Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize, Necrân'dan bir hıristiyan heyeti gelmişti. (Necrân, Hicaz ile Yemen arasında bir şehirdir.) Bunlar, altmış süvâri olup, içlerinden yirmidördü büyükleri idi. Bunların içinde de, üçü en büyükleri idi. Reisleri Abdülmesîh idi. İçlerinden Ebü'l-Hâris bin Alkama, en âlimleri idi. Âhır zaman peygamberinin alâmetlerini İncîl’de okumuş idi. Fakat, dünyâ mevkîini, şöhretini sevdiği için, müslüman olmuyordu. Çünkü, ilmi ile meşhûr olup, kayserlerden ikrâm görür, bir çok kiliselere emir verirdi. Medîne'ye gelip, ikindi namazından sonra, Mescid-i şerîfe girdiler. Üstlerinde süslü papaz elbiseleri vardı. O sırada, onların da namaz vakti gelmiş olduğundan, Mescid-i şerîfte namaza kalkmışlar, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemde; “Bırakınız kılsınlar” buyurmuştu. Şarka doğru kıldılar. Üç büyükleri konuşmağa başladı. Söz arasında, Îsâ aleyhisselâm için, bâzan Allah diyorlar, bâzan Allah'ın oğlu, bâzan da, üç tanrıdan biri diyorlardı. Allah demelerine sebep, ölüleri diriltir, hastaları iyi ederdi. Gaybları haber verir, çamurdan kuş yapıp üfleyince uçar diyorlardı. Allah'ın oğlu olduğuna sebep, belli bir babası olmaması idi. Üçten birisi olmasına sebep de, Allah; “Yaptık, yarattık” diyor, eğer bir olsaydı; “Yaptım, yarattım” derdi diyorlardı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bunları dîne dâvet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu, îmâna gelmediler. “Biz senden önce îmân ettik” dediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Yalan söylüyorsunuz! Allah'ın oğlu var diyenin îmânı olmaz” buyurdu. “Allah'ın oğlu değilse, o hâlde bunun babası kim?” dediler.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Biliyor musunuz? Allahü teâlâ, hiç ölmez ve her şeyi varlıkta tutan O'dur. Îsâ (aleyhisselâm) ise, yok idi ve yok olacaktır.” Onlar; “Evet biliyoruz” dediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bilmiyor musunuz, babasına benzemeyen hiç bir yavru var mı?” buyurunca; Her yavru babasına benzer. (Koyun yavrusu koyuna benzer.) dediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Bilmiyor musunuz, Rabbimiz her şeyi yaratıyor, büyütüyor, besliyor. Halbuki, Îsâ (aleyhisselâm) bunların birini yapmıyordu” buyurunca; “Evet, yapmıyordu” dediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Rabbimiz, Îsâ'yı (aleyhisselâm) dilediği gibi yarattı, değil mi?” buyurunca; “Evet yarattı” dediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Rabbimiz yemez, içmez. O'nda değişiklik olmaz. Bunu da biliyor musunuz?” buyurunca; “Evet, biliyoruz” dediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Îsâ'nın (aleyhisselâm) anası var idi. O, her çocuk gibi dünyâya geldi. Onlar gibi beslendi. Yer, içer, zararlı maddeleri kendinden atardı. Bunu da biliyorsunuz, değil mi?” buyurunca, onlar; “Evet biliyoruz” dediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “O hâlde, Îsâ (aleyhisselâm) zan ettiğiniz gibi nasıl olur?” buyurdu. Onlar, bir şey diyemeyip, sustular. Biraz sonra; "Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Sen, onun Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir rûh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Evet” buyurdu. Onlar; “Eh, bu da bize yetişir” deyip, inâdlarında ısrâr ettiler.
Bunun üzerine, Allahü teâlâ, onları mübâheleye çağırmasını emretti. Resûlullah efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bana inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele edelim (yani hangimiz zâlim isek, yalancı isek, Allahü teâlâ ona lânet etsin diyelim!) buyurdu. Allahü teâlânın bu emri, Âl-i İmrân sûresinin, 61. âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir. Seyyid dedikleri Şerhabîl, bunları toplayıp; “Bunun peygamber olduğu, her şeyinden anlaşılıyor. Bununla mübâhele edersek, ne biz kurtuluruz, ne de bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya uğrarız!” dedi. Mübâhele etmekten kaçındılar ve; “Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Senden râzıyız. Ne istersen sana verelim. Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle beraber gönder, vergilerimizi ona verelim!” dediler.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Gayet emîn bir kimseyi, sizinle gönderirim” buyurdu. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, emîn olarak kimin, şerefleneceğini merâk ediyorlardı. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kalk yâ Ebâ Ubeyde!” buyurdu; “Ümmetimin emîni budur” diyerek onlarla beraber gönderdi.
Sulh şartı şöyle idi; Her sene, ikibin elbise vereceklerdi. Bini Receb'de, bini Safer ayında teslim edilecekti. Her elbise ile de kırk dirhem gümüş verilecekti. Reisleri Abdülmesîh ile seyyidleri Şerhabîl, sonradan müslüman olup, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hizmetinde bulunmakla şereflendiler.
Hıristiyanların ellerinde bulunan mukaddes kitapları; “Allah birdir. O'na benzeyen hiç bir şey yoktur” diyor, onlar ise; “Îsâ Allah’dır. Allah'ın oğludur” diyorlar. Kendi kitaplarını, kendileri inkâr ediyorlar.
Hıristiyanların, her lisâna tercüme ederek, her memlekete yaydıkları, Kitab-ı Mukaddesin, Ahd-i atîk kısmında, (Tesniyye) kitabının, altıncı bâbı, dördüncü âyetinde diyor ki: “Ey İsrâil, dinle! Allah'ımız, Rabbimiz birdir. Bu sözüm kalbine yerleşsin. Oğullarına da dikkatlice öğret!”
Eş’iya kitabının, kırkbeşinci bâbının, beşinci âyetinde diyor ki: “Rab, benim. Benden başka rab yoktur. Benden başka ilâh yoktur. Şarkta ve garbda olanlar, benden gayrı olmadığını bileler. Rab benim, benden başka yoktur.”
Yirmiikinci âyetinde diyor ki: “Hepiniz bana ibâdet ediniz! Allah benim ve benden gayrı yoktur.”
Kırkaltıncı bâbının dokuzuncu âyetinde diyor ki: “Allah benim ve gayrı yoktur. Ben Allah'ım. Benim nazîrım, bana benzeyen, hiç bir şey yoktur.”
Büyük İslâm âlimi, Tefsîr-i kebir ve çeşitli kıymetli kitapların sâhibi, İmâm-ı Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh), Âl-i İmrân sûresinde, 61. âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken buyuruyor ki:
“Harezm şehrinde idim. Şehre bir papazın geldiğini ve hıristiyanlığı yaymak için çalıştığını işittim. Yanına gittim. Konuşmaya başladık. Bana; “Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğunu gösteren delil nedir?” dedi. Şu cevâbı verdim: “Mûsâ'nın, Îsâ'nın ve diğer peygamberlerin aleyhimüsselâm hârikalar, mûcizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizeler gösterdiği haber verilmiştir. Bu haberler tevatür hâlindedir. Tevatür ile gelen haberleri, ya kabûl eder veya red edersin. Red eder ve mûcize, bir zâtın peygamber olduğunu ispat etmez der isen, mûcizeleri tevatür ile bize haber verilen diğer peygamberlere de inanmaman lâzım gelir. Şâyet tevatür ile gelen haberlerin doğruluğunu ve mûcize gösteren zâtın peygamber olduğunu kabûl eder isen, Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğunu kabûl etmen lâzım gelir. Çünkü, Muhammed aleyhisselâm mûcizeler göstermiş ve bu mûcizeler, bizlere tevatür denilen sağlam haberler ile bildirilmiştir. Diğer peygamberlerin peygamberliğine, tevatür ile bildirilen mûcizeler sebebi ile inandığın için, Muhammed aleyhisselâmın da, peygamber olduğuna îmân etmelisin!”
Papaz: “Îsâ aleyhisselâmın, peygamber değil, ilâh, tanrı olduğuna inanıyorum” dedi.
(Tanrı, mâbud demektir. Tapılan şeylerin hepsine tanrı denir. Allahü teâlânın ismi, Allah’dır, tanrı değildir. Allahü teâlâdan başka tanrı yoktur. Allah yerine tanrı demek, yanlıştır ve çok çirkindir.)
Ben; “Biz şimdi peygamberlik hakkında konuşuyoruz. İlâhlıktan önce, nübüvvet mevzuunu halletmemiz lâzımdır. Ayrıca, Îsâ aleyhisselâmın, ilâh olduğunu söylemen de bâtıldır. Çünkü, ilâhın, tanrının, her zaman var olması lâzımdır. Halbuki, Îsâ aleyhisselâm, cisim idi. İnsan idi. Yok iken var oldu. Önce çocuk idi. Yerdi, içerdi. Bizim gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi yaşamak için, bir çok şeye muhtâç idi ve size göre öldürülmüştür. Muhtâc olan, ganî olur mu? Yok iken sonradan var olan bir şey, ebedî, sonsuz var olur mu? Değişen bir şey, devamlı, sonsuz var olur mu? O hâlde, madde, cisim, yer kaplayan şeyler tanrı olamaz.
Îsâ aleyhisselâmın kaçtığını, saklandığını, çok üzüldüğünü, bu durumdan kurtulmak için çârelere başvurduğu hâlde, yahudilerin onu yakalayıp astığını söylüyorsunuz. İlâh veya ilâhtan parça kendisine hulûl etmiş olsaydı, yahudilerden korunmaz mı, onları yok etmez mi idi? Niçin üzüldü ve saklanacak yer aradı? Vallahi, buna hayret ediyorum. Aklı olan kimse, bu sözleri nasıl söyler, buna nasıl inanır. Akıl, bu sözlerin bozukluğuna şâhidtir.
Üç türlü söylüyorsunuz:
1- O, gözle görülen cismani bir ilâh imiş, tanrı imiş. Öyle olsaydı, asıldığı zaman, yerlerin, göklerin tanrısı ölmüş olurdu. Bu âlem ilâhsız kalacaktı. Halbuki, âlemin ilâhsız kalması mümkün değildir. Ayrıca, Yahudilerin yakalayıp öldürdüğü, âciz, kuvvetsiz bir kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi?
Îsâ aleyhisselâmın, Allahü teâlâya çok ibâdet ettiği, tâata çok rağbet ettiği husûsu da, tevatür ile sabittir. Îsâ aleyhisselâm ilâh olsaydı, ibâdet ve tâatta bulunmazdı. Çünkü ilâh, aslâ kendisine ibâdet etmez. (Bilakis başkaları ona ibâdet eder.)
2- İlâh, ona tamâmen hulûl etmiştir. O, tanrının oğludur diyorsunuz. Bu inanış yanlıştır. Çünkü, ilâh, cisim ve arâz (sıfat) olamaz. İlâhın, bir cisme hulûl etmesi imkânsızdır. Eğer, ilâh cisim olsaydı, başka bir cisme de hulûl ederdi. Cisme hulûl eden şey cisim olur ve hulûl edince iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilâhın parçalanmasını icap ettirir. Eğer ilâh, arâz olsaydı, bir mahalle, mekâna muhtâç olurdu. Bu ise, ilâhın başkasına muhtâç olması demektir. Başkasına muhtâç olan ise, ilâh olamaz.
3- O, tanrı değildir. Fakat, tanrının bir parçası ona hulûl etmiş, yerleşmiştir diyorsunuz. Eğer ona hulûl eden parçanın, ilâhın ilâh olmasında tesiri var ise, bu parça ilâhtan ayrılınca, tamâmen ilâhlığı bozulur. Eğer bu parça, ilâhın ilâh olmasında tesirli değilse, tanrının parçası olmamış olur.
“Îsâ aleyhisselâmın, ilâh, tanrı olduğuna delilin nedir?” diye sordum.
Papaz; “Ölüleri dirilttiği, anadan doğma körlerin gözünü açtığı ve baras denilen, derideki çok kaşınan beyaz lekeleri iyi ettiği için, o tanrıdır. Böyle işleri ancak tanrı yapabilir” diye cevap verdi.
“Delil (alamet) bulunmayınca, medlûlün (delilin delâlet ettiği şeyin) bulunmayacağı söylenebilir mi? Delil bulunmayınca, medlûl de olmaz, var olmaz dersen, âlem yaratılmadan önce, yâni ezelde âlemi yaratanın yok olduğunu söylemiş olursun ki, bu bâtıldır. Çünkü, âlem (bütün mahlûklar), yaratanın varlığına delildir.
Delil bulunmayınca, medlûl bulunabilir dersen, ezelde mahlûklar yok iken yaratanın var olduğunu kabûl etmiş olursun. Fakat, Îsâ aleyhisselâm ezelde yok iken, ilâhın ona ezelde hulûl ettiğini söylersen, bunu delilsiz kabûl etmiş olursun. Çünkü, Îsâ aleyhisselâm sonradan yaratılmıştır. Ezelde var olması, delilin bulunmaması demektir. Tanrının Îsâ aleyhisselâma hulûl ettiğini delilsiz kabûl ediyorsun da, bana, sana, hayvanlara, otlara ve taşlara hulûl etmediğini nereden biliyorsun? Delilsiz, bunlara hulûl ettiğini niçin kabûl etmiyorsun?” diye sordum.
Papaz; “İlâhın, Îsâ aleyhisselâma hulûl etmesi ile sana, bana ve diğer varlıklara hulûl etmemesinin sebebi açıktır. Çünkü Îsâ aleyhisselâmda mûcizeler göründü. Sende, bende ve diğer varlıklarda böyle harikulade hâller görülmedi. Bundan ilâhın ona hulûl edip, bize ve diğer varlıklara hulûl etmediğini anlıyoruz” dedi.
“Îsâ aleyhisselâma hulûl etmesine delil olarak, onun mûcizeler göstermesi olduğunu söylüyorsun. Delil olmayınca yâni mûcizeler görülmeyince, hulûl edemeyeceğini niçin söylüyorsun? Sende, bende ve diğer varlıklarda hârikalar, mûcizeler bulunmadığı için tanrı bunlara hulûl etmez diyemezsin. Çünkü, delil olmadığı hâlde medlûl bulunabilir demiştik. Buna göre, ilâhın hulûl etmesi, delilin bulunmasına, yâni hârikaların, mûcizelerin görülmesine bağlı değildir. O hâlde, bana, sana, kediye, köpeğe, fareye de hulûl ettiğine inanman lâzım gelir. İlâhın, bu aşağı mahlûklara hulûl ettiğini inandırmağa varan bir din, hak din olabilir mi?
Asayı (bastonu) ejder, yılan yapmak; ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü baston ile yılan, hiç bir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın asâyı ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, ona, tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz? Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle böyle diyorsunuz?” dedim.
Papaz, bu sözüme karşı diyecek hiç bir şey bulamadı, susmağa mecbûr oldu.
Nâsârâ dediğimiz hıristiyanların dinlerinin esası olan ve İncîl dedikleri dört kitap, Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm ile gönderdiği asıl İncîl-i şerîf değildirler. Bu dört kitap, Îsâ aleyhisselâm semâya çıkarıldıktan sonra, dört kimse tarafından yazılmış birer târih kitabıdırlar. Bunlardan biri, Matta olup, havârîlerden biri imiş. Ahbaplarının arzu ve ısrarları üzerine, gördüklerini ve işittiklerini bildirmek için, Îsâ aleyhisselâmdan oniki sene sonra, Milad-i Îsâ isminde bir kitab yazmış. İkincisi, Markos olup, havârîlerden işittiklerini, yirmisekiz sene sonra yazmıştır. Üçüncüsü Luka olup, otuziki sene sonra, işittiklerini bildirmek için, İskenderiyye’de bir târih yazmıştır. Dördüncüsü Yuhannâ olup, havârîlerden imiş. Îsâ aleyhisselâmdan işittiklerini, semâya çıkarıldıktan kırkbeş sene sonra yazmış. Allahü teâlânın gönderdiği İncîl, ilâhî bir kitap idi. Bu dört kitabda ise, birbirlerine uymayan yalanlar doludur. Bunların hepsinde, Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilerek öldürüldüğü yazılıdır. Kur'ân-ı kerîmde ise, başkasını öldürdükleri, Îsâ aleyhisselâmın diri olarak semâya kaldırıldığı açıkça bildirilmektedir. Bu dört İncîl de, Allah kelâmı olsalardı; Allah kelâmları arasında, birbirlerini yalanlayıcı haberler bulunmuş olurdu. Bu ise, olacak şey değildir. Bu kitaplarda, Îsâ aleyhisselâmdan işitmedikleri, hattâ semâya çıkarıldıktan sonra hâsıl olan şeyler de yazılıdır. Bunların misâlleri, İmâm-ı Kurtubî'nin “El-a'lam fi beyân-ı mâ-fî-din-in- nasârâ” kitabında ve İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye'nin “Hidayet-ül-hiyârâ fî-ecvibet-il-yehud-i ven-Nasârâ” kitabında ve Sü'ûdî'nin “Tahcîl min-hasf-il-İncîl” kitabında ve Taşköprülü Ahmed Efendi ile Kâtib Çelebi'nin “Esamî-yül-kütüb” ve “Keşf-üz-zünûn” kitaplarında uzun yazılıdır. (rahmetullahi teâlâ aleyhim)
Asıl İncîl-i şerîf, hiç bir yerde mevcût değildir. Hattâ hıristiyanlardan bir kısmı, bu İncîl’in gönderildiğini inkâr etmektedir. Yahudiler, Îsâ aleyhisselâmı öldürmeye teşebbüs ettikleri zaman, bu İncîl’i yaktılar. Yâhud parçalayıp telef ettiler. Îsâ aleyhisselâmın dâvet zamanı üç sene kadar idi. Îmân edenler de az olmakla beraber, çoğu okumak, yazmak bilmez idi. Bunun için, İncîl-i şerîfin benzeri yazılmamıştır. Yalnız Îsâ aleyhisselâmın ezberinde idi. Yâhud, miladın üçyüzyirmibeş senesinde, İncîl denilen elli kadar kitap imhâ edilirken, onu da bâtıl zan ederek imhâ etmişler diyebiliriz.