Teslis (Trinity) inancı ve ortaya çıkışı
Îsâ aleyhisselâmın semâya yükseltilmesinden az zaman sonra İsevîlik bozuldu. İsevîliği kabûl etmiş görünen Bolüs, hakîkî İncîl’i yok etti. Dört kişi ortaya çıkarak, havârîlerden işittiklerini yazdılar ve dört İncîl meydana geldi. Bolüs yalanlarını bu dört İncîl’e de karıştırdı. Eflatun tarafından sistemleştirilen teslis inancını İncîllere soktu. Hazret-i Îsâ'ya Allah'ın oğlu deyip, buna bir de “ruh-ul-kuds” ekleyerek “baba-oğul-ruh-ul-kuds” adı altında üçlü tanrı manzumesini meydana getirmiştir. Büyük Konstantin 325 yılında toplandığı İznik Konsili'nde, teslisi resmî hıristiyan îtikâdı îlân ettirmiştir. Üç uknum yâni teslis, yeni bir şey olmayıp, müteaddid ilâhlara tapınan kavimlerin inançlarından alınıp hıristiyanlığa sokulmuş bir fikirdir. İlk defâ Hindistan'da bulunan Brahma dînine mensup olanlardan işitildi.
Brahma dînine, felsefe, fikir demek daha doğrudur. Îsâ aleyhisselâmın miladından (doğumundan) 700 sene evvel ortaya çıktığı sanılmaktadır. Brahma, mukaddes kelâm demektir. Hıristiyanlıkta da, Îsâ aleyhisselâm için bu tabir kullanılmıştır.
Brahmânların inancına göre Krishna, insan şeklinde yeryüzüne inmiş bir îlâhdır. Budistler de, Buda'yı ilâh olarak kabûl ediyorlar. Budistlere göre, Buda, insan olarak doğmadan önce, semâda yaşıyordu. Yeryüzünde inecek bir yer aradı ve nihâyet Sudhodona âilesinin bir ferdi olarak doğmaya karar verdi. Annesi, oruçlu olarak sarayın damında uyurken, rüyâsında, etrâfına nûrlar saçarak gökten bir beyaz filin yere indiğini ve sağ böğründen karnına girdiğini hayret ile gördü. Buda'nın doğmasına yakın, annesi, bulunduğu şehri terk etmiş ve bir ağacın altında, ilâh olan oğlu Buda yeryüzüne gelmiştir.
Brahmânların ve Budistlerin inançları ile, hıristiyanların teslis inancı isim farkları hariç, birbirine benzer. İlâhların yeryüzünde bâkire bir kıza nüfûz etmeleri ve doğmaları ve insanların onları ilâh olarak kabûl etmeleri arasında, insanı hayrette bırakan bir benzerlik vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Hıristiyanlara göre, Îsâ aleyhisselâm ölmüş ve öldükten üç ün sonra dirilmiştir. Krishna da öldükten sonra dirilerek göğe yükselmiştir.
2- Îsâ aleyhisselâm, öldürüleceğini önceden söylemiş, zindanlardaki yâni Cehennemlerdeki rûhları kurtarmış ve mezârdan kalkınca, Allah'ın sağına oturmuştur. Buda da, dünyâdan çekileceğini ve Nirvana'ya gideceğini haber vermiştir.
3- Îsâ aleyhisselâm mezârından, Buda ise tabutundan kalkmıştır.
4- Îsâ aleyhisselâm göğe çıkınca, bütün âlemin işlerini eline alarak hükmetmeye başlamıştır. Buda da, göklerin sultânlığını kurmuş ve âleme hükmetmeye başlamıştır.
Teslis ve tenasüh inancı, Brahma dîninde yer almış, oradan her tarafa bu arada Mısır’da da yayılmıştır.
Batıda üç uknum fikrini yâni teslisi ilk defâ ortaya atan filozof Time (Timeios) dir. Milattan beşyüz sene kadar önce Lokres şehrinde yaşayan Time, Pisagor'un talebelerindendir. Sisam adasında doğan Pisagor (Pythagoras) genç yaşında İtalya'nın Kroton şehrine gelmiş, buradan çeşitli seyahatler yapmış, Mısır ve Ortadoğu'da, uzun zaman kalmıştır. Mısır'da kaldığı zaman içerisinde, eski Mısır dîni ve inançları hakkında geniş malûmat sâhibi olmuştur. Üçlü tanrı inancı ve tenasüh fikrini öğrenerek, kabûl etmiştir.
Mısır'da öğrendiği şeylerden birisi de, hendese (geometri) idi. Bugün, Pisagor nazariyesi (teorisi) diye bilinen geometri faraziyesi de tecrübî olarak o zaman Mısır'da bilinmekte idi. Buralara Bâbil'den gelmişti. O zaman Bâbil'de, ilm-i nücûm (astronomi), matematik ve müneccimlik san’atı çok ileri idi. Bunları, daha önce gelmiş olan peygamberlerden öğrenmişlerdi. Pisagor, Bâbil'de de bunları iyice öğrendi. Tekrar Kroton şehrine döndü ve bir mektep açtı. Kendi ismi ile anılan yeni bir yol, hattâ yeni bir fırka kurdu. Kendisine inananlar tarafından çok efsaneler uydurulmuş; peygamber, hattâ ilâh olduğu iddia edilmiştir.
Pisagor, varlığın aslının arche yâni sayı olduğunu söyledi. Ona kadar olan sayıları, mukaddes kabûl etti. Bilhassa, bir, iki ve üç sayılarını; üç asıl kabûl etti. Pisagorcular, bir sayısının âlemin değişmez ve ebedî kaynağı ve ilk uknum yâni en büyük tanrı olduğunu, iki sayısının dişiliğini, dünyânın bundan meydana geldiğini ve ikinci uknum olduğunu, üç sayısının ise, âlemdeki ebedî üçlüğü gösterdiğini ve üçüncü uknum olduğunu iddia ederler. Dünyânın ve âlemin aslının bu üç adet olduğunu söylerler. Meselâ, âlemin esası beden, can ve rûhtur derler. Bunun gibi, tabiî, beşerî ve tanrı âlemi olarak, üç âlemden meydana geldiğini söylerler. Pisagorculara göre, herşey üçten meydana gelmiş olduğu gibi, yaratma da, bu üçlükten ortaya çıkar. Bunlar; yaratıcı irâde, yıldız akımı ve her an biraz daha kemâle eren âlem imiş. Pisagor'un sayıları husûsunda ve diğer felsefî görüşleri hakkında Gomperz'in “La Pensee Grecque” kitabında geniş bilgi vardır.
Pisagor'a göre, ilk uknum, yâni her dilediğini yapabilecek olan tanrı akıl ile anlaşılamaz. Rûhu, ebedî (ölümsüz) kabûl eden ve ölen bir kimsenin rûhunun bir hayvana geçebileceğine inanan Pisagorcular, hayvan eti yemezler. Pisagor'un ileri gelen talebelerinden Time de, hocasının yolunu tâkip etmiştir.
Time, Rûh-ül-alem kitabında; “Her şeyden önce, mahlûkâtın bir fikr-i misâl-i dâimîsi vardır ki, ilk kelime ve ilk uknum odur. Kendisi madde değildir, rûhanîdir ve akıl ile anlaşılamaz. İkinci mertebe, madde-i gayr-i muntazımedir. Telaffuz olunan ikinci kelime ve ikinci uknumdur. Bundan sonra gelen üçüncü mertebe, İbn (oğul) yâni mânâ âlemidir ki, üçüncü uknumdur. Bütün kâinat, bu üç sınıftan ibârettir. İbn yâni oğul pek güzel bir tanrı yapmak istedi ve mahlûk olan bir tanrı yaptı” demektedir. Bu söz, karışık ve anlaşılamaz bir hâlde Eflatûn'a geldi. Time'nin, Eflatûn'un hocalarından biri olduğu da bildirilmektedir. Çünkü Eflatun, büyük üstâdı Sokrat ile Time'nin bir mecliste bulunduğunu bildirmektedir. Time'nin; matematik, Pisagor'un hayatı ve “Rûh-ül-alem” Âlemin rûhu isminde üç eseri olup, bunlardan ikisi kaybolmuştur. Kaybolmayan “Âlemin rûhu” kitabı ise, kendisinden sonra gelen filozofları çok meşgûl etmiştir. Çünkü, bu kitabın ilk altı kısmından çıkarılan fikir ile Eflatûn'un, Time (Timeios) konuşmasında anlattığı fikir arasında pek bir fark yoktur.
Böylece batıda teslis inancını ilk çıkaran Pisagor, ilk ortaya koyan da Time olmuştur.
Eflatun, Time'den gelen bu fikri başka bir şekle soktu ve üç esas ilâh olduğunu iddia etti. “Birincisi, babadır. En yüce ve yaratıcı ve diğer iki ilâhın babasıdır. Birinci uknumdur. İkincisi, asıl, görünür olan tanrıdır ki, görünmez olan babanın veziridir. Kelime (Logos) ve idrâk demektir. Üçüncüsü de, kâinat âlemidir” dedi.
Eflatûn'a göre, eşyanın, varlıkların hakîkati, mânâlar (idealar) dır. Eflatûn'un, idea diye bahsettiği şey, mâhiyet, fikir, a'yan-ı sabite demektir. Eflatûn'da idea, eşyanın ve varlıkların değişmeyen, sabit ve ebedî olan hakîkatidir.
Eflatun, âlemi ikiye ayırır: Birisi, görünen hisler âlemi. Diğeri ise, hakîkî âlem, yâni idealar âlemidir. Hakîkî yâni idealar âlemi, ebedî olduğu hâlde, hisler âlemi durmadan değişir. İdealar, sâdece aklımızda, hayâlimizde kaim olmayıp, cisimsiz olarak kendilerine mahsus bir kıyam ve hayatları vardır. Eflatun her hakîkati yâni ideayı, daha yüksek hakîkatlere irca eder, bağlar. Böylece bütün hakîkatler, idealar, mutlak Bir'e irca olunur. Bu yüce idealardan meydana gelen bir hayrdır ki, tanrının kendisidir. Diğer yüce idealar, hakîkatler ona tabidir. Aşağı olan idealar, şeytanın kendisi olan şerdir. Diğer aşağı, kötü idealar da ona tabidir.
Eflatun, ideaların kendisinde birleştiği, bir kabûl ettiği ve hayır, iyilik diyerek aynen tanrı kabûl ettiği şeyin, hareket ve hayat sâhibi ve âlemin babası (baba tanrı) olduğunu söylemiştir. Bu birinci uknumdur. Baba tanrı yâni yüce idealar birliği, maddeye nizâm veren, fakat maddeden tamâmen farklı bir rûh yaratmıştır. Bu ise babanın oğludur. Bu rûh, yaratanla yaratılan arasında aracı bir varlıktır. İkinci uknumdur.
Eflatûn'un diğer felsefî görüşleri ile beraber, üç uknum fikri de, İskenderiyye mekteplerine geçmişti ve Îsâ aleyhisselâmın zuhuru sırasında bu mekteplerde okutuluyordu. Hattâ, o zamanlarda yahudi âlimlerinden olup, İskenderiyye'de meşhûr olan Philo dahi, bu teslis, üç uknum fikrini, Mûsâ aleyhisselâmın dîninin inanç esasları içinde bulmak istemiştir. Bu istekle; “Tevrât’da bildirilen dünyânın altı günde yaratılmış olduğu doğrudur. Çünkü, üç sayısı altının yarısıdır. İki sayısı da, altının üçte biridir. Bu âdet hem erkek, hem dişidir. Tanrı, akıl ile izdivaç edip, akıldan, sevdiği oğlunu meydana getirmiştir ki, bu dünyâdır” demiştir. Philo, meleklere, kelime-i ilâhiyye dediği gibi, dünyâya da kelime-i ilâhiyye demiştir. Bu da Eflatûn'un felsefesindendir.
Daha sonra yeni Eflatunculuk adını alarak devam eden Eflatun felsefesi, en büyük darbeyi nasrânîliğe, İsevîliğe vurdu. Eflatunculuğun en kuvvetli olduğu zaman, miladın üçüncü asrıdır. Bu devirde hıristiyanlık Roma devletinin dîni olmuştur. Bu felsefeye inananlar, Allahü teâlânın varlığına, birliğine ve Îsâ aleyhisselâmın peygamberliğine inanmak olan tevhid dînini tahrif ettiler. Daha sonra, bu dîne putperestlik de sokuldu. Miladın dördüncü asrında yaşayan Saint Augustin, Eflatûn'u hıristiyanlaştırmağa çalışır. Augustin, teslisi ispat için yazdığı “De Trinitete” kitabında ve diğer kitaplarındaki, tanrı, rûh ve kâinat hakkındaki düşünceleri, Eflatun felsefesinin aynıdır. Eflatûn'un; “Akıl, irâde ve his, bir insan meydana getirir” sözünü teslisi ispat için delil getirir ve; “Teslisdeki üçlük birbirinden ayrı olmakla beraber, bir tanrı meydana getirir” der. Eflatun ve talebelerinin gerçek tanrıyı idrâk ettiklerini söyler. Eflatûn'un idealar felsefesinden hareket ederek, kelâmın yaratıcı olduğunu ve kelâmın Îsâ aleyhisselâm olduğunu savunur. Hıristiyanlar arasında kendisine kıymet verilen ve hıristiyan azîzlerinden kabûl edilen Augustin, hıristiyanlıktaki teslis, hayır ve şer inançlarının aynen Eflatûn'un felsefesinde bulunduğunu, îtirâf etmektedir. Hattâ teslisi ispat için, Eflatûn'un görüşlerini delil olarak gösterir. Milattan 350 sene önce ölen bir kimsenin fikirlerinin, hıristiyanlık inançları ile aynı olmasına hıristiyanlar acaba nasıl cevâp verirler. Bu hâl Eflatûn'un, Îsâ aleyhisselâm zamanında yaşadığını göstermektedir ki, doğrusu da budur. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî'nin (rahmetullahi aleyh) “Mektûbât” kitabının 266. mektubunda da böyle olduğu bildirilmektedir.
Miladın sekizinci asrında, kilise azîzlerinden Saint Thomas da, Eflatûn'un talebesi Aristo'nun felsefesini esas alarak, hıristiyanlık inançlarını, bilhassa teslisi ispata çalışır. Bütün Ortaçağ boyunca ve Avrupa'da rönesansın gerçekleşmesinden sonra dahi, Eflatun ve Aristo'nun felsefesine karşı çıkmanın, kabûl etmemenin, hattâ küçük bir îtirâzda bulunmanın cezâsı, kilisenin engizisyon mahkemeleri kararı ile ölümdü. Bugün teslise inanan hıristiyanlar acaba bunu nasıl izâh ederler?
Bütün târih kitapları ve kaynak eserler, Îsâ aleyhisselâmın hayatında ve havârîlerin zamanlarında, nasârâ (İsevîler) arasında teslise dâir bir fikir olmadığını bildirmekte ve bu husûsta ittifâk etmektedirler.
Teslis îtikâdı, hıristiyanlar arasında miladî ikinci asır sonlarına doğru yayıldı. Bu fikir, Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği dînin tamâmen hilâfına, zıddına olduğundan, üç uknuma inananlar, önce bu inançlarını nasrânîlerden gizlediler. Fakat gizli bir şekilde yaymağa çalışmaktan da geri durmadılar. Bu sıralarda teslis (üç tanrı) inancına sâhip olanlar, itikatlarının (inançlarının) ve tuttukları yolun revâç bulması için, Yuhannâ İncîl’ini ve sonradan yazılıp havârîlere atfedilen mektuplar ile Paulos'dan nakledilen mektupları neşrettiler, yaydılar. Bundan sonra, nasârâ arasında ihtilaflar meydana geldi. Pek çok münâkâşa ve mücâdelelerin meydana çıkmasına sebep oldu. Allahü teâlânın birliğine, vahdete inanan nasârâ ile teslise inananlar içerisinde yazı yazabilen, eli kalem tutan kimseler, kendi itikatlarının revâç bulması ve diğer tarafa gâlip olmak için, günden güne İncîller ve havârîlere nispet edilen sayısız risaleler, mektuplar yazdılar.
Nihâyet miladî üçyüz yıllarında bu ihtilaflar iyice büyüyerek, hıristiyanlar iki büyük fırkaya ayrıldılar. Bir kısım hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın hiç bir fark olmadan aynen Allah olduğunu iddia ediyorlardı. Bunların reîsi İstanbul piskoposu Atnâs (St. Athanese) idi. Diğer kısım hıristiyanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın mahlûkların en üstünü ve Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber ve Allah'ın kulu olduğu inancında idiler. Bunların reîsi de, Aryüs (Arius) ismindeki râhip ile İzmit piskoposu Usb idi. Bundan önce Antakya patriki Yûnus Şemmâs da, Allahü teâlânın bir olduğunu îlân etmişti. Çok kimseler doğru yola gelmişti. Fakat sonradan, teslise inanan bâzı papazlar, teslise (üç tanrıya) inanmağa başladılar ve bunu yaymağa uğraştılar. Böylece teslise inananlar çoğalmış oldu.
Teslise inananlar ile, Îsâ aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna inananlar arasındaki münâkâşalar, bütün milletin zihinlerini karıştırdı. Devlet işleri de, sıhhatli bir şekilde yapılamaz hâle geldi. Bunun üzerine, imparator Büyük Konstantin, bu karışıklıklara kat’î bir son verilmesi için İznik’te üçyüzyirmibeş târihinde, büyük bir rûhban cemiyeti topladı. Bu mecliste, hıristiyan din adamlarının ileri gelenleri bulundu. Birçok konuşmalardan sonra, Atnâs tarafı gâlip geldi. Üçyüzondokuz papazın ittifâkı ile, Îsâ aleyhisselâmın Allah'ın biricik oğlu olduğu, Allah'ın sulbünden geldiği, Allah'tan Allah, nûrdan nûr, Allah-ı hakîkînin Allah-ı hakîkîsi olduğu ve rûh-ül-kuds, azîz rûhun da Allah olduğuna îmân etmek esasları kabûl edildi.
Bu târihi tafsilattan anlaşılıyor ki, bugün hıristiyanların îtikâd esasları olan teslis ve üç uknum mes’elesinin ortaya çıkması ve ibâdetleri bâtına, kalbe mahsûs kılıp, İncîl’in zâhirî emirleri ile ibâdet edilmemesi gibi şeyler, incillerden alınmış doğru, sahih emirler değildir. Çeşitli şüpheler ve değişik maksatlar ile sonradan ortaya konulmuş ve rûhban meclislerinde, papazlar tarafından tesis edilmiş şeylerdir. İşâ-i rabbanî kurbanı, papanın Îsâ aleyhisselâmın halîfesi ve Petrus'un vekili olduğu ve geçmiş hıristiyan azîzlerinin yâni havârîlerin mukaddes olmaları, çeşitli perhizler ve yortular, hazret-i Meryem için, kucağında Îsâ ile beraber Meryem ana diye uydurulan resimler, resimlere ve putlara ibâdet, papazların (belli bir ücret karşılığı) günâh affetmeleri ve Cennet’ten yer satmaları gibi, hıristiyanlığın esas mes’elelerinde, Katolikler ile Protestanlar arasında büyük akîde (inanç) farkları meydana geldi. Bu ihtilaflar (zıtlıklar) öyle bir dereceye ulaştı ki, her biri diğerine göre Cehennem ehlidir. Fakat bâzı papazlara göre, mâdem ki, her iki tarafın yâni protestanların ve Katoliklerin her birinin ortaya attığı cehennemlik sözü rûh-ül-kudsün ilhamı iledir, o hâlde iki taraf da, bu iddialarında sâdıktırlar. Hem katolikler hem de protestanlar, ehl-i cehennemdirler.
Üç uknum hakkında, Hıristiyanlığın başlangıcından ikiyüzelli sene geçtikten sonra başlayan ve zamanımıza kadar devam eden, çeşitli kiliseler arasındaki ihtilafların haddi hesâbı yoktur. Böyle olmakla beraber, tanrının; baba, oğul ve rûh-ül-kuds isimleriyle üç uknumdan ibâret ve cevher olduğunda bütün hıristiyan fırkaları ittifâk hâlindedir. Fakat bu üç cevherin tabîatları, birleşmeleri ve birbirlerine uymaları husûsunda, her biri farklı îtikâda sâhiptirler. Bâzılarına göre, üç uknumdan maksat her biri, ayrı ayrı şahıslar olmayıp, asıl olan bir zâtın sıfatlarıdır. Bâzılarına göre, ilim, uknumu kelâmdır. Mesîh'in cesedi ile birleşerek bir araya gelmiştir ki, bu tam bir birleşmedir. Suyun şarap ile birleşmesi gibidir. Melekâniyye fırkasına göre, güneşin kristal camda parlaması gibidir. Nestûriyye fırkasına göre ise, tanrı et ve kana dönüşerek Mesîh olmuştur. Yakubiyye fırkasına göre ise, tanrının insanda görünmesi, meydana çıkmasıdır. Meleğin beşer (insan) sûretinde görünmesi gibidir.
Îsâ aleyhisselâmın ilâh olmadığı yukarıda tafsilatlı olarak anlatıldığı gibi, kendi sözlerinden de açıkça anlaşılmakta, bunun sonradan ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu husûsta Mâide sûresinin 116-118. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Yâd eyle şol vakti ki, kıyâmet gününde Allahü teâlâ (Îsâ aleyhisselâma) şöyle buyuracak; “Ey Meryem oğlu Îsâ! Allahü teâlâyı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin diye insanlara sen mi söyledin?”
Îsâ (aleyhisselâm) diyecek ki: “Yâ Rabbî! Ulûhiyyette sana şerîk, ortak bulunmaktan seni tenzih ederim. Hak olmayan sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben o sözü söylemişsem sen onu elbette bilirsin. (Söyleyip îlân ettiğimi bildiğin gibi) içimde gizlediğimi de bilirsin. Fakat ben, senin zâtında olanı (bana bildirmediğini) bilmem. Muhakkak ki sen gaybları kemâl üzere bilensin.
Sen bana ne emrettinse, ben kendilerine ondan başkasını emretmedim. Hep; “Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibâdet edin (ibadetinizde hiç bir kimseyi O'na ortak koşmayın) dedim ve aralarında bulunduğum müddet, kendilerine gözcü idim (hallerini gözetlerdim.)
Ne zaman ki, beni semâya kaldırmakla aralarından aldın, üstlerine, kendilerine mürâkıb (gözetleyici) yalnız sen oldun. Zâten sen, her zaman her şeye hakkıyla şâhidsin.
Eğer kendilerine azâb edersen şüphe yok ki, onlar senin kullarındır. Eğer, onları mağfiret edersen yine şüphe yok ki, sen mutlak gâlipsin. Hüküm sâhibi ve hükmünde hikmet sâhibisin.”
Yine Mâide sûresinin 17. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Meryem oğlu Mesîh (haşa) Allah’dır diye yalan ve iftirâda bulunanlar, muhakkak kâfir olmuşlardır.
(Habîbim, sen onlara) de ki: Eğer Allahü teâlâ, Mesîh'i (aleyhisselâm), annesini ve yeryüzünde olan insanların hepsini helâk etmek dilese, bu murâdından O'nu men etmeye kim malik olabilir (elbette kimse mâni olamaz. O hâlde Mesîh'in ilâh olduğuna nasıl îtikâd edersiniz).
Muhakkak ki, semâvat, yer ve ikisi arasında bulunan her şey Allahü teâlânındır (hepsi Allahü teâlânın mülkü ve mahlûkudur). O, dilediğini yaratır. Muhakkak ki, Allahü teâlâ her şeye kâdirdir.”
Mâide sûresinin 72-75. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Muhakkak ki, Meryem oğlu Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) Allah’dır diyenler, şüphesiz kâfir olmuşlardır. Halbuki, Mesîh (Îsâ aleyhisselâm kendisi bizzat onlara şöyle) demişti: “Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibâdet edin. Kim Allah'a ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allahü teâlâ ona Cennet’i haram kılar. Onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin hiç bir yardımcıları da yoktur.
Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür diyenler (Allahü teâlâdan başka Hazret-i Meryem'i ve Hazret-i Îsâ’yı da ilâh kabûl edenler) de elbette kâfir olmuşlardır. Halbuki, bir tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur. Şâyet söyleye geldikleri bu sözden vazgeçmezlerse, küfürde kalanlara muhakkak çok acıklı bir azâb dokunacaktır.
Hâlâ, Allahü teâlâya tevbe edip mağfiret dilemeyecekler mi? Şüphesiz ki, Allahü teâlâ tevbe edenleri mağfiret edici ve mağfiret olunmuşlara da çok rahmet edicidir.
Meryem oğlu Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) ancak bir peygamberdir. Ondan önce bir çok peygamberler geçti. Annesi de sıddîka (çok doğru bir kadın) idi. İkisi de (birer kul, beşer olarak) yemek yerler (gıda alırlar, ilâhlık iddia etmezler) di…”
Tevbe sûresinin 30-33. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “...Hıristiyanlar da; Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) Allah'ın oğludur dediler. Bu, onların ağızlarıyla uydurdukları sözleridir ki, daha önce küfreden (melekler, Allah'ın kızlarıdır diyen) lerin sözlerine benzemektedir. Allah onları kahretsin. Haktan bâtıla nasıl çevriliyorlar.
Onlar, âlimlerini ve râhiplerini, Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Meryem'in oğlu Mesîh'i de (ilâh edindiler). Halbuki, onlar da, ancak bir olan Allah'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allahü teâlâdan başka hiç bir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden tamâmen münezzehtir.
Onlar, Allahü teâlânın nûrunu (Allahü teâlânın vahdâniyyetine, bir olduğuna, yüceliğine, çocuğu ve ortağı olmaktan münezzeh olduğuna alâmet ve işâret olan delilleri veya Kur'ân-ı kerîmi veyahut Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini veya Muhammed aleyhisselâmın şeriatını) ağızlarıyla, (bozuk ve yalancı sözleri ile) söndürüvermek istiyorlar. Fakat Allahü teâlâ diliyor ki, kâfirler, istemeseler ve hoşlanmasalar bile, O muhakkak nûrunu tamamlayacaktır.
Peygamberlerini hidâyetle ve hak din ile, bütün dinlerin üzerine gönderen O'dur. İsterse müşrikler hoş görmesinler.”
Bu husûsta Buhârî'de Hazret-i Ömer'den rivâyet olunan bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Nâsârânın İbn-i Meryem'i (Îsâ aleyhisselâmı) bâtıl üzere medhettikleri gibi, siz de beni medhetmekte mübalağa etmeyiniz. Şüphesiz ki, ben bir kulum. Binaenaleyh bana, Allahü teâlânın kulu ve resûlü deyiniz.”