Tâlût'un ölümünden sonra, Dâvûd aleyhisselâm İsrâiloğullarının hükümdârı oldu. İsrâiloğullarının oniki sıptının tamamı Dâvûd aleyhisselâmın hükümdârlığını kabûl ettiler. Bir müddet sonra, cenâb-ı Hak kendisine peygamberlik vazifesi de verdi. Böylece saltanat ile birlikte nübüvvet yükünü de taşıyan ilk peygamber oldu. İsrâiloğullarında peygamberlikle sultânlık ondan önce bir kimsede bulunmamıştı. Peygamber olduğu Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Daha evvel de Nûh'u ve onun neslinden Dâvûd'u, Süleymân'ı, Eyyûb'u, Yûsuf'u, Mûsâ'yı ve Hârûn'u (aleyhimüsselâm) hidâyete (nübüvvete) kavuşturduk. Biz, ihsân sâhiplerini işte böyle mükafatlandırırız.” (En’âm sûresi: 84)
Dâvûd aleyhisselâm, peygamber ve hükümdâr olarak, İsrâiloğullarını, Allahü teâlâyı tanımaya ve O'na kulluk yapmaya çağırdı. Ömrü boyunca insanlar arasında adâletle hükmetti. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “O'nun mülkünü de kuvvetlendirdik. Ona hikmet (peygamberlik, Zebur, kâmil bir ilim ve amel) ve fasl-ı hitâb (Hakk'ı bâtıldan ayırt etmek sûretiyle dâvâları halletmek ve görüşte isabet, kemâlât-ı belâgat yâni güzel hitâb) verdik.” buyruldu. (Sâd sûresi: 20)
“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde bir halîfe yaptık. (Yâhud geçen peygamberlere halef kıldık.) O hâlde insanlar arasında hak (ve adâlet) ile hükmet. (Hükmünde nefsinin) hevasına (hevesine) tâbi olma ki, bu, seni Allah yolundan saptırır. Çünkü, Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için pek çetin bir azâb vardır.” (Sâd sûresi: 26)
Dâvûd aleyhisselâm, kendisine gelen vahiy icâbı, halk arasındaki hükmünde şâhid ve yemin ile hükmeyledi. Mülkü kuvvetlendi. Heybeti halkı öyle kapladı ki, yalnız kalınca bile dîne ve akla uymayan herhangi bir şeyi konuşmaktan korkarlardı.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâmın mülkünü (saltanatını) kuvvetlendirince, bütün halk onun emrine itâat etti. Âlimlerin bildirdiğine göre, mülkünün kuvvetlenmesi şöyle oldu: Bir gün, kendisine bir kişi geldi. Başka bir şahsın, öküzünü zorla elinden alıp gasbettiğini söyledi. Onu dava etti. Dâvûd aleyhisselâm dâvâlıyı huzûruna çağırttı. Dâvâlı; “Böyle bir işin aslı yoktur. Ben kimsenin öküzünü gasbetmedim” dedi. Dâvâcı olan kişinin de hiç bir şâhidi yoktu. Dâvûd aleyhisselâm olayı araştırdı. Hiç bir delil bulamadı. Gece olunca bir rüyâ gördü. Rüyâsında, Allahü teâlâ tarafından dâvâlının öldürülmesi hazret-i Dâvûd'a emredildi. Bu emir üç defâ tekrarlandı. Hazret-i Dâvûd, ertesi sabah dâvâlıyı huzûruna çağırttı. Allahü teâlânın emrini ona bildirdi. Adam şaşırdı ve karara îtirâz etti. Delilsiz ve şâhidsiz bir insanın öldürülemeyeceğini söyledi. Dâvûd aleyhisselâm ise, kararın kesin olduğunu, çünkü Allahü teâlâdan vahiy aldığını açıkladı. Zirâ peygamberlerin rüyâsı vahy idi. Kendisi için bir kurtuluş ümidi kalmadığını anlayan dâvâlı, başka bir suçunu îtirâf etti ve; “Ey Allah'ın peygamberi! Daha önce şu iddia sâhibinin babasını öldürmüştüm. Ortada hiç bir şâhid de yoktu. Benim öldürülmemi Allah bunun için emretmiştir” dedi. Bu îtirâf üzerine o kişiye kısas tatbik edildi. Bu hâdise, bütün İsrâiloğulları üzerinde büyük bir tesir meydana getirdi. Bundan sonra hiç kimse şeriatın dışına çıkmağa cesâret edemedi. Çünkü onlar ıssız yerlerde bile suç işleseler, Allahü teâlânın bildirmesi ile Dâvûd aleyhisselâmın kendilerini yakalayacağı inancında idiler. Böylece, Dâvûd aleyhisselâmın hükümeti kuvvetlendi. Herkes onun emri haricinde bir şey yapamaz hâle geldi. Zamanın en kuvvetli devleti, Dâvûd aleyhisselâmın devleti oldu.
Dâvûd aleyhisselâm, bir gün ibâdet eder, bir gün kavminin hukûki mes’elelerini karara bağlar, bir gün halka vâz ü nasîhatte bulunur, bir gün de kendi şahsi işlerini yapardı. Böylece vaktini dörde ayırmıştı.
İbadet gününde, mihrabın bütün kapılarının kapatılmasını ve kimsenin yanına bırakılmamasını emrederdi. Fakat, Dâvûd aleyhisselâm ibâdetle meşgûl olduğu günlerden bir gün, iki adam gelerek ansızın Dâvûd aleyhisselâmın önünde peydâ oluverdiler. Dâvûd aleyhisselâm ürpererek onlara; “Benden ne istiyorsunuz? Yoksa sizler bu gün benim ibâdet günüm olduğunu, icra ve karar günüm olmadığını bilmiyor musunuz?” dedi. Onlar; “Tabi biliyoruz. Ancak adâletin tatili olmaz. Bizim aramızda bir sürtüşmemiz var. Senin, ikimizin arasını bulacak bir hüküm vermen için buralara geldik” dediler, Dâvûd aleyhisselâm; “Pekâla, buyrun bakalım” dedi. Onlardan birisi; “Mes’elemiz şundan ibârettir. Kardeşimin doksandokuz koyunu var. Benimse bir tane. Böyle olduğu hâlde kardeşim benden bu bir koyunu da almak istiyor” dedi.
İşi çabuk bitirmek isteyen Dâvûd aleyhisselâm; “Kardeşin senden o bir koyunu da almak istediği için sana zulmetmektedir. Allahü teâlâya îmânı olmayan insanların bir kısmı, işte böyle zulüm yapmaktadırlar. İyi insan da pek az bulunmaktadır” dedi.
Dâvûd aleyhisselâmın cevâbı üzerine, onlar güldüler ve en kısa zamanda oradan ayrıldılar. Bir müddet sonra, Dâvûd aleyhisselâm, çok kısa bir sürede karar vermiş olduğunu farketti. Halbuki öbür kişiye de bunun sebebini sorması gerekirdi. Bu tavrın kadılık (hâkimlik) kanunlarına uygun olmadığını düşündü. Çünkü, ikinci kişinin de haklı olabileceği ve Rabbinin de kendisini adâleti icra ederken imtihân etmiş olması mümkündü. Bu hâdise üzerine Dâvûd aleyhisselâm, Allahü teâlâdan affetmesini dileyerek, kendi kendine; bundan sonra hüküm verirken acele etmeyeceğine, doğrulukla hüküm vereceğine, kararını delilleriyle ortaya koyacağına dâir söz verdi. Bu hâdiseden sonra kırk gün kırk gece ağladı. Başını secdeden kaldırmadı. Gözlerinin yaşı secde yerini ıslattı. Sonra Allahü teâlâdan hitâb gelip; “Affeyledim!” buyruldu. Dâvûd aleyhisselâmın bundan sonraki ömrü, üzüntü ve keder ile geçti. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen söyle bildirilmektedir: “Sana o dâvâcıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mihraba (mescide) tırmanmışlardı. O vakit Dâvûd'un (aleyhisselâm) karşısına girivermişlerdi de o, bunlardan telâşa düşmüştü. Korkma, dediler. Biz iki dâvâcıyız. Birimiz, ötekine (hakkına) tecâvüz etti. Şimdi sen, aramızda adâletle hükmet. Aşırı gitme. Bize doğru yolu göster. (İçlerinden biri); “Şu benim birâderimdir (din kardeşimdir. Yâhud şerîkimdir. Yâhud arkadaşımdır.) Onun, doksan dokuz dişi koyunu var. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken; “Onu bana ver de bakayım” dedi ve mücâdelede beni yendi. Dâvûd (aleyhisselâm) dâvâcıya dedi ki: Muhakkak o, senin dişi koyununu, kendi dişi koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir. Muhakkak (mallarını birbirine) katıp karıştıran (ortak) ların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. Îmân edip de güzel amel (ve hareket) lerde bulunanlar müstesna. (Fakat) bunlar da ne kadar azdır. Dâvûd (aleyhisselâm) anladı ki, biz onu imtihân ettik, (zellesine yâni hükümde acele ettiğine agâh ettik.) Bunun üzerine o Rabbinden (zellesinin) mağfiretini isteyerek rükû ile secdeye kapandı ve (tevbe ile) Allah'a döndü.” (Sâd sûresi: 21-24)
İmâm-ı Şafiî’den (rahmetullahi aleyh) bildirildi ki: Amcam Muhammed bin Ali bana anlattı ve dedi ki: “Abbâsî halîfelerinden Ebû Ca’fer Mansûr'un sohbetinde bulunuyordum. Mecliste İbn-i Ebî Züeyb de vardı. Bu çok oruç tutan, dâimâ hakkı söyleyen, kimseden çekinmeyen bir zât idi. Halîfeye nasîhatleri arasında dedi ki: “Ey mü’minlerin emîri! Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma buyurdu ki: “Ey Dâvûd! Huzûruna iki hasım çıkar ve bunlardan birisine gönlünün meyli olursa, sakın hak bunun olsa da hasmını yense diye gönlünden geçmesin. Ey Dâvûd! Ben, peygamberlerimi insanlara deve güden çobanlar gibi gönderdim. Çünkü onlar, Hakk'a riâyetle insanları sevk ve idâreyi bilirler. Onların vazifesi, sürülerini görüp gözetmek ve zayıf olanı su ve otlağa kavuşturmaktır.”