlar arasında bilinen, meşhûr olan) sebeplerde vardır ki, Hak teâlânın âdet-i ilâhiyyesi, işlerin bu zâhirî sebeplerle meydana gelmesidir. Hak teâlâ, hiç bir sebep olmadan da yaratmaya elbette kâdirdir. Fakat, kendi bildiği nice hikmetler ve kullar için nice faydalardan dolayı sebepler araya koymakta, sebepler ile yaratmaktadır.
Bilindiği gibi, bir çocuğun meydana gelmesi, diğer her şey gibi, zâhirî bir sebebe bağlıdır. O da ana ve babanın bir araya gelmesidir. Allahü teâlâ, belki herkesin anlayamayacağı nice hikmetlerinden dolayı, Hazret-i Îsâ'yı işte bu zâhirî sebep olmadan sâdece “Kün” emriyle yarattı. Bu bakımdan Hazret-i Îsâ'yı, Hak teâlânın “Kün” kelimesine nispet etmek daha muvafık olmaktadır. Bu sebeple, Hazret-i Îsâ, sanki Allahü teâlânın “Kün” kelimesinin bizzat kendisidir. Bunun için ona, Kelimetullah denilmiştir.
Hazret-i Îsâ'nın bir lakabı da Rûhullah'dır. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin devamında buna işâret olunmuş ve Hazret-i Îsâ'nın diğer rûhlar gibi, Allahü teâlânın halk ettiği, yarattığı, O'nun tarafından gelen bir rûh olduğu bildirilmiştir. Hak teâlânın izni ile ölüleri dirilttiği, kalbleri ihya ettiği için ona Rûhullah denildi diyenler de olmuştur.
Yine yukarıda meâli verilen Âl-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde, Hazret-i Îsâ'nın dünyâ ve âhırette vecîh (şerefi yüksek, kadri yüce) olduğu bildirildi. Âlimler bu vecîh olmayı iki şekilde izâh etmişlerdir:
1- Îsâ aleyhisselâmın dünyâda vecîh olması; duâsının kabûl olması, Allahü teâlânın izni ile ölüleri diriltmesi, duâ ile körleri ve baras hastalığı olanları iyileştirmesidir. Âhırette vecîh olması ise; yolundan ayrılmayan, gösterdiği yolda bulunmuş olan ümmetine şefâatçi kılınmasıdır.
2- Dünyâda vecîh olması; yahudilerin, hakkında söyledikleri ayıplardan berî (uzak) olmasıdır. Âhırette vecîh olması ise; sevâbının çok ve Allahü teâlâ indinde derecesinin yüksek olmasıdır.
Bu âyet-i kerîmede, Hazret-i Îsâ'nın dünyâ ve âhırette vecîh olduğu zikredildikten sonra, onun mukarrebînden olduğu bildirildi. Âlimler bunun, Hazret-i Îsâ'nın semâya yükseltileceğine, meleklerin onunla birlikte bulunacaklarına işâret olduğunu bildirmişlerdir.
İshak bin Bişr'in senetleri ile Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) verdiği haberde şöyle bildirildi: Îsâ aleyhisselâm bebekken olan ilk konuşmasından sonra, Allahü teâlâya, kulakların duymadığı bir tâzim münâcâtında bulunup şöyle dedi: “Ey Allah'ım! Yüceliğinde yakınsın; yakınlığında yücesin. Yarattıklarının hepsinden üstünsün. Sözlerinle havada yedi kat gök yarattın. Hepsi emrine hazır, el pençe divân durmaktadır. İçinde meleklerin vardır; seni tesbîh ve takdis ederler. Karanlıklar içinde, onlarda, yâni gökte ışık kaynakları yarattın. Geceyi ay ve yıldızla aydınlık, gündüzü güneşle ışıklı eyledin. Havada hamd ile tesbîh eden gök gürültüsü yarattın. Gökte yıldızlar yarattın ki, yolunu kaybetmiş olanlar, onlarla yollarını bulur.
Ey yüce Allah'ım! Denizleri, dağları yarattın. O yücelikleri, yükseklikleri ile dağlar, huzûrunda başları eğik ve itâatkar, emrine hazır, denizin dalgaları, izzetin karşısında dökük ve dağınıktır. Nehirler, dereler, kaynaklar akıttın. Ağaçlar, meyveler yarattın. Hepsi senin emrindedirler.
Ey Allah'ım! Sen ne yücesin! Seni hakkıyla kim medhedebilir? Vasfı ile senin vasfına, sıfatları ile senin sıfatlarına kim ulaşabilir? Bulutları yayar, esirleri darda kalanları kurtarırsın. Hükmün haktır, hak olan hükmü verirsin. Hüküm verenlerin en hayırlısı sensin. Senden başka ilâh yoktur. Sen her ayıb ve noksandan münezzehsin! Bize her günâhımızdan sonra istiğfâr etmemizi emrettin. Senden başka ilâh yoktur. Akıllı kulların senden muhakkak korkar. Şehâdet ederiz ki, sen ihdâs edilen, meydana çıkarılıp, uydurulan bir ilâh değilsin. Zikri bitecek bir Rab değilsin! Bizi yaratmada sana yardım eden bir başkası yoktur ki, senin kudretinden şüphe edelim. Şehâdet ederiz ki, sen, bir teksin, samedsin, doğurmamış ve doğurulmamışsın ve senin eşin, benzerin yoktur.”
İshak bin Bişr, Cüveybir ve Mukatil'den, onlar Dahhak'tan, o da, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anhüm) alarak dedi ki: Îsâ aleyhisselâm bebekken yaptığı mûcizevî konuşmadan sonra bir daha konuşmadı; çocukların konuşma çağına gelince konuşmaya başladı. Bu yaşa gelince, Allahü teâlâ, onu hikmet ve beyânla konuşturdu. Yahudiler onun ve annesinin hakkındaki iftirâlarını arttırdılar ve ona âsî oğlu diye isim verdiler. Nitekim Allahü teâlâ bunu bildirip, Nisâ sûresi: 156. âyet-i kerîmesinde; yahudilerin, Îsâ aleyhisselâmı inkâr etmekle küfre düştüklerini ve Hazret-i Meryem'e zina isnadı ile büyük bir iftirâda bulunup, aleyhinde konuştuklarını haber vermektedir.
İmâm-ı Buhârî ve Müslim (rahmetullahi aleyhima) râvîleri ile birlikte Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh), o da, Resûlullah efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bildirmektedirler: “Îsâ (aleyhisselâmçalan (hırsızlık eden) bir adamı görüp ona; “Çaldın mı? Dedi. O da, hayır kendisinden başka ilâh olmayan (Allahü teâlânın) hakkı için söylüyorum ki, çalmadım dedi. Bunun üzerine Îsâ (aleyhisselâm); Allah'a inandım ve gözümü yalanladım (yani gözümle gördüğüme inanmadım) dedi.”
Yâni, yemîn ettiğin için gözümü yalanladım buyurmakla, kendisinin çok temiz yaratılış ve seciye üzere olduğunu gösterdi.
Yine Buhârî ve Müslim'de, Ubâde'nin (radıyallahü anh) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, O'nun bir olup, ortağı, eşi, benzeri bulunmadığına ve Muhammed (aleyhisselâmın) Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğuna, Îsâ'nın (aleyhisselâmAllah'ın kulu, resûlü, Meryem'e ilkâ' eylediği kelimesi ve rûhu olduğuna, Cennet ve Cehennem’in hak olduğuna şehâdet edeni, ameli ne olursa olsun Allahü teâlâ Cennet’e koyar” buyruldu.
Yine Buhârî'de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) isnadı ile bildirilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Beşikte iken konuşan sâdece üç kişi olmuştur. Birisi (hazret-i) Îsâ'dır. Biri şudur ki, İsrâiloğullarından Cüreyc adında biri vardı. Namazda idi. Birden annesi gelip, onu çağırdı. (Kendi kendine) ona mı cevap vereyim yoksa namaza mı devam edeyim dedi. Annesi (onun kasıtlı olarak cevap vermediğini zannedip); Yâ Rabbî! Ona fahişe kadınların yüzlerini göstermeden canını alma dedi. Cüreyc bir kulübede kalırdı. Bir taraftan bir kadın gelip, onunla konuşmak istedi. Cüreyc konuşmaktan kaçındı. Kadın bir çobana yaklaşıp, nefsini ona teslim etti. (Çobanla zina etti.) Ondan bir oğlu oldu. Kadına, bu çocuk kimdendir dediler. Cüreyc'dendir dedi. Adamlar oraya koşup, kulübesini yıktılar, sövdüler, hakâret eylediler. (Cüreyc) abdest alıp namaz kıldı. Sonra o çocuğun yanına gitti ve; Ey oğlan! Baban kimdir? dedi. Çocuk; Filan çobandır dedi. İnsanlar (hakikati anlayınca, Cüreyc'e); Senin kulübeni altından yapalım mı? dediler. Hayır, topraktan yapın dedi.
Yine İsrâiloğullarında bir kadın vardı. Bir de emzikli oğlu vardı. Bir gün, hayvan üstünde heybetli, güzel elbiseli bir adam oradan geçti. Kadın; Yâ Rabbî! Oğlumu onun gibi yap dedi. Çocuk, annesinin göğsünü bırakıp, gelen atlıya döndü ve; Yâ Rabbî! Beni onun gibi yapma dedi. Sonra annesinin göğsünü emmeye başladı. Daha sonra kadın, çocuğuyla birlikte bir câriyeye uğradı. Kadın; Yâ Rabbî! Oğlumu bunun gibi yapma dedi. Çocuk, annesinin göğsünü bırakıp; Yâ Rabbî! Beni onun gibi eyle dedi. Annesi; Niçin böyle dedin? deyince, çocuk; O hayvan üstündeki heybetli adam, cebbârlardan, zâlimlerdendir. Bu kadın ise, zina ve hırsızlıkla itham edildi, ama, ikisini de yapmamıştır, temizlerdendir” dedi.”
Ebû Osman'dan gelen haberde buyruldu ki: Îsâ aleyhisselâm bir dağın başında namaz kılardı. İblis, yanına gelip; “Sen her şeyin kazâ ve kader ile olduğunu mu söylersin?” dedi. O da; “Evet” buyurdu. “Öyleyse kendini bu dağdan aşağı at ve kaderim böyle idi de!” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Ey mel’ûn! Allah, kullarını tecrübe, imtihân eder, kulların O'nu imtihân etmeğe hakkı yoktur” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm ile alakalı olarak bâzı âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Meryem oğlu Mesîh (Îsâ aleyhisselâmmuhakkak bir peygamberdir. Ondan önce de bir çok peygamberler geçti. Annesi (Hazret-i Meryem) ise sıddîka (çok doğru, dürüst ve iffetli) bir kadın idi...” (Mâide sûresi: 75)
“Sonra (Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın) arkalarından peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Arkalarından da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâmgönderdik ve ona İncîl’i verdik. Kendisine tâbi olanların (bağlı kalanların) kalplerine de ince bir duygu ve merhamet ihsân ettik...” (Hadid sûresi: 27)
“...Meryem oğlu Îsâ'ya (ölüleri diriltmek, anadan doğma kör olanları ve baras illeti bulunanları tedavi etmek ve gaybden haber vermek gibi) apaçık mûcizeler verdik ve onu Rûh-ul-kuds ile takviye ettik, kuvvetlendirdik...” (Bakara sûresi: 87, 253)
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîmelerde geçen Rûh-ul-kuds'ü çeşitli şekillerde tefsîr edip, açıklamışlardır.
1- Bâzı âlimler; Rûh-ul-Kuds'ün, Cebrâil aleyhisselâm olduğunu bildirmişler ve bunu bir kaç şekilde izâh etmişlerdir.
a) El-Kuds, tâhir yâni temiz demektir ve bu kelime ile burada Allahü teâlâ zikredilmektedir. Dolayısıyla Rûh-ul-Kuds, Rûhullah demektir. Rûh'la murâd, Cebrâil aleyhisselâmdır. Cebrâil aleyhisselâmın, Allahü teâlâya nispet edilmesi, yâni Rûh-ul-Kuds (Allahü teâlânın rûhu) buyrulması, Cebrâil'in aleyhisselâm şerefini bildirmek, onun Hak teâlâ katındaki derecesinin yüksekliğini beyân etmek içindir.
Nitekim, Allahü teâlâya nispet etmek sûretiyle şerefini ve kıymetini bildirmek için Kâbe-i muâzzamaya Beytullah (Allahü teâlânın evi), Sâlih aleyhisselâmın devesine de Nâkat-üllah (Allahü teâlânın devesi) buyrulması da böyledir.
b) Beden, rûh ile canlı kalabildiği gibi, din de Cebrâil aleyhisselâm ile canlı kalır. Çünkü Cebrâil aleyhisselâm, peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmekle me’mûr olup, mükellef olan insanlar; ancak Hazret-i Cebrâil'in Hak teâlâdan peygamberlere getirdiği vahiyle, dîni hayatlarında sabit kalabilmektedir.
c) Cebrâil aleyhisselâm ve diğer melekler rûhanî mahlûklardır. Ancak rûhanîlik, Cebrâil aleyhisselâmda daha tam ve kâmildir.
Âlimlerden Rûh-ul-Kuds ile alakalı olarak başka rivâyetler de gelmiş ise de, bu husûstaki en kuvvetli rivâyet, Rûh-ul-Kuds'ün, Cebrâil aleyhisselâm olduğu şeklindedir.
2- Bâzı âlimler Rûh-ul-Kuds, İncîl’dir demişlerdir. Nitekim Şura sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde; “Sana emrimizden bir rûh vahyettik...” buyruldu. Mazharî, Celâleyn ve Medarik gibi birçok mûteber tefsîrlerde, bu âyet-i kerîmede geçen “Rûh”un, Kur'ân-ı kerîm olduğu bildirilmiştir.
İncîl’e rûh buyrulması, o asırda din işlerinin onunla canlı kalması, dünyâya âit faydaların onunla muntazam olması sebebiyledir. Çünkü, Allahü teâlânın kitabı, kalbleri canlı tutmaktadır.
3- Bâzı âlimler; “Burada geçen Rûh-ul-Kuds'le murâd, ism-i âzamdır. Îsâ aleyhisselâm ölüleri bunu okuyarak diriltir, bir çok mûcizeleri bunu söyleyerek gösterirdi” demişlerdir.
4- Bâzı âlimler de; “Rûh, Îsâ aleyhisselâmın rûhudur. Kuds ise Allahü teâlâdır. Hazret-i Îsâ'nın rûhunun Hak teâlâya nispet edilmesi, onun şerefine, yüksekliğine işârettir” demişlerdir.
Rûh kelimesinin, Cebrâil aleyhisselâma, İncîl’e ve İsm-i âzama söylenmesi, isnat edilmesi mecazdır. Çünkü rûh, insanın bedeninin canlılığına sebep olduğu gibi, Cebrâil'in (aleyhisselâm) bildirdikleri (Allahü teâlâdan vahiy yoluyla getirdikleri) de kalblerin canlılığına sebep olmaktadır.
İncîl, Allahü teâlânın emir ve yasaklarının öğrenilmesine sebeptir. İsm-i âzam ise, maksatların ve dileklerin hâsıl olmasına vesiledir.
Rûh ile Cebrâil aleyhisselâm arasındaki yakınlık ve beraberlik daha tamdır. Şöyle ki:
1- Cebrâil aleyhisselâm, nûranî, latîf bir mahlûktur. Bu sebeple ikisi arasındaki benzerlik daha tamdır. Dolayısıyla Rûh-ul-Kuds'e, Cebrâil demek daha lâyık olmaktadır.
2- Âyet-i kerîmede; “...Biz onu Rûh-ul-Kuds ile takviye ettik” buyrulmasından murâd; yardım etmektir. Yardım etmenin, Cebrâil aleyhisselâma isnat edilmesi hakîkî mânâ ile; İncîl ve İsm-i âzama isnat edilmesi ise mecazî mânâ iledir. Bu sebeple de Rûh-ul-Kuds'ün, Cebrâil (aleyhisselâm) olması daha lâyıktır.
Îsâ aleyhisselâm zühd sâhibi olmakta pek ileri idi. Dünyâ malına hiç meyletmezdi. Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh); Îsâ aleyhisselâm, kıyâmette zahidlerin reîsidir buyurmuştur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


1- Ölüleri diriltmesi: Îsâ aleyhisselâmAllahü teâlânın izni ile mûcize olarak ölüleri diriltirdi. Bu hâl pek çok vâki olmuştur.
Bir kız çocuğunun diriltilmesi: Îsâ aleyhisselâm, bir gün bir yerden geçiyordu. Bir kabrin başında oturmuş ağlayan bir kadın çördü. Kadının hâline acıyıp; “Ey Allah'ın kulu, sana ne oldu?” buyurdu. Kadın; “Bir tek kızım vardı, o da öldü. Ya burada öleceğim, yâhud onu benim için diriltinceye kadar buradan ayrılmayacağım diye, Rabbime söz verdim. Bakalım ne olacak” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Onu görsen, buradan ayrılır mısın?” buyurdu. Kadın; “Evet” dedi. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm iki rekat namaz kıldı. Sonra gelip, kabrin yanına oturdu ve; “Ey kızcağız! Rahmân olan Allahü teâlânın izni ile kalk ve kabrinden çık!” dedi. Kabir sallandı. İkinci defâ seslendi. Kabir, Allah'ın izni ile yarıldı. Bir daha seslendi. Kızcağız, başındaki toprakları saçarak çıktı. Îsâ aleyhisselâm ona; “Niçin geciktin” buyurunca; “İlk sesi duyduğum zaman, Allahü teâlâ bana bir melek gönderdi. Beni öldüğüm zamanki şeklime getirdi. İkinci sesi duyunca, Allahü teâlâ rûhumu bedenime iâde eyledi. Üçüncü ses gelince, kıyâmetin sayhası (öd koparan sesi) dir diye, korktum. Başımdaki saçlar, kaşlarım ve gözlerimin kirpikleri, kıyâmetin dehşetinden bir anda beyazlaştı”. Sonra annesine dönüp; “Ey anneciğim! Ne olursun, ölümün şiddetini bana iki defâ yükleme. Anneciğim, sabret ve sevâbını Allah'tan bekle! Benim dünyâya hiç ihtiyâcım yok.” Bundan sonra Hazret-i Îsâ'ya dönerek; “Ey Rûhullah ve Kelimetullah! Hak teâlâya duâ et de, beni âhırete döndürsün ve ölüm şiddetini baha hafif eylesin” dedi. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm duâ eyledi ve kızın rûhu kabz olundu. Tekrar üzerine toprak örtüp düzelttiler. Kadının acısı hafifledi. Verdiği söze sadâkat gösterip, oradan ayrıldı. Bu büyük mûcize, yahudilere ulaşınca Îsâ aleyhisselâma düşmanlıkları ve kızgınlıkları daha da arttı. Çünkü onlar inanmıyorlar, muhâlefet ediyorlardı.
Âzir isminde bir zâtın diriltilmesi: Ârais-ül-mecalis kitabında anlatıldığına göre, Hazret-i Îsâ'nın Âzir isminde bir dostu vardı. Bu zât hastalandı. Can çekişirken, kız kardeşi Îsâ aleyhisselâma haber gönderip, onun durumunu bildirdi.
Hazret-i Îsâ haber alır almaz yola çıkıp oraya geldi. Yol epeyce uzun olduğundan, geldiğinde Âzir vefât etmiş ve defnedilmişti. Îsâ aleyhisselâm, Âzir'in kabri başına varıp duâ etti.
“Ey Allah'ım! Ey yedi kat göklerin ve yerin sâhibi! Sen beni, İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderdin. Onları senin dînine dâvet ederim ve onlara, senin izninle ölüleri dirilttiğimi söylerim. Âzir'i dirilt” diye yalvardı. Allahü teâlânın izni ile Âzir kalktı. Nice zaman yaşadı. Hattâ evlendi ve bir de oğlu oldu.
Arais’de şöyle yazar: Îsâ aleyhisselâm, Havârîlerle seyahat ederken bir şehre uğramıştı. “Burada bir hazîne vardır. Onu bizim için gidip kim çıkarır?” buyurdu. Havârîler; “Ey Rûhullah! Bu şehrin halkı, oraya giden her garibi, yolcuyu öldürürler” dediler. Îsâ aleyhisselâm; “Siz durun, ben varıp geleyim” buyurup, şehre girdi. Bir kapıda durup, selâm verdi; “Ey ev sâhipleri! Garibim, yemek verin” dedi. Bir kadın kapıya gelip; “Seni tutup zabtiyeye vermediğimiz yetmez mi? Başka ne istersin?” diye çıkıştı. O sırada, kadının oğlu da geldi. O da aynı şekilde söyledi. Îsâ aleyhisselâm, gence; “Beni misâfir etseniz, hükümdârın kızını sana nikâh ederdim” buyurdu. O yiğit; “Sen ya delisin, ya da Îsâ'sın” dedi. Hazret-i Îsâ sesini çıkarmadı. Genç onu misâfir etti. Sabahleyin Îsâ aleyhisselâm; “Ey yiğit! Hükümdâra varıp, kızını kendime istemeye geldim de!” buyurdu. O da öyle yaptı. Sarayda dövülüp, kovuldu, hakârete uğradı. Üzüntülü hâlde geri geldi. Hazret-i Îsâ; “Yarın tekrar git, iste” buyurdu. Genç, ertesi gün gitti. Yine dövülüp, sövülüp geri geldi. “Yarın yine git. O sana, kızımı bir saray dolusu altın, gümüş ve çeşitli mücevherat vermek şartıyla veririm diyecek. Sen de kabûl et. Adam gönder, istediklerini teslim edeyim de!” buyurdu. Genç, gidip söyledi. Hükümdâr aynı şeyleri isteyip, yiğit de öyle deyince, hükümdâr gencin yanına adamlar katıp gönderdi. Îsâ aleyhisselâmın yanına geldiklerinde, Hak teâlânın kudretiyle altın ve mücevheratın hepsini hazır bulup, hükümdâra götürdüler. Hükümdâr çok hayrette kaldı. Fakat sözünden dönmedi. Kızını gence verdi. Damat da şaşırıp kaldı. Hazret-i Îsâ'yı tanıyıp; “Ey Rûhullah! Sen bu mertebelere yükselmiş iken, ne kadar fakirlik üzeresin. Dilesen her şey senin için altın olur” dedi. O da; “Ben, Allah sevgisini kalbimde yerleştirmişim ve bu fânî dünyâyı, bakî olan âhıret için terk etmişimdir” deyince, o yiğit, annesini ve hanımını bırakıp, Îsâ aleyhisselâmın ardına düştü. Beraberce havârîlerin yanlarına geldiklerinde, Îsâ aleyhisselâm; “Size söylediğim hazîne işte bu idi. Alıp getirdim” buyurdu.
Bir zaman sonra bu yiğit vefât etti. Tabut içinde götürülürken, Îsâ aleyhisselâm görüp duâ etti. Hak teâlânın izni ile genç dirilip, elbisesini giydi. Tabutunu omuzlayıp evine gitti. Uzun bir ömür sürdükten sonra öldü.
Bir kızın diriltilmesi: Lübâb’da yâni Tefsîr-i Hazin’de bildirildiğine göre, Îsâ aleyhisselâm zamanında bir kimsenin kızı vefât etmişti. Bir gece sonra Îsâ aleyhisselâm duâ etti. Kız dirildi. Çok yaşadı. Evlendi ve çocuğu da oldu.
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edildi ki: İsrâiloğullarının meliklerinden biri ölmüş, tabut üzerinde götürülüyordu. Îsâ aleyhisselâm gelip, duâ eyleyince, Allahü teâlâ onu diriltti. İnsanlar bu müthiş manzara karşısında hayran ve şaşkın kaldılar.
Nûh aleyhisselâmın oğlu Hâm'ın diriltilmesi: Bir gün havârîler, n'olaydı Nûh aleyhisselâmın gemisinde bulunanlardan birini diriltseydiniz de, geminin durumunu bize haber verseydi dediler. Îsâ aleyhisselâm onlarla birlikte gidip, bir evin yanına vardı. Oradan bir avuç toprak alıp; “İşte bu, Nûh aleyhisselâmın oğlu Hâm'ın toprağıdır” buyurdu. Asâ ile o toprağa vurdu ve; “Allah'ın izni ile kalk!” dedi. Hâm, hemen canlanıp, başından toprak saçarak yerden çıktı. İhtiyâr görünüyordu, Hazret-i Îsâ ona; “Vefât ettiğinde böyle mi idin?” dedi, O; “Hayır, yiğit idim, lâkin şimdi kıyâmet koptu sanıp, korkumdan kocadım, birden ihtiyârladım” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Nûh aleyhisselâmın gemisinden bize haber ver” dedi. Hâm; “Geminin boyu binikiyüz, eni altıyüz arşın; yâni boyu altıyüz, eni üçyüz metre olup, üç kat idi. Birinde vahşî ve ehlî hayvanlar, birinde insanlar, birinde de kuşlar vardı” dedi. Îsâ aleyhisselâm, ona “Eski hâline dön” dedi. Hâm tekrar ölüp, hemen toprağa döndü. Arais'de, İbn-i Abbâs'dan nakledilerek, Îsâ aleyhisselâmın gemiyi sormak için dirilttiği kimsenin, Nûh aleyhisselâmın oğlu Sâm olduğu rivâyet olunmuştur.
Âd oğlu Şeddâd’ın diriltilmesi: Îsâ aleyhisselâm, Yemenli bir kısım kimselere Allahü teâlânın dînini anlatıyor, onları îmâna dâvet ediyordu. Onlar, bulundukları bölgede, Hûd aleyhisselâmın kavminden Âd oğlu Şeddad ismindeki zâlim hükümdârın kabrinin bulunduğunu, mûcize olarak onu diriltmesini söylediler.
Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâmHak teâlâya duâ etti. Duânın hemen akabinde kabri bir dağın başında bulunan Şeddad, dirilip kalktı ve insanlara şöyle seslendi: “Ey insanlar! Biliniz ki, ben tam bin sene hükümdârlık yaptım. Bin tane bâkire kız ile evlendim. Çok büyük mülk ve saltanata malik oldum. Yalnız kendi askerî gücüm ile, hasmım olan orduları mağlûb ve perişân eyledim. Bin ayrı kasabanın mâliki, hâkimi oldum.
Bütün bunların hepsi bir hiç imiş. Mal ve servetim, ordu ve adamlarım bu kadar çok olduğu hâlde, bunların hiç biri benden ölümü def edemedi. Aklınızı başınıza toplayınız. Dünyâyı, ömrünüzü benim gibi faydasız boş şeylerle geçirmeyiniz. Ölüm mutlaka var ve herkese gelecek. Ondan sonra, sonsuz âhıret hayatı başlayacak. Hak teâlâya ibâdet ve tâata sarılınız, sebât ediniz...)
Üzeyr aleyhisselâmın diriltilmesi: Mir’ât-ı Kâinat kitabında Tefsîr-i Hazin ve Arais-ül-mecalis’den alarak şöyle anlatılmaktadır: Yahudiler; Îsâ aleyhisselâma gelerek; “Hazret-i Üzeyir'i dirilt, yoksa seni ateşte yakarız” deyip, odun topladılar. O da; “Gidin, cesedini getirin” buyurdu. Hazret-i Üzeyir'in kabrinin taştan olan kapağını kaldıramadılar. Gelip haber verdiler. Îsâ aleyhisselâm bir kase su verdi ve; “Bu suyun bir kısmını tabuta saçın” buyurdu. Öyle yaptılar; kapak açıldı. Peygamberlerin cesedleri çürümediğinden bedenin taptaze olduğunu gördüler. Çıkarıp, getirdiler. Hazret-i Îsâ kefenini açıp, tabaktaki sudan üzerine serpti. “Ey Üzeyir! Allahü teâlânın izniyle diril” dedi. Hazret-i Üzeyir, hemen dirilip kalktı, oturdu. İnsanlar onu gördüklerinde; “Ey Üzeyir! Bu kişinin (Hazret-i Îsâ'nın) hakkında ne dersin?” dediler. O da; “Şehâdet ederim ki, o Allah'ın kulu ve resûlüdür” dedi. Bunun üzerine halk; “Ey Îsâ! Duâ et de, Üzeyir aleyhisselâm bizim aramızda kalsın ve yaşasın” dediler. Îsâ aleyhisselâm; “Hayır, bunu hemen kabrine iletin!” deyince, hemen vefât etti. Kabrine ilettiler. Bu mûcizeyi görenlerin pek çoğu hazret-i Îsâ'ya îmân etti.
2- Hastaları iyi etmesi: (Körlerin gözünü açması, abraşı iyi etmesi): Îsâ aleyhisselâmAllahü teâlânın izni ile, mûcize olarak, hastaları iyi ederdi. Mübârek elini dokundurmakla, anadan doğma körlerin gözleri hemen açılıverirdi. Yine aynı şekilde, elinin temasıyla, vücûdunda baras yâni alacalık bulunan hastalar o anda iyileşirler ve hastalıklarından hiç bir eser kalmazdı. Bütün bu mûcizeler sâdece elini sürmesi ile olduğundan, elini dokunan mânâsına Mesîh dendiği ve Mesîh isminin buradan geldiği bildirilmiştir.
Arais-ül-mecalis isimli eserde zikredildiğine göre, Îsâ aleyhisselâmın hastalığı iyi etmede ve ölüyü diriltmede ettiği duâ şu idi: “Yâ Rabbî! Göklerdekilerin ve yerdekilerin mâbudu yalnız sensin. Senden başka ilâh, mâbud yoktur. Gökte ve yerde olanların meliki, sâhibi sensin. İkisinde senden başka melik yoktur...
Gökte ve yerde olanların hâkimi sensin, bu ikisinde senden başka hâkim yoktur. Yerdeki kudretin, gökteki kudretin gibidir. Yerdeki saltanatın, gökteki sultânlığın gibidir. Yâni sâdece yerlerin veya sâdece göklerin hâkimi, sâhibi, meliki değil, bütün âlemlerin, her şeyin sâhibi, mâliki, yaratıcısısın. Kudretinin ve saltanatının dışında hiç bir şey yoktur. Kerim olan isminle istiyorum. Muhakkak ki, sen her şeye kâdirsin!”
3- Yenilenleri ve evlerde saklanılanları bilmesi: Îsâ aleyhisselâm yine mûcize olarak, kavminin ne yediklerini ve evlerinde ne sakladıklarını bilip, haber verirdi.
4- Çamurdan kuş yapıp uçurması: Îsâ aleyhisselâm, çamurdan bir kuş şekli yapıp ona üfleyince, Hak teâlânın izni ile, mûcize olarak o kuş canlanır, uçup giderdi.
Bir defâsında İsrâiloğulları, bir parça çamuru kuş şeklinde yapıp Îsâ aleyhisselâma getirdiler ve; “Gerçekten hak peygamber isen, bu çamuru canlı kuş hâline getir” dediler. Hazret-i Îsâ duâ etti. Kuş o anda canlandı ve uçup gitti.
5- Mâide (Gökten sofra inmesi) hâdisesi: İmâm-ı Begavî hazretlerinin Meâlim-üt-tenzil isimli tefsîrinde, Selmân-ı Fârisî hazretlerinden rivâyet edilerek bildiriliyor ki: Havârîler, gökten bir sofra indirilmesi için duâ etmesini ricâ ettiler. Hazret-i Îsâ, ağlayarak, Hak teâlâya yalvardı. Allahü teâlâ duâsını kabûl edip, bir sofra indirdi. Bu da Hazret-i Îsâ'nın bir mûcizesi idi. İndirilen bu sofrada çeşit çeşit nîmetler vardı ve bir çok insan yeyip karnını doyurdu. Hastalar şifâ buldu. Fakirler zengin oldu.
6- Uyku hâlinde iken, etrâfta söyleneni ve yapılanı duyması ve bilmesi: Îsâ aleyhisselâmAllahü teâlânın izni ile, mûcize olarak, kendisi uyurken neler konuşulduğunu bilir anlardı.
7- Semâdan yemek ve meyve gelmesi: Îsâ aleyhisselâm ne zaman acıksa veya yemek ihtiyâcı duysa, ellerini kaldırıp duâ ederdi ve mûcize olarak gökten yemek ve meyve gelirdi. Bu, yukarıda zikrolunan mâide (sofra) mûcizesinden ayrı, başka bir mûcizesi idi.
8- Uzakta ve gizli olarak konuşulan şeyleri duyması: Îsâ aleyhisselâm, uzakta bulunan insanların neler konuştuklarını, aralarında gizli gizli neler fısıldaştıklarını, mesâfenin uzak olmasına rağmen, mûcize olarak, duyar ve bilirdi.
Kur'ân-ı kerîmde Îsâ aleyhisselâmın bâzı mûcizeleri haber verilmekte ve Mâide sûresinin 110-115. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: Allahü teâlâ o kıyâmet gününde şöyle buyuracak: “Ey Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm)! Sana ve annene olan nîmetimi hatırla! Hani seni Rûh-ul-kuds (Cebrâil aleyhisselâmile kuvvetlendirmiş, desteklemiştim. Hem beşikte hem de kemâl yaşında insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı (yazı yazmayı), hikmeti, Tevrât'ı İncîl’i öğretmiştim. Hani benim iznimle, çamurdan kuş sûretinde bir kuş şekli yapıyordun. Sonra ona üfleyince, benim iznimle o, canlı bir kuş oluveriyordu. Hani anadan doğma körü ve abraşı da yine benim iznimle iyi ediyordun. Hani, ölüleri yine benim iznimle (kabrinden diri olarak) çıkarıyordun.
Hani, İsrâiloğulları seni öldürmeye kastettiklerinde onların şerrini senden men ve def etmiştim (de seni öldürememişlerdi).
Sen, İsrâiloğullarına apaçık deliller ve mûcizeler getirdiğin zaman da, içlerinden kâfir olanlar; “Bu apaçık sihirden başka bir şey değildir demişlerdi.
Hani havârîlere; Bana ve resûlüm Îsâ'ya (aleyhisselâmîmân edin diye ilham etmiştim de onlar; “Îmân ettik. Hakîki müslümanlar olduğumuza sen de şâhid ol demişlerdi.
Hani bir vakit de havârîler; “Ey Meryem oğlu Îsâ! (Allahü teâlâya duâ etsen, duâna icâbet edip,) Rabbin bize gökten (içinde yemek, taam bulunan) sofra gönderir mi? demişlerdi de, o; “Eğer siz mü’min iseniz (Allahü teâlânın kudretine ve benim peygamberliğime hakîkaten inanmış kimseler iseniz) bu gibi şeyleri istemekten sakının demişti. Havârîler de şöyle söylemişlerdi: “(Gerçi Hak teâlânın kudretinin tam olduğunda şüphemiz yoktur.) Lâkin, isteriz ki, ondan (o bildirdiğimiz şekilde gelecek olan sofradaki yemeklerden bereketlenmek için) yiyelim. (O'nun kudretinin kâmil olduğunu böyle gözümüzle görerek) kalblerîmiz mutmain olsun. Senin bize hakîkaten doğru söylediğini bilelim (ve sen sıdk ile Hak teâlâdan ne istersen onu vereceğini bilmiş olalım). Böylece, bu mûcizeleri yakînen görerek şâhidlik edenlerden olalım.
Bunun üzerine Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle yalvardı: “Yâ İlâhî! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, onun inme vakti (günü) bizim hem evvelimiz, hem de sonra gelenlerimiz için bir bayram ve senden (kudretinin kemâline ve benim peygamberliğimin hak olduğuna) bir âyet (bir mûcize) olsun. Bizi hayırlı rızıkla rızıklandır. (Bize o sofrayı gönder ve ona şükretmeyi de nasip ve kolay eyle.) Çünkü sen, rızık verenlerin en hayırlısısın (Rızkın yaratıcısı ve hiç bir niyet, karşılık istemeden, karşılıksız olarak herkesin rızkını vericisin.)
(Hazret-i Îsâ'nın bu duâsı üzerine) Allahü teâlâ buyurdu ki: “Şüphesiz ki, ben o sofrayı size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden kim nankörlük ederse (küfre dönerse), muhakkak ki ben ona, öyle bir azâbla azâb ederim ki, zamanlarında, âlemde hiç kimseye öyle azâb etmem.”
Âl-i İmrân sûresinin 49. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ Îsâ'yı (aleyhisselâm), İsrâiloğullarına peygamber gönderdi. Îsâ (aleyhisselâmresûl (peygamber) olunca, şöyle dedi: Muhakkak ki ben, Rabbiniz tarafından âyetle (mucize ile) size geldim.
Muhakkak ki ben, sizin için çamurdan bir kuş sûreti yapar, sonra ona üfürürüm. Allahü teâlânın izni ile, o canlı bir kuş oluverir. Yine Allahü teâlânın izni ile, anadan doğma körü ve abraş illetini de iyi ederim. Ve yine Allahü teâlânın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yediğinizi ve ilerisi için ne biriktirdiğinizi bilirim ve size haber veririm.
Eğer îmân ederseniz, muhakkak ki, bu mûcizelerde sizin için alâmetler ve iddialarımın doğru olduğuna delâlet eden işâretler, deliller ve ibretler vardır.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget